Cumartesi, Ağustos 31, 2019

Anadolu Ağızlarından (34)



Buanak
: Şiddetli yağmur, sağanak yağış.
Felfelemek: Eski güç ve zindeliğini yitirmek, yaşlanmak.
Necek: Ne kadar anlamında soru vurgusu
Kıvrışık: Buruşuk
Nemilazım: Beni ilgilendirmez anlamında kullanılır.
Tırnakçı: Arabozucu.
Kunnuk: Kedi yavrusu.
Öküz çatlatan: Bakışıyla deyişiyle nazar değdiren insan.
Çıvdırmak: Delirmek, çıldırmak.


Fotoğraf: Şemsi Güner

Perşembe, Ağustos 29, 2019

Efemine


Uzun yazmak gerekiyor, not düşmüş olayım, pantolon giyen ve sigara içen kadınlarla ilgili sayısız yazı ve karikatür var. "Kadınların erkekleşmesi" 1940-60 aralığında erkek yaratıcılarımızı epeyce meşgul etmiş olmalı ki biteviye konuşmuşlar, alay etmişler, eleştirmişler...

Tef'in kapağında iki erkeksi kadın, "kapak kızını" küçümsüyor: "Güzel olmasına güzel ama biraz efemine değil mi?"

Dünyaya farklı bakması ve muhalefet etmesi gereken bir mizah dergisi, kadınların görünürlüğünden ve meydan okuyuculuklarından, erkeklerle eşit olmalarından neden rahatsız olur ki... demek pek akıllıca değil. Başka bir zamanın mantığından ve iradesinden, tepkilerinden söz ediyoruz.

Mizah dergileri, çoğunluk değerlerine dayanarak varolurlar. Ellili yıllarda konuşulan ve kabul gören bir espriyi, tam da o zamanda kapağa taşıyıp yinelemişler.

Doğru ya da yanlış dediğimiz şeyleri iktidar üretir. Doğrunun ve yanlışın kaynağı olan iktidar, söylemi üretip çoğaltırken, meşrulaştırırken kendi varlığını da üretip çoğaltır, meşrulaştırır. Bir başka ifadeyle doğru ve yanlış, iktidarın parçasıdır, ihtiyacıdır. Tuhaf gelmesin, en az doğru kadar yanlış da iktidarın varlığını pekiştiren, yok edilmemesi gereken, ihtiyaç duyulan bir durumdur.

Popüler kültürse daha garip işliyor.

O gün için o kısa saçlı, sigara içen, pantolonlu kadın "yanlış", "düşman" ve doğru kadın modelinin karşıtıdır. Çoğunluk değerlerinin belirleyicisi olarak iktidar, hem o karşıtlığı onaylar hem de o karşıtlığın varolmasını ister.

Popüler kültürün garipliği de burada kendini gösteriyor. "Kötü" ve "yanlış" olan, arzu uyandırıyor ve ilgi çekiyor. O kısa saçlı erkeksi kadın zaman içinde normalleşiyor, ticaretin ve modanın parçasına dönüşüyor. "Kötü" ve "yanlış" olan, zaman içinde "iyi" ve "doğru" oluyor, forma değiştiriyor.

Kamusal alan tartışmalarında popüler kültürün işlev ve etkisi, "adam akıllı" akla getirilmiyor.

Çarşamba, Ağustos 28, 2019

“12 Eylül Döneminde Mizahçılar da Çok Dikkatliydi ”




12 Eylül döneminin şiddet ve baskı ortamı mizahı nereye evriltti?
 Kontrollü olmaya itti... Bütün gazeteler ve yayıncılar gibi mizahçılar da çok dikkatliydi. Mizah, popülerleşemezse yaşayamaz, o yüzden güçlü iletişim araçlarına ihtiyaç duyar. Şimdi unutuluyor ama devrin çok satar iki rakip mizah dergisi Gırgır ve Çarşaf, birbirlerine rakip olan Simavi kardeşlerin yayınlarıydı. Onların gazete ve yayın grubu olarak sessizlikleri ne kadarsa o dergiler de o kadar sessiz kaldılar, ya da ancak o kadar ses çıkarabildiler.

Gırgır dendiğinde Haldun Simavi ve Günaydın gazetesi, Çarşaf denildiğinde Hürriyet ve Erol Simavi akla gelmiyor, gelmeli aslında. Bunlar çok satar popüler dergiler, onların eleştirileri çoğunluk değerlerine yönelik olamazdı. 12 Eylül rejiminin halkın yüzde doksan küsuru tarafından onaylandığını unutmayalım. 

Bazen mizahçılar romantize ediyor ve herkes susarken biz bir başımıza eleştiriyorduk 12 Eylül'ü diyorlar. Doğru değil. Özellikle mizah dergilerinin popüler kültür ürünleri olduğunu unutmamak lazım. Siyasetle ilişkileri sanılanın aksine zayıftır. Çok satmak durumunda oldukları için daha muğlak ifadeler kullanırlar.  Daha önemlisi, bağlı oldukları yayın grubunun rejimle-hükümetlerle ilişkisini hesap ederlerdi. Şöyle söylemek doğru, Oğuz Aral Simavileri...Gırgır çalışanları da Oğuz Aral'ı gözetmeden çizmediler, üretmediler.

12 Eylül yasaklarının kalkmasıyla mizahta değişen bir şeyler oldu mu? Örneğin siyasi figürlerin eleştiri konusu edilmesi gibi…

Sokak, Yeni Gündem ve daha sonra Nokta gibi dergilere kadar eleştiri ve muhalefet adına yayın çıktı denemez. Ondan sonra kıpırdanma oldu bence. Mizah dergileri o tarihlerde güçlü bir yayın mecrası. Televizyon yok, sinema yok, 1981'de örneğin sadece iki tane mizah öykü kitabı çıkmış. 

Aziz Nesin'in kitabı 1984'de yayınlanabilmiş, bir tercih de olabilir. Sadık Şendil, Kandemir Konduk ya da Muzaffer İzgü gibi siyasetle daha mesafeli durabilen yazarlar öne çıkıyor. 12 Eylül'den demokrasiye geçilince eleştiri mekanizması yeniden işlerlik kazandı denebilir. ANAP dönemi, 1980-83 aralığına göre bir yumuşamadır, bu yüzden de ancak o dönemin sonrasında siyasi mizah ürünleri artabiliyor.

Öte yandan sanki şu ayrımı yapmamız lazım: 12 Eylül ve sonrasında gelen bütün hükümetler, şu yargıyı kabullendiler ve pekiştirdiler. En liberter görüneni bile işine geldiğinde buna başvurdu: Sol(cu) tehlikelidir. Mizah dergilerine döndüğümüzde ise şöyle bir şey var. 1950'den bu yana sağcılar yönetiyor Türkiye'yi. Siz de derginizde ister istemez sağcı siyasetçileri eleştiriyorsunuz. Peki solcu musunuz? Bence solcu olmanız gerekmiyor, sağcıları eleştirdiğiniz için zaten solcu görünüyorsunuz. Sağcıları eleştirmekle solculuk aynı şeyler değiller.

Gırgır, 12 Eylül rejimi tarafından bir süre kapatıldı. O dönem popüler olan bir milliyetçi şarkıyı eleştirdiği için kapatıldı, bir milliyetçilik eleştirisi yapıldı diye hatırlanır. Dikkatle bakılırsa, bayrağın kullanım biçimine yönelik milliyetçi bir eleştiridir yapılan. Mizah dergilerinin veya mizahçıların solcu sayılmasına biraz daha sakin bakmak gerekiyor sanki.

Mizah bugün de 12 Eylül’de karşılaştığına benzer bir baskıyla karşılaşıyor mu? AKP döneminde mizahçılara sıklıkla dava açıldı. Bugün baskı daha mı yoğun?

Doğrusu insanlar aktüel düşündükleri için yaşanan zamanı abartmak eğilimindedirler. Dün, bugünden güzeldir. Yarın daha da kötü olacaktır gibi bir popüler mantık vardır. 12 Eylül sonrası bir üç yıllık dönem, cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemi, kıyas götürmez bana göre. Çok ama çok insan öldü, kayboldu, kaçtı...

AKP ise başka bir dönemin partisi, çok uzun bir süredir iktidarda...Mizahçılara davalar açtılar ama sonuçları nedir ben bilmiyorum. Azımsamak için söylemiyorum. 12 Eylül'de mizahçılara dava açılmadı ama o dönem sayısız insan evlerinden alınıp öldürüldü, dava filan hak getire. Bu türden kıyaslamalar bana doğru değil gibi geliyor. Sadece açılan davalara bakarak bir sonuca varırız ama bir iklimi tanımlamak için ne kadar doğru olur emin değilim.

Bugün, siyasi mizah, dergilerde ya da anaakım medyada değil sosyal medyada ve tivitırda yaşıyor. Kontrol edilebilir mi sizce? Edilemiyor. 12 Eylül'de rejimi eleştirebilmek için yıllarca beklemiştik. Nokta dergisi, işkenceci polisi kapak yaptığında o kadar şaşırılmıştı ki, biz işkencenin konuşulmasına, bunu haber yapılabilmesine o cesarete şaşırmıştık asıl. Bugün de baskı var ama söz söyleyebiliyoruz.

Gezi mizahını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gezi mizahı, Gezi’nin tüm sürecinden bir an bile uzaklaşmadı, sokak çatışmalarıyla beraber yürüdü. Bu Türkiye için yeni bir şey miydi yoksa daha önce de böyle dönemlere rastladınız mı?

Gezi ayaklanması, cumhuriyetin en uzun ve kapsamlı muhalefet eylemi, bunun bir benzeri olmadı. Mizahi bir tema hep var, şiddet yok diyemem ama şiddet ana motif değil. Partiler var ama ana ekseni heterojen bir topluluk belirliyor. Gücünü dağınıklığından alıyor, o sebeple yaygınlık ve devamlılık gösterebildi zaten.

Büyük siyaset, yeni bir gençlik muhalefetiyle karşı karşıya. Siyaset, parti liderlerinin karizmasıyla ilerler, bu yeni siyaset biçimiyse başka ve alışılmadık bir biçimde kendini gösterdi. Genç muhalifler eğitimli ve zekiler, bu siyaset, bu kültür, bu tartışma biçimi, bu medya, bu televizyon yetmiyor onlara. Alay ederek, büyüklenerek, küçümseyerek, oflayıp puflayarak, kadüklüğe katlanamayarak bakıyorlar çevrelerine.

Böyle bir mizah, siyasetle pek karşılaşmamıştı, insanları o sebeple şaşırttı. Mizah dergilerinde yaşıyordu diyebilirsiniz ama onlar 50 bin civarında satıyorlar. Gırgır'ın çok sattığı dönemlerde, örneğin 12 Eylül sırasında dergiler bu kadar az sattığında kapatılırdı. Bu mizah, görünen o ki sosyal medyada ve sokaklarda yaşayacak, o genişlikten faydalanacak, fırsat buldukça faş edecek.

Bianet sormuş, cevaplamıştım (2013).
link
Meraklısı için not: Görsel, 21 Eylül 1980 tarihli Gırgır'ın kapağı. 

Salı, Ağustos 27, 2019

Pıt Pıt Sözlüğü (29)


Sabit fikir: Hep uçan daireler sebep oldu bu işe. Uçan daireler yüzünden geciktim. Öylesine sarmıştı meret beni... Geciktiğimin farkında bile değildim. Okudum düşündüm, düşündüm okudum... Erkendir diyordum. Zaten vakti düşündüğüm yoktu. Uçan dairelere dalmıştım ben. Uçan dairelerin geldiği mesut ülkeyi düşünüyordum (Tahsin Yücel, Uçan Daireler).

Diyet: Sobanın üstünde ince bir dilim kepek ekmeği kızartılacak. Tuzu alınmış bir parça beyaz peynirle yenecek. (Kibrit kutusu büyüklüğünde. Diyet formüllerinde yazıyor.) Kapıcıya bugün hiçbir şey gerekmediği söylenecek. Öğleye doğru ikinci fincan kahve, şekersiz olarak içilecek (Adalet Ağaoğlu, Hayır).

Kıraat: Metnin yüksek sesle, dinletmek amacıyla okunması. Kıraat etmek, genellikle ders çalışmak, okuyup bitirmek anlamında kullanılır.

İngiliz Rakısı: Garsona “Viski!” dedi. Garson, viskiyle soda getirmişti ve büyük bardağa bu İngiliz rakısından iki parmak kadar koyuyordu. necip “Koy, koy!” dedi. O hâlâ bardak dolduğu zaman sodayı göstererek “Götür onu...” dedi ve ilk hamlede rakının yarısını içti (Mehmet Rauf, Eylül).

Lâ-edri: Kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen şiirlerin altına yazılan ibare.

Neşeli Ağaçlar: Benim Kâğıthane’de aramaya gittiğim ne kuş, ne de çiçekti; sırf çingene görmek ve zurna dinlemek arzusuyla gittim o iki dağ arasına. Çingene, insanın tabiata en yakın kalan cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve şeffaf dişli kır sinekleri, insan şekline girmiş birtakım neşeli ağaçlardır (Ahmet Haşim, Bize Göre).


Fotoğraf: Ozan Sağdıç.

Pazartesi, Ağustos 26, 2019

Panopticum


Thomas Ott’un (Tott) albümü Panopticum’dan söz edeceğim. Ott'un genel ortalamasına bakıldığında çok sayfalı bir albüm bu. Bir sirke eğlenmek için gelen küçük bir kız, elindeki sınırlı parayla Sinema Panopticum adlı hikâye odasına giriyor. Odada beş adet video oyunlarını andıran kasa var. Küçük kız, her bir kasaya para atarak gösterilen hikâyeleri izliyor. Hikâyelerdeki kahramanlar, sirkte bir biçimde karşılaşılan ziyaretçiler. Tott’un üslubuna uygun ölümlü-tekinsiz-snap ending anlatılar bunlar. İlahi adalet ve Tanrı metaforu olarak kullandığı göz çizimini sinema salonunun logosunda ve kasalar üzerinde de görüyoruz. Hikâyeler de naturalist bir neden sonuç ilişkisine dayanıyor. Konuşulması gereken aslına bakılırsa yine hikâyeler değil. Çünkü sadece görselliğe dayandığı için atmosfer tahkiyenin önüne geçiyor ister istemez. Basitleştirmek zorunda, naturalizme başvurması da bu yüzden. Öte yandan basitleşmek derken bir vülgerize ettiğini söylemiyorum. Sabırlı ve estetik olan sayısız sayfası var Tott’un. Karanlık hikâyeleri seviyor, umutsuz, çaresiz, birbirini yemeye hazır insanlar resmediyor bize.

Perşembe, Ağustos 22, 2019

Hoca Bir Gün Ava Çıkmış




Hoca çok mutsuzmuş... Şimdi lafa böyle girince, e birader yuhlar olsun, sene bilmem kaç olmuş, hâlâ mı Hoca diyeniniz çıkacaktır. Mesele de bu zaten, bizi bu alaylar, ironiler, öyle laf çarpmalar, tivitler, tepeden bakmalar, entel lakırdılar bitirdi size söyleyeyim. Sonra diyorsunuz ki AKP niye kazanıyor, n'oldu bu cumhuriyete, şudur budur...

Bi denk durun, dölek durun arkadaşım ya.

Ne diyodum, mutsuzmuş, işte köylüsü Hoca'yla, bu muhterem adamla alay ediyormuş, ne kavuğuna, ne güleç yüzüne hürmet ediyorlarmış, mutsuzluğu ondanmış. Kahvede, camiide, yolda bayırda bunu gören "ya Hoca bi fıkra anlat da gülelim" diyorlarmış. Hoca tam ağzını açacakken "hakkaten anlatacak" diyerek kıkırdıyor, kasıklarını tutarak, birbirlerini iteleyerek yerlerde yuvarlanıyor, gülmekten kıvranıyorlarmış. Hoca, "Lan..." diyormuş "sizin ecdadınızı..." Hoca söylendikçe köylüler gözlerinden yaşlar gele gele tepiniyormuş. Kahveye çay içmeye otursa sağdan soldan laf atılmaya başlıyormuş. Biri gevrek gevrek "Hoca, oturduğun dalı kesiyorsun" diye ortaoyununa başlıyor, Hoca gayriihtiyari oturduğu sandalyeye bakıyormuş. Bir diğeri "ya tutarsa" diyormuş gülüşmeleri artırarak, bir diğeri "olmazzz parayı veren düdüğü çalar". Gül Allah gül.

Hoca'nın köylüsü ayıp nedir bilmiyormuş. Allahsızlar.

Hoca ne yapsın, iki susuyor, iki kıpraşıyor, la havle çekiyor, sonra dayanamayıp "lann sizin ecdadınızı iskeyim utanmazlar, behey gafiller" diyerek saydırıyormuş. Şimdi, aa olmadı işte diyeniniz çıkacaktır. Koskoca Hoca küfreder mi filan. Lan o insan değil mi, adamı nebi evliya yaptınız. O kızmaz mı? Bu kadar laf yiyecekti de ne yapacaktı yani...

Nuh peygambere millet gülüyordu, "Lan Nuh, napcan oğlum, işin gücün yok mu, nerde yüzdürcen o gemiyi" diyorlardı. O n'apıyordu? Sus oğlum Nuh, son gülen iyi güler mi diyordu. Yoo, yürüyün gidin lan şurdan diyordu. Der yani, görgüsüzden hamur alacağına eğil de yerden çamur al. Çamuru alıp savurur, "hastirin ordan" dermiş o da, ağzına sağlık. N'olmuş? Gök delinince, yağmur inince ne olmuş? "Bokunu yiyim Nuh, al bizi gemine..." Nah almış! "Maymun alırım sizi almam lan kopil" demiş.

Hocanın da aklında Nuh Peygamber var, evirip çeviriyor, Nasrettin sen bu hallere düşecek adam mıydın, sana bir gemi lazım. Marangozluğu da yok. Karısı, bakmış ki muhteremin aklı uçuyor: "Ya demiş, aslanım, kocakafam, senin bu fıkralar, hatıra oldu, yeni espri bulman lazım. Millet tivitırda neler neler yazıyor".

Vallaha mı? Valla!

Hoca, ne yapsın, sabah namazından sonra ava çıkmış, dere tepe düz gitmiş, bir kaç espri avlamış. Hah demiş, "köydeki çekirgeleri gömmem mi bundan gayri".  Karısına kızarttırıp pilav yaptırmış, köylüsünü yemeğe çağırmış. Ziyafet diyormuş konuştuklarına. Daha ne olsun!

Gel gör ki, köylünün aklı fikri kıkırdamakta. Çökelek gibi çökmeye kararlılarmış, "lan güleriz lan, gel lan" diye diye varmışlar Hoca'nın evine. Kimileri, Hocayla ciddi ciddi hökumeti, Tayyibi, silikonlu gızları konuşurken, bir tanesi gizlice mutfağa girmiş, tenceredeki kızarıp pişmiş esprilerin yerine  canlılarını koymuş. Kıs kıs çıkmış mutfaktan.  Onu görenler gülmekten azmışlar, deli deli kakırdıyor, tepişiyor, yuvarlanıyorlarmış.

Hoca, "Ellam, gine it gibi uluyoo bunlar, hayırdır inşallah" diye diye mutfağa gitmiş. Avluya getirdiği tencereyi masanın başına koymuş, köylüyü de buyur etmiş. Kaç ağustos geçirmiş adam, tencereyi açıp, lafı da gediğine koymaya niyetliymiş. Gel gör ki tencerenin kapağını kaldırınca espriler pııır diye havalanıp uçuvermiş. Köylü yerlerde, ossura ossura gülüyor.  Hoca şöyle söylenmiş; “hey yarabbi, haydi esprileri canlandırıp yeniden dünyaya saldın, sevindirdin, ama benim, emeğimi, yağımı, tuzumu, biberimi, odunumu alıp üzmeye ne hakkın var?”

Mesele orada kalmamış, Allahım bu kadar mı gülünür, sarı öküzden dem veren cahiller Hoca'yı gösterip gülüyorlarmış. Gevezenin biri Hoca'yı yolda çevirmiş: "Hoca az önce yoldan kızarmış bir espri geçti". Hoca sakalını boşuna ağartmamış: "Bana ne?" demiş. Geveze, ağzını yaya yaya "Ama senin eve gitti" demiş. Hoca, "Sana ne!" demiş kıçını dönüp gitmiş.

Gidiş o gidiş...Ne meydana çıkıyor, ne Cumaya geliyormuş artık.

Gel zaman git zaman ahali, hocayı küstürdüğünü fark etmiş ve ona takılmaktan vazgeçmiş. Aralarında konuşmuşlar, biri kahvede Nuh Peygamberin başına gelenleri anlatmış.

Vara yoğa gülen az biraz salak olur. Ahali yağmur yağacak diye korkmaya bile başlamış o saat. Ülen yoksa Hoca gizli saklı gemi mi yapıyormuş çat çat? 

Hoca da durumun farkına varmış, bakmış ahali pişman... Meydana varıp avaz avaz bağırmış: "Esprilerimi bulun, yoksa hepinizi pişman ederim". Köylü, ikindi olmadan bulup getirmiş esprilerini.

"Hocam merak ettik eğer esprilerin bulunmasaydı ne yapacaktın?" demişler. "Ne mi" demiş Hoca, "işte sağdan soldan bozup kırpıp bir şey yapacaktım."

İnanışa göre bu mesel dünya kurulalı beri bir döngü halinde tekrarlanırmış. Ne zaman kötü espriler çoğalsa “hocanın esprileri pıır kaçmış”, ne zaman insanlar kahkahalarla gülse “hoca yapmış yapacağını geri almış esprilerini" derlermiş...

Yaa yaa işte böyle.

Çarşamba, Ağustos 21, 2019

Anadolu Ağızlarından (33)


Gıpmak: Gırpmak
Mazu: Çok ekşi
Gıravgırav: Altıpatlar silah
Me: al anlamında vurgu: Me gızım, ma goçum…
Pat sat: Ara sıra
Taakkat etmek: Takip etmek.
Şuncaz: Şu kadarcık
Tafra: Asık surat, suratı sallamak
Yağlık: Mendil.


Fotoğraf: Şemsi Güner


Salı, Ağustos 20, 2019

Ülkemin Irmakları



Cemal Süreya, güzel yazmış,  “Ülkemin ırmakları dışarı akar / Neden bilmem can havliyle akar” diye. Kader gibi. Başa sarıp duruyoruz. Her gün bir şey oluyor, baka baka karartıyoruz birbirimizi, nasıl olacak diyoruz, niye?, yarın ne olacak, nereye varacak?

Türkiye'de demokrasiyi, hoşgörüyü, insan sevgisini, fikir özgürlüğünü muktedirler değil muhalifler, sağcılar değil solcular, erkekler değil kadınlar, eli silahlılar değil eli kalem tutanlar, çoğunluğa tapanlar değil azınlıkta kalanlar, vicdanlılar, kalbi olanlar ve utananlar yaşatıyor.

[2016'da yazmışım, eskimemiş veya eskimiyor desem ne değişecek?]

Pazar, Ağustos 18, 2019

Yozgat ve İzmir


İnsanlar, doğru ve yanlışı öğrenirken, yanlışı normal sayan birilerini tahayyül ederler. Sahiden yanlışı, günahı, kötülüğü normal olarak gören, yaşayan ve uygulayan birilerinin olup olmaması mühim değildir. Öğrenme biçimimiz gereği, gecenin gündüze ihtiyaç duyduğu gibi bir karşıta ihtiyaç duyarız.

Ben büyürken biraz rahat giyinen genç kızlara "Alevidir" derlerdi, sağcı bir mahallede büyüdüğüm için olmalı, duyuyordum bunları, tam da anlamıyorsun, çocuğum, sahiden Alevi nedir onu bile bilmiyorum, birileri saydırıyor. Biz ahlaklıyız onlar edebsiz filan... Bu algıyı, bu bağnazlığın normal sayıldığı yerde yıkmak kolay değil...

Şimdilerde, galiba çeyrek asırdır filan böyledir, biraz meydan okuyan, rahat giyinen bir kadına espriyle karışık "İzmirli" diyorlar. Siyasi bir çekişmesi de var tabii... Muhafazakar İslamın yükselişiyle beraber "hayat tarzlarıyla" ilgili bir itiş kakış yaşıyoruz.

Normalimiz biteviye değişiyor, "meşrulaşıyor."

İtiş kakış dediysek, İzmirlinin bir karşıtı da var, suçlananlar cevap yetiştiriyor sanki: "Yozgat" ve "Orta Anadolu" bağnazlık ve görmemişlikle eşleştiriliyor.

Yukarıdaki görsele bakın... Haberin başlığında "deniz görmemişlik", "Yozgat" ve "gittiği tek yer" filan gibi vurgular var...

İzmirli nasıl küçümseniyorsa Yozgatlı da küçümseniyor...Yerine göre değişiyor pusula...Deniz kenarında başka, bozkırda başka dönüyor galiba...


Bunu ise sosyal medyada gördüm, haberin hemen ardından gördüm hatta... Ayça Şen tartışmanın anlamsızlığına gülüyor. Sadece tivitırda  filan değil gündelik dilde de yaygınlaştı böyle akıl yürütmeler ve nitelemeler...Normal geliyor insanlara bunları konuşmak...

Herkesin bir "gavuru" var diyelim...Zamanın yeni "bizden olmayanları" da en çok İzmir'den ve Yozgat'tan çıkıyor...

Cumartesi, Ağustos 17, 2019

Uygun Fiyata Cantek


Duymuş, sonradan görmüş ama kaydına ulaşamamıştım. 2012 yılında Galip Tekin'in öykülerine dayanarak yarımşar saatlik bölümler halinde Acayip Hikayeler diye bir dizi yapılmıştı. Dizinin 7.Bölümünde Galip Abi sanıyorum bana bir gönderme yapmak istemiş... Bilim kurgu temalı hikayede çocuklarına yetenek satın almak isteyen bir ailenin karşısına karaborsadan bir satıcı çıkıyor. Adı Levent olan satıcı elinde uygun fiyatla Cantek bile olduğunu söyleyerek aileyi şaşırtıyor. Bir süre "Cantek Cantek" diyip duruyorlar... Matrak tabii... Galip Abi ile hayatımda iki kere karşılaştım, birinde hayli uzun konuşmuştuk. Sonra bir iki telefon konuşması filan...hepi topu o kadar. Bu akşam, bir dizi kaydı ararken bu görüntülere ulaştım. Sempati ve dostlukla yapılmış küçük bir oyunbazlık, zamansız vefatından sonra bana hatıra kaldı diyelim. Öyle ki onunla, diziyi ve bu göndermeyi dahi konuşamadık. Birlikte gülümserdik, kaçırmış oldum.

Perşembe, Ağustos 15, 2019

İyilik


Bir süredir düşünüyor, başıma gelenleri tartıyor ve anlamaya çalışıyorum. Fark ettim ki epeydir bunu konuşuyor, yakınlarıma anlatıyorum. Anladığım şu: bazıları düşmanlarından değil kendilerine iyilik yapanlardan nefret ediyorlar.

İyilik, onların zaaflarını gösteriyor çünkü, öyle hissediyorlar. Düşmanını eşiti gibi gördüklerinden onları, kendilerine iyilikle bakan kadar önemsemiyorlar. Sen onlara yardım edince asıl eksikliklerini görüyor ve daha çok bundan rahatsız oluyorlar.

Bir bakmışsın hiç ummadığın biri sana ateş püskürüyor, ulan diyorsun ne düşmanlık yaptım ki düşmanlık görüyorum.

Önce anlamıyordum, şimdi galiba birazcık daha anlıyorum. Karışık gibi duruyor değil mi?

İnsanı sürükleyen egosu...

Çarşamba, Ağustos 14, 2019

Pıt Pıt Sözlüğü (28)


Umut: Dayanıklı, gayretli, yaşlı bir kaplumbağaydı. Kurumuş teknesinden boynunu uzata uzata yürüyordu. Altında yanan toprağa, güneşe, ateşe dayanarak yürüyordu. Sanki kıracın köşesine sıkışıp kalmış bir parça serinliği bulmağa gidiyordu. Ya bulacak, ya Tozak kırını bırakacaktı. Ucunda ölüm olsa yürüyecek, bu kuraktan, bu sıcaktan kurtulacaktı. Dünyanın bol otlu, gölgeli bir yerini mutlaka bulacaktı. Serin bir yere varacaktı (Fakir Baykurt, Kaplumbağalar) .

Dejavu: Yaşamak anımsamak mıdır yoksa? /Sanmam, biz de bir sestik belki /Birileri için yıllar önceki Şaşırtıcı karşılaşmada (Melih Cevdet Anday).

Yazmak: Necmi Efendi’nin elindeki kâğıtlar beyitle doldukça ruhu hafifliyor, başı hafifliyor, yorgun ve hasta varlığındaki ıstırapları hiç hissetmiyordu (Nahik Sırrı Örik, San’atkârlar).

Ceride: Gazete.

Beklenti: Çok rahatıma düşkünüm, çok. Ölüm bari göze göz dişe diş gerçekleşmeli. Hiçbir şey Vernel’lenmeyecek efendim (Vüsat O. Bener, Bay Muhannit Sahtegi’nin Notları).

Başdönmesi: Kimse ölümü övemez / Seni gördükten sonra / Kulluğu /Savaşı / Güzel gösteremez (İlhan Berk).

Saplantı: Ankara treniyle gelen kadının unuttuğu havlu. Karyola demirine atılmış, yarısı yorganın üstünde. Karaları ince, sarıları kırmızıları kalın çizgili (Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli).

Fotoğraf: Ozan Sağdıç.
Related Posts with Thumbnails