Perşembe, Temmuz 31, 2025
Çarşamba, Temmuz 30, 2025
Azalıyoruz
Bir hastane koridorundan geçince ya da bir kaybın ardından sessizliğe gömülünce fark ediyoruz: Büyüttüğümüz sıkıntılar, lan neymiş, neye bu kadar hallenmişiz, sonradan çakozluyoruz. On beşimde günlük yazmaya başladım, bir on yıl istisnasız her gün yazdım, onca yıl sonra yazdıklarıma bakıyorum da nelere üzülmüşüm. Suyu boşa harcamışım…Utanıyorum Greenpeace!
Çok insan tanıyorum ama çok arkadaşım yok. Eksikliklerine “öleceğim” insan çok değil demek istiyorum… “İnsan, tanıdıklarıyla değil, kaybettikleriyle biçimlenir,” der ya Elias Canetti. Eksildikçe, kalanların kıymetini daha iyi anlamam gerektiğini fark ettim. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz vakit her geçen gün daha da sınırlanıyor. Arkadaşlık, iş ilişkilerinin ya da zorunlu yakınlıkların ötesinde, bizi hayata sabitleyen bağlardan biri. Bu bağlar, eksildikçe ya da gevşedikçe hayatın anlamı da boka sarıyor.
Hımbıl ve ukala Proust’a hak vereceğim aklıma gelmezdi: “Gerçek cennetler, kaybettiklerimizdir.” O yüzden, kaybettikten sonra değil, henüz yanımızdayken sevdiklerimize vakit ayırmamız gerekiyor. Çünkü azalıyoruz. Ve azalırken, kalanlarla geçen her an, aslında hayatın bize bıraktığı en değerli şey.
Yazarlık hayalleri kurarken, bir gün amca gibi yazacağımı düşünmezdim, yazılıyormuş…
![]() |
Salı, Temmuz 29, 2025
Sülün Osman
![]() |
Zaten dolandırıcılık hikâyeleri çoğunlukla komediye dönüştürülerek
aktarılır. Dışarıdan bakınca “yahu buna nasıl inanılır” dedirten bir absürtlük
barındırır … Ama komedisi yapılabiliyor olması, hikâyenin trajik doğasını
değiştirmez. Trajiktir çünkü bu kandırılma hâli, zekâ eksikliğinden
değil, nasıl desem “umut iştahından” beslenir. Kibarım, açgözlülük demedim. Kimisi bir çıkış arar, kimisi
kaybettiğini geri kazanmak ister, kimisi sadece inanmak ister. İnsanlar dolandırıldıklarını
ya göremez ya da görmek istemez.
![]() |
Gel zaman git zaman, aynı taksici benimle bir şey
konuşmak istediğini söyledi. Yolda giderken, aracı sağa çekip iç dökmeye başlayıp bir zarf çıkardı.
Dolandırıcının hapisten yazdığı bir mektupmuş. Borç para istiyor, "dışarı çıkınca
fazlasıyla ödeyeceğim. Ben yemedim o paraları, hepsi bir yerde saklı. En çok da sana
üzüldüm…” filan yazmış. Tanıdık mı geldi? Muhtemelen aynı mektubu başka mağdurlara da
yolladı. Taksici bana dönüp şunu sordu: “Abi sence vereyim mi bu parayı?” Onu onaylamamı, el vermemi bekliyor. İki ev
parası kaptırmış, büyük dolandırılmış adam hâlâ düşünüyor. Doyamamış kandırılmaya.
Sülün Osman neden sevimli gelmiş bize? Hovardalığı mı?
Lafazanlığı mı? , Ne'si ilginç gelmiş okur yazarlara... Dolandırdığı kişiler
genellikle yoksul ve eğitimsiz insanlar üstelik. Bir Robin Hood karikatürü bile değil, zenginden
alıp fakire dağıtan biri hiç değil. Ahlaki ya da politik bir iddiası yok.
Kazandığını pavyonda harcayan, paranın hayrını da göremeyen biri. Üç gün zengin,
iki gece kral. Enikonu hepsi bu.
Gel gör ki popüler kültürün bir tür kahramanı Sülün
Osman, o sebeple plağı olmuş, hikayeleri merak ediliyor. Acaba diyorum, yapıp
ettiğiyle salaklığı mı teşhir ediyor, o mu hoşa gidiyor...Belki de toplumun
yasaya, ahlaka olan kör inancına nanik ediyor oluşu hoşumuza gidiyor. Ya da
sadece çok güzel kandırıyor oluşu… Cevap bir tane değil, belli ki çok katmanlı
bir mesele bu.
![]() |
Pazartesi, Temmuz 28, 2025
Neye Bakarız?
Paylaştığım görsellerin tuhaf olduğunun farkındayım. Sırtında “LeCe” yazan, mayolu bir kadın çizimi ve onun baktığı (ya da hiç bakmadığı) olağanüstü bir başka imge: yanan tanklar, düşen uçaklar, taşıdığı tabutla ilerleyen adamlar, gökyüzünde alevlenmiş bir balık ya da karanlık bir güneş. Kadın niye hep aynı pozda? Çünkü algoritma onun hangi açıda, ne kadar tıklandığını bilir. Tekrar eden klişe, değeri belirler.
Laura Mulvey’nin “male gaze” (eril bakış) kavramı burada bir evrim geçiriyor. Bakan özne artık erkek değil, makinedir. Bu, algoritmik bakıştır. Yani artık sadece neye baktığımız değil, ne kadar baktığımız da ölçülebilir durumdadır ve tam da bu yüzden bize bakılacak şeyler “hazır” olarak sunulur.
Byung-Chul Han’ın “şeffaflık toplumu’nda” mahremiyet, gizem, utanma ortadan kalkar. Geriye sadece “görünmekten çekinmeyen ama hiçbir şey hissettirmeyen” nesneler kalır. Bu kadın figürü tam da bu şeffaflığın temsili: sahneye konmuş, duygudan arındırılmış, hızla tüketilmek üzere paketlenmiş bir görüntü.
Žižek’in sözünü hatırlayalım: Felaket pornografisi, tıpkı “clickbait (tıklama tuzağı) erotizmi” gibi çalışır. İzleyeni sabitler ama anlamasına izin vermez. Bu görsellerde de tankla kalça, uçakla omuz çizgisi aynı dikkat yoğunluğuna taliptir. Çünkü algoritma bilir: İnsan gözü aşırılığı sever.![]() |
Şimdi tekrar soralım: Sosyal medyada biz neye bakıyoruz?
Algoritmayı dışarda bırakarak bu soruya cevap veremeyiz. Çünkü artık biz bakmıyoruz, bize baktırılıyor. Arzu ve felaket birlikte servis edildiğinde, bakışımız sabitleniyor. Ve belki de en trajik olanı şu: gördüğümüz hiçbir şey artık bizi değiştirmiyor.
Ne kadın ne yangın ne tabut, her şey birer görsel yapıntıya dönüşüyor. İzleyen de göz değil, sadece "kaydıran" bir parmak hareketi artık.
Pazar, Temmuz 27, 2025
Çadır'daki Seyirci
![]() |
![]() |
İlk okullu tiyatrocularımızdan olan Otello Kamil,
kendisiyle özdeşleşen ünlü Şekspir oyununu -Otello’yu- Kavuklu gibi, seyirciye
göre her defasında değiştirerek oynamasıyla ünlüydü örneğin. Ömrünü Anadolu
turnelerinde geçiren bir çadır tiyatrocusuydu. Otello’yu nasıl seyrettireceğini
bilerek oynuyordu.
Gösterilerde seyirciler, gündelik hayatlarında hiç rastlamayacakları
güzel oyuncu kadınlarla, artiz erkeklerle, moda olan içli şarkılarla karşılaşabiliyorlardı.
Çünkü benim için Gençlik Parkı yaz aylarında böyle bir yerdi.
Hele büyüdüğüm yıllarda, Ankaralı okur yazarlar oradan uzaklaşmışlardı.
Yoksulların, eğitimsizlerin ve alt sınıfların karşılaştığı ve o karşılaşmaları
heyecanla hatırladığı bir “panayır alanıydı.”
İnsan manzaraları bakımından dehşetli güzeldi. Tahmin edebileceğiniz gibi ben gösteriden çok, gelen seyircileri izlemeyi seviyordum. Çadır tiyatrosundan çok seyircileri izlemek isterdim.
![]() |
Panayırların en ilginç yönlerinden biri kadınlar matinesiydi |
Cumartesi, Temmuz 26, 2025
Erken büyüyen çocukların ülkesi (2)
![]() |
Oysa ben büyürken, aileler çocuklarını en azından yazları bir işe koyar ve çalışmasını sağlarlardı. Bugün, on beş yaşından küçüklerin çalıştırılması yasak, aralıklarla yazıyorum, çok çok erken yaşlarda çalışmaya başladım, babam esnaftı, aşağı yukarı on bir yaşımdan sonra hiç bir cumartesi pazarım ve yaz tatilim olmadı. Bugün çocuk olsam çalıştırılamazdım. Ne değişti? Avrupalılar devreye girmese, bu yasaları uygulamaya bizi zorlamasa ne değişirdi veya... .
Babam, çalışmadığım zamanlarda bana en ufak bir para vermezdi, annem de ona uyardı, bunu aşabilmek için yazları sakız satmaya başlamıştım... Bir işe yaramadı tabii bu durum, babam para kazandığımı görerek "sen artık büyümüşsün" filan gazı vererek beni yanında çalıştırmaya başladı. Ödül mü ceza mı, siz karar verin. Tersi de olabilirdi, yeter aylaklığın diyebilirdi.
Yanındaki ilk günlerimde, hiç unutmuyorum, o ara şiddetli yağmurlu günlerden geçmiştik. Yan taraftaki kuruyemişçinin deposunu su basmış, fareler de bizim tarafa kaçmışlardı. Babam, fareleri kovalamamı-yakaladığımı öldürmemi istiyordu. Farelerden korkuyor, iğreniyordum, babamsa büyümemi ve onlarla başetmemi istiyordu. Gün boyu deponun bir köşesinde tabure üstünde sessizce oturuyor, aralıklarla o yolu-hattı izleyerek köşeden çıkan fareleri süpürgeyle ezerek öldürüyordum. Şimdi düşünüyorum da, babamın yöntemine göre bu deneyimden sonra farelerden korkmamam ve iğrenmemem, bu hissi aşabilmem ve bir işe yaramam gerekiyordu. İşe yaradım ama hislerim zerre değişmedi. Fareler yıllarca vik vik rüyalarıma girdiler.
Sadece babam değil, çevremizdeki bir kişi bile fareleri öldürmemi yanlış bulmuyordu, çocuk bunu niye yapıyor demiyordu, üzerimde olumsuz bir etki yaratabileceğini düşünmüyordu. Başetsin, büyüsün, ne olacak, bunlar ne ki falan filan...
Yeter ki büyüyelim..."Büyü artık" cümlesini duymak beni deli ederdi, babamın söylerken aklında olanlarla benim anladıklarım çok farklıydı.
Cuma, Temmuz 25, 2025
Ben büyürken yalnızlık
Geçtiğimiz günlerde, şehrimizin tatlı alkoliklerinden bir arkadaşımla karşılaştım. Ailesindeki herkesin genetik olarak uzun yaşadığını, kendisinin ise üç kuruşluk emekli maaşıyla yalnız ve yoksul bir hayat süreceğini, öldüğünde günlerce bulunamayabileceğini filan anlattı. Tarumar oldum. Of puf.
Şunu da ekleyeyim: ben büyürken yalnızlık, sadece yaşlılık değildi elbette, şiirlerde ve şarkılarda geçen aşk acısıydı, romantizmdi. Aşık olunca söyleye söyleye kahrolurduk. “Yalnızım doktor, çın çın” yapardık.
Yaşlılık ve aşk...Başka?
Yetmişli yıllarda evden kaçmak isterdik, özgürleşmeye, kaderimizi değiştirmeye, aileden kurtulmaya… Ama doksanlardan sonra eve sığınmaya başladık. Yalnız kalmak istemezken yalnızlığı tercih eder olduk.
Dijital yalnızlık ise bambaşka bir şey. Yaşlıların yalnızlığı değil, eski şarkılardaki sevgili özlemi hiç değil. Romantize edilecek bir tarafı da yok. Bu, bir duygudan çok, çağın arızası gibi duruyor. Klinik bir sorun.
Çevrimiçi olan ve biteviye bildirimler alan ama gerçek ilişkiler içinde bulunamayan insanların yaşadığı bir durumdan söz ediyoruz. Psikiyatrist bir arkadaşım sadece şunu söyledi: “Son on yılda yalnızlığı tanımlayan o kadar çok kavram üretildi ki, bu bile meselenin ne kadar büyüdüğünü gösteriyor.”
Gerçekten de öyleymiş. Doomscrolling’den (sürekli kötü haberlere bakmak), dijital dikkat dağınıklığına, anlamsızlık hissinden öfke patlamalarına kadar uzanan pek çok şey, “dijital yalnızlığın” içindeymiş. Sosyal medyada okuduğunu anlamadan yorum yapanlara “idrak yoksunu” derdim. Meğer bu da yalnızlığın bir belirtisiymiş. Sosyal medyada ilgisizlikle karşılaşmak, beğeni alamamak, görülüp yanıtlanmamak gibi mikro-yalnızlıklar varmış.
İstisnasız hepimiz başkalarının hayatlarından haberdarız ama onlarla gerçek bir bağ kuramıyoruz. Bu durum hem lüks hem yük olabiliyor. Lüks, çünkü bazen gerçek temastan kaçmak isteriz. Yük, çünkü tüm sosyal temaslarımız dijital olursa, gerçek dünyaya olan aidiyetimizi yitirebiliriz.
Bence yalnızlık, bir tür “açlık”. Mecaz olarak söylüyorum ama bence beynimiz bunu tehdit gibi algılıyor ve anksiyete üretiyor. Bu his arttıkça insanlar daha da izole oluyor. Bu da daha fazla yalnızlığa yol açıyor. Hatta bunca insanın eklem ağrısı çekmesinin bile bunda bir payı olabilir. Sanki beyin yalnızlık ağrısı üretiyor. Bu benim kesin fikrim ve tartışmaya kapalı.
Geçenlerde eve kitap getiren kargocu, “Abi sen yalnızlığı seviyorsun di mi, kitap okuyanlar sever” dedi. Hıhıı dedim ama cevabımı bilmiyorum. Galiba seviyorum ama her şeyin "fazlasından" korkarım. Bir arkadaşım yalnızlığıyla baş edemediğini söylerse, onunla daha çok vakit geçirmem gerektiğini bilirim. Yalnızlık bir hastalığa dönüşmesin isterim. Tadında bırakalım canım kardeşim derim.
Haksız mıyım Mıstık abi, birer tane yaprak sarması…güzel olmaz mı…
Perşembe, Temmuz 24, 2025
Mizojini ve empati
![]() |
![]() |
Çarşamba, Temmuz 23, 2025
Aracınız sanatçı değildir
![]() |
Yapay zeka, sanatsal üretim yapmakla birlikte bir sanat aracı değil, toplumsal sorumluluk taşımakla birlikte vicdani bir akıl hiç değil. Önceliği, yaratıcılık göstermek ve yenilik yapmak değil, hemen her koşulda ihlalleri önlemek.
Çünkü o bir sanatçı değil; bir araç, bir yapay zekâ modeli. Sanat üretmesi demek, bir kullanıcı isteğini yorumlaması demek. Ve bu yorumlama süreci, yalnızca estetik ya da içerik taleplerine değil, etik kurallara, toplumsal normlara ve yasal sınırlandırmalara bağlı.
Sanat, malum, tarihsel olarak her zaman sınırları zorlar. Cinsellik, şiddet, tabular, siyasi eleştiri, toplumsal normların bozulması… Sanatın en büyük işlevlerinden biri, bastırılmış olanı görünür kılmak, toplumu rahatsız eden imgelerle yüzleştirmektir. Egemen ahlakın karşısına sanatın özgürlüğü çıkar.
Oysa yapay zeka bunu yapamaz, bir sanatçının yerine geçemez. Kendiliğinden yaratamaz, siyasi ya da estetik bir risk alamaz, bir değerler silsilesi üretemez. Ve hepsinden önemlisi, yaptığı çalışmanın arkasında duramaz, sorumluluğunu üstlenemez. Onun için sorumluluk, hukuki, etik, sosyal sorumluluk anlamına gelir.
Yapay zeka kullanarak görsel ürettiğim için eleştiriliyorum, kimi arkadaşlarım yüzüme de söylediler, bir kısmını başkalarından duydum. Herkese anlattığımı yineleyeyim, Photoshop çıktığında ağlayan grafikerler gördüm.
Böyle bir keşif ve üretim alanı artık var ve ne kadar kavga ederseniz edelim, ne kadar sevmezsek sevmeyelim, bu gerçeği değiştiremeyiz. Var işte ve hep birlikte kullanacağız. Yaptığım işler nedeniyle ileride ben de mağdur olabilirim, klişeleri yapay zeka kolaylıkla üretiyor çünkü.
Hissettiğimi yazayım, olumlu tarafından bakıyorum, ben "aracı" gayet ansiklopedist ve yaşadığım hayata bakarak gayet “demokratik” buluyorum. Tabii ki endişe duymamızı gerektirecek tartışmalı çok yönü var, ne ki, olumlu yönleri bence onlardan fazla... Aracı bilmeye ve öğrenmeye, onunla rekabet etmeye mecburuz.
![]() |
Salı, Temmuz 22, 2025
Genjlik
![]() |
![]() |
Pazartesi, Temmuz 21, 2025
Milano'ya Giden Yol
Pazar, Temmuz 20, 2025
Başarısızlığın Piyasa Değeri: “Fail Culture”
Bu içeriklerin vahim ya da tekinsiz tarafı, “sıradanlık” ya da “başarısızlık” gibi temel insani deneyimleri görünmez kılmasında yatıyor. Oysa hepimiz bunun bir tür kurgu olduğunu biliyoruz ama yine de etkilenmeden duramıyoruz.
Peki “başarısız” olmak bizi bu kadar korkuturken, “başarısızlara” ve “başarısızlığa” nasıl bakıyoruz? Onları görmezden mi geliyoruz, yoksa kendimize mi malzeme ediyoruz?
Geçtiğimiz günlerde bir yönetmen arkadaşım, bir proje için YouTube yöneticileriyle görüşmüş. Sohbet sırasında sıkça “başarısızlık” hikâyelerinden söz edildiğini anlattı. Yalnızca YouTube değil; hemen tüm büyük dijital mecralarda başarısızlık hikâyelerinin ciddi ilgi gördüğü anlaşılıyor.
İnsanlar başarısızlık ve çuvallama hikâyelerini neden bu kadar çok izlemek istiyor.
Bunu bir tür “gerçeklik açlığı” olarak nitelemek mümkün. Başarı imgelerine artık inanmıyor, onları boş ve yapay buluyoruz. Fiyasko ise bize daha samimi, daha dürüst geliyor. Kendimizi daha iyi hissettiriyor. Çünkü aslında başarı hikâyelerinden sıkılmış durumdayız. Filtrelenmemiş, cilasız anlatılara meylediyoruz. Zira her birimiz istisnasız çuvallıyoruz ama bu anları videoya çekip paylaşmıyoruz. Galiba başkalarını çuvallarken görmek içimizi rahatlatıyor. “Sadece ben değilmişim” duygusunu yaşıyoruz; hatta kimi zaman empati bile kuruyoruz.
Psikolog değilim ama belki de bir başkasının utancı ya da saçmalaması, kendi kırılganlıklarımıza merhem oluyor. Ve bu, bir süreliğine bile olsa, bize iyi geliyor.
Şunu sormasak olmaz tabii. Peki, biz gerçekten başarısızlığa alan açıyor muyuz, yoksa onu da bir gösteri malzemesi haline mi getiriyoruz?
İngilizce’de buna artık bir ad veriliyor: fail culture. Başarısızlık, çuvallama, rezil olma anlarının estetikleştirilip eğlenceye dönüştürüldüğü bir dijital kültür biçimi bu. Yüksek meblağlar kazanıldığı için “Cringe economy” (utanma ekonomisi) adlandırması da yapılıyor. Para devreye girince doğal olarak iş zıvanadan çıkıyor. Yukarıda insanlar yapaylıktan ve filtrelerden bıktı demiştim, “gerçek” diye sunulan yeni içerikler de para getirdikçe kurgulanmış, seçilmiş, pazarlanmış ürünlere dönüşüyorlar.
Burada da akademide yakın zamanlarda çok kullanılan bir kavram çıkıyor karşımıza. Gerçek görünmeye çalıştıkça yapaylaşmak anlamındaki authenticity paradox.
İlk fırsatta devam edeceğim.
Cumartesi, Temmuz 19, 2025
Popüler kültürün yeni küratörü
![]() |
Öte yandan -burayı gülümseyerek yazıyorum- bizim gibi ülkelerde yapay zekânın bazı işleri insanlardan daha doğru yapabileceğini düşünmeden edemiyorum. Hatta yer yer daha hakkaniyetli, daha tutarlı ve daha yaratıcı bile olabileceğinden eminim.
Yapay zekânın sahip olduğu potansiyel kadar, taşıdığı tehlikeler de var. Bunların başında klişe üretme kapasitesi geliyor. Yalnızca dil üretmiyor, aynı zamanda kalıpları çoğaltıyor, onları yeniden dolaşıma sokuyor. Popüler kültürü sadece yansıtmıyor; onu yönlendiriyor, filtreliyor, standardize ediyor. Kendi anlatım biçimini, karakter arketiplerini, görsel estetiklerini yaygınlaştırarak bir içerik normuna dönüştürüyor. Global ölçekte üretim yaptığını, içerikleri trend haline getirip tüm platformlara yaydığını unutmayalım. Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü” dediği şeyi bugün büyük ölçüde yapay zekâ biçimlendiriyor.
Üstelik yalnızca içerik üretmekle kalmıyor; neyin üretilemeyeceğini de kodluyor. Yazılmaması gerekenleri, gösterilmemesi gerekenleri tespit edip dışarıda bırakıyor. Böylece yalnızca estetik değil, etik ve siyasi sınırları da tanımlıyor. Bu da onu sadece bir araç olmaktan çıkarıyor; bir filtreye, bir denetleyiciye, bir tür ideolojik silaha dönüştürüyor.
Yapay zekâ “evrensel” bir dil sunduğunu iddia etse de belirli varsayımlarla çalışıyor: liberal birey, seküler devlet, kapitalist piyasaya göre hareket ediyor. Bu nedenle yerel dilleri, marjinal sesleri, kültürel farklılıkları sönümlendiriyor. Her şeyi tek bir düzleme çekiyor. Homojen, steril ve standart bir estetik evren yaratıyor. Kültürel norm gibi görünen şey aslında sistemik (yeknesak batılı) normalleştirmeden başka bir şey değil.
Geçenlerde bir arkadaşım: “Senin Angaralı yerelliğini bile sistemin estetiğine uyduruyor bu yapay zekâ!” dedi bana. Sonra gemi azıya alıp işi at terbiyesine kadar getirdi. Güldük. Çünkü aslında kırk yıldır bu eleştirileri konuşuyoruz: kültürel emperyalizm, popüler kültürün hegemonyası, medyanın yönlendirici gücü… En azından ben akademideyken benzer şeyleri anlatırdım. Hatta sınıfta içi kararan öğrencilere hiç şaşmaz şöyle derdim:
“Egemen olanı sorgulayacaksınız. Onun yaptıklarını ifşa edecek, bastırılanı görünür kılacaksınız, her zaman direneceksiniz. Size verileni ya hiç tüketmeyeceksiniz ya da bilinçli tüketeceksiniz. Üretmek mi istiyorsunuz? Popüler kültürü, ne olduğunu bilerek, içeride kalarak, onun klişelerini kullanarak başka türlü 'yaşayacaksınız', başka türlü hikayeler üreteceksiniz.”
Başka da çare yok, karşımızda bir heyula var... İçindeyiz ve yaşıyoruz. Başka bir akıl yürütmesi gerekiyor bize. Dağılabiliriz Romalılar. Mıstık abi, iyi oldu di mi Orkun Kökçü? Çok para yaa...
![]() |
Cuma, Temmuz 18, 2025
Zihnin Rehinesi Olmak: Mental hijack
![]() |
Perşembe, Temmuz 17, 2025
Hacı yatmaz
![]() |
![]() |
Çarşamba, Temmuz 16, 2025
Orwell ve 1948 Model Yangın Zili
![]() |
Salı, Temmuz 15, 2025
Kılıç ve Kuş
![]() |
![]() |