Cumartesi, Ekim 31, 2020

Bize lazım olan eşitsizlik (2)


Mevcut siyasi iktidarın kendini temellendirdiği fikri zemin, uzun seneler boyunca marjinaldi ve kamusal alanda kendine yer bulamıyordu. E artık değiller, bu faslı geçelim, yaşıyoruz, gel gör ki, biteviye aksini iddia ediyorlar. Güç ve kapitalizmle içiçe olsalar da o günlerden kalma bir alışkanlıkla olmalı, azınlık ruhunu sürdürüyor, garip bir mağduriyet edebiyatı yapıyorlar.  Takip edenler bilecektir, "fikren iktidarda değiliz" iddiası epey zamandır yineleniyor. İnanırız, inanmayız bunu da geçelim, ülke uzun zamandır ortadan yarıldığı için kime konuşulduğu, kimin muhatap alındığı da karıştı. Popülizm böyle bir şey...

Popülizm nasıl bir şey? Demokrasilerde bir fikir iktidarda olamaz zaten... Olursa o demokrasi değildir, çok basit bir mantığı var çünkü, birarada, yanyana, müzakere ederek, çatışarak çoğulculuk sağlanır. Ortak doğru böyle üretilir... Birinin fikren iktidarda olmasını kabullenmemeniz gerekir. Sahiden demokrasiyle ilgili ilk öğretilen, farkındalık yaratılan karakteristik tutum budur. 

Fikren iktidarda değiliz derken... Anlamıyor değilim, tabii ki demokrasi ile ilgili bir tartışma yapılmıyor, şu da düşünülmesin, yaptıkları hedef saptırmak, manipüle etmek gibi gözükebilir, bence bu kadar basit değil...İnanılıyor buna çünkü. Kazanmak değil direnmek daha romantik çünkü...Biz her şeyi yönetmiyoruz, biz direniyoruz... Ekonomi neden iyi değil, dolar niye arttı, niye yalpalıyoruz çünkü aslında bir "derin" güç var, onlar bize izin vermiyorlar... Kim onlar? Bunun asla bir tek cevabı olamaz... Laikler, Yahudiler, zenginler, Amerikalılar, solcular, cahapeliler, BeyazTürkler, enteller, derin devlet, dönmeler, lobiler, say say bitmez... O kadar çoklar ki... bu kafir ve münafık cephe karşısında masumlar ancak azınlıkta kalabilir, o eşitsiz savaşın içinde bir başlarına cebelleşirler... 

Gücü elinde tutanlar, muktedirler sürekli mağduriyet vurgusu yaparsa... bu dil, sadece siyasete değil popüler kültüre de sirayet eder... Yazılar, yorumlar, haller ve hallenmeler daima bir eşitsizliğe ihtiyaç duyar. 

Perşembe, Ekim 29, 2020

Bulaşma


Biri "komik" dediğinde muhatabı "trajikomik " diye el arttırır. Trajediyle mizah, ezelden beri hısım akrabadır.

Birinin başına acı bir şey geldiğinde üzülmekle birlikte içten içe de seviniriz, bize acımayla birlikte üstünlük hissi de verir çünkü. O üstünlüğün içinde gülme de vardır, mizah da. Yaşıyoruzdur, rezil olmamışızdır. Trajedi, güçlü birinin başına gelirse haz daha da artar. Hem trajedi sürsün isteriz, hem de insani olarak bu acıyı paylaşırız.

Aldığımız eğitim ve bize doğru diye belletilen iyilik inancı bunu gerektirir. Ama o eğitime ve iyilik inancına nanik yapmak da bastırılan ruhumuzun arzusudur.  Trajikomik olan biraz da hissettiklerimizdir ayrıca. Trajedinin sürmesinden keyif almak komik ve bir o kadar da trajiktir.

Sosyal medyada "linç" filan deniyor ya...Trajik kimi olayları konuşmak için fırsat kollandığını, şehvetle konuşulup, kıs kıs da gülündüğünü, trajedinin mizahileştirildiğini galiba hepimiz fark ediyoruz. Keder ortaklığı, revanşizm ve tahkir etme garip bir karışım olarak herkesin konuşmasına "bulaşıyor."

Çarşamba, Ekim 28, 2020

Bize lazım olan eşitsizlik (1)

https://www.deviantart.com/anjadergeile/art/Day-28-Favourite-Quote-787369574

Arada duyuyorsunuzdur, bir karşıtlık üzerinden keskin konuşmalar yapılıyor. İlk aklıma gelenleri yazayım, bazıları eskimiş gibi gelebilir, işte laiklerle AKP'liler denirdi, Türklerle Kürtler... Kadınlarla erkekler, yetmezamaevetçilerle solcular, Beyaz Türklerle Esmer Türkler, İzmirlilerle Yozgatlılar, Doğulularla Batılılar, Gavurlarla biz... Listeyi uzatmak mümkün.

Dünyadan, geçmişten biliyoruz ki, farklı sınıflardan ve çevrelerden gelen, farklı dilleri ve inanışları olan insanlar birarada yaşayabilirler . Kimse kimseyi evine davet etmek zorunda olmadığı için, onları bilerek, onları anlamaya gayret edebiliriz. Eşitlik mümkün olmayabilir ama insanlar, komşuları, hemşerileri, vatandaşları için eşit bir mesafe kurabilirler. Böyle bir inancım var. Yok yere de hayal kurmuyorum, yaşandı, yaşanıyor, oldu, olabiliyor, olur...

Ama şunun da farkındayım,  kimse eşit bir ilişki kurmak istemiyor, sorunları aşmaya ve düzeltmeye çalışmıyor. Farklı etnik ve dini kimlikler, farklı düşünen insanlar birarada yaşayabilir fikrini de taşımıyorlar. Aksine bu ayrımdan besleniyorlar, karşıtı olarak gördükleri kesimlerle nerdeyse hiç karşılaşmadan onlara benzemedikleri için kendilerini kutsuyorlar.

Uzun yıllar önce bir grup sağcı çocukla eşitlik meselesini konuşmuştum, benim kim olduğumu biliyor, bazı popüler çalışmalarımdan dolayı bana sempati de gösteriyorlardı. Konuştukça birlikte yaşamak meselesiyle ilgili takıntıları olduğunu anladım. Beni iyi bildikleri bir döneme çekerek benimle Abdülhamid'i "münakaşa etmek" istediler. İttihatçıların anayasal eşitlik hayalinin imparatorluğu bitirdiğine inanıyorlardı ve uzun uzun beni ikna etmeye çalıştılar.

Eşitliği kabullenmeme hali..."eşitsizlik gösterisi ve öfkesi" herkese iyi geliyor.

Salı, Ekim 27, 2020

Kayıp caddenin izinde


Polisiye anlatılar, malumunuz, sadece bir cinayet vakası değildir, gazete haberlerinden ve adli raporlardan fazlasına ihtiyaç duyar; bir hikaye değeri taşımalıdır. Gerçekçi olmalı, o vehmi okura hissettirebilmeli ve sonuçları itibarıyla bize inandırıcı gelmelidir. Polisiye hikaye, mutlaka ama mutlaka, atmosfer yaratmaktır; fonda karanlık bir şehir, teşhir edilen kirli ilişkiler, gece yaşayanlar, uyumsuz karakterler, jargon ve argo demektir. Uzun uzun yağan yağmur, dinmeyen bir tipi, dağılmayan sis, bitmeyen bir gece, ürkütücü bir yeknesaklık, tekinsiz bir tenhalık polisiyenin iştahla sahiplendiği dekorlardandır. Bunun üstüne kanlı bir cinayet, çözülmez gibi duran bir muamma ve akıl yürüten bir dedektif katılır. Merak uyandırıcı bir cinai mesele, gittikçe yükselen tansiyon ve şaşırtmacalarla hikaye dallanıp budaklanır. Klişeleri çoğu zaman bellidir ama oyunbaz kurgusu, okuru daima şüpheye düşürmelidir.

Fransız polisiyesinin temel taşlarından sayılan Léo Malet, türün hakkını veren, bu formülü iyi kullanan maharetli yazarlardan biri. Bizde tanınırlığı, örneğin Simenon’la kıyaslanırsa çok daha yakın tarihli; her nedense gazetelerin bolca polisiye tefrika kullandığı tarihlerde pek akla gelmemiş. Halbuki ünlü kahramanı Nestor Burma’nın maceralarını, –ilki 1943’te, sonuncusu 1983 yılında yayımlanan– otuz sekiz kitapla anlatmış. Az buz değil, neredeyse her sene bir roman yazmış. Gazetelerimizde yer alabilirmiş, olmamış, çok mu Fransız sayılmış acaba? Oysa Fransa’da açık ara bir popüler kültür fenomeni; hal bu olunca, Nestor Burma serisi pek çok mecra gibi çizgi romana da uyarlanıyor. Biz ilk uyarlamayı 2012’de Jacgues Tardi’nin imzasıyla 1956 yılında yayımlanan on yedinci Burma romanını Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu (Brouillard au Pont de Tolbiac) adıyla okumuştuk. Tardi, 1982 yılında yaptığı bu uyarlamadan altı yıl sonra bu defa serinin ilk romanını, İstasyon Sokağı No: 120’yi (120, Rue de la Gare) ele almış, Malet’nin 380 sayfalık romanını 190 sayfalık başarılı bir albüme dönüştürmüştü. Geçtiğimiz günlerde aynı isimle bu uyarlama da yayımlandı.

İstasyon Sokağı No: 120, ilginç biçimde ilk kez savaş sırasında, 1943’te yayımlanmış, romanın zamanı da 1940’ta başlıyor ve aşağı yukarı iki yıl içinde tamamlanıyor. Alman işgali sırasında geçmesi, o gün için aktüelliği (veya bugün için sonradan kazandığı tarihselliği) polisiye aura’sını sahicileştiriyor. Nestor Burma ile esir kampında, gelen askerlerin kaydını tutan bir görevli olarak karşılaşıyoruz. Holmes’u andırır biçimde pipo içiyor, çevresini gözlemliyor, akıllı ve sakin tespitler yapıyor vs. Malet bize burada ilk bilmecesini sunuyor. Hafızasını kaybetmiş esrarengiz bir esir, ölmeden hemen önce anlamsız ve hezeyan dolu bir şeyler söylüyor Burma’ya: “Élèn’e söyleyin... İstasyon Sokağı 120 numara...” Tam bu noktada akıl yürütücümüz asıl yüzünü gösteriyor, savaş öncesinde özel dedektiflik yaptığı için olmalı, polisiye bir ilgiyle ölen adamın parmak izlerini alıyor. Çok değil, birkaç sayfa sonra Burma, evine dönerken, tren istasyonunda eski iş ortağından, hem de ölmek üzereyken aynı adresi bir kez daha duyuyor ve okuru romana isim olan muammanın peşinden sürüklemeyi sürdürüyor: “Patron! İstasyon Sokağı 120!” Mesele sadece adres de değil; Burma, trenden düşüp bayılmadan önce film yıldızı Madeleine Morlain’e benzeyen eli silahlı bir kadın görüyor. Böylelikle bulmacaya esrarengiz bir güzel de ekleniyor. 

İyi polisiyeler son sözleri, şifreli metinleri, ters köşeleri, ironi ve sürprizleri mutlaka kullanırlar. Burma, bulmacayı çözmeye çalışırken eski ortağının yazdığı kısa bir nota ulaşarak işi katmerlendiriyor. Bu not, roman ve muamma matematiği için önemli olduğundan bir kıyaslama yapacağım: Fransızca orijinalinde, “Envenant du Lyon, après avoir rencontré le divin et infernal marquis, c’est le livre le plus prodijieux de son oeuvre” diye geçiyor. Aynı not, İngilizcede “Coming From Lion, After Meeting the Divine and Hellish Marquee, This is the Greatest of his Works” diye çevrilmiş. Bizde “Liyon’dan gelende hem melek hem şeytan Markiyle tanıştıktan sonra, en değerli eseri bu kitap görüküyor,” denmiş. Fransızcada “Marquis” doğru, “prodijieux” yanlış; İngilizcede “Lion” doğru, “marquis” yanlış yazılmış, mesajdaki gizem ve ipuçları farklı tercihlerle uyarlanmış. Burma, ortağının kötü yazım diline güvenmeyerek (ve yanılarak) okuru farklı noktalara götürüyor. Dedektifin zekasına güvenerek onun yanılmayacağına düşünmek güzel bir ters köşe olmuş. Burma’yla birlikte İstasyon Sokağı 120’yi aramaya, esrarengiz güzeli soruşturmaya başlıyoruz. Polis kayıtları, eski kitaplar, çeşitli bilgi kırıntılarını birleştirerek kamptaki adamı, katili, kızı ve adresin gizemini çözmeye çalışıyoruz. İyi polisiye, çözüme okurla birlikte ulaşır ve metne ipuçlarını bırakır. Tardi, romanı görselleştirirken aynı yolu izlemiş ve katilin kim olduğunu keşfedebilmemiz için bütün ipuçlarını karelere yerleştirmiş. Öyle ki, dikkatli okur, finalden geriye doğru giderek o ipuçlarını karelerde bulabilir.

Polisiye edebiyat, inandırıcılıkla ilişkisini zamana, adalet anlayışına ve büyük edebiyat paradigmasının işleyişine bağlı olarak aralıklarla revize eder. Malet’nin polisiyeye başladığı yıllarda Holmes ya da Poirot gibi zekasıyla cinayetleri çözen dedektifler, öyle anlaşılıyor ki okura sahici gelmiyordu; salonlardan sokağa çıkan, daha aksiyoner ve daha sert birileri ilgi çekiyordu.  Nestor Burma, Holmes gibi üstün zekalı veya Chandlervari benzerleri gibi kolayca yumruklarına başvuran sert bir erkek değildi ve sanıyorum, Tardi’yi de en çok bu tarafı cezbediyordu. Tardi, yumuşaklığın çizeridir, gerek kare içi dengesi gerekse kareler arası akışkanlığında garip bir melankoli kurabilmeyi başarır. Ayrıntıcı görsel dilinde bile bu melankoliyi bize hissettirir. Frankofon estetiğinin çocuksu matbaa renklerinin aksine siyah beyaz (ve gri tramlar) kullanarak okuru şaşırtmak istediğinde de muhtemelen aynı niyeti sürdürüyordu. Coşku, neşe ya da heyecan değil, daha arada kalan melez bir hissiyat arıyordu. Belki bunu yaparak daha sahici ve sert görünmek istiyordu. Dönemi, şehirleri, duvarları belgeselci bir dikkatle istiflerken gerçekçi bir atmosfer kurarak hikayesini resmetmesi gerektiğine inanıyordu. Ürkek, kaderine razı olmuş, yenilgisini konuşamayan, bir şekilde hayatına devam eden bir Fransa var romanda. Tardi, o karamsarlığın içinde ayakta kalmaya çalışan karakterlerden de hoşlanmış bana kalırsa. Çaresiz, sıdkı sıyrılmış, birdenbire acımasızlaşabilen insanlarla hikaye gerçekçiliğini bir kere daha yükseltebilmiş çünkü. Uzun ve yavaş bir hikayeyi, iyi toparlayıp dinamikleştirerek görselleştirmeyi başarmış. Bugün çok anlaşılmayabilir, grafik romanlar edebiyatı ve yavaşlığı ustalıkla harmanlıyorlar ama otuz yıl önce Tardi, bir başkalık arıyor, çizgi roman algısını değiştirmeye, potansiyelini göstermeye çalışıyordu.

Sabit Fikir, Temmuz 2017

Pazartesi, Ekim 26, 2020

Kaybedenlerin İçkileri


1969 Seçim sonuçlarıyla ilgili bir karikatür, Burhan Solukçu Pardon için çizmiş... Seçimi kazanan Adalet Partisi ve Demirel hariç herkes çizilmiş... İlginç olan, içtikleri içkiler, galiba diyorum, o içki isimleriyle bir espri yapılmış... 

Beş parti liderinin yanında yamacında içkiler var... Feyzioğlu, viski içiyor, çeşni diye katılmış kadın tiplemesi Aybar'a şarap mı ikram ediyor? Hemen üstte, işçi tiplemesinin yanında Votka var (Komünist ya, ondan olmalı)... Türkeş'in elinde ne var ise belirsiz... İçki klişeleri bellidir, viski Amerika'yı, Votka Rusya'yı, bira Almanya'yı, şampanya Fransa'yı imler filan...Rakı, ne dersek diyelim "yerli ve millidir." Karikatüre bu gözle bakınca... rakının kimin elinde olduğu önemli...

En ilginci bu zaten... Ecevit, ilk bakışta rakıyı kafaya dikmiş görünüyor... Rakı diyorum ama şişenin üzerinde "karı" yazıyor, niyesi belirsiz..."Karı" neden komik insan merak ediyor...

Karikatürün altına "Koalisyon" yazılmış, hep beraber efkar dağıtıyorlar diye düşünülmüş olmalı. 

Üzerinden zaman geçince, aktüel esprileri kaçırmak kolaylaşıyor, anlayamıyoruz... Pek de komik değil demek, haksızlık olur o yüzden.

Bugün siyasi parti liderlerini içkiyle birarada çizemezsiniz... biri çizse kimin nasıl tepki vereceği hakkında ancak spekülasyon yapabilirim ama şunu söylemek yanlış olmaz, popüler kültür, siyasi erkin belirlediği kodlar içinde yaşar, kaçamakları ve eleştirelliği olsa da, kamusal alanın asıl belirleyenleri, popüler kültürü yönlendirir. Yukarıda "bugün çizemezsiniz" dedim, buna "çizmek istemezsiniz" de eklenebilir... Asıl önemlisi, bunu çizerek popülerleşemezsiniz, espriniz ve çizginiz yaygınlaşamaz, kısa süreli bir infaalin (sansasyonun) popülerlik olmadığını hatırlatmama gerek yok sanırım. 

Cumartesi, Ekim 24, 2020

Bi çiçek bi resim... Vay bee


Kafayı dağıtmak için fakir arşivimi dallıyordum ki iki ayrı fotoğrafta aynı insana rastlayınca sırtararak şaşırdım,  resimleri birlikte mi aldım, hatırlamıyorum, ayrı ayrı aldıysam daha komik... Fotoğraftaki arkadaş, oyuncu Osman Cavcı'ya benziyor, zaten oradan dikkatimi çekti... Fotoğraflar, muhtemelen aynı akşamdan, bence 1978-85 zaman aralığında  gazinoların birinde çekilmiş,  delikanlı sahne alan sanatçılarla resim "çekinmek", heyecanlı bir hatıra (gayri mümkün görünse de kim bilir bir macera) yaşamak istemiş, öyle anlaşılıyor... Fotoğrafı mekanın gedikli şipşakçısı çekmiş, kahramanımız da çıkışta parasını verip almış olmalı... 


Meraklısı için kadın solistlerden ilki galiba Feri Cansel, benziyor çünkü, diğeri kim bilemedim, resmin arkasına birisi (belki sahaf, belki de fotoğrafın sahibi) Ayşe Tunalı yazmış ama bana öyle değilmiş gibi geldi... 

Gırgır'da veya Fırt'ta, o yılların mizah dergilerinde kenar mahalle çocukları hikaye gereği gazinolara gider, yer içer, sapıtır, rakıydı şampanyaydı ipin ucunu kaçırır ve gelen yüklü hesabı haliyle ödeyemezlerdi. Veya sıradan adamın hayalini-intikamını alırcasına Utanmaz Adam Şeref Haktanır  bizi oralarda uçurur, türlü dolambaçlarla zenginlerden yolduğu voliyi bir gecede su gibi harcayıverirdi filan... Gazino pahalıydı, lükstü, cebbardı, israftı, gücün yetmezdi, hem zaten hiç şaşmazdı, düşürdüklerine hesabı illa ki "kitlerlerdi."

Niye bilmiyorum, birine çiçek veren, bir diğerinin yanına beyhude ilişen delikanlı bana o hikayeleri hatırlattı. Fotoğrafçıya göz ucuyla bakışı, Feri Hanıma yanaşması, o çiçeği, çiçekleri yeni filizlenen dal gibi uzatışı, kadının ezberlenmiş bir tebessümle karşılık vermesi... Vay bee dedim kıkırdayarak... Daha hızlı çarpmış olmalı delikanlının kalbi...Gümbedegüm...Bir hatıra uğruna, spotların murayi ışığına, akı ak, karası kara kadınların gülyüzüne cebindeki parayı cayırtıyla gömmüş işte... Bir çatal uğruna ya rab, ne güneşler batıyor!

Perşembe, Ekim 22, 2020

Tashih



Mahallemden bir duvar yazısı... Bu "artistik" resmimi paylaştığımda pek çok kişi bana özelden yazarak "de ayrı yazılacak" dedi ve garip bir biçimde ünlü'nün yanlış yazıldığı fark etmedi. İleride, yaşadığımız dönemi anlatırken de-da ihtimamına özel bir bölüm ayrılacak mutlaka... 

Özel not: Çok katlı apartmanların-sitelerin yüksek bahçe duvarlarına yazılmış her duvar yazısı ruhuma iyi geliyor.

Tashih kısmına not: Ünlü yanlış yazılmamış, bitişik yazılmış diyen olabilir, ben anlamam, o kadar yıl hocalık etmişim, düzgün yazsaydı, not kırıyorum... Bitti. 

Salı, Ekim 20, 2020

İki Grafik Roman


Houdini, 2007 tarihli bir grafik roman albümü. Jason Lutes-Nick Bertozzi ikilisinin ortak çalışması. Güzel çizilmiş bir hikaye, daha doğrusu, bir ferahlığı var. Devamlılığı iyi, çizerler kendilerini hissettirmeden son derece basit anlatmak istemişler anlatacaklarını.  Ne anlatmışlar? Biyografik nitelikli bir şey değil. Albüm, Houdini'nin bir rekor denemesinin öncesini ve kendisini anlatıyor. 

Houdini, kalabalığın ve yerel otoritenin önünde, Harvard Köprüsünün üzerinden zincirlerle suya atlayacak ve o zincirlerden boğulmadan, zamana karşı yarışarak kurtulacaktır, kurtulabilirse. Hikaye o bir günü anlatıyor. Gösteri hazırlığını, gazetecilerle konuşmaları, Houdini'nin gerginliğini, medyatikliğini, karısının onu sakinleştirme maharetini vs...

Houdini'nin gösterisini ilgi çekici kılmak için tuttuğu profesyoneller gibi ayrıntılar...


veya birdenbire ortaya çıkan tepkilerle baş edebilen pratik zekası iyi anlatılmış. Lutes, senaryo ve kurguyla uğraşmış, Bertozzi de işin hakkını vermiş.



The Alcoholic: meğer Jonathan Ames'in hatıralarıymış ya da ordan çıkan kitaplardan biri de bu grafik romanmış. Haspiel'in çizgisi benim sevmediğim -animatik dediğim- endüstriyel işlerden. Ona rağmen hoş sayfalar hazırlamış demeliyim. Ve yine şunu da söylemem lazım. Hikayesi güçlü olan bir albüm bu, çizgi vazgeçilmezi değil.

Albüm Jonathan A.'nın ilk gençliğinden itibaren yaşadıklarını anlatıyor. Alkol bağımlılığından çok -adına bakmayın- aşklarını, cinsel tercihlerindeki savrulmaları okuyoruz. Bol yazılı, bol iç dökmeli, drama olarak başarılı bir çalışma. Yazı ağırlıklı ama bana kalırsa metin, daha derli toplu olmakla birlikte, Türkçe'de yayınlanan iki romanının gerisinde.

Pazartesi, Ekim 19, 2020

Renkler


Anadolu’da Renkler: Yanıkal (kahverengi), yanal (pembe), monus (boz ile kara arası), bakır kırı (boz), göğez (koyu mor), gülpeşe (kızıl), mavru (yeşil, taze ceviz rengi), meneş (turuncu), gökçül (mora yakın mavi), elvele (rengarenk). 

Cumartesi, Ekim 17, 2020

Heyecan


Altan Erbulak ve Adalet Cimcoz, 1955 yılı Akademi Balosundan... Okuduklarımız, seyrettiklerimiz, eser olarak okuru ve seyircisi olduğumuz anlatılar bizi yanıltabilir. Eser ve "yazar" her zaman farklıdır... Şaşırabilir, hayal kırıklığına uğrayabiliriz... Olumlu ve olumsuz anlamda yazdıklarıyla-ürettikleriyle farklı olan sanatçılarla karşılaşırız...

Bunları niye yazdım? Çünkü bana sorarsanız sahiden enerjilerinden dolayı sempati duyduğum iki insan, Cimcoz ve Erbulak yanyana gelmiş, dansediyorlar. Nasıl da güleçler... Bilmiyordum ama o dönemle ilgili bir şey yazsaydım,  illa ki onları yan yana getirirdim. 

 

Perşembe, Ekim 15, 2020

Yaprak


Baharda, mart başında esen rüzgâra “yaprakaçan”, güz başında esene “yaprakdöken” denir. Anadolu’da sonbahara “yaprakdökümü” de denirdi. Eskiden kaçak tütünden yapılan sigaraya yaprak adı verilirdi. Keklik için çoğu yerde “yaprak kuşu” kullanılırdı. 

Edebiyatta Yaprak, Orhan Veli’yle özdeşleşen, kısa ömürlü bir edebiyat dergisinin ismidir.

Çarşamba, Ekim 14, 2020

Ya Devrimdir Ya Hırsızlık


Cemal Nadir çizmiş, arkadaki yatan, yayılan, dünyayı umursamadan büyüklerinin yakınında sigara telllendiren gençler, babalarının deyişiyle sanatçıymış: "Biri şair, biri ressam, öbürü de musikişinas".

Yaşlı babanın arkadaşı ah vah ediyor: "Allah yardımcın olsun birader... demek üçünü de sen besliyorsun".

Sanat, karın doyurmaz, anca aileye yük olursun. Hükmü verdik, işin gereği görüşüldü, mahkememiz tanıkları dinledi, oy birliğiyle karar verildi, bitti gitti.

Sorabilseydik, muhtemelen, sanata değil pozörlüğe, tembelliğe karşıyız filan derlerdi herhalde. Ne derlerse desinler, bir önyargıyı pekiştirmişler. Anti-entelektüelist bir hissiyat varsa, ki var, buralardan çıkıyor işte....

MFÖ'ün şarkısını hatırlarsınız: "Bütün kabile kızar bana. Derler bu adam çalışmaz mı? Bu adam hep düşünür mü.? Bir kuş ölmüş diye üzülür mü?"

Sigara içmek, ayakkabıyla oturmak, sohbete katılmayıp okumak, kıçını dönüp yatmak... Tek tek düşünülünce rahatsız edici şeyler... ama bir tarafıyla da varolana, süregelen ahlak ve hiyerarşiye bir isyan içeriyor.  Sanatçıyı büyüklerinin yanında sigara içen densize indirgeyince iş zaten karikatüre dönüşüyor, karikatürünün çizilmesine gerek kalmıyor. 

Karikatür, muhaliftir filan ...İş nutuğa gelince gelince bir dünya lakırdı...Bence asıl muhalefet ve muhalifler, bu türden nişlerde kendini gösteriyor. Vatan millet, demokrasi laiklik filan bunlar zaten büyük laflar veya işin kendisi cesametli...Ne desen büyük laf etmiş oluyorsun...

Halbuki iki durup ters köşe yapsana, sigarayla saygı mı ölçülür, iki dumanla terbiye mi üfürülür desene...Diyememişler...Devir öyleymiş, zamanı anlayalım deyip geçiyoruz, o dönem aksini diyenler var mı peki...Var elbette...

Derler ya, sanat ya devrimdir ya hırsızlık... Çoğunluğa sadakat gösteren anca hırsızlık yapıyor...

Atarlandım.

Salı, Ekim 13, 2020

Atatürk, Che ve Sipahi Ocağı Sigarası


Atatürk'ün sigarası, Sipahi Ocağı sigarasından harmanlanarak, özel olarak Cibali Tütün Fabrikasında  yapılırdı. Che bunu bilseydi, tütün tiryakisi olduğu için sigaranın tadına bakmak isteyebilirdi. Niye, e adam Nutuk okuyordu, değer verdiği bir insanın damak tadını ve zevklerini merak edebilirdi.

Ne bu şimdi?

Yukarıdaki resim kadar palavra olabilir mi yazdıklarım? Hayır olamaz. İsteyebilirdi, merak edebilirdi filan diyorum, bir ihtimalden söz ediyorum. Baştaki malumatı bile teyit edemezsiniz,  Atatürk, başka tütünler de markalar da kullanmış olabilir.

Yukarıdaki resim ise bilerek, isteyerek yapılmış bir manipülasyon. Yok böyle bir resim, yok böyle bir ihtimal, yok böyle bir neden...İş mahkemelik olsa, yapılan montaj, suç olarak nitelenir.

İnsanlar birisini, bir siyasetçiyi, bir düşünürü, bir yazarı, şairi, oyuncuyu, şarkıcıyı sevebilirler ve sevdiklerini, sevdikleri diğer şeylerle birleştirmeye çalışabilirler. Kol kola, yan yana gösterilen iki şey bir tahayyüldür ve başka insanların zihninde aynı etkiyi yaratmazlar. Üstelik, kamuya mal olmuş insanlar, popüler figürlerdir, popüler kültürün parçasıdırlar,  herkesin durduğu yere göre değişen biçimlerde, onların sevdiği niteliklerle yaşarlar. Bukalemun gibidirler, zamana ve duruma göre değişkenlik gösterirler. Sağcısı, solcusu, apolitiği, antipolitiği aynı kişiyi başka başka nedenlerle sevebilir veya sevmeyebilir.

Che, Nutuk okumasa... Che de Nutuk da değerinden kaybetmez.

Küba Elçisi, Che'nin Atatürk okuduğunu iddia etmiş, ben kimin nasıl bir eğitim aldığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilemem ama Che, son yarım asırda hakkında en çok araştırma yapılmış, yazılmış, çizilmiş bir siyasetçi, devrimci ve halk kahramanı. Che, Atatürk'ü biliyor olabilir ama Nutuk okuma ihtimali yok. Bunlar hararetle, hamasetle söylenmiş, ispatı mümkün olmayan şeyler.

[Fotoğraflar, sosyal medyada epeydir dolanıyor, Ben Mehmet Atakan Foça'dan aldım. ]


[Yazıyı 2016 yılında yazmıştım, resim tekrar dolaşıma girmiş, yineliyorum.]

Pazartesi, Ekim 12, 2020

Ratip Tahir


Ratip Tahir, çizgilerini sevdiğim büyük bir çizer, üstelik çizgi romanımızın öncülerinden biri. Her çalışmasını okuduğumu-bildiğimi sanırdım. Bilmiyormuşum, İş Bankası'nın ellili yıllarda da çıkan çocuk dergisi Kumbara'da çizgi romanları varmış. Artık bulup okuyacağız.

Bana ilginç gelen şu oldu, İş Bankası, öncesi de var ama partili demokrasimizde siyasi iktidarların maddi kaynaklarından biri olmuştur. Örneğin Menderes, iktidara gelir gelmez, kendisine-partisine destek olmaları için kimi gazetecilerle, dergi sahipleriyle gizli anlaşmalar yapar ve ödemeleri İş Bankası üzerinden kotarır. İşin içinde, noterde imzalar atılırken Banka müdürü filan da vardır. 

Bunu niye anlattım? 

Ratip Tahir, Kumbara'ya çizdiği yıllarda bilinen bir Demokrat Parti muhalifi... Sonunda hapse atılacak kadar sert duruyor ve geri adım filan da atmıyor. DP ile İş bankası ilişkisi düşünülünce Ratip Tahir'e neden çizdirilmiş diye düşünüyor insan? Banka kaynakları kullanıldığı için mutlaka iyi telif ödenmiştir, iltifat edilmiş, itibar gösterilmiştir. Ne bileyim madden bir bağ kurarak, muhalefeti yumuşatması istenmiş olabilir. Tabii sorunun tersi de mümkün, Ratip Tahir gazete çıkaran biri, reklamla uğraştığı için o organik bağı hiç bilmiyor olamaz, peki o niye çizmiş? İhtiyaç mı hasıl olmuş, belki o ara ilişkilerde bir yumuşama...CHP ve DP'nin aynı okullardan mezun, kültürel olarak birbirine benzeyen insanlar olduklarını hatırlarsak... belki çizdiği tarihi çizgi romanları, "siyaset üstü" görüyordur, o da olabilir... 

Popüler kültürle siyasetin ilişkisi her zaman karmaşık bir biçimde yaşanıyor...Parayı izlemek hiç yanlış bir yol değil ama meseleyi açıklamaya yetmiyor.  

Pazar, Ekim 11, 2020

Eski bir resim


2004 yılı sonu olmalı. Funda'nın karnı burnundaydı, hamileliğin son aylarıydı. Ankara'da Gaziosmanpaşa'da bir balıkçı lokantasında oturmuştuk. Raşit Çavaş, Rekin Teksoy, Funda ve ben. O geceden  Rekin Teksoy'un anlattıkları kaldı aklımda. Israr etmiştim, mutlaka anılarınızı yazmalısınız demiştim. Anlattığım gibi yazamayacağım için "yazmam" demişti. Vefatında da düşünmüştüm bunu, sinema dünyasına, 60'lı yıllara, o yılların gençlerine dair ne tatlı hikayeler anlatmıştı. Böyle söylenmesi insanı üzüyor ama o tatlı fıkralar, portreler, yaşanmışlıklar, perde arkasında olup bitenler kaybolup gittiler işte...

Bazen anılarımı, yaşadıklarımı yazacağım diyorum, günlük tutmuyorum ama epeyce şey de saklıyorum. Bu toplayıcılığıma rağmen yakınlarım yazamayacağımı, kişiliğim nedeniyle bu kadar "gerçeği" anlatamayacağımı söylüyor. Haklılar mı bilmiyorum, belki ben de tıpkı Rekin Abi gibi masada yanımda oturanları güldüreceğim ama yazmaya girişmeyeceğim.

Cumartesi, Ekim 10, 2020

Sofranın sahipleri


Safa Önal ile yapılan Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti söyleşi kitabında geçiyor. Bir gün aile dostu Attila İlhan, akşam yemeğine geliyor, sonrasında şiirlerini okumasını istiyor, o da okuyor. Benzer bir şeyi, Kemal Tahir'le yaşıyor, ona da Devlet Ana romanını okuyor, Tahir de gözleri dolarak dinliyor filan...

Hani diyorum, bu okuma işi bir eğlence olabilir, bir entelektüel faaliyet sayılabilir, eskiden şiir matineleri filan da var, hiç mi hiç okunmuyor değil... Yanlış olmasın, benim de Ananeme, Babaneme roman okumuşluğum vardır, meseleyi anlamıyor değilim... 

Ya insan, yazdığı şiirleri birine niye okutur, yazdığı bir romanı "dinlerken" niye gözleri dolar? İşte bunu anlamıyorum. Kimseye garip gelmemesi de tuhaf... "Şiirlerimi okusana" veya "abi romanını okuyacağım"... Sahiden niye? Hayır demek kimsenin aklına gelmiyor. Nasıl bir narsizmse... sofraya hükmediyor, "yalnızca ben konuşulacağım" hissiyle sandalyesinde kaykılıyor... Sadece garip de değil, ayıp sanki... 

Böylesi nüanslar yazarları-sanatçıları güzel anlatıyor aslında... niye bağırdı, nasıl unuttu, niye fikrini değiştirdi... diye sorular soruyoruz ya bence epey cevap buralardan çıkabilir.  

Nasıl anlatsam, sofranın sahibi, konuşanı, dinleyeni, seyircisi, en güzel mezesi ve hatta masanın kendisi olmak istiyorlar. Yetmiyor çünkü.

Perşembe, Ekim 08, 2020

Gizli saklı


Hepsini kanarak, inanarak ve hayran kalarak okudum ve seyrettim. Çocukken, etrafımdaki herkesin, örneğin öğretmenlerin, pedagogların, sanatçıların, ebeveynlerin zararlı, faydasız veya önemsiz bulduğu popüler kültür ürünlerinin okuru ve meraklısıydım. Çizgi roman seven bir öğretmenim olmadı, her başarısızlığımda ceza olarak kitaplarım sobada yakıldı. Ben büyürken sinemadan, futboldan, müzikten yoz ve lüzumsuz olarak bahseden yüzlerce yetişkin tanıdım. Solcular, sağcılar, muhafazakârlar, İslamcılar sevdiğim şeyleri sevmiyorlardı, onlardan şikâyet ediyor, siyaseten bağırıyorlardı. Okuduğum ve sevdiğim şeyleri gizlemem, gerektiğinde (küçümsemem ve) geçiştirmem gerektiğini zamanla öğrendim. Çizgi romanları sevdiğimi, her gün film seyrettiğimi öğretmenlerime sanıyorum hiç söylemedim. Onlarla nasıl konuşacağımı öğrenmiştim.

Zamanla o beğenmezliğin, o hoşnutsuzluk söyleminin heyecanlı ve romantik bir içeriği olduğunu da fark ettim. Bir eşik noktasındaymışçasına konuşuyor, haklı olduklarına inanıyor, küçümseyici-aşağılayıcı davranıyorlardı. Ders vermek, haddini bildirmek istiyorlardı. Onlara göre bu ürünler yaygınlaştıkça toplum, ahlak, milli değerler mutlaka erozyona uğruyordu. Bunların yasaklanması, sansürlenmesi, tecrit edilmesi, engellenmesi gerekiyordu vs... Söz dönüp dolaşıp daha doğru film, daha güzel roman, daha eğitici çizgi roman filana geliyordu.  

Cumhuriyet tarihi ile ilgili çalıştıkça bu dil ve söylemin hiç eksilmediğini, istisnasız her dönem popüler olan her şeye karşı kullanıldığını gördüm. Üniversitede çalıştığım yıllarda temel çıkış noktam bu dil ve tavrı deşifre etmek, bunu yaparken vakti zamanında zararlı ve önemsiz bulunan her ne varsa onların dökümünü çıkarabilmekti. Artık üniversitede değilim ve iş yoğunluğum ve değişen hayatım nedeniyle akademik metinler yazamıyorum. Belki ileride, emekli olduktan sonra tekrar kütüphanelere dönebilirsem popüler kültür karşıtlığının memleket hikâyelerini yazacağım. En azından bunu hayal ediyorum. 

Çarşamba, Ekim 07, 2020

Muammer


O geçerken sokaklardan, kıtlıktan çıkmış gibi bastırır kahkahalar. Güldürmezse ölecek soyundan Muammer Karaca. İmlasız çocuk, lafazan ve ukala bir peygamber. En uzun konuşması, mizahın. Ruhu çizgili pijama, gülsuyu, yağsız krem, penbe göynek, gıcır köstek. Hasat parasından tutuşan tiyatro. Şeytanı ve sofusu tren garlarının, köyden indim şehrin. Selamı var bütün göçmenlerin. 

Salı, Ekim 06, 2020

Kötüler Çok Güler!


Çizgi roman kahramanları pek gülmezler. Ciddiyet ve perhiz adamlarıdır onlar. Misyonları fedakarlık, biteviye sorumluluk ve emek ister. Gülmeyi genellikle yandaşlarına bırakmışlardır. Daha çok onlar acıkır, oflayıp puflar, güler ve güldürürler. Kahramanın narsist, özgüvenli ve kasvetli duruşunun gülme konusu olması bir senaryo zafiyetidir. Reçete sayılabiliriz, örneğin “kahraman eşeğe binemez”. Eşeğe binen kahraman ya toydur, kendini henüz ispat edememiş bir ergendir ya da anlatılan hikayenin derdi farklıdır, mutlaka mizahidir. Öyle ki kahramanları sadece serüvenlerinin hemen başında rahat ve huzurlu hayatlarını sürdürürken rahat, esprili ve gülerken görebiliriz. Gülmek neredeyse bir zaman kaybıdır ve onların tehditlerle dolu hayatları bu türden kayıpları kaldırmaz.

İnsanların neden güldüğüne dair pek çok kuram ve yaklaşım var. Kimileri rahatlamak için güldüğümüzü düşünüyor, kimileri saldırmak için kahkaha attığımızı iddia ediyor. Gülmenin toplumdaki yanlışları düzelttiğine, gülerek daha iyi bir toplum olacağımıza inananlar var. Freud, modernliğin bastıramadığı her şeyin, özellikle cinsellik ve argonun gülmeyi beslediğini söylüyor. Bakhtin, karnavalesk bir gülmeden söz ediyor; edepli, kasvetli, ciddiyet dolu hayatın karnaval zamanlarında ters yüz edilmesini anlatıyor. Gülmenin insanları birbirine yakınlaştırdığı kadar uzaklaştırdığı da biliniyor.

Yerli çizgi romanda gülme genellikle saldırganlıkla eşleştirilir ve kötü adamın aşağılama aracı olarak kullanılır. Kibir, küçümseme ve güç gösterilerinde büyük puntolarla yazılır kahkaha efektleri. Gülmenin dayanışmacı, rahatlatıcı ya da düzeltici olduğu düşünülen karakteristiği saldırgan yönü kadar hatırlanmaz. Kötü adamlar tekinsiz gülmeleriyle resmedilirler. Kahkahaları tedirgin edicidir, çünkü peşi sıra öldürecek, işkence edecek ya da tecavüze kalkışacaklardır. Gülmeleri onların kötülüklerini pekiştirmek adına eylemlerine eşlik eder. Kuraldır, gülmeyen kötü yoktur!

Serüven edebiyatını hicvederek çoğalan mizahi çizgi romanlarımız da gülmenin saldırgan doğasını öne çıkartmayı sürdürmüşlerdir. Mizah dergilerinde de gülen adamlar çoğunlukla arızalı ve hastalıklıdır. Alt sınıflar grotesk kahkahaları, üst orta sınıflar da sarkastik kıkırdamaları ile hicvedilirler. Cinselliği çağıran pek çok sahne yine gülmeyle bir arada resmedilir. Örneğin cinsel ilişkinin yokluğu ahrazlı bir ciddiyetin nedenidir. Neşe, ucundan kıyısından cinsel hayat ile ilişkilendirilir.

İstisnaları yok değil ama yerli çizgi romanda gülmenin kötülüğün kıyılarına demirlemesi ilginç! [Bir Tam Macera yazısı, 2007'den...] 

Pazartesi, Ekim 05, 2020

Sinir Uçları


Bunca zaman içinde benim anladığım şu. İnsanlar, makalede cümleye, cümlede sözcüğe takılıyorlar, ancak o kadar okuyorlar. Öğrenmek ve anlamak için değil, bildiklerini teyit etmek için okuyorlar.

Haklı çıkmak için, haksız çıkarmak için okuyorlar. Okur gibi yapıyorlar.

Okuduklarının sinir uçlarına iyi gelmesini istiyorlar. Okuduklarına sinirlenmeyi seviyorlar, yok sinirlenmezlerse, yok sinirlenmeyip neşelenirlerse, okuduklarına birilerinin illa ki sinirleneceğine inanıyorlar, birilerine kapak olmuş filan diyorlar.

Geçiyor ömrümüz...

Cuma, Ekim 02, 2020

Seyrüsefer Defteri 122


Raised by Wolves Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (30 Eylül).++ Marcella Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (29 Eylül). ++  Lovecraft Country  Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (28 Eylül).++ Enola Holmes (2020) enerjisi var, çocuksu ve eğlenceli, az şey değil, finali başka türlü kurabilirlermiş (27 Eylül).++ Superman Red Son (2020) bir iki yeri güzel uyarlamışlar ama duygusal olarak "gomonist" Süperman'ın sıkıntısı çok anlaşılmıyor (26 Eylül).++ Young Wallander Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (25 Eylül).++ Marcella Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (24 Eylül).++ Babyteeth (2019) buruk ve kederli bir hikayesi var, iyi sahneler çıkmış, ortayaş krizleri, ebeveynilik ve ergenlik ölçüsünde harmanlanmış (23 Eylül).++ Young Wallander Sea2 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (22 Eylül).++ Abgeschnitten (2018) malzeme varmış, kalabalık olmuş, sadeleşememiş bir gerilim çıkmış (21 Eylül).++ Lying and Stealing (2019) Stiv Mak Kuin başrolde olabilirdi, o kadar 70'lerde çekilmiş gibi, kız güzel, e hikaye serüvenci (20 Eylül).++ Changeling (2008) konusu ilginçmiş, muammasını beğendim (19 Eylül).++ Hinterland Sea1 Ep.1'i seyrettim (18 Eylül).++ Young Wallander Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (17 Eylül).++ A Million Ways to Die in the West (2014) eğlenceli aslında ama komedi eşiğini her zaman ayarlamamışlar, finali daha curcunalı olmalıymış (16 Eylül).++ Ace in the Hole (1951) iyi bir medya eleştirisi, iyi bir kara film ama Wilder filmi gibi değil (15 Eylül).++ Mulan (2020) yirmi yıl önce üretilmiş olsa vay vaylar kategorisine girerdi (14 Eylül).++ Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu (2019) doğru bir senaryosu var (13 Eylül). ++ Seni Gidi Seni (2017) arkaik kalmış, Çiçek Taksi bu hikayeleri çok anlattı (12 Eylül).++ Mutluluk Zamanı (2018) gişe filmi ama aşktan çok Cengiz B ile yürüyor ki ona göre yazılması gerekirmiş, yazılmamış (11 Eylül). ++ Döndüm Ben (2019) hikayeyi harekete geçiren temel neden anlaşılmıyor, mizahi olarak da başarılı değil (10 Eylül).++ Damsel (2018) westerne kara mizah yorumu, ilginç de olmuş (9 Eylül).++Reflections in a Golden Eye (1967) Marlon'un taşan oyunu, şahane Liz, her zaman şaşırtıcı olan McCullers griliği (8 Eylül).++ Düğüm Salonu (2018) potansiyelli işmiş, olamamış, bazen sadece iyimserlik seyrettirir (7 Eylül).++ Cat on a Hot Tin Roof (1958) ne zaman ilham verici bir şeye ihtiyaç duysam Tennessee "okurum" izlerim, hastasıyım, "oynatır" (6 Eylül).++ J'accuse (2019) daha gerilimli bir ardışıklık bekliyordum, belgesel havası bazen filmin önüne geçmiş (5 Eylül).++ Zengo (2020) Recep İvedik olmuş ona şaşırdım (4 Eylül). ++ Freaks (2020) iyi başlıyor, sonra olmuyor diyeceğim ama o iyi başlayan bölüm de zaten bilinen bir klişenin Alman sürümü (3 Eylül). ++ I'm thinking of ending things (2020) fasılalarla güzel diyaloglar var, iddiası ölçüsünde "büyük film" olamamış (2 Eylül).++Who's Afraid of Virginia Woolf (1966) oyun, oyuncuyu da uçuran güzelliktedir filan ama ne desek az, büyük film, büyük yalpalama (1 Eylül).++


Perşembe, Ekim 01, 2020

Mak(b)ul bir hastanın covitle imtihanı


Evet covit oldum-geçirdim, bildiklerimi ve yaşadıklarımı bir faydası olsun diyerek paylaşmak istiyorum ama sonrasındaki tek tek geçmiş olsun telefonlarından alenen korkuyorum, asgari düzeyde tutabilirsek sahiden çok sevinirim. Tek ricam bu. Ben iyiyim. Annem iyi.

Geçtiğimiz temmuz ayında babamı kaybettik ve ben o günden sonra annemle her gün biraz yürüyor, hasbihal ediyor, onun hayatının normalleşebilmesi için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Onun dışında pek insan yüzü görmüyor, evimle kütüphanemin olduğu çalışma ofisim arasında yaşayıp gidiyorum. 

İ l k  b e l i r t i l e r: 80 yaşındaki annem, 3 Eylül'de hastalandı, temaslı olduğum için bana da bulaştırdı bulaştırmasına ama en azından başlangıçta covidle ilgili olmadığını düşündüm. Ateşi yoktu, öksürmüyor ve nefes darlığı çekmiyordu. Grip ilaçlarından birini verdik. Bana bulaşmasının ilk belirtileri beklenildiği gibi dört gün sonra gerçekleşti... 7 Eylül akşamı birden soğuk soğuk terledim, bir haftadır kum döküyordum, onunla ilgili olduğunu düşündüm. Üç gün evde kaldım, halsizlikle karışık bir grip geçiriyor gibiydim. 11'inde toparladım. Tabii ki her ihtimali düşünerek evde daha ilk günden bir önlem alarak kendimi tecrit ettim. İyi ki yapmışız, Funda'ya ve Tuna'ya bulaştırmamış oldum. 

Annem, o arada iyileşir gibi oldu, covid belirtileri göstermeyince grip geçirdiğini düşünmeye devam ettik. Meğerse hastalık biçim değiştirmiş, annem çok geçmeden kusmaya başladı. O andan itibaren sağa sola ümitsizce telefon açmaya, bir hal yolu aramaya başladım. Ankara'da hastanelerin durumu bir felaket olduğundan haliyle yer bulamadık. 11'i akşamı annemin eve test yapacak bir ekip çağırdım, bu fasıl sahiden çok zor, tam anlamıyla kaos halinde gelişiyor...Bir yandan halsizim, bir yandan annem evinde bir başına... 

H a s t a n e: Ayın 13ünde annemin testi pozitif çıktı, Annem, kalp hastası, yüksek tansiyonu ve şekeri var... İlaçların farklı ölçülerde doktor kontrolünde verilmesi gerekiyordu, zorluk da oradaydı. Konuştuğum sağlıkçı arkadaş, bana hak vermekle birlikte "Hastaneler dolu, yer bulamazsınız, ambulans bile gelmez" diyerek sert bir manzara resmi çizdi. Başıma o an giren ağrıyı anlatamam. Neyse ki, bir iki saat sonra mucizevi bir fırsat bularak annemi Şehir hastanesine yatırdık. Zaten bir tek oraya yatırabiliyorsunuz, paranızla dahi bir yer bulmanız zor... Ki özel hastaneler bu denli kapsamlı mücadeleye hazır değiller. Yatırırken özel bir firmadan ambulans tuttum, normal yollardan birileri "gelmiyordu". Hatta, Şehir hastanesi hasta kabul etmiyordu, yatacağı oda belli olmasa ambulans bile onu almayacaktı. Arabanın eve gelmesi bile üç saat sürdü.Dış dünyayla bağı olmayacak biçimde hastaneye yatırıldı ve arada bir doktor arkadaşımız olmasa galiba ondan haber de alamayacaktık. 

T e s t ve  t e c r i t: Annemle birlikte ben de test yaptırmıştım, sonuçlarım henüz çıkmamıştı. Tam kan sayımında değerlerim normaldi ve doktor arkadaşlar pozitif çıkmayacağını düşünüyorlardı, bekledikleri gibi olmadı. Gerçi, negatif de çıksa fark etmeyecekti. Annemle temaslı olduğum için iki hafta tecrit edilecektim, böyle durumlarda evden dışarı çıkmanız yasaklanıyor. Pozitif çıkınca bu defa evdekiler temaslı oldular ve onların da ev hapsi başladı. 

Bu evreyi  anlatmam gerek... Pozitif çıktığınız an, cep telefonunuza bir mesaj geliyor ve o dakikadan sonra pek çok insan tarafından aranmaya başlıyorsunuz. Filyasyon ekibi gelip size ilaç veriyor, sonra da yerel sağlık birimleri, gönüllüler telefonla hemen her gün sizi arıyorlar. Önce annemle sonra kendimle ilgili çok insanla konuşmak zorunda kaldım. Çok sıkıcıydı. İki hafta boyunca günde üç ile altı kişi arasında insanla bıy bıy ettim... Mahalle muhtarı, bir polis, bir okul müdürü, bir hemşire, Bişey hanım ve Bişey Hanım daha beni her gün aradılar. Aynı ev içinde bir beni bir Funda'yı aradıkları da oldu. İşlerini yaptılar ama yardım isteseydim, ne olurdu bilmiyorum. 

Ç e v r e: Annemin hastalandığı süreçte kimseyle temasım olmamıştı ama apartmana, komşulara durumu bildirdik... Biraz da Kafkaesk biçimde kimlerle görüştüm diye oturup düşünüyorsunuz, nereye gittim gitmedim falan filan... Funda işe gidiyordu, Tuna antrenmana filan ama çok şükür ikisinde de bir şey yoktu. Tabii ki ikisinin de çevresi bir parça gerildiler. Psikosomatik durumları hepiniz yaşıyorsunuz, tahmin edersiniz.

E f s a n e (?): Bir şehir efsanesi var, bu hastalığı hiç fark etmeden geçirenler oluyor deniyor... Bence böyle bir ihtimal yok, nasıl geçirirseniz geçirin, bu hastalık mutlaka kendini gösteriyor. Tabii ki şunu söylemiyorum, hafifsemiyorum, sahiden güçlü bir bünyesi olabilir, tarif edemiyor olabilir, ağrı eşiği farklı olabilir vs...ama yine de o insanın normaline göre bir belirti var... diğer insanlara nazaran hafif geçirenler, sorumluluk duyarak, temastan uzak durmalılar...

İ l a ç l a r: Verilen ilaçlardan biri anti viral, grip ilacı... ilk gün sabah akşam olmak üzere ondan 16 tane içiyorsunuz, sonra 6'ya düşüyor. Beş günde 40 hap bitiyor. Diğer ilaç daha sorunlu ve yan etkileri olan bir "sıtma" ilacı, ondan da 10 tane, etti mi 50...Pıyy... Biliyorsunuz, bu hastalığın bir ilacı yok. Şu anda "bu ilaçları için, evden dışarı çıkmayın, 14 gün sonra normal hayatınıza dönün" deniyor.

Bu ilaçların fena bir yük olduğunu ve değil bana, büyük çoğunluğa iyi gelmediğini düşünüyorum. Yıpratıcı bir süreç o ilaçları içmek... Pek ilaç içen biri değilim veya ilaçlar sahiden beni çok etkiler, rahatsız etti bu kadar çok içmek... Kader dedik ama fazla işte...Ya da bir şey ters... Mutlaka değişecek bu ilaçlar, ayan beyan o görülüyor. Antibiyotik içseniz, üçüncü hapta toparlarsınız, grip ilacı içseniz beşinci altıncı hapta yine normale evrilirsiniz. Bu ilaçlar öyle değil, bende hiç bir olumlu etkisi olmadı örneğin. Ateş, öksürük, bulantı, nefes darlığı, ishal ve benzeri bir derdim yoktu. Bir şey değişmedi bende. Gece uykularını iyi geçirmedim, ateş değil ama yanma oldu o kadar... 

A t e ş  m i t i: Hastalığın vardığı yer bakımından bir not düşeyim, gündelik hayatta bir yere girerken ateş ölçülüyor ya artık bir anlamı var diyemeyiz, çünkü annem hastanede yattı ama ateşi en çok 36,8 oldu, siz hesap edin... Ateş olmadan seyredebiliyor demek istiyorum. 

D e l i r y u m: Annemle ilgili garip de bir şey oldu, tuz ve su kaybıyla beraber sodyum ve potasyum değerleri düştü, bu da hafızasını bulandırdı, örneğin dramatik bir biçimde bana telefon açıp babamın yaşayıp yaşamadığını sordu, hatırlamıyordu...Deliryum etkisi oluyor, bu değerler normale döndükçe hafızası da geri geliyormuş ama itiraf edeyim, annem bana geçmişiyle ilgili sorular sordukça epey gözyaşı döktüm. Şimdi evine döndü, yavaş yavaş da olsa toparlıyor. Psikiyatrist bir arkadaşım sağolsun, beni teskin edecek epey şey anlattı, rahatladım. Oluyormuş, covidle de artık çok oluyormuş. 

T e s t i n  g ü v en i r l i l i ğ i: Test meselesine geri döneceğim. Kan testinde lenfosit ve crp değerlerine bakılıyor daha çok... Örneğin annemin lenfositi düşüktü... Crp normaldi ama yükseğe yakındı... Benim ikisi de normaldi. Bir de ayrıca burundan ve boğazdan sürüntü testi (PCR) yapılıyor. O güne kadar bu konularda bir bilgim yoktu. Etrafla konuşmaya ve anlamaya çalıştım, bakındım, okudum. Nasıl desem, yüzde 40 hata payı olan bir testmiş meğer, anladım ki, esasen kimse doğruluğuna inanmıyormuş.

K a r a n t i n a n ı n  sonu: Test faslı epeyce saçma... Annem taburcu edildi, ben zaten genel olarak iyiydim, okuyup seyrederek, bir odada vaktimi geçiriyordum... Dediler ki "tamam bitti"... oradaki mantık da şu, testin yapıldığı günün üzerine iki hafta sayılıyor...sonra geçti deniyor. Beyan esassa hastalığın başlangıç günü de bir veri ama... eldeki kesin tarih olan test günü milad alınıyor. 

H a y d a a: E geçtiyse test yaptırayım, kesinleştireyim dedim. Farklı doktorların bana söylediği şey şu oldu... Kanımda aşağı yukarı bir buçuk ay (45 gün) pozitif gözükecekmişim, bulaştırmayacak ve o süre içinde tekrar hasta da olmayacakmışım. Yani negatif çıksa bile yüzde 40 hata payı olan bir testi hatırlatarak söylüyorlar bunu... çok doğru olmayacakmış. Haydaa diyorsunuz...

Asıl mesele ise şu... tekrar test yaptırırsanız, Sağlık Bakanlığının sistemine bir isim olarak tekrar dahil oluyorsunuz ve bu, pozitif çıkarsanız, siz ve temaslı olduğunuz insanlar bir on beş gün daha tecrit edilecek anlamına geliyor. Beni hasta olmaktan çok, birilerine hastalık bulaştırmak ve benim yüzümden çevreme cefa çektirmek kasıyor...

K a o s: Teste güvenilmemesi, "of the record" önemsenmemesi ve doktorlardan duyduğum şeyler çok kafa karıştırıcı... "Negatif çıktı ama yine de bulaştırdı" denirse size... yok artık demek zorunda kalıyorsunuz, çünkü bu sürecin bir sonu olmalı. Veya elde güven duyacağımız ve hareket noktası olarak ilerleyeceğimiz bir şey olmalı... O da ne dersek diyelim, testtir... Şu yazdıklarımı okuyarak insanlar kendilerini psikosomatik bir hallenmeyle hasta hissedebilirler ama kanımız ne varsa onu gösterir. Eğer testten negatif çıkar ve o hasta yine bulaştırırsa... o test hatalı yapılmış demektir. Basit şeyler söylüyorum ama çok fazla insanla bunu tartışmak zorunda kaldım. Kafalar inanın çok karışık... Sakin ve sabırlı davranmak her zaman kolay olmuyor. Herkes çok yorgun... 

D o n ö r: E donör olayım dedim, yok dediler, sen hafif geçirdin, olamazsın... Bu dosyayı kapatmış değilim, halen araştırıyorum.

K a r a r ı m: Kendimce şöyle bir karar aldım, hastalığın başlangıcından kırk beş gün sonrasına kadar tekrar test yaptırmayacağım, izole hayatımı sürdüreceğim. İyisin ve bulaştırmazsın denmesine karşın bunu bir önlem olarak uygulayacağım. 

V a z i y e t: Şu an nasılım? Hastalık için geçti dense bile bir kas yorgunluğunun iki ay kadar sürebildiği,  kolay yorgunluk yaşandığı söylendi bana...Kabaca söylersek, beyin "iyiyim" sinyalini hemen veremiyor ve enerjik olamıyormuşsun...  Günde en az beş kilometre yürüyen biriydim. Karantina bittikten sonra çıkıp bir üç kilometre yürüdüm, eve gelip yarım saat kadar sızma ölçüsünde uyumuşum... Bir halsizlik ve çabuk yorulma oluyor, ikinci gün ofise on beş kilo kadar kitap taşıdım, ev taşımış kadar yoruluverdim... tabii ki durmayacağım, her gün beş kilometre yürümeye tekrar başladım, bu halsizlik evresinin kısa süre içinde geçmesi için çaba gösteriyorum. Hastalığın nekahat evresinin dahi meşakkatli olduğunu gösteren şeyler bunlar. Size bunları hastalığı hafif geçiren biri yazıyor... 

T a k v i y e: Bu maddeyi sonradan yazıyorum, verilen ilaçlarla beraber mutlaka clexane ya da oksapar türü iğne kullanmakta, d ve b vitamini takviyeleri yapılmasında fayda var. Kaotik bir harala gürele olduğu için kolayca atlanıyor. İğne, insülin gibi pratik bir şey, kolayca yapılıyor, sizi korkutmasın, kan sulandırıcı, görebildiğim kadarıyla pek çok ülkede öneriliyor. Tabii ki hekimlere danışmanız gerekiyor, ben bunu hatırlatın demek istiyorum. 

P s i k e d e l i k: Son söz, takıntılarımla ilgili olsun... hastalık sırasında biliyorsunuz insan zekası oyunlar oynuyor... Marcella dizisinin ilk bölümünü seyretmiştim, kadınla birlikte olayları çözmeye başladım rüyalarımda... Gece arkadaşlarımdan bir diğeri Aziz Azmet'ti, Hiç İstemem'i söyleyip durdu: Rüzgarlar dost bize / yağmurlar arkadaş / güneş bizim için doğacak / mevsimler hep bahar... Her ikisi de üzerimde psikedelik etkiler yarattı. 

Uzun bir yazı oldu, aklıma geldikçe uzatabilirim de....Bu hastalıkla ilgili ne kadar önlem alırsanız alın, bulaşma meselesi sadece sizinle ilgili değil...Spor, bol su, vitamin takviyesi ve azami dikkatten başka yapacak bir şey yok. Hastalık, fiziksel tahribatın dışında insanın en çok sabrını düşürüyor. Sabırla sakin kalmak, geriye dönüp baktığımda hastalığı yenmenin bir yolu gibi geliyor artık bana.

Related Posts with Thumbnails