Cumartesi, Eylül 23, 2023

Kural 34

Meraklısı ayrıca araştırabilir, okuyabilir... Bir toplantıda duymuştum, katılımcılardan biri kıkırdayarak söylemişti, bilen çok olmalı ki, ayrıca açıklamaya gerek duyulmadı. Ben şaşırmıştım,  bilmiyordum, Amerikan popüler kültüründe kullanılan bir deyiş, internetle ilgili olduğu için globalleşmiş, biz dahi biliyoruz çünkü...

Kural 34, internette bir şey varsa (popülerse anlamında), mutlaka onun pornosu yapılacaktır demek... Parodi, para ya da piyasanın işleyişi (3P) gereği (illa ki ve istisnasız) gerçekleşir... Zaten kural 35 de, "yapılmadıysa da yapılacaktır" (üretilecektir) demek...

Kendisi bir miim olan bir geyikten söz ettiğimi anlamış olmalısınız. 

Böyle bir kavramı biz üretmeye kalkışsaydık, mizahın işleyişi gereği Kural 31 derdik, daha doğrusu madde 31 olurdu...Gülerek yazıyorum "Glokalleşme böyle bir şey..."

Buradaki asıl vurgu, mizah böyle bir şey, ters yüz etmek, romantizmden bahsedilirken gaz çıkarmak, entelektüel bir çıkarım yapılırken küfürlü konuşmak gibi. İşin içinde sadece parodi ve ironi değil şaşırtarak dikkat çekmek ve üretenler açısından "ben buradayım" demek var... 

Yeni de sayılamaz, Amerika'da Mad mizah dergisi onlarca yıl, şöhretli isimleri kullanarak, onları komik göstererek, mutlaka cinselliği işin içine katarak popülerleri hicvederdi. Mad, Tijuana Bibles'ten esinlenmişti. Ünlü Amerikan çizgi romanlarının pornografik parodileri el altından satılırdı, çok bilinirdi. Şöhretler ve cinsellik ayrı ayrı ilgi çekiyordu. Biz de aynısını Gırgır'da yaptık... Özellikle Tekin Aral ve Orhan Alev, uzun yıllar, popüler olanı (televizyon, futbol ve gazino dünyasının ünlülerini) karikatürize ettiler. En çok belirginleştirdikleri şey şöhretlerin cinsellikleriydi. Onları çıplak, salak ya da beklenmedik biçimde komik görmek insanların hoşuna gidiyordu.

Cuma, Eylül 22, 2023

Palavraya bakar mısınız?

Yakınlarda çıkan bir Deniz Gezmiş kitabına bakıyorum, popüler bir derleme, fotoroman vurgusuyla isimlendirmişler... Dil romantik ve  magazin gazetecisi havasında, çok satsın istenmiş, o mantıkla tasarlanmış...

Çizgi romanla ilgili olduğu için yukarıdaki ayrıntıyı bilerek seçtim. 10 yaşındaki çocuğa, ta o yıllardan bir siyasi bilinç atfetmiş yazar... Bu arada Deniz Gezmiş, çizgi roman okumuş mu, okumuşsa da sahiden ve özellikle Teksas'ı çok mu sevmiş-çok mu okumuş bilinmiyor-bilmiyoruz. 

Bu palavralara neden gerek duyuluyor, niye abartıyorlar anlamıyor değilim... 

Yakıştırılıyor, "münasip" görülüyor galiba... Sorun şu ki, yakıştıran kişi, biyografiyi değil kendi kahramanını yazıyor bir noktadan sonra...Aşağıdaki örnek de çocuklar için yazılmış popüler bir Atatürk kitabından... Komik duruma düşeceklerini hiç hesap edemediklerine göre bu, kendilerini anlattıkları kişiden daha fazla önemsiyorlar demektir.

Perşembe, Eylül 21, 2023

Kendin oyna, oynat ve seyret

Görsel, sahaflardan satın aldığım dergilerden birinden çıktı, doksanlı yıllarda çıkmış, kısa ömürlü bir bulvar gazetesi olan Ekip'ten kesilmiş, saklanmış bir kupür... Tabloid boyda çıkmıştı diye hatırlıyorum, uydurma yazı ve haberlerle dolu bir gazeteydi, muhabirler ve yazarlar, külhaniydi, bilen (ve haklı olduğu için bağıran) adam havasında iddialı çıkarımlar yapılırdı, salvolar, tehditler, fütursuzca  sallamalar gırlaydı. Daha doğrusu o yıllardaki gazete savaşlarında böyle bir gazetecilik üslubu çıkmıştı, Ekip'e özgü filan değildi...

Laf uzamasın, haberdeki fotoğrafı görünce ister istemez güldüm... Fotoğrafta tanıdığım biri vardı. Seks kasetleri satan bir dükkanı polis basmış, malzemeyi toplamış, sahibi karakola çekilmiş filan, anlaşıldığı kadarıyla gazetelere haber vermişler. Ekip'in acar polis muhabiri  gıdıklayan, fitleyen, teşhir eden, ahlakçılık kesen lambur lumbur bir şeyler yazmış haberde... Kasetlerin el konduğu dükkan, rahmetli Metin'in (Demirhan) dükkan... Gazeteci, Metin'i tanımıyor, yasadışı bir iş yapan esnaf olarak onun ağzından bir şeyler yazmış...

Metin'i polise ifade verirken mi dinlemiş, yoksa özel olarak gitmiş muhabire mi konuşmuş bilemiyorum. Yazılanları okuyunca, insan evet diyor, Metin bütün bunları büyük bir ciddiyetle, hatta inanarak anlatabilir(di)... "Karayağız bıyıklı delikanlı" ifadesine ister istemez güldüm... Hani, haberlerde her kadın, neredeyse daima "genç ve güzel kadın" olarak geçer ya, o fasıldan yazarımız da Metin'e bir şeyler yakıştırmış... Metin, porno satarak çok kazandığını itiraf etmiş, işin içine yeraltı dünyası filan gibi saçma ayrıntılar katmış, sloganlar uydurmuş ve hepsi, rahmetli Metin'i tanıyanlar için hoş bir kıkırdama (ve yad etme) vesilesi....

Çarşamba, Eylül 20, 2023

Beni konuşuruz

Çizgi: Berat Pekmezci
 

Tamircinin Hayali

Tamircimiz, hikayenin en başından itibaren işinde gücünde biri gibi çıkmıyor karşımıza, zengin olmak isteyen pragmatik biri,  sınıf atlasam da yırtsam derdinde, hal bu olunca masum nişanlısı ve kendi halinde yaşayan çalışma arkadaşları onu kesmiyor. Zengin bir genç kadının arabasını tamir edince "şansı" dönüyor, akordu değiştiriyor, o "halecanlı"  genç kadının da nişanlısı filan var ama o da "önüne geçilemez" biçimde esas oğlana gönlünü kaptırıyor. 

Ah minel aşk diyerek birlikte yaşamaya başlasalar da  bu "günah" önce tamircinin nişanlısını, sonra zengin kızın jantiyom babasını ve en nihayet yine tamircinin  biçare annesinin kalp krizi geçirerek "gitti gider" ölmesine veya yatak döşek hastalanıp ahret yolculuğuna çıkmasına sebep oluyor. Zengin kızın nişanlısı da silahı çekip iki sevgiliyi öldürüyor...Hikâye bu kadar. Yani kapaktaki üç karakter, Allah size uzun ömür versin, ölüler... Hikayemiz tam bir ölüm makinesi! Kimse sağ kalamıyor...

Arada fotoromanların hikaye özetlerini yazıyorum, gırgıra alıyorum filan ama olağanüstüyü arayan yazar iştahı beni çok etkiliyor. Her defasında trajik bir şeylerin aranıp bulunması bana inanılmaz geliyor... Beklenmedik bir ölüm, intihar, ya benimsin ya toprağın cinayetleri, kalp krizleri, aşk acıları, biteviye tekrar eden seni seviyorum nakaratı şu bu... Hepsi hiç hız kesmeden peşisıra kullanılıyor...  Tekrar ediyorum, hikaye değil yazar enteresan...

Ha bir de, tamircinin nişanlısı verem oluyor, galiba hızlı başlayan-ilerleyen (akut) anlamında bir vurgu yapabilmek için hastalıktan tezverem diye bahsediliyor. O adlandırma hoşuma gitti. Gerçi, öldü ölecek denilen genç kadına bir doktor bakıyor ve iyileşiyor diyor, iki sayfa sonra yine "ölüyor". Araya o doktor niye girdi bilemiyoruz. Tezverem'in kandırıkçı bir düzelmesi olmalı...Geçti-geçiyor sanıyorsun, tez elden geçmiyor....canalıpgidiyor...

Salı, Eylül 19, 2023

Mahrem

Eski fotoğraflara baktıkça, hiç saşmıyor diyeceğim, dansözler ve alkol, insanları kolay teslim alıyorlar. Dansözü görenler, olağandışı olduğu ve her yerde rastlanmadığı için olmalı, alkolün de katkısıyla gemiyi karaya oturtuyorlar. Abartılı jestler, kıkırdamalar, anırmalar, şehevileşmeler peşi sıra gidiyor...

Arada yazıyorum, "kamera" da büyülüyor elbette, hele eskiden, benzersiz bir heyecan vesilesi oluyor, o anın kaydedilmesi insanları abartılı hareketler yapmaya teşvik ediyor...Ünlü bir yazara ait bir fotoğraf bu. Dansözün gözü fotoğrafçıda, işini yapıyor, ünlü yazar ise, karikatür olmak istemiş, masadaki kadınları güldürmeye soyunmuş, yarı çıplak bir kadın görünce mest olmuş zampara pozu vermiş... Kokluyor mu yoksa yanağını mı dayıyor belirsiz. Masadaki diğer beyfendi, fotoğrafçıya "çekme yahu" tadında bir jest yapmış, kadınlardan biri gördüğü salaklığa koyvermiş, diğeri daha sevecen gülüyor...Sahaflara kadar düşmüş bir espri, bize bir aventüriye hikayesi oldu...

Herkesin mahrem kalması gereken an'ları ve kayıtları vardır, kenarda-kıyıda gizlenir ve tutulurlar, anlatsan anlaşılmayacak veya görülse utandıracak şeyler olabilir bunlar. Ne ki, ölünce, ne yapsan boş, kadere koyveriliyor, geride kalanların insafına kalıyorsun... Terekeden neler neler çıkıveriyor...

Pazartesi, Eylül 18, 2023

Bir tatlı huzur

Bozkır üçüncü sezon senaryosunu dün bitirdim. En azından bir süre güzel uyuyup, neşeyle uyanacağım. Bir hikaye daha anlatabildiğim için mutluyum, bunun bir lütuf olduğunu biliyorum. Bana güvenenlere ve yol arkadaşlarıma teşekkür ederim.

Pazar, Eylül 17, 2023

Eskişehir taşı

Poe okurken, daha doğrusu ilk çevirilerden birini dallarken (1938), denk geldim, "Eskişehir taşından yapılmış bir piponun" demeyi tercih etmiş Siracettin Hasırcıoğlu... Lületaşı dese olacak, işin içine, gündelik dilde daha çok bilindiğini düşünerek, Eskişehir'i katmış. 

Sonradan şunu düşündüm, belki o yıllardaki sözlükte bile böyle geçiyor olabilir... Yani tercüman, okurun yerlileştirmeyi seveceğini düşünerek bir tercihte bulunmuş ama sadece o değil, herkes böyle düşünüyor olabilir, sözlük yazarı da buna inanıyor olabilir, çevirinin o günlerdeki normali bu belki de.

Meraklısı için Hasan Fehmi Nemli'nin aynı cümleleri nasıl çevirdiğini ekleyeyim.

Cumartesi, Eylül 16, 2023

Kısa saçlı tekinsizler

Şahit, Haldun Simavi'nin makineler boş durmasın diye çıkardığı bol fotoğraflı magazinlerden biri (1971). Yerlisini bulana-yapana kadar epeyce yayını çıkartıp çıkartıp kapattı, denedi-aradı diyelim. Hiç görmediğim bir örnek olduğundan alıp inceledim. Bugün esamisi okunmadığı için üzerine konuşmaya değmez denebilir, ilgimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmak istedim. Çünkü arada sağcılık diyorum, muktedirlerin dilinden söz ediyorum, ta buralardan başlıyor.

Kapak, ifşa eden bir üslupla istiflenmiş, "Avrupa'yı kasıp kavuran ve kapımıza dayanan tehlike Seks ve Esrar" denmiş, insan sırtararak vayvay demeden duramıyor. Seksin neresi tehlikeymiş  veya yahu bu ülkede Afyon diye bir şehir var, içtiğimiz bütün ağrı kesicilerin içinde o afyondan var... filan demeyeceğim. O itirazları gençlere bırakacağım. Enikonu seksi pazarlayan, gıdıklayan, kaşıyan, kanırtan bir yayıncı olan Simavi ne diye ahlakçılığa soyunmuş da demeyeceğim. Kimlerin ağzında ahlak ezberi var hepimiz biliyoruz. Üstelik, Şahit elli yıl önce çıkmış, bu eleştirileri o tarihlerde de yapan çıkardı. 

Ben kullanılan fotoğrafa takıldım,  pantolonlu, kısa saçlı, sigara içen bir kadın resmi seçmişler, asıl tehlikenin meydan okuyan kadınlarda olduğunu düşünmüşler, lezbiyenler filan o fasıldan gitmişler. 

İnsanlar düşman yaratmadan yaşayamıyorlar, kanunlar çerçevesinde hep birlikte yaşayabilecekken filan demenin bir anlamı yok, herkes birbirini kendine benzetmeye çalışıyor, babalar oğullarını, anneler kızlarını, devletler vatandaşlarını bir kalıba sokmak istiyorlar ve hep beraber yuvarlanıp gidiyoruz. 

Aralıklarla Eski Türkiye-Yeni Türkiye karşılaştırması yapılıyor ya, tabii ki çok farklılık var, seküler milliyetçiliğin yerini dindar bir milliyetçilik aldı mesela...gel gör ki sevilmeyenler cephesinde değişen bir şey yok. Çoğunluk algısı ve üretimi, haliyle heyecan, hararet ve öfkesi devamlılık gösteriyor. 

Perşembe, Eylül 14, 2023

İzmir İktisat ve Abdülcanbaz

Yukarıdaki görsel, 1972-73 yıllarında Dostlar Tiyatrosunun sahnelediği Abdülcanbaz oyunu için üretilmiş afişlerden biri. Kim çizmiş bulamadım ama bizzat Turhan Selçuk tarafından üretilmiş olabilir, çünkü oyunun dekorlarında imzası var, o çizmediyse bile mutlaka onayından geçmiş olmalı. 

Daha önce dikkatimi çekmemişti, afişte, Abdülcanbaz'ın gözyaşına İzmir İktisat Kongresi yazılmış....Niye yazılmış merak ettim. Abdülcanbaz, memleketteki Ulusalcı siyasi akımın sembollerinden biri... İzmir İktisat Kongresi ise, sonuçları itibarıyla bizzat Atatürk döneminde uygulanmayan "liberal" kararlarla bilinir... Yani, Ulusalcıların hazzetmediği, onay vermediği bir oluşumdur...İnönü-Bayar rekabetinin mihenk taşlarından sayılır filan... 

Yani, Abdülcanbaz, İzmir İktisat Kongresinin varolmasına mı üzülüyor, uygulanmamasına mı onu merak ettim... Serüvenlerinde buna atıf yoktur, hele oyunun sahnelendiği yıllarda, demokrasinin sağcıların kontrol ettiği bir kandırmaca olduğuna inanması dışında Abdülcanbaz'ın derinlikli bir siyasi tavrı var da diyemeyiz. Sonradan belirginleşen bir siyasi tavrı ve seyri var.

Hasılı kelam, tahkiyenin dualizmi içinde İktisat Kongresini nasıl anlamlandırdığını merak ettim, keşke oyunu seyredebilseydim.
 

Çarşamba, Eylül 13, 2023

Son Okuduklarım 78

 

Last Look-Son Bakış, grafik romanın ayrıksı örneklerinden, hemen her literatür özetinde ismen zikredilen itibarlı bir çalışma. İlk söylenebilecek olan iyi tasarlanmış saykodelik bir hikaye olduğu. Genç bir adamın fantezi, kabus ve sayıklamalarını okuyoruz. Şiire, Beat kuşağına, büyüme sancılarına, ebeveynlerle kurulan ilişkilere, distopyalara, Tenten'e, uyuşturucu triplerine göndermelerle kurmuş anlatısını Burns. Finalde toparlasa da anlaşılmayı pek umursadığını söyleyemeyiz. Muğlaklık, paranoya ve anlatılanın ardında başka bir gerçek (ve gönderme) olduğuna inanan ve inandıran hikayeler abartılı gibi görünse de şimdiki zamanın garip ruh hallerini iyi özetliyor. Çizgiler ve tasarım göz alıcı. Talihsiz Kuzgun, üç Busch öyküsünden oluşan bir  kitap. Busch, ilginç çizgileri bir yana, ardışıklığı istiflemesi ve hareketi kullanması bakımından çizgi romanın öncülerinden. Kitaptaki üç öykü hareket esprilerine dayanıyor. Bir karga ortalığı dağıtıyor ya da küvette yıkanan iki çocuk etrafı batırıyor gibi. Hikayeler ilginç diyemem, çizgi roman arkeolojisinin bir parçası olarak okunuyorlar. İnsanlar, resmi hareketlendirerek hikaye anlatmayı hep istemişler, buna çok ilgi göstermişler.... Hareketin kendisi bile onları güldürmüş. Yerinden duramayan, haşarı ve meraklı karakterleriyle çocukluğu anlatan Busch'un asıl ilgisini çeken bir resimden diğerine akan ve devamlılık gösteren aksiyon elbette. Fihrist Kitap'tan çıkan üçüncü Busch kitabı oldu, meraklısı kaçırmasın.

Yıldız Bekçisi Köpek, sahibi öldükten sonra bir yıl kadar onun (cesedinin) başından ayrılmayan bir köpeğin öyküsü, haliyle trajik. İnsanlar, köpeklerin gösterdiği sadakate bayılıyorlar, o yönüyle daha çok ilgi çektiği tahmin edilebilir. Köpekten çok, ailesi tarafından istenmeyen, bir başına kalan, arabasıyla yollara düşen sahibinin, yaşlı adamın hikayesi. İşsiz, giderek acılaşan ve içine kapanan, kızı ve karısı tarafından tek edilen ve hiç aranmayan birinin köpeğiyle kurduğu ilişkiyi okuyoruz. Trajedi, ailenin ihyası için kurgulanmış, hele ikinci kısım, bu ihyaya yarasın diye eklenmiş,  "bakarsan bağ, bakmazsan dağ" misali aile dağılınca, adam da köpeğiyle günbegün perişanlaşarak ölmeye yatıyor. Hikayeyi sürükleyen çizgiler değil, yaşlı adamın ve tek başına ölümün koyulaşan kederin anlatımı. Beğendim diyemem. Parıldayan Şeyleri Toplayıp Sana Vereceğim, tesadüfen denk geldiğim bir kitap, editörlük geçmişim nedeniyle, buna mesleki deformasyon da denebilir, çok satar ürünlere dikkat kesiliyorum. Kitap, ilüstrasyonlara yazılmış şiirimsi metinlerden oluşuyor. Ana fikir, kayıtsız şartsız "aşk" ile ilgili... Çok seviyorum, iyi ki varsın, sen olmasan ben ne yapardım, gölgen olayım, minnettarım, her şey iyi olacak, aa ne güzel, romantizm ölmesin, dünya dursa bile seveceğim, hayat çok keyifli, gün doğarken ve gün batarken ne güzeel ve ne güzeeel filan deniyor... Kime hitap ediyor acaba, kitapçı arakadaş, 10-14 yaşlarında genç kızlar alıyor dedi, ne kadar doğru ve nakadar genellenebilir bilmiyorum. İyimserlik, bir ihtiyaç ama bu kadarını bana komik geliyor...

Salı, Eylül 12, 2023

Rejimin milleti Gırgır'ın halkı

Görsel, Gırgır'ın 12 Eylül'den hemen (bir iki sayı) sonra çıkan bir kapağı, denk geldikçe paylaşırım. Çıktığı zamanı hatırlıyorum, evde konuşulmuştu, cesur bulunmuştu, mahalle asker kaynıyordu, sokağa çıkma yasağı vardı filan... 

"İyi cesaret, nasıl izin vermişler hayret" tadından bir şeyler söylenmişti. 

Çok sonra, insan büyüdükçe-okudukça-karşılaştıkça farklı düşünmeyi öğreniyor.  Bu kapak, anladım ki, rejimi rahatsız filan etmezmiş, dikta rejimleri, hem alkış isterler hem de alkışlara inanmazlar. İnsanların güce taptığını, pragmatik olduğunu bilirler. Üstelik karikatürde eleştirilen, rejim değil, hayal edilen bir vatandaş da değil.

12 Eylül'ü pek hatırlayan yok, oysa o dönem hiç geçmeyecek gibiydi...Bazen, dönemler bitmeyecek, hükmedenler gitmeyecekler sanıyoruz, halbuki geçiyor, gidiyor, bitiyor, failleri unutuluyorlar... Yanlış anlaşılmasın, iki milyona yakın insanın rejim tarafından mağdur ve ziyan edildiğini biliyoruz, korkunç bir rakam bu, geçiyor geçmesine de delip geçiyor tabii... 

Gırgır, "gelen ağam giden paşam" diyen bir kalantoru karikatürize etmiş, zengin göbekli kötü adam çizmek kolaylarına gelmiş... Kalantorlar ve zübükler miydi, her devrin adamı? Bir onlar mıydı pragmatik ve güce tapar olan?

Hatırlayalım, rejimin ve ihtilalcilerin "yüce Türk milleti" ile muhalif Gırgır'ın romantize ettiği "halkı", mazlum ve yoksul memuru-vatandaşı, 12 Eylül rejimini yüzde 91'le destekledi...

Pazartesi, Eylül 11, 2023

Politik Olmayan Sanat Yoktur

Dostlar Tiyatrosunun yetmişli yıllardaki oyun broşürlerinden birinin arka kapağı... Ünlü Sovyet yönetmen Ayzenştayn'ın bir sözünü kullanmışlar: "Politik Olmayan Sanat Yoktur". 

O yıllar için, bizdeki sanat algısı için yeni ve öncü bir şiar elbette. Meramlarını, tiyatrocu olarak gayret ve meselelerini güzel anlatıyor. İçerde de kullanılmış...

Bana ironik geldiği için paylaşmak istedim, trajik de diyebilirdim veya enikonu hakikat... İçerde bu sloganın kullanıldığı sayfanın hemen arkasında bir reklam var, arka arkaya gelmişler, broşürün ilk reklamı, oyunun maddi destekçilerinden biri..."Moda Vakko'dur"

Arka arkaya gelince dedim ya, çıkan sonuç, "sanat paradır" olabilir mi dedim. Veya ne anlatırsan anlat, ne yaparsan yap, para olmadan dönmüyor denebilir mi...

"Politik olmayan sanat yoktur" şiarını bir de böyle düşünelim... Hakikat faslını o sebeple işin içine kattım.

Pazar, Eylül 10, 2023

Sevdiğim kitap isimleri

Sevdiğim bir kitap ismi, Hüseyin Rahmi'den... Kapak tasarımı ve kaligrafi Münif Fehim'e ait... "Gönül bir yel değirmenidir" demek yetmemiş Hüseyin Rahmi'ye, açıklama gereği de duymuş: "sevda öğütür"... Bugünden bakıldığında bayık bir romantizm gibi duruyor, hatta dolmuşlarda rastladığımız slogan yazılardan, levhalardan biri sanki...

Acaba o günlerde nasıl algılanıyordu, sonuçta biliyoruz ki, popüler kültür tüketilerek tabana doğru yayılan bir süreci de içerir, üst sınıflarca paylaşılan estetik bir ifade, bir süre sonra, bilemiyorum, belki bir yarım asır sonra, alt sınıflarda kullanılır hale gelebiliyor. Örneğin saz çalmak, bir şehzade eğlencesiyken avamileşerek bir halk sanatı sembolüne dönüşüyor filan...

Hüseyin Rahmi,  romantik bir yazar sayılamaz, gerek mizahi sivriliği, gerek kadın beğenmezliği devrinin aktüel duygusallığından ayrıştırır onu. Aceba, sarakaya mı almış aşk edebiyatını, o sebeple mi seçmiş bu ismi...

Romanı okumadım, okuyacağım, ayrıca yazarım, kapaktaki çifti karşı pencereden dürbünüyle izleyen beyfendinin hatırı da var elbette, merakımı cezbetti!

Bu kitabı çocukken görmüş ve alenen korkmuş, okuyamamıştım: alt başlıkta yer alan ve bir başka hikayenin adı olan "Mezardan çıkarılan kadın" ibaresi beni allak bullak etmişti. Son yıllarda aralıklarla bu kitaptan bahsedildiğine şahit oldum, daha çok "Stefan Şvayk'den yazan (Tercüme eden değil) Nazım" kısmını bir espri veya ilginçlik olarak görüp paylaşıyorlardı. Çocukken beni etkileyen kısım ise serüveni çağıran tarafıydı, o faslı hiç anlamamıştım. Meçhul sözcüğünü bu kapaktan öğrenmiş olabilirim...

Üniversitede çalıştığım yıllarda sol tarihe merak salmış, pek çok şey bulup bulup "yazarım" diye kenara koymuştum. O yıllarda yukarıdaki kitabı Milli Kütüphanede görmüş ve heyecanlanmıştım. Yakınlarda karşıma çıkınca satın aldım. Çehov'un çevirmeni Zeki Baştımar, sol tarih ve TKP geleneği içinde ağırlığı olan bir isimdi, genç öğrencilerle siyaset ve edebiyat konuşuyor ve önemlice bir kısmını gizli gizli partiye üye yapıyordu, Ankara'daydı, sonradan İstanbul'a geçmişti, kütüphane memuruydu ve 1951 Tutuklamaları sırasında deşifre olmuştu. Rejimin düşmanısın, memursun, komünistsin, gizli saklı, yasa dışı işer yapıyorsun ve çevirdiğin kitaba "Maske" ismini seçiyorsun. Ne diyeyim, bana Çehov'la ilgisi yokmuş gibi gelmiş ve esprili bularak çok sevmiştim. Halen aynı fikirdeyim.

Cumartesi, Eylül 09, 2023

Rr


Dün akşam başka bir fotoğrafı ararken buldum bu resmi. 1991 yılından... Ergün Gündüz, Sarkis Paçacı ve İrfan Sayar'ın ortaklığında çıkan Rr (Resimli Roman) dergisinin Tünel'deki bürosunun kapısı. Fotoğrafını çekmişim.

İlk kez o yıl İstanbul'a gelip gitmeye başlamıştım, eski çizerler ve koleksiyoncularla söyleşiler yapıyordum. Aklımda bir kitap yazmak var, fanzin çıkarıyorum şu bu... Hafif romantik, bolca deliduman dolanıyorum. Rr diye bir dergi hazırlığını duymuştum, Fransa'daki  benzerleri gibi diyorlardı. hoşuma gidiyordu bu tarif, aklımda ayıla bayıla okuduğum Heavy Metal gibi bir dergi var, merak ediyorum, kimse de tam ne olduğunu bilmiyor, sorup soruşturuyorum bilen yok.

İstanbul'a gelip gittiğimde buluştuğum amatör çizerlerden biri biliyormuş da yanımdaki bir başka amatör çizer duymasın-gitmesin diye meğerse söylemiyormuş. Neyse, sonunda bir şekilde buldum, biz bürodayken,- adreslerini bilmiyorum diyen çizer de oraya gelmişti sonradan, piştilenmiş, çocuk bizi görünce alı al moru mor olmuştu, komikti. Çizer kavgalarına aşina değildim o yıllarda.

İddialı bir dergiydi Rr, o ölçüde başarılı olamadı, iki üç ay içinde kapandı. Değer verdiğim, önemsediğim bir girişimdi, çizgi romana başka bir estetikle bakmak istemişlerdi. Karşılığını alamadılar, diğer çizgi dergilerinde alaya almak ölçüsünde eleştirilmişlerdi. Üstüne üstlük üreticileri birbirlerine kırgın ayrıldılar. Ankara'da her hafta sonu çizerler, koleksiyoncular toplanırdık. Uzunca bir süre Rr'nin neden başarısız olduğunu konuşmuştuk.

Önemsemek dedim, taşradan geliyorsunuz, zaman ayırmışlardı, üretimlerini uzun uzun incelememe izin vermişler, beni dikkatle dinlemişlerdi. Sonrasında çizgi romanla ilgili yazı yazdırdılar. Özellikle Sarkis Paçacı ve Ergün Gündüz ile sohbetimiz, bir ilişkimiz olmuştu. Gündüz, daha sonra Joker diye bir dergi daha denemişti, o tanışıklıktan dolayı bana bir yazı yazdırmıştı, benzer bir biçimde Paçacı için Car-Men dergisine yazmıştım. İlkinden değil ama ikincisinden telif alabilmiştim. Hatta, çizgi romanla ilgili ilk telifimi ödeyen Sarkis Paçacı'ydı diyebilirim.

Neden kapısının fotoğrafını çekmişim diye düşündüm dün akşam. O kapıyı zorluyordum, bir engeldi benim için, dahil olmak, içeri girmek istiyordum. Başka türlü bir çizgi roman arzum vardı, tırmalıyordum o İstanbul kapısını. Galiba öyle.

Cuma, Eylül 08, 2023

Bukağılar

İlginç bir karikatürmüş, farkındalık ve cesaret bakımından herkesin çizebileceği türden bir "espri" değil, görünce hah demiştim, bunu ancak Mim Uykusuz çizebilir, 24 Temmuz, eskiden en azından yüz yıl önce çok çok önemliydi, İttihatçıların Abdülhamid'e karşı kazandığı siyasi kavganın sembollerinden biriydi. Sansürün kaldırılışı vesilesiyle yıllarca hararetle kutlandı, halen de hatırlanıyor diyelim.

Karikatürün ilginçliği, güzelleme yapmadan eleştirisini kurabilmesinde.... Sanıyorum, 46-1950 arasında çizilmiş, belki birazcık sonrası da olabilir, alt yazı şöyle "Bukağılardan kurtulan mağdur, kelepçesini de kırmağa hazırdır"... 

Bukağı denilen demir güllelerin üzerinde 1908 Meşrutiyet, 1909-1923 İttihatçı-İtilafçı, 1923-1946 Tek Parti yazılmış. İfade özgürlüğü ve sansürle ilişkili olarak dönemselleştirmeye yanlış denemez. 

Kolay değil o yıllarda bunu söyleyebilmek, çizebilmek... Biliniyor ama yazılamıyor çünkü şiddetle uygulanan bir 50.Madde var, Basın Savcısı keyfiyetle sizi suçlayabiliyor, e ne oluyor o zaman, çat diye içeriye alınıyor, mahkemeye kadar hapiste tutuluyorsunuz, üç ay beş ay, artık dava ne zaman görülürse, dava ancak o celsede sonlanırsa filan çıkabiliyorsunuz... 

Kimseye yabancı gelmemiştir bu durum, bukağılar bitmiyor yani... 

Bitirirken, Basın kaslı pazulu bir erkekle sembolleştirilmiş, maskülenliğinin ölçüsünü bilemem ama evet, basın tarihimiz ve gazetelerimiz mansplaining numuneleridir...

Perşembe, Eylül 07, 2023

Ramiz'den Karagöz'e Salvo


Yukarıdaki karikatüre Ramiz'in 46'da çıkan Hacı Ağalar Albümünde rastladım. Hacı Ağalar, savaş sırasında İstanbul'a gelen ve israf ölçüsünde para harcayan toprak ağalarına yönelik tahkir edici bir adlandırma... Hemen hepsinin paraları var, bar ve gazinolarda bol bol para harcıyorlar ama kültür namına zırıl zırıl cahiller...Esprilerden, yazılıp çizilenlerden böyle anlaşılıyor.  Veya böyle resmediliyorlar diyelim. Kurnazlıkları, had bilmezlikleri, görgüsüzlükleri  düşünülürse "Karagöz" familyasından geliyorlar.

Hacıağalar, güzel kadınlarla kontrast olacak ölçüde çirkin ve kaba saba çiziliyorlar. Hem komikler hem de yanlarındaki kadınlar nedeniyle erotik bir iştah açıcı işlevi de görüyorlar. Mutlaka birarada çizilmelerinin nedeni de bu. Seyirlik bir malzeme olarak ilginç oldukları düşünülüyor. Laf uzamasın albüm, onları eleştiren karikatürlerden oluşturulmuş.

Benim bu karikatür özelinde ilgimi çeken Hacıağanın elinde tuttuğu mizah gazetesi oldu... Ramiz, bile isteye eleştirisine bir başka katman eklemiş, rakip dergiyi, siyaseten hasım olduğu Karagöz'ün okuyucusu yapmış Hacıağa'yı...

Ramiz, kırklı yılların ikinci yarısında açık bir biçimde CHP muhalifi oldu...Karagöz'le, haliyle Akbaba'yla ve doğal olarak Cemal Nadir'le "itişiyordu".

Görünen o ki, Hacıağa'ları, iktidar partisinden nemalanan sonradan görme zenginler sayıyor, onları CHP ile özdeşleştiriyordu.

Salı, Eylül 05, 2023

Konuşkan Bir Zweig


Birkaç yıl önce Laurent Seksik’in Stefan Zweig’in son günlerini anlatan aynı isimli başarılı bir romanı yayınlanmıştı. Başarılıydı, çünkü Zweig’in ruhuna ve edebi üslubuna öykünerek yazılmıştı. Akıllıca yazılmıştı, rahat okunuyordu, gerçekçi bir dili vardı ve roman boyunca hüzünlü bir atmosfer ustalıkla kendini varedebiliyordu. Can Yayınlarından Sosi Dolanoğlu’nun çevirisiyle çıkan kitabın çizgi roman uyarlaması yayınlandı yakınlarda. YKY’den Haldun Bayrı çevirisiyle çıkan uyarlamanın senaryosunu yine Seksik yazmış, çizgilerse Guillaume Sorel’e ait.

Yakın tarihli bir romanın çizgi roman uyarlaması yapılması zaten ilginç; bunu bizzat yazarının yapması, üstelik senaryoyu romana sadakat göstermeden kurması iki kere daha ilginç olmuş. Çizgi romanla ilgilenen herkesin romanla çizgi romanı karşılaştırarak okumasını öneririm. Çünkü farklı tercihlerde bulunmuş yazar, devamlılığı güçlendiren bir kurgu oluşturmuş. Çizgi romanla edebiyatın anlatım dilleri aynı değil, birinde sözcüklerle düşünüyorsunuz diğerinde diyaloglar ve ardışık sahnelerle. Sizin romanda sözcüklerle evirip çevirdiğiniz, okurun tahayyülünü yönlendirdiğiniz, uzun uzadıya işlediğiniz bir betimlemeyi, çizgi romanda ressam tek bir karede kısa yoldan ‘gösteriveriyor’ çünkü.

Zweig’in Petropolis’teki çalışma odasının nasıl olduğunu romanda ayrıntısıyla anlatmak, bu ve benzeri atmosfer tarifleriyle kendisini intihara götüren o koyu kasveti, günbegün kararan evi, okura hissettirmek zorundasınız. Eprimiş bir eşya, süssüz bir perde, yemek odasının ortasındaki tahta masa veya sapından eğilmiş bir bıçak okura duygu olarak sirayet edebilir. Okura geçmesi gereken ve sayfalar ilerledikçe pekişecek olan duygu, Zweig’in intiharıdır. Okur, ne olacağını biliyordur, biz o son günleri nasıl yaşadığını, mutsuz, çaresiz, çıkışsız, acı çeken, içine kapanan Zweig’in ölmeye nasıl karar verdiğini görmek isteriz. Geriye dönüşlerle onu o noktaya getiren hayal kırıklıklarını öğreniriz.

Seksik, roman zamanında ileri geri sıçrayan, bazen belgesel tadı veren detaylarını senaryolaştırırken pek kullanmamış veya bu yükü Sorel’in görsel gözüne devretmiş. Sorel, bence iyi bir seçim olmuş, 90’lı yıllardan beri çizen tecrübeli bir isim. Çizgi dünyasının yıldızlarından biri değil ama bana sorarsanız iyi bir işçi. Kaldı ki böylesi bir uyarlamada ister istemez yazar konuşulur, çizer değil.  Gerçekçi bir çizgi olsun istenmiş, onu sağlamış, hüznü belirginleştiren bir renk kullanımı olmuş, belgeselci vurgu gerektirdiği için dönem aurası ve benzerlik iddiası ortalamanın altına düşmemiş… Bunlar hep olumlu katkılar…

Öte yandan bir edebiyat uyarlamasında sadece resmetmekle yetinemezsiniz, örneğin romanda az konuşan, sadece düşünerek, hissettiklerini anlatan birini çizgi romanda başkalaştırmak, konuşkanlaştırmak gerekebilir. Zweig, romanda geçen, doğum günü nedeniyle verilen yemekli bir davette, misafirlerin önünde bir şiir okuyor, ölümünün habercisi olan dizeler içeren bir şiir bu. Karısı Lotte, bunu fark edince ağlayarak odadan çıkıyor. Zweig, misafirlerden özür dileyerek karısının ardından gidiyor ve onunla teskin edici bir konuşma yapıyor: ‘avutucu birkaç söz fısıldadı kulağına, bir mendil alıp yanaklarını, alnını sildi’.  Çizgi romanda bu dramatik sahneyi böyle geçiştiremezsiniz, Seksik de geçiştirmemiş, doğrusunu yapıp genişletmiş, karı kocayı konuşturmuş, o avutucu birkaç söz neymiş, eklemiş senaryoya. Lotte’nin şiirden ne anlam çıkardığını, hangi sözcüğün onu yaraladığını söyletmiş, işaret etmiş okura. Roman yazarken okurun algısına bırakılan o kısacık sahneyi güçlendirmiş. Bir yönüyle basitleştirmiş denebilir, bana sorarsanız görsel olarak sahnenin değerini yükseltmiş. O sahnede Lotte ağlıyor ve biz karı kocanın ilk kez intiharı konuşup tartıştıklarını görüyoruz. Tek bir cümleyle anlatılmaması gerekan, hikâyeyi hızlandıran, okuru finale hazırlayan bir sahne, romandaki yeri ile çizgi romandaki yeri birbirinden farklı bu yüzden. Romanda atmosfer yaratan bir yazar, çizgi romanda drama kurallarına sadakat gösteren bir senarist olmuş. Suskunlaşan ve konuşan iki ayrı Zweig kullanılmış bile diyebiliriz buna.

Siksek, çizgi romanın finalinde ‘göstermekle’ ilgili romandan farklı bir tercihte bulunmuş, malum, gerçek hayatta Zweig ile Lotte elele tutuşarak, yan yana, birbirlerine sokularak yatağa yatarlar, birlikte zehir içerek intihar etmişlerdir. İkiliyi evde ölü olarak bulanlar tarafından çekilen resim, sanıyorum geçen yüzyılın en dramatik fotoğraflarından biridir ve Seksik’in romanının çıkış noktası bile olmuş olabilir. İnsanın içini parçalayan, aşk kadar çıkışsızlığı anlatan, hafızalarda yer eden, tedirgin edici bir resimdir. Roman, bu sahneyle bitiyor ama çizgi romanı, görsel olarak gerisinde kalacaklarını düşünmüşler ki o resimle bitirmemişler. Fotoğrafın aslını koysalar, kendi gerçeklik düzlemlerini tahrif edeceklerine inanmışlar, aynısını çizmeye de yeltenmemişler, bu kadar popüler bir fotoğrafla rekabet edebilmek kabul ediyorum kolay değil. Seksik, çizgi romanın finalinde karı kocanın ayakta birbirlerine sarılmalarına zoomla yaklaşmayı tercih etmiş, anlatım kutularına, metne yoğunlaşmış ve şiirsel bir dil kullanmış, bence gerekçesi ne olursa olsun finalde romanın gerisine düşmüşler.

Hoş bir romandı Zweig’in Son Günleri, Zweig’a sahici bir saygı gösteriyordu. Çizgi roman uyarlamasıysa, iyi ya da kötü demeyeceğim, başka bir bağlamda yeni bir yorum olmuş, kıyaslayarak okunması illa ki faydalıdır. Bitirirken albümün çizeri Sorel’in geçen yıl Guy De Maupassant’tan Le Horla isimli bir edebiyat uyarlaması yaptığını yayıncılara duyurayım. İlgilenen çıkabilir… 

Radikal Kitap, 21.8.2015

Pazar, Eylül 03, 2023

Seyrüsefer Defteri 152

++ The Three Musketeers DArtagnan (2023) hızlı anlatmışlar, a diyorsun atladılar, meğer devamı da varmış, serüven klasiğidir, çok sevdiğimden olabilir film beni kesmedi (31 Ağustos).++ The Dive (2023) kurtarıcıya daha çok engel konsaymış, gerilimi artarmış (30 Ağustos).++ Big George Foreman (2023) güzel anlatılmış epey sahnesi var ama ben tasarımı muhafazakar buldum (29 Ağustos).++ Meg 2 The Trench (2023) saçma filan ama kendi türünde aksiyonu başarılı (28 Ağustos).++ Gran Turismo (2023) iddiasını karşılayan, tempolu, başarılı bir yarış filmi, Tuna ile gittik (27 Ağustos).++ Vengeance (2022) çok Amerikalı ve çok makalemsi bir tarafı var ama ilginç yönleri yok değil (26 Ağustos).++ Horse Girl (2020) sevdim diyemem, gıdım gıdım izledim, bit tek sahneden etkilendim, zıvanadan çıkması güzel kurulmuş (25 Ağustos).++ Katakulli (2022) televizyon romantizmi, yaz dizisi kıvamında iş (24 Ağustos).++ Ticket to Paradise (2022) Gişe filmi, aile komedisi, Clooney olmasa olamayacak film (23 Ağustos).++ Infinite Storm (2022) doğayla mücadele filmi ama mesele o kadar da geçmiyor bize (22 Ağustos).++ Kinatay (2009) rahatsız edici bir film, gerçekçiliği şiddetle kuran sert bir şey (21 Ağustos).++ Blue Beetle (2023) Tuna ile gittik, vasat altı, Latin yorumu nasıl diyerek seyrettim (20 Ağustos).++ Guy Ritchie's The Covenant (2023) siyasi tavrını, Sakarya-Fırat ölçüsünü geçiyorum, ilk kısım, aksiyonu ve temposuyla iyi, tek söylenebilecek de bu zaten, beyfendinin düşüşü sürüyor (19 Ağustos).++ Kötü Adamın On Günü (2023) uyarlamanın yorumu bana ilginç geliyor, yerli olmamak, Amerikalı gibi görünmek filan, ilki de böyleydi, western müziği filan (18 Ağustos).++ Seinfeld Sea6 Ep.10 , 11 ve 12'yi seyrettim (15 Ağustos).++ Guardians Of The Galaxy Vol. 3 (2023) serinin eğlenceli tiplemelerini ve sarkastik tutumunu seviyorum (14 Ağustos).++  Seinfeld Sea6 Ep.7 , 8 ve 9'ı seyrettim (13 Ağustos).++ Heatwave (2022) vasat film, hikayesinden çok cinsiyet rolleri bakımından bir cesurluğu var diyelim, esasen muhafazakar ve klişeci (12 Ağustos).++ Seinfeld Sea6 Ep.4 , 5 ve 6'yı seyrettim (11 Ağustos).++ VR Fighter (2021) senaryo var ama aksiyona eşlik edememiş, karmaşıklaştırmış (10 Ağustos).++ The Watcher Sea1 Ep.7 ve Vortex Sea1 Ep.1'i seyrettim (9 Ağustos).++ How To Train Your Dragon The Hidden World (2019) seriye sempatim var, film üçlemenin zayıf halkası olmuş (8 Ağustos).++ The Watcher Sea1 Ep5 ve 6'yı seyrettim (7 Ağustos).++ The Squid and the Whale (2005) Baumbach filmi, güzel, zihin açıcı ve yalın (6 Ağustos).++ Kara Bela (2015) ikinci kez izliyorum, Aksak'ın en iyi filmi olabilir (5 Ağustos).++ The Watcher Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (4 Ağustos).++ Müstakbel Damat (2022) Kıbrıs olunca vatan millet yapmadan çıkamıyor filmler, yoksa bildiğin gişe komedisi (3 Ağustos) ++ The Watcher Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (2 Ağustos).++ What men want (2019) fikir espri olarak güzel, aile seyredecek tribine girip gişeye oynamasalar, başka bir şey olabilirmiş (1 Ağustos).+

Cumartesi, Eylül 02, 2023

Geçen zaman

Hayat ne kadar değişti örneği olarak gözüme-gönlüme takıldı, paylaşayım dedim. 1969 yılı, devrin başbakanının eşi olan Nazmiyanım, "Kocam Demirel" diyerek Günaydın gazetesine kocasını anlatmış. Gazetenin ilavesinde iki ayrı fotoğraf var, bugün Nazmiye Demirel gibi giyinen bir siyasetçi eşi var mı bilmiyorum. 
 

Cuma, Eylül 01, 2023

Olmayan Kadın


Süreli yayınlar tarihimize bakarak, uzun yıllara yayılan alışkanlıklardan, benzer reflekslerden söz edebiliriz, örneğin satışı artırdığına inanıldığından hiç şaşmaz, erotizmi kullanır, "kadını" da araçsallaştırırlardı.

Mizah dergileri, seksenli yıllara kadar "ekseriyetle" bu eğilimin dışında kalmamış, aktüelle ilgisi olmayan "fantezi" kapaklarla çıkmıştır diyelim... Bizim dergilerimiz, özellikle Akbaba ve türevleri salıncakta sallanan, ata binen, güneşlenen, makyaj yapan iç çamaşırlı, mayolu, dekolteli kadınlarla doluydu...

Yukarıdaki Şaka kapağı, 1944 yılından, Necmi Rıza (Ayça) çizmiş, aslına bakarsanız, bir başkası da çizebilirdi. Maksat, güzel bir kadını "göstermek" olduğu için kimin çizdiğinin veya esprinin ne olduğunun fazlaca bir önemi yok...Yeter ki kadın seksapel olsun...

Mizansende imkansız bir istif yapılmış, mini etekli, jartiyerli, kırmızı ayakkabılı bir kadın üstelik bir merdivende oturmuş üzüm yemekte... sevgilisi, hemen aşağıda, özellikle bacaklarının dibinde sırtararak yukarıya bakıyor...Fantezi denirmiş bu kapaklara... yoksa mümkün mü, savaş yılları, yokluk çekiliyor, karaborsa şu bu...naylon çorap bulunmuyor falan filan...

Lafı uzatmayayım, anlatmak istediğim "olmayan" bir kadını resmetmeleri... Sosyal hayatın içinde yanlarında, yamaçlarında, yakınlarında, hatta ulaşabilecekleri en uzak yerde bile "yok" o kadın... ama tadını çıkararak çiziyorlar... hadi diyelim hayal satıyorlar, olsa negzel olur diyorlar...

Reel hayatta kadın işe güce siyasete girince, erkeklere rakip olacak gibi olunca iş değişiyor ama... başlıyorlar alaya, makaraya... Sevmedikleri siyasetçileri kadınsılaştırıyorlar... Kadınlığı, aşağılayıcı bir kategori olarak serapa kullanıyorlar.

Yani hem yok, hem de olmasın... olsun ama erkeğe hizmet ederek olsun... olmasın evde otursun... anne olsun şehvetli olsun...say say bitmez, kafalar karışık...

Perşembe, Ağustos 31, 2023

İnek

Vehip Sinan, seksenli yılların sonunda çizmiş, Özal dönemi İslamcı matbuatının bir örneği, şimdilerde pek hatırlanmaz, o zamanlar İslamcılar sosyal demokratları sosyalist, Özal'ı Amerikancı sayıyor, her türlü sol düşünceyi kökü dışarıda görüyorlardı filan...Tepkililerdi, diyalogla ilgileri yoktu, korku ve öfkeyle karışık bir cangırtıyla bağırmayı seçmişlerdi. Herkesi solcu saymaları ilginçti, bunu yazmak istiyorum hep... 

Karikatürse üzücü, 12 Eylül sonrasındaki ilk açlık grevlerinden biri konu edilmiş...Anlaşıldığı kadarıyla, bir grev sonlanmış ve  iştirakçileri ilk olarak süt içmişler, uzun süren açlıktan sonra hemen birden bir şeyler yenemez, yavaş yavaş normale dönülebiliyor çünkü... Vehip Sinan, sütü siyaseten esprileştirmiş, "bizi bir ineğin kurtaracağını biliyorduk zaten" derken onları kurtaranları, onları sonu ölümle bitebilecek bir grevden vazgeçirenleri "inek" sayarak küçümsemiş- kızmış, sinirlenmiş... Ben öyle anladım. 

Karikatür, evet, bir abartı sanatıdır, kanırtır, mesajınızı bile isteye belirginleştirirsiniz. Bu sebeple zorluğu ve sorumluluğu olan bir bakış gerektirir. Açlık grevlerine fikren katılmayabilirsiniz,  solcuları da solun binbir türlü cereyanlarını da hiiç sevmeyebilirsiniz ama eh diyorum,  cuntanın hapsettiği insanlar isyan etmişler, koca rejim karşısında canlarından başka gücü olmayan tek tek bireyler var, birinden yana olacaksan, kalben bir düşünürsün... Üstelik ucunda ölüm var... Susarsın, geçersin....

Bence özellikle insan hayatıyla ilgili meselelerde bu denli revanşist, zulümden yana olunamaz... Mazlumluk fikren insanın aklında olmalı hep.  Vehip Sinan o tarihlerde altmış yaşında, genç değil, öfkesini tutabilecek, aktüel zamana başka türlü bakabilecek kadar kendini dinlemiş olmalı diye düşünüyor insan...

Salı, Ağustos 29, 2023

Bir kalas bir köprü

Çocukken bir amca sohbetinin içinde kalmıştım, işte yağmur yağınca, yollarda su birikirdi de işte niye mazgallardan kanalizasyona akamazdı, niye yollar eğimli değildi, Mimar Sinan ve Osmanlı nasıl bu işleri çözmüştü, Atatürk 'ten sonra bu işin boku çıkmıştı, Almanya'da neler neler yapıyorlardı falan filan...

Çocuk aklımda o sorun(sal) senelerce yer etmiş, gülerek yazıyorum, ne yapmalı da yağmurla biriken sular şey edilir filan diye kafa yormuştum. Yanlış olmasın, kafa yordum dediğime bakmayın, herkes gibi ben de nasıl yapılacağını bilmiyor, düşünür gibi yapıp amcalar gibi konuşuyordum. Romantize etmeden, birine veya bir şeye kahretmeden, dualizme başvurmadan konuşamadığımızı o yaşlarda nerden bileceğim. Hoş, bilmeme de gerek yoktu, hayata dair bilmeler öyle akıyordu, akışına bırakmıştım kendimi. 

Fotoğraf yetmişli yıllardan, yağmur bol bol yağınca, bir kaldırımdan ötekine kalas atılır, üzerinden tin tin geçilirdi. Oradan aklıma geldi.

[Nostaljik dipnot: Çizgi romanlardan, özellikle Zagor'dan bu sahneleri bilip sevdiğimden kalasta yürümeye bayılırdım. Çiko'nun ayağı kayıp çamurlu suya düşmesi an meselesiydi. Ben Zagor'dum elbette.

Pazartesi, Ağustos 28, 2023

Fatura

Ceyhan'dan İstanbul'a mektup...Hasan Fehmi bey, satın aldığı saat ve sigaralıkların faturasını göndermedikleri için oturmuş, İstanbul'daki Afitap Mağazasına yazmış, nezaketle kahretmiş demek daha doğru...

Faturası yoksa satamazsınız, bu gösteriyor ki, dürüst ve sorumluluk sahibi esnafmış, ikincisi neşeli bir öfkesi varmış, kilo ile mi satacağız, meccanen mi (bedava mı) vereceğiz diye sormuş...Sarakaya almış muhatabını...

Ne varsa eskilerde varmış filan demeyeceğim, orantısal olarak eskiden de "mallar" ve "hödükler" vardı, işini yapmaya çalışan nezaketli ve utanmasını bilen esnaflar da... 1936 yılından ayrıksı bir örnek, mektubun bugüne kadar yaşamasının sebebi de bu zaten...Numune gibi saklanmış.

Pazar, Ağustos 27, 2023

Sahte Kim-lik

1929 yılına ait bir polislik belgesi, beyfendinin polis olduğunu belgelemesi mi istenmiş yoksa bir atama-yeni görevlendirme onayı mı almış bilemedim. Kim olduğunun belgelenmesi, modern devletin gereklerinden biridir, vergi ve suç takibi için bir zorunluluk olarak görülür. Bürokrasinin işleyişi ve hayali, en az iki asırdır, bugün google'ın başardığı işleve ulaşmaktı. 

Geçmişte, sağlam bir "ağ" olmadığı için kimin kim olduğu, nerde yaşadığı, ne suçlar işlediği, vergi borcu olup olmadığı kolay kolay tespit edilemiyor, bazen aylar süren yazışmalardan sonra anlaşılabiliyordu.

Yukarıdaki belgenin sahtesini yapmak hiç zor değildi, "Zeki Efendi'yi" ancak görenler biliyordu, fotoğrafı değiştirip bir başkası polis Zeki Efendi olabiliyordu. 

Film yapımcısı-yazar ve bence avantür Münir Hayri Egeli, sahte polis kimliğiyle dolaşır, tatlı tatlı kendine fayda sağlarmış mesela, en azından yakalanıp ceza alana kadar yapabilmiş bunu. Ben çocukken birbirlerinin yerine sınava giren kardeşlerden, teyze çocuklarından filan söz edilirdi, nasıl mümkün oluyordu diye polisiye bir merak duymuştum. Fotoğraflar çamur gibi çıkardı, ondan olabilir diyordum.

12 Eylül öncesi ve sonrasında, "olağanüstü normaldi", polis herhangi bir apartmana girer, tek tek kapıları çalar, mahalledeki kahveyi basar, yolda otobüsü çevirir kontroller yapardı. Kimliğini unuttuysan karakola düşerdin... Demek ki diyorum, kimliğin varsa mesele yoktu, sahte kimlikle dolaşabiliyordun, tespit edilemiyordu.

Bugün değişti de öyle hemen değişmedi, yirmi yıl önce, bir üniversite sınavı sırasında telefonla bir ihbar gelmişti, böylece sahte kimlikle sınava giren birini yakalamıştık, ihbar olmasa yakalanması  imkansızdı, belgeler kusursuz bir biçimde üretilmişti. 

Edebiyatta ve popüler kültürde birinin yerine geçme hikayeleri oldum olası hoşuma gider, uzun bir askerlikten ve seferden sonra ölen arkadaşının yerine geçip dönenler mi, öğretmen olarak hayatını sürdürenler mi dersiniz... anlat anlat bitmez.

Edebiyat başka, gerçek çok başka elbette... Kimlik belgesi kaybolursa gazeteye ilan vermek zorunluluğu vardı, halen var mı bilmiyorum, şimdi adli sicil kaydı kolayca sorgulanabiliyor, eskiden kayıp kimlik demek, suçlanma korkusu demekti, "aman ha suç üstüne kalır" derlerdi... 

Üniversitede asistan olduğum yıllarda, bir belgesel için Asya'da birkaç ülkede çekim yapacaktık, hayati tehlike riski olduğu için normal pasaportumuzu alıp bize gri hizmet pasaportu verdiler ama yolculuk tarihi ertelendi ve ben doktoraya başlayacağım için oralara gitmekten vazgeçtim. Gri pasaportu emniyete teslim edip kendi pasaportumu geri aldım. Zaten prosedür böyleydi, teslim etmek zorundaydın... 

Buraya kadar her şey normaldi, bir yıl sonra, pasaport bir tatil için lazım olunca, polis, gri pasaportumu teslim etmediğimi iddia etti, çünkü kayıptı. Dilekçeler, yazışmalar, nasıl uğraştırmışlardı anlatamam. Diyorum ki, "ben bu gri pasaportu size teslim etmesem, bordoyu alamam ki"... Evet diyorlardı, "haklısın ama dünyanın bin türlü dümeni araştıracağız..."Anlamıyor da değilim, polis dünyaya suç-suçlu gözüyle bakar, mesleki deformasyon sonuçta, babam öldüğünde, iki kuruş parasını anneme devretmek için uğraşıyorum, "kandırılmaktan korkan" noter sakalsız kimlik fotoğrafıma bakıp, "bu siz değilsiniz" diye tutturmuştu da ispat edene kadar akla karayı seçmiştim. 

Pasaport ne oldu derseniz eğer, aklı selim bir başkomser buldum da, bu saçmalığı düzeltmemi sağladı, Birinin yerine geçmek eskisi kadar kolay değil, ne ki zor da olsa, kolayca yapanlar olabiliyor, benim pasaportumu polis kaybetti mesela,  o kayıp pasaportla yasadışı bir işler yapılabileceğini düşünmemek elde değil... 

Cumartesi, Ağustos 26, 2023

Dert Vermesin


Yiğit Özgür'ün yukarıdaki karikatürü, evet komik ama benim için asıl ilginç tarafı başka, bilmiyordum, dört ayrı eş-dost, arkadaş bunu bana gönderdi, görür görmez beni hatırlamışlar çünkü... 

Kişilik olarak, nası anlatsam, meseleleri büyütmemeye çalışıyorum, aklımda hep daha büyük dertleri olan insanlar oluyor, kıyaslıyorum. Vedat Türkali'nin ilk gençliğimden kalan, o yaşlarda daha sert de anladığım "küçük burjuva duyarlılıkları" deyişi sanıyorum beni çok etkilemiş, pek çok zaman beni ketlemiş bir akıl yürütme olmuştur. Evrile evrile bende başka bir argümana dönüştü bu galiba. Bilemiyorum, belki çok çalıştığımdan, belki küçük yaşlardan beri çalıştığımdan vara yoğa üzülen ve dertlenenler beni "kızdırıyor."

Yakından tanıyanlar biliyor, zaten o sebeple bu karikatür bana gösteriliyor, hep şöyle derim: "Allah dert vermesin, bu da dert mi?" sonra devam ederim, "insanların çocukları ölüyor, bağırsakları dışarıda yaşıyor", "sen hiç hastanelere gittin mi?", "sen kaç yaşında çalışmaya başladın?" vs.

Elbette bunlar önyargılar içeren, sinirli kestirimler... Karikatürdeki adam gibi ben de kaşlarımı çatıp "Lannn bu da dert mi, yürü git şurdan" filan diyorum-demeye getiriyorum galiba...

Haklı mıyım değil miyim, bunun tartışılacak bir tarafı yok, ben kendimi böyle kurmuşum, bir başkası başka...Sonuçta söylenip duruyorum. Üstelik millet aç aç!!

Cuma, Ağustos 25, 2023

Çizgilere Derkanar 31

Firuzan'a o yıllardaki eşi olan Türhan Selçuk eliyle gönderilmiş bir davet mektubunun zarfı. O yıllarda Selçuk, yüksek ücretle çalıştığı Milliyet'ten Uzan ailesinin Yeni İstanbul gazetesine transfer olmuş, maaşlar ödenemeyince ayrılarak Cumhuriyet'e girmişti. Firuzan ise tam o yıl ilk kitabı Parasız Yatılı ile Sait Faik ödülünü alıyor, onun ilgisiyle olmalı bir konuşmaya çağırılmış, adresi bilinmediği için olmalı davet eşine gönderilmiş. 

O yıl Firuzan kırk, Turhan Selçuk elli yaşında... Çalışmalarında soyadını kullanmayan Firuzan'ı soyadıyla görmek nedense bana ilginç geldi. 

Talât Güreli'nin Hızırbey çalışması, bir çocuk dergisinde popülerlik kazanmış nadir çizgi romanlarımızdan, üstelik tarihi çizgi roman geleneğimizin son örneklerinden. Yayımlandığı döneme, yayın mecrasına veya Güreli'nin pragmatizmine bağlı olabilir, benzerlerine ve öncüllerine göre hamaseti ve din vurgusu daha yüksektir ki rahmetlinin anlattıklarıyla uyumlu bir sofuluğu ve öyle bir hayat tarzı ve "yakınlığı" yoktu. Dergidekiler de bilirdi bunu. İhtiyaçlar uyuştu ki, dergi yönetimiyle uzlaştılar. 

Hızırbey'in asıl ilginç yanı abartısıydı, akıllara ziyan bir üsluptan söz ediyorum, kimileri buna pulp estetiği de diyebilir. Yukarıdaki kareyi aldığım serüvenin sadece üçte birinde, Hızırbey dört defa omzundan okla yaralanıyor, ölmüyor, düşmüyor, yorulmuyor, mutlaka yola devam ediyor. Yaralanma, zaman kaybı demek çünkü, kahramanın tahkiyeden kopması, yatak döşek yatması anlamına geldiği için Güreli o kayıptan hoşlanmıyor ama yaralanmayı da sanıyorum "gerçekçilik" gereği kullanmak istiyor. Ölmeyen ve ağır yaralarına rağmen savaşına devam eden kahraman meselesinde Hızırbey biricik değil elbette... Döküm yapmaya kalksak hemen hepsi komik duruma düşerler, sırf bu yüzden mizahi çizgi romanlar tarihi çizgi romanları yıllarca gırgıra aldılar. 

Yukarıdaki kareyi özellikle seçtim, çünkü bu Güreli'ye özgü bir farklılık. Hızırbey, biriyle at üstünde cenk ediyor, birdenbire ve artık nasıl oluyorsa tahminen üç ile dört metre atını yukarı sıçratarak (mesafe filan almadan-helikopter gibi)  rakibinin üzerinden atlıyor. Talât abi sohbet ediyor olsak, bunu gülerek, abartısını deşifre ederek anlatırdı. Evet bunun içinde çocukça bir masumiyet, tatlı bir palavra, narsistik bir çıkış, epik bir anlatım var filan diyebiliriz. Bence insan bunu inanmasa çizemez, çocuklar bunu severler filan diyerek açıklanamaz, Talât abi hiç bir meslektaşının yapmadığını yapmak, atıyla birlikte hepsinin  üzerlerinden geçmek ve onları şaşırtmak istemiş, okuruyla değil kendiyle ilgili bir hayal bu.


Perşembe, Ağustos 24, 2023

Geçmiş bir sahnedir

Jane Birkin öldükten sonra yazılanları okudum, istisnasız herkes on yıl kadar evli kaldığı Serge Gainsbourg ile olan ilişkisinden söz ederek onu anmış, halbuki başka ilişkileri ve evlilikleri oldu, pek çok şey yaptı-yaşadı. Hatırlanmıyor-önemsenmiyor. 

Popüler kültür aşırılıklara aşıktır, onlarsız konuşamaz ve hatırlayamaz. Güya onları eleştirir gibi yapar, teşhir eder, alaya alır filan ama şehvetle sahiplenir ve yakınlarında durur. Gainsbourg zekası ve iddiacılığı, herkesin ve her şeyin önüne geçebiliyor bu yüzden.

Popüler kültürü bir birey, tek başına akıl fikir yürüten biri ya da birileri olarak görmek istiyoruz, ilahi bir görünmezlik, amorf bir akıl yürütücü, ahlakçı bir pedagog, bir röntgenci filan... tü kaka deyince içimiz rahatlıyor. Oysa o akıl yürütücü, o arsız, o hımhımcı öğretmen, ders veren ve ders dinlemeyen ergen biziz... Popüler kültürü vareden, tekrarlatan, paraya dönüştüren, besleyip büyüten, meraklısı olup hiiiiç ilgimi çekmiyor-ilgilenmiyorum diyen insanlarız. 

Nasıl hatırlıyoruz? Geçmişimizi ve kendimizi nasıl anlatıyoruz birilerine? Hayat kolay anlatılır bir şey değil, muazzam bir yeknesaklık, biteviye tekrar eden bir rutin... İster istemez seçiyoruz, montajlıyoruz. Mutlaka bir sahne kuruyor, ilgi çekici olayları, oyuncularımızı ve şaşırtıcı sapmaları belirginleştirip önemli hale getiriyoruz. Popüler kültür zihniyetini bizim düşünme biçimimizden alıyor demek istiyorum.
Related Posts with Thumbnails