Salı, Şubat 27, 2018

HBR Maymun Çizgi Romanları


1989 yılında çıkmaya başlayan Hıbır, Gırgır’ı satış olarak etkileyen en önemli rakip dergi girişimiydi ve çıkar çıkmaz başarılı olmuştu. Gırgır’ın kendi içerisinden ayrılanların çıkarttığı farklı dergi girişimleri Mikrop (1978) veya Limon (1986) böylesi bir etki yaratamamıştı. Hıbır, daha ilk sayısından, Gırgır’ı geçerek en çok satan dergi olma başarısı göstermişti. Ancak bu dönem çok uzun sürmemiş, birkaç yıl içinde medyada büyük değişimler yaşanmış, en çok da özel televizyonlar döneminin ortaya çıkışıyla birlikte yazılı basın ve mizah dergileri büyük tiraj kaybına uğramış, Gırgır satılmış ve el değiştirmiş, Hıbır küçülmek durumunda kalmıştı. Küçülmek, dergi üreticilerini yeni çözümler aramaya itmiş, HBR Maymun isimli, kendi imkânlarıyla çıkarttıkları bir devam dergisine kalkışmışlardı. İlk sayısı 9 Haziran 1994’de çıkan dergi, giderek daralan bir kadroyla devam etmek zorunda kalmış, üçüncü yılın sonunda kapanacağı aşikârlarşan bir yayına dönüşmüştü. Çok emin değilim ama toplamda 244 sayı yayımlandı.

İmtiyaz sahibi olarak Ergün Gündüz’ün gözüktüğü derginin yayın kurulunda Atilla Atalay, Erdal Belenlioğlı, Latif Demirci, Uğur Durak, Ramize Erer yer alıyordu. Dergi, Hıbır’ın devamı olduğu için Aptülkadir Elçioğlu’nun Grup Perişan, Ramize Erer’in Eşi Nadide gibi süregelen bant karikatür dizileri ilk sayıdan itibaren yer almaya devam ediyordu. Mehmet Ersoy’un İlişkiler’i, Bülent Üstün’ün aralıklarla çizdiği Tonguç’u ve İrfan Sayar’ın Uçuk Nizami’si bu listeye eklenebilir. Uğur Durak’ın Kııl Kenan’ı (Baş. Sayı: 32), Osman Şayan ile Ramize Erer’in Ceyhun’u (Baş.Sayı: 18), Alper Atalan ile Derya Sayın’ın Yurdakul Bey’i (Baş.Sayı: 18), Sadi Tekin’in, Vuslat ile Gofret (Baş.Sayı: 49) ise HBR döneminin yeni bantları oldular.

Aşağıda, derginin ilk iki yılının, ilk 104 sayının çizgi romanlarıyla ilgili bir döküm var ama bu tam liste olduğu düşünülmemeli, yukarıda ismen zikrettiğim bantlar dışında Uğur Durak çalışmalarını da listeye eklemedim. Durak, ilk sayıdan itibaren her sayıda kısa ölçekli, yarım sayfalık, başlayıp biten komik çizgi romanlar üretiyor, üstelik bunu bazen bir sayıda iki ayrı çalışmaya çıkardığı dahi oluyordu. Üretim mantığı, sürpriz sonlu bantlardan çok farklı olmadığı için bana ayrı bir çerçevede değerlendirilmeleri gerekir gibi geliyor. Yanlış anlaşılmasın, bu bantların ve mizahi abartıları gereği kısa çizgi romanların dergilerin komiklik algısını anlayabilmek adına çok önemli olduklarını düşünüyorum. Gülmece ortalamasının ne olduğunu anlamak için öncelikle oralara dikkat kesilmeli. Mizah dergilerindeki çizgi romanlar ise ta Gırgır’dan bu yana, derginin komiklik evrenine çok uzak olmamaya çalışsalar da ayrı bir tellerden çalmayı da ihmal etmediller. HBR’nin en önemli çizgi romancıları, başlangıçta İlban Ertem’di, üç uzun öyküden sonra, ilk yılın sonunda dergiden ayrıldı. Galip Tekin, yine başlangıçta, kısa süreli olarak dergide yer almasına karşın, çalışmalarını Leman’da sürdürmeyi tercih ederek yine dergiden ayrılmıştı. Kenan Yarar ise derginin o yıllarda ümit vaad eden genç çizeriydi, Ertem’den sonra onun sayfasında çizgi roman köşesini devraldı. Birkaç istisna dışında o sayı başlayıp biten öyküler üretti. HBR çizgi romanları içinde en ilginç olanları, kitaplaşmadıkları için de önemli, Atilla Atalay’ın yazdığı öykülerden uyarlanmış çalışmalardı. Yanlış saymadıysam, listelediğim sayılar içinde on dört çizgi romanı var Atalay’ın, üçünü Yarar, diğerlerini Ergün Gündüz çizmiş. Bir de yarım kalmış bir çizgi romandan söz etmeli, Yalçın Didman’ın, doğrusu mizah dergilerine pek de uymayan Nemrut Güneşi isimli çalışması önce ufaltıp bölünerek sürdürüldü, en sonunda tamamlanamadan bitirildi. Okurun, tefrikaları takip edemediğine dair bir yargıya o yıllarda da inanılırdı ama Didman’ın çizgi romanı neredeyse kırk sayı sürdürülmüş, yine de yarıda kesilmişti. Editöryal bir hata olarak ilginçti.

Yaptığım dökümü, sonraki sayıları taradıkça genişleteceğim.

Uykuu, Biraz Uykuu, Kenan Yarar, Sayı:1.
Nenecim, Alper Atalan, Akın Çavdarlı, Sayı: 1.
Çökertme, İlban Ertem, Sayı: 1-7.
Abidin’in Peşindeki, Kenan Yarar, Sayı:2.
Önünden Tren Geçerdi Evlerinin, Kenan Yarar, Sayı: 3.
Pı’ya Mektuplar, Galip Tekin (Sayı: 4-13, 25-27)
İkili Soho, Kenan Yarar, Sayı:4.
Asansör Sapıkları İçin Resimli Kılavuz (Hususi), Kenan Yarar, Sayı: 5.
Suna İle Bahri, Kenan Yarar, Sayı:6.
Sıcak Tatil, Kenan Yarar, Sayı:7.
Geliş-Gidiş, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı:8.
Buluğ, Kenan Yarar, Sayı: 8-10.
Seslerim, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 9.
Yolda, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 10.
Martı ile Babam, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 11.
Bulanık, Kenan Yarar, Sayı: 11-12.
Bıd Bıd Zelha, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 12.
Ziyaretçi, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 13.
Kalpleri Porselen, Kenan Yarar, Sayı: 14.
Etli Ekmek, Ümit Atalay, Sayı: 14.
Ebekulak, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 14.
Bisiklet, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı:  15.
Sonsuz Aşk, Ümit Atalay, Sayı: 16.
Deli Fadime, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 16
Küflü Fıstık, Kenan Yarar, Sayı:17-18.
Fondip, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı: 17.
İsimsiz, İlban Ertem, Sayı:17.
Uykum Var, Atilla Atalay-Ergün Gündüz, Sayı:  18
Müthiş Bi Şey, Uğur Durak, Sayı:18.
Pera’da Cinayet, İlban Ertem, Sayı: 18-32.
Oyun Bitti, Kenan Yarar, Sayı:  19.
Öylesi bir Hikâye, Kenan Yarar, Sayı:  20.
Orda Bir Kıyı Var Uzakta, Uğur Durak, Sayı: 20.



Giderayak, İrfan Sayar, Sayı: 21.
Durgun Sular Derin Olur, Kenan Yarar, Sayı: 21.
Ya Babaannem Ya Biz, Kenan Yarar, Sayı: 22-23.
Ve Deniz ve Martılar, Balıkçılar ve Sesler, Kenan Yarar, Sayı: 24.
Nemrut Güneşi, Yalçın Didman, Sayı: 24-63, bitmeden kesiliyor.
Klasgiller, Kenan Yarar, Sayı:25.
İş Olsun da, Kenan Yarar, Sayı: 26.
Soğuktu ve Acımadı, Kenan Yarar, Sayı: 27.
Serbest Uçuş, Kenan Yarar, Sayı: 28.
Büyük Şehirde Yaşama, Kenan Yarar, Sayı:29.
Karımı Kim Öptü?, Kenan Yarar, Sayı: 30-31.
Dolunay Oteli, Kenan Yarar, Sayı:32.
İsimsiz, Kenan Yarar, Sayı: 33.
Kan İçinde, İlban Ertem, Sayı: 33-48.
E Burama Geldi Artık, Kenan Yarar, Sayı: 34.
Ağır, Kenan Yarar, Sayı:  35.
Ulan Ne Günlerdi Be, Derya Sayın, Sayı:36-37.
Muhayyile, Kenan Yayar, Sayı: 36.
Çizgici, Kenan Yarar, Sayı: 37.
Beni Duyuyor musun? , Kutlukhan Perker, Sayı: 38.
Sınıfın En Güzel Kızı, Kenan Yarar, Sayı: 38-40.
Benim Şekerim, Kenan Yarar, Sayı: 41.
Mercek Göz, Kenan Yarar, Sayı: 42-45.
Üç Bacaklı Karyola, Kenan Yarar, Sayı: 47.
Terminatör 3, Turgut Yüksel, Sayı: 48.
Sersem Sokağın Sakinleri, Kenan Yarar, Sayı: 48-52.
Uçuk Kaçık Bi Fantezi, Kenan Yarar, Sayı: 53.
İki Porsiyon Öykü, Kenan Yarar, Sayı: 54.
Ben de İsterim, Kenan Yarar, Sayı: 55.
Babalar ve Oğulları, Kenan Yarar, Sayı: 56.
Yes Money No Cry, Kenan Yarar, Sayı: 57.
Mürekkep Göz’ün İntikamı, Kenan Yarar, Sayı: 58.
Aşağı Mahallenin Pazarı, Kenan Yarar, Sayı: 59-61.
Sürprz Moruk, Kenan Yarar, Sayı: 62-63.
Temizleyici, Kenan Yarar, Sayı: 64.
Uçuş Serbest, Kenan Yarar, Sayı: 65.
Kimsesizler Mezarlığı, Erdal Belenlioğlu-Bülent Üstün, Sayı:66.
Adam Hikâyeleri, Kenan Yarar, Sayı:66.
Hacer Nurtepe’y Nasıl Kurtardı, Erdal Belenlioğlu-Bülent Üstün, Sayı: 67.
O-Okuldaki Şeytan, Kenan Yarar, Sayı: 67-73.
Çanlar Kimin için Çalıyor, Bülent Üstün, Sayı: 72.
Çekirdekli Dayı, Hakan Çelik-Ergün Gündüz, Sayı: 73.
Düş, Kenan Yarar, Sayı: 74.
Şıpır Şıpır, Kenan Yarar, Sayı: 75.
Udi Ziya, Erdal Belenlioğlu-Latif Demirci, Sayı: 76
Abaşo Babafingo, Kenan Yarar, Sayı: 76-77.
Dönme Dolap, Kenan Yarar, Sayı: 78.
Buluğ, Kenan Yarar, Sayı: 79-84.
Aşk İçin Ölmeli Aşk O Zaman Aşk, Bülent Üstün-Memo Tembelçizer, Sayı: 85.
Şakacı, Atilla Atalay-Kenan Yarar, Sayı: 86.
İsmet Usta, Atilla Atalay-Kenan Yarar, Sayı: 87.
Gidiyorken, Atilla Atalay-Kenan Yarar, Sayı: 88.
Dios Ex Machinea Ağır, Kenan Yarar, Sayı: 89.
Cam Kenarı, Kenan Yarar, Sayı: 91-93.
İlahi Komedi, Kenan Yarar, Sayı: 94.
Kaçtır, Böyle Sinip Bakıyorum, Kenan Yarar, Sayı: 95.
Lanet, Kenan Yarar, Sayı: 96.
Masal Masal Matitas, Cengiz Üstün, Sayı: 97.
Köpek, Kenan Yarar, Sayı: 97.
Aşk Üzerine Üç Öykü, Memo Tembelçizer, Sayı: 98
Yara Bandı, Kenan Yarar, Sayı: 98.
İstanbul Yumruklarımın Altında, Cengiz Üstün, Sayı: 99.
Önemsiz, Kenan Yarar, Sayı: 99.
Kripto’nun Tel Pil Dükkânı, Cengiz Üstün, Sayı: 100.
Zeytin, Kenan Yarar, Sayı: 100.
İlk Türk Vampiri Osman, Cengiz Üstün, Sayı: 101.
Güneş Olsam, Sayı: 101.
Üzeyir, Cengiz Üstün, Sayı: 102.
Sahilde Küçük Bir Öğlen, Kenan Yarar Sayı: 102.
Duka Film, Cengiz Üstün, Sayı: 103.
Sudaki Yabancı, Kenan Yarar, Sayı: 103.
Üç Öykü, Cengiz Üstün, Sayı: 104.
Kaleşnikof, Kenan Yarar, Sayı: 104.

Pazartesi, Şubat 26, 2018

İmkansız Özerklik



Görmüş ya da duymuş olabilirsiniz, Vedat Özdemiroğlu, Uykusuz'daki köşesinde sokakta gördüğü bir avukat ismiyle ilgili maksadını aşan bir "espri" yapmış. İsim sahibi, dergideki yazıyı görerek, sosyal medyada bunu paylaşmış ve iş büyümüş. Vedat, mağdureden özür  dilerken bir hata daha yapmış, yazdıkları teşhir edilmiş ve iş bir kez daha büyümüş, sonra Uykusuz devreye girerek  bir açıklama yapmış ve dergi adına özür dilemiş.

Olayın kendisini tartışmak pek anlamlı değil, espri iyi değilmiş, tahkir ediciymiş, cinsiyetçiymiş, yanlış bir özürmüş, özel yazışmalar niye paylaşılmış, Uykusuz bunu niye yapmış vs diyerek uzun uzadıya konuşabiliriz. Hak verenler, katılanlar, katılmayanlar mutlaka çıkar.

Bence mesele, kamusal alanda mizah yapmanın giderek imkansızlaşması. Abartıyorum sanabilirsiniz. Komedi dizileriyle ünlü olan BBC, sırf bu zorluk nedeniyle çok sayıda projeyi rafa kaldırdı, hiç yapmama noktasına geldi. Esprilerle ilgili şikayetlerden, başvurulardan usanarak bunu yaptı demek daha doğru.

Avukat Tüten Ateş, Vedat'a kızarak "Oğuz Aral'ın kemikleri sızlamıştır" demiş ama cinsiyetçilik eleştirisiyle bakarsak Oğuz Aral'ın bu konuda hiç dikkati yoktu, çünkü o dönem böyle bir endişe, böyle bir hassasiyet, böyle bir siyaseten doğruculuk mevcut değildi. Oğuz Aral, cinsiyetçi dili nedeniyle özür dilemek zorunda kalmadı, çünkü handiyse bu konuda hiç eleştirilmedi. Otuz kırk yıl öncesinden söz ediyorum.

Uykusuz'un yaptığı türden bir açıklamayı mizah dergileri daha önce yaptılar mı veya... Elbette hayır.

Mizah tarihimiz cinsiyetçi, şoven, ırkçı ve homofobik sayfalarla dolu. Çok çok eskilerden söz etmiyorum üstelik. Bugün yaşanan daralmanın olumlu ve olumsuz anlamda en temel sebebi, geleneksel dergi mizahının artık üretilemez olması. Artık bir azınlığı, bir kadını, bir eşcinseli kolay kolay tezyif edemez, esprilerinizde eskisi gibi kullanamazsınız. Yaparsanız kıyasıya eleştirilir, yaftalanırsınız.

Bugün için doğru olan tavır, mizahın azlıktan ve azınlıktan yana meyletmesi. Çoğunluk ne diyor, ben ne diyorum sorusunu kendisine sorması, hakim değer yargılarını ısrarla eleştirmesi.

Mizahtan edepli, düzgün, ıslah edici, iyileştirici olması beklenemez, böyle bir sorumluluk ona yüklenemez. Mizah, hemen her zaman yasak olandan beslenir, böyle bir gıdadan pedagoji ve öğretmenlik  ummak beyhude olur. Ki çıkmıyor ve olmuyor zaten. Bu açmaz kolayca akla gelmiyor, herkes "durduğu yere" göre mizah tarifi yapıyor ve BBC nasıl baskı altında bırakıldıysa o tazyikle baskılıyor. Değişen popüler kültüre, özen etiğine ve cinsiyet siyasetine bakıyor, hem correct (doğrucu) hem de iyi (güldürebilir) olmak ve bunu (popüler olarak) sürdürebilmek pek mümkün görünmüyor artık diyorum.

Yazının başlığı bu sebeple imkansız özerklik...

Pazar, Şubat 25, 2018

Anadolu ağızlarından



Dişkıran şekeri: Akide şekeri
Kımıl kımıl: yavaş yavaş, ağır ağır.
Kör düvaası: İnanılmadan edilen ve yinelenerek aslından uzaklaşan dua.
Gofulak: Derbeder, tasasız, boş gezen.
Gökgörmedik: Görgüsüz, sonradan görme.
Zibil: Bol bulunduğu için değersiz olan, gübre, çöp
Uçarsu: Çağlayan.
Yumurcak: İyileşmeyen çıban, genellikle veba için söylenir, yumrucak da denir.
Ziftinmek: Yokluk çekiyormuş gibi davranıp birinden bir şey koparmaya çalışmak.

Cumartesi, Şubat 24, 2018

Türkiye odaklanıyor


Çocuğunuz, çocuğu olan yakınlarınız varsa bunu çok duyuyorsunuz. Hatta o kadar çok duyuyorsunuz ki  bütün çocukların böyle bir sıkıntısı var gibi geliyor insana. Bir çağ hastalığı diyenler çıkıyor. Öğretmenler söylüyor, psikologlara gidiliyor, hal çaresi aranıyor...

Deniyor ki, oğlunuzun kızınızın odaklanma sorunu var. İlgisi dağılıyor, devamını getiremiyor, uzun süre herhangi bir şeye fokuslanamıyor şu bu. Ebeveynler, doktorlara taşınıyor, çocuklarının durumlarını birbirlerine anlatıyorlar. "Ay bizim kız da böyle" "aynen bizim oğlan" , "Maymun iştahlıııı!" "Bi şeyi de sevse, bi şeyle de ilgilense."

Mesele oğlumuzun kızımızın, yeğenimizin, torunumuzun, bebelerin haritada bir noktaya odaklanamaması, testlerden, sınavlardan, okuldan, öğretmenlerden, şahane eğlenceli derslerden sıkılması ve dinleyemez olması değil...

Mesele çocuklarla bitmiyor, onlarla da başlamıyor. Gücümüz onlara yettiği için onları konuşuyoruz. Bu çocuklar, tıpkı anne babaları gibiler. Ebeveynlerinden, öğretmenlerinden farklı bir algıları yok. Babası ne kadar odaklanıyorsa, annesi nasıl bir fikri takip yapıyorsa onlar da ancak o kadar yapabiliyor aslında.

Türkiye, bir bütün olarak, bir kolektif ruh olarak söylüyorum bunu, siyasetçisinden sporcusuna, öğrencisinden hocasına, doktorundan hastasına, tek tek insanlara ve olup bitenlere bakın,  herhangi bir şeye odaklanamıyor, sürdüremiyor, o kadar çalışamıyor, gerisini getiremiyor, yıllara yayamıyor, yineleyemiyor.

Dünyanın ve memleketin en hayati meselesi sayarak hararetlendiğimiz bir şeyi iki gün içinde unutuyoruz. Kahrettiğimiz, delirdiğimiz, zıvanadan çıktığımız bir sorunu çabucak aklımızdan çıkarıyoruz. Başardığımız ve başardığımız için ziyadesiyle övündüğümüz bir şeyi asla tekrarla-yamıyoruz. Bunu yapabilmek için gereken özveri, sabır, dirayet, rutin ve idmanı yapamıyor, o çabayı gösteremiyoruz.

Ve inanın, sosyal medya çağındayız karşim de değil, Hoca'nın gençliğini de biliyoruz.

Cuma, Şubat 23, 2018

Underrated bir yazar ya da eser olduğunu...


İlk kitabını, öyküsünü bastırmak isteyen yazar adaylarının gözden kaçırdığı şeyler neler sizce? Olası hayal kırıklığını büyüten hatalar...

Yayınevleri, gelen dosyaların kendilerine uygun olup olmamasına bakar, süregelen bir editöryal tercihle seçimler yaparlar. Bir yazarın, yazdıklarım hangi yayınevine uygun olabilir diye sorması gerekiyor. İyi bir yazar olmanın ön şartı iyi bir okur olmak. Farkında olarak yazmak, okumak, akletmek, sonra hayal etmek lazım. Kim genç yazar yayımlıyor, yayımlamaktan korkmuyor, kim best seller peşinde, kim hangi türleri tercih ediyor... Bilseler hiç fena olmaz. Hayal kırıklığı meselesi ise karışık, buna dair bir reçetem yok, çalışmaya devem etsinler derim. Çalışma fantezisinden söz etmiyorum, sahiden çalışmak diyorum.

Sabitlenmiş tweet'inizden yola çıkarak, sosyal medyada 'akıl sağlığını muhafaza ederek' varolmak için neleri görmezden gelmeli? 

Görmezden gelmek her zaman mümkün değil, içine çekiliyorsunuz, üstelik cevap vermemek garez de çoğaltabiliyor. O gürültüyü biliyor ve istemiyorum diyebilmek için gevezelik etmiş, gürültü çıkarmış, susmuş, tartışmış, dalaşa girmiş olmanız da gerekebiliyor. Ben anladığımı ve yapmaya çalıştığım şeyi söyleyebilirim.  İşe güce bakarsanız, bildiğinizi yapmaya devam ederseniz, süregelen kavgaların çarçabuk unutulduğunu, yarına kalmadığını anlarsınız.

1951 ile ilgili bir söyleşinizde "...O dönemde Ankara'da ne var ki? Hele bir İstanbullu için..." diyorsunuz. Edebiyatla, sanatla meşgul olup da İstanbul'u mecburi istikamet olarak görenlerin atladığı nokta ne? İstanbul'a heves etmemiş biri olarak kaçırdığınızı düşündüğünüz şeyler var mı?

İki soru var, ilkiyle ilgili şunu söyleyebilirim: eğer insan yeterince çalışır ve üretirse, her zaman kendine bir kapı buluyor. Bu söyleyeceğim şey romantik gelebilir ama ben, hiçbir çabanın boşa gitmediğine inanırım. Nerde yaşarsanız yaşayın, işinizi iyi yaparsanız, gelir sizi bulurlar. Ankara’da yaşıyorum ama hemen her hafta İstanbul’da yaşadığımı sanan birilerine orada yaşamadığımı söylemek zorunda kalıyorum. On beş yıl oluyor, İstanbul’da kültür sanat endüstrisiyle ilgili çok önemli iki mecrada yöneticilik yapmam için bana yapılan teklifi reddettim, hiç de pişmanlık duymadım. İstanbul’da yaşasaydım, hayal ettiğim bazı işleri daha erken yaşlarda yapabilirdim ama orada olsaydım bu kadar okuyamaz, bu kadar seyredemez ve bu kadar kendimi dinleyemezdim. Bir şey kaçırdığımı düşünmüyorum. Mesele İstanbul değil, kapitalizmin hararetinden uzak durabilmek, denemek, mesafe koyabilmek.

"Hak ettiği değeri görmedi ama özellikle son yıllarda çizgi / grafik roman alanında çok güzel işler çıktı" dediğiniz eserler, eser sahipleri var mı? 

Bence yok. Kayıp, gözardı edilmiş, underrated bir yazar ya da eser olduğunu düşünmüyorum. Doğrusu, hak ettiği değeri bulmadı vurgusunu romantik bir tutum olarak görüyorum. Hikayesi, anlatması güzel geliyor bize. Pek çok yazar ve sanatçı, haksızlığa uğradığına inanır ve hak etmediği halde değer gören rakiplerine sinirlenir.  Şöyle şeyler denir, “iyi kitap yarına kalır, bugün çok satanlar çöp olacak” filan. Bunun garantisi var mı? Çok satanlar yarın da çok satacak olabilir, hak ettiği değeri görmediği düşünülenler yarın da az ilgi çekebilir.  Ünlü bir yazar, “bugün ilgi görmedikten sonra yarın ben yaşamazken şöhret olmuşum ne fayda” derdi. Meseleye buradan bakmak rekabet, husumet ve revanşizmden başka bir şeye yaramıyor. Aslolan hikayeler anlatmak, sevdiğimiz işleri yapabilmek. Japon ressamları bir şehirde yeterince ünlü olduklarını düşündüklerinde başka bir şehre göçer ve kendilerine yeni bir isim seçer, geçmişlerini ve şöhretlerini bilerek geride bırakırlarmış. Yazar olarak kendimi şanslı buluyorum, yaşadıklarımı, yazarak geçinebilmemi bir lütuf olarak görüyorum.

Söyleşiyi Akın Arslan'la Dünya Halleri sitesi için yapmıştık.

Çarşamba, Şubat 21, 2018

Manet ve 1951





1951’de Édouard Manet’nin Folies-Bergère'de Bir Bar (Un bar aux Folies Bergère) isimli ünlü resmiyle ilgili bir gönderme yapmıştık. Üçüncü bölüm, resimle açılıyordu. İlhamını Sennet'in Yabancı, Sürgün Üzerine İki Deneme kitabından aldığım, hafiften tornistan ettiğim bir gönderme. Rezzan'ın aynı bölümdeki tiradı da oradandı. 

Gönderme ve tornistan işi de şöyle, Manet'nin resminde ilginç bir ayrıntı vardır, aynada ressamı görmezsiniz. Bakış açısı gereği ressamın orada olması, gözükmesi beklenmiştir. Yerli ve milli vurgusu yapan, kozmopolit olandan nefret eden İhsan Yüce şöyle diyordu sahnede: "Rus güzelinin baktığı bendim ama aynada görünmüyordum. O kozmopolitliğin içinde ben yoktum."

Meraklısı için not: Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler kitabında Velâzquez’in Las Meninas (Nedimeler) resmiyle ile ilgili ilham verici bölümler yer alır. Meşhur "Tablo Nerde?" sorusuyla bilinir.



Pazartesi, Şubat 19, 2018

Genç editöre notlar



[Sosyal medyada küfür, yalan, iftira ve tezyif olduğunda…] “asla cevap vermeyin” ya da verin, sonuçları görün ve önerdiğim şeyin ne demek olduğunu daha iyi anlayın.

[Mektuplaşırken] Her yazdığınızı, size yazılmış her mektubu mutlaka arşivleyin, her verdiğiniz cevabın kontrolünüz dışında bir yerlerde yayımlanabileceğini unutmayın. Yazarken, karşınızdaki insanın normal birisi olmayabileceğini, sahte bir isimle sizinle oynayabileceğini aklınızda tutun.

[Nasıl algılandığınızı bilin ve unutmayın] Üzülme, kızma, yanlış anlama hakkınız olmadığını düşünen, sizi yeteneksiz, yetersiz ve cahil bulan/sayan/iddia eden birileriyle karşılaşacaksınız. Sizler, daima tanıdıklarınızın kitaplarını yayımlayan, kitaptan, sanattan, siyasetten, edebiyattan anlamayan kifayetsizler sayılacaksınız.

[Zanaat kaderdir] Şunu bilin ki genç dostum, sürekli hakarete uğrayacaksınız, sizi tanıyan insanlardan bile itibar görmeyeceksiniz. "Onlar bile mi?" Evet, onlar bile. Şaşırıp kalacaksınız, bunu bana/bize söyleyebilirdi, ne diye beni/bizi rezil etmeye kalktı diye afallayacaksınız. Bu kadar mı hukukumuz yok? Bu kadar mı önemli sosyal medyadan yazılmış iki satır yazı? Evet bu kadar önemli ve evet, sizin bi retivit kadar hakkınız ve hükmünüz yok. Unutun bunları.

[Yazar arkadaşlar] Teorik olarak tek bir yazar arkadaşınız olmayacak, sadece ve sadece işlerini kolaylaştırmanızı isteyen, kendini sürekli alacaklı hisseden birileriyle çalışıyor olacaksınız. İstisnalar olabilir, romantize etmeyin. Fonda Abdurrahman Palay “Yalannn! Yalaaaannnn!” diye bağırıyor, duymazlık etmeyin.

[Ne yapmalıyım?] Mümkünse vazgeçin, hiç girmeyin bu işlere. İlla yapacaksanız, ölürüm de dönmem yolumdan diyecekseniz… E o zaman ne yapıp edip işinize gücünüze bakın. Bu dünyaya katlanmanızı sağlayan bir işi yapıyorsunuz, bu da az şey değil. Herkes sizin kadar şanslı olmayabilir. Bu toplum hasta, siz de doktor değilsiniz, araya kaynayın…

Pazar, Şubat 18, 2018

Kahramanların kaybettiği dünya




'1951', Ankara'nın ağır atmosferinde yol alan İstanbullu Vedat'ın hikayesinin anlatıldığı bir grafik roman. Grafik roman herkesin duyduğu bir tür değil. Grafik roman nedir?

Çizgi romanla farkını anlatırsam açıklayıcı olabilir. Çizgi romanlar, her şeyi başaran, tahkiyesini kötünün yenilgisiyle sonuçlandıran muktedir kahramanların hikayeleridir. Grafik romanların böyle bir “mutlu son” niyeti yoktur, kahramanları yenilebilen, yaşlanabilen, ölebilen sıradan insanlardır. Daha yavaş ve daha edebi nitelikli hikayeler içerirler, insani meseleleri anlatırlar. 1951 de böyle bir grafik roman, muğlak bir hikâyesi var, siyasetle kurduğu mesafesiyle, edebi tavrıyla yavaş ve kederli bir anlatı.

Sizce Türkiye'de grafik roman okuru diye bir kitle var mı? Mesela sizi kimler okuyor ve nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Her şeyden önce çizgi romanları eskisi gibi çocuklar okumuyor, belli bir yaşa gelmiş biri, aynı çizgi romanları okur mu? Ya çocukluğunun peşinden giderek nostalji yapacak ya da yeni şeyler bulacak. Grafik romanlar, eski okurlardan elbette faydalandı ama bütünüyle onlarla varoldu diyemem. Grafik romanları edebiyatla ilgisi olan yeni bir okur okuyor, çizgi romanlarla kıyaslarsam daha fazla kadın okuru var örneğin. Daha itibarlı, daha az “erkek”, daha yavaş, daha dokunaklı, daha insani olduklarını iddia edeceğim. Bu ayrımın farkında olan bir okurum olduğunu söyleyebilirim.

'1951'den önceki çalışmanız Muhalefet Defteri'nde Levent Gönenç'le Türkiye'deki mizah dergilerinin tarihine ışık tutmuştunuz. Kitabın önsözünde şöyle bir cümle vardı: "Bizi bir araya getiren hissiyat, doğal olarak 'çizgili şeylere' olan tutkumuzdur." Çizgili şeylere olan tutkunuz nasıl başladı?

Çocukluktan başladı doğal olarak. 1985 yılında o dönemin Korku çizgi roman dergisinde senaryosunu yazdığım çalışmalar yayımlanmıştı. İlk başlangıç o diyebilirim. Hafif tertip bir fanatik olarak çizgi romana itibar kazandırmak gibi bir gayem vardı o yıllarda.. Çizgi roman fanzinleri çıkardım. Sonrasında Türkiye’de çizgi romanla ilgili kitaplar yayımladım. Yurt içinde ve dışında sergiler yaptım, dergiler çıkardım. Uzun bir yolculuk aslına bakarsanız… Uzun hikaye…

Sefa Sofuoğlu ile '1951' üzerine yaklaşık 3 yıl çalışmışsınız. İlginç olan nokta; bu ortak çalışma yüz yüze iletişim kurulmadan ortaya çıkmış. Uzaklık söz konusuyken kafanızdaki hikâyeyi, çizgilerle buluşturmak zor olmadı mı?

İşin başlangıcı kare kare yazılmış bir senaryo ile başlıyor. Sefa ile daha önce çalışmıştık, neyi nasıl yapacağımı biliyordu. Senaryoya göre taslak çizimler yapıyor ve bana gönderiyor. Konuşuyoruz, her aşamada revize edebiliyoruz yaptığımız işi… Burada aslolan niyettir, çalışmak istiyorsanız her şekilde çalışırsınız. Birlikte çalışırken tempoyu da öğreniyorsunuz. Ben bu şekilde film ve dizi senaryosu da yazdım, yan yana olmak şart değil, meseleye nüfuz ederseniz, mutlaka ilerliyorsunuz. Sefa ile kalben ve ruhen yan yanayız.

'Biz sağcısı solcusu, öğretmeni öğrencisi, yazanı okuyanı 'çok bağırıyoruz', kıyametin eşiğinde durur gibi konuşuyor, konuşmalarımızı hutbeye çeviriyoruz, epeyce poz yapıyor, şairane çıkışlarda bulunuyor, büyük laflar etmeyi seviyoruz' diyorsunuz. Peki sizce neden bu kadar çok bağırıyoruz?

Tek bir cevabı yok. Rol modellerimiz böyle diyebilirim. Haklı olan bağırır diye düşünüyor olabiliriz. Başka bir biçimde sesimizi duyuramıyor olabiliriz. Dikkat çekmek istiyor olabiliriz. Emperyal geçmişimizle ilgili diyebiliriz. Hükmetmeyi seviyor olabiliriz. Kayınpederim, herkes müdür olmak istiyor der. Müdür, deyince aklıma okul müdürlerim geliyor, hepsi bize bağırırdı mesela. Artık her ne ise bağıranları seviyoruz. Edebiyatta da bu böyle. Bağıran yazarları önemsiyoruz. Yazarak bağırmak diye bir şey var, farkındayız onun değil mi? Sakin insanları ancak yaşamıyorsa seviyoruz, yoksa onları sinameki, pısırık ve korkak sayıyoruz.

'1951'de Ankara'yı reklam afişlerinden mekânlarına kadar o kadar ayrıntılı anlatmışsınız ki, kitabı okuyan herkes gerçekten o yıllara gidiyor. Detayları yansıtmak için nasıl bir yol izlediniz?

Bir dönem hikayesi anlatacaksanız, gerçeklik vehmini kurmak adına, o yılların mekanlarını, popüler kültürünü, modasını, aurasını iyi bilmek zorundasınız. Yüksek lisans ve doktora tezim o dönemle ilgili yaptım. Daha önce Berat Pekmezci ile yine o yıllarda geçen Emanet Şehir adlı bir başka grafik roman daha yaptım. Mor Menekşeler adlı bir tv dizisinin senaryosunu yazdım. Dönemi iyi bildiğimi düşünüyorum. Hiç de fena olmayan bir görsel arşivim var, çizerlerle bunu paylaşıyor ve yönlendirmeler yapıyorum.

'1951'de iki kardeşin adeta Ankara mağlubiyetini aktarıyorsunuz. Nedim ile Vedat'ın acıklı hikayesi... Ankara, yaşadığınız kent dışında sizin için bir edebiyat unsuru da olmuş. Siyasetin kalbi Ankara'yı nasıl satır aralarına yerleştirdiniz?

Bence siyasetin kalbi Ankara’da değil paranın güçlü olduğu yerde, İstanbul’da atıyor. Siyasetin hutbeleri ve harareti nedeniyle Ankara’da yaşanıyor gibi gelebilir, dışarıdan öyle görünüyor olabilir o ayrı. 1951’de de böyleydi bence.

'Hayat, hantal ve güdük bir rutin aslında, biz onu hikâyeleştiriyoruz veya hikâyeler yaşamak için o rutinin güvenli bölgesine sığınıp çok az kişinin bildiği başka şeyler yaşıyoruz" diyorsunuz 1951'i anlatırken. Peki görsele dayalı hikâye anlatmanın avantajları ya da dezavantajları neler?

Avantaj-dezavantaj diye düşünmeyelim. İyi hikaye olması, iyi anlatılması daha önemli. Bunu başarırsanız okutur ve izletirsiniz. Ardışıklık kurmak çok önemli bu işte. Görsel olarak çok iyi çizilmiş bir hikaye uzun uzun baktırabilir ama okunmayabilir.

1951'i okuduğumda aklıma şu gelmişti: "Bu kadar güzel olan bir hikâye neden roman türünde, uzun uzun anlatılmadı." Bunu ciddi ciddi düşündüm. '1951' sizce bir roman olmaz mıydı?

Bu dediğinize ancak sevinebilirim. Grafik roman, okuruna edebi bir tat bırakır çünkü. Türkçe edebiyat editörü olarak romanın ne olduğuna dair bir fikrim var ama roman yazmak gibi bir niyetim yok. Roman olur muydu? Ben senaristtim, söz sanatlarını kullanmakla birlikte esas olarak sahneler ve diyaloglarla düşünüyorum.


Söyleşiyi Karar gazetesinden Melek Gedik'le yaptık
link

Cumartesi, Şubat 17, 2018

Gozo ve Sagre



Başka bir dünya, başka bir harita. Asırlar önce bırakmıştı insanlar hayvanları yemeyi.

Uğur Erbaş, aklın ve kalbin yenilgisini anlatıyor. Her zaman olanla hiç olmayan arasında…

Gozo ve Sagre, gün ışığını arayan fantastik bir grafik roman, trajik bir “dünya tarihi”. Yaklaşan karanlık, kaosun arifesi.

Cuma, Şubat 16, 2018

Dünya Halleri ve Gözden Kaçanlar


Dünya Halleri sitesiyle editörlüğü, Ankara'yı, İstanbul'u, sosyal medya kavgalarını ve hatta Japon ressamlarını konuştuk.
link

Perşembe, Şubat 15, 2018

1951’in Ankara’sı veya Ankara’nın 1951’i


Vatan Kitap'ta çıkan 1951 yazısı
link

Gozo ve Sagre Teaser


Uğur Erbaş - Gozo ve Sagre from İletişim Yayınları on Vimeo.

Bu cuma günü (yarın) yeni bir grafik roman daha çıkıyor bizden. Çok güzel bir hikaye okuyacaksınız, bunu garanti ediyorum. Teaser, tatlılığı hakkında bir fikir verecektir. Uğur'dan (Erbaş) el emeği göz nuru bir iş.

Sevgililer Günü ve Liberter Çizgi Dünyası


Dün, Sevgililer Günü için "aşk" karelerine baktım, neredeyse çeyrek asır önce, aşk bahsiyle yerli çizerlerden bir seçme yapmış, bir şeyler yazmıştım, o yılların Milliyet'inin hafta sonu çıkan  magazin ilavesinde de yazı olarak yayımlanmıştı.

O yazı için ayırdığım karelere bugünden bakınca hafiften garipsedim. Mesele geçmişi yadetmek değil. Çizgilere bakarken kimi çizgileri-kimi hikayeleri yaşadığımız dönemde yayımlamanın mümkün olmadığını görüyorsunuz.

Sansür, yaşadığı döneme göre gevşeyen-sıkılaşan bir şey. Öyle olmuş ki, otuz yıl önce yayımlanmış bir çizgiyi bugün yayımlasanız başınız derde girebilir. ilk kastım müstehcenlik tanımın geniş tutulmasıyla ilgili.

Bugün, o derece iddialı çizgiler yayımlanmıyor mu peki? Yayımlanamaz diyorum ama istisnaları yok da diyemem.

Geçenlerde yeni çıkmış, ismini yazmayacağım, bir çizgi roman albümünü okurken, editör olarak o albümün İletişim'den yayımlanamayacağını düşündüm. Hem siyasi hem de cinsellikle ilgili tepki çekecek bölümleri vardı, hiç abartmıyorum, mevcut koşullarda toplatılabilir bir şeydi, olsaydı kimse şaşırmazdı. Bir şey olmadı, olmasın da tabii... Küçük bir yayınevinden çıkınca fark edilmeyen bir ayrıntı bizden çıkınca tepki çekebiliyor. Tek tek bir dünya kadar örnek verebilirim. Üstelik, benim yayıncılık açısından riskli bulduğum bölümler, çeyrek asır önce de riskliydi. Yeni bir şey diyemem. Özetle ben arkadaşlarımı düşünerek cesaret edemezdim. Valla bravo dedim

O gün asıl şunu anladım, çizgi roman okurları, o sahnelerden rahatsız olmamış, olsa bile liberter bir alışkanlıkla önemsememişler...Şikayet etmemişler, işi büyütmemişler şu bu...

Çizgi romanların cinsellikle ve erotizmle ilginç ve ayrıksı bir yönleri vardır. Buna okura alışkanlık kazandırdıkları bir erotik tutum da diyebilirim.

Bize özgü bir durum olduğunu da iddia edebilirim. 2008 yılında Frankfurt'ta çizgi romanımızla ilgili bir sergi yapmıştım, hemen tüm Almanlar, sergiyi ve standı ziyaret edenler, "Müslüman bir ülkede bu çizgilerin nasıl yayımlanabildiğini" sormuşlardı. Önce niye şaşırdıklarını anlayamıyor, "ne var ki" diyorsunuz, sonra konuştukça neden böyle düşündüklerinin ayırdına varıyorsunuz.

Hep tekrar ediyorum: Biz çizgi romanı çocuklar için düşünmediğimiz için sert şeyler anlatıyoruz. Bize normal gelen bir şey, Alman'ı şaşırtıyor, onların normali, bizimkinden farklı. Bizim çizgi dünyamız, erotizm tarihimizin önemli bir parçası. Göre göre, okuya okuya, bunları normal sayıyor, kabulleniyoruz. Batı Avrupa'da "adult" ibaresiyle çıkacak pek çok albüm, biz de bir sınırlama olmadan rahatça varolabildi. Bize hiç tuhaf gelmedi. Piyasa kendini çocuklar için varetmedi. Çizerler bunu akıllarına getirmediler. Örneğin, En Kahraman Rıdvan, Batı Avrupa'da çocuklar için üretilirdi, biz onu "yetişkinleri için" hafif erotik yayımladık.

Mesele yine uzun, yazıyı küçük bir soruyla bitireyim. Yukarıdaki görseli büyüterek inceleyin ve şunu düşünün, dizilerimizde dudak dudağa öpüşme sahnesi var mı?

Çarşamba, Şubat 14, 2018

Son Okuduklarım 22


Bir Başka Brooklyn, iştahla başladım ama beni kesmedi, temposuz mu desem meselesiz mi, yavan bir klişe geldi bana. Kuşlar da Gitti, Yaşar Kemal'in uzun öyküsü, epik dili ve dönem atmosferi, kurduğu aura güzel, hikayesi için değil dili ve söyleyişi için okunuyor. Kuşçu hikayesi olduğu için ayrıca hevesle okudum. Hoşbeş, Berger denemeleri, sakin ve hoş bir temposu var, manzara seyreder gibi kayıp gidiyor. Berger, bence en çok, önemli bir şey söyleyeceğim enerjisi göstermediğinde güzel yazıyor.  Portnoy'un Feryadı için Roth'un en iyi romanı diyenler epeyce çok, tipik ve onu temsil eden bir örnek olarak gösterilebilir ama eğlenceli ve derinlikli olanı olmayabilir. Roman, Yahudi edebiyatının "ebeveyn zehirlenmesi", kuşak çatışması, cinselliğin keşfi gibi çok uğraştığı meselelerle cebelleşiyor. Güzel kısımlar var, iç burkan ve güldüren şeyler. Saplantının kökenini gösteriyor. Roth'un iç dökme seanslarından biri daha diyelim.

Tears of an Afghan Warlord, "comics journalism" örneği, iyi örneklerinden biri diyemem ama kendini okutuyor. Fahişe Çika, merak ettiğim kitaplardan biriydi. Mübadele sırasında Karadeniz'den İstanbul'a göçmek zorunda kalmış bir Rum fahişenin Eftelya'nın hayat hikayesi. Neşeli, hayat dolu bir dili var. Korovinis, onunla yaptığı söyleşiyi aktarmış. Kadınların Nesi Var? güzel ve komik bir feminist tarih okuması. Güzel karikatürleştirmiş, akıllıca ayrımlar yapmış. Babam ve Ben, itiraf etmeliyim ki, bilmediğim bir yazarın Modiano'nun novellası, Sempe resimlemiş. Doğal olarak kitabı Sempe çizgileri olduğu için aldım ama doğrusu Sempe olmasa da olabilirmiş. İnsanın aklında kalan bir tadı var hikayenin. İlham verici.


Pis Hikaye, Yaşar Kemal'in ilk hikayesi (imiş, bilmiyordum). Epik dilini, kurduğu Çukurova evrenini daha o zamandan görüyorsunuz. Köy yerinin karanlığını, sıkışmışlığını, habaset ve ahlakını fazlasıyla kuracağını, çok uğraşacağını-deşeceğini anlıyorsunuz bu novelladan. Ortada yine meydan okuyucu bir kadın var. Üç Kemal'in en az "erkek" olanı Yaşar Kemal.  Seçme Şiirler, Salah Birsel'in seçme şiirlerinden  derlenmiş eski bir kitabı, incecik, Adam Yayınlarından kalma, Birsel'i iyi anlattığını düşünüyorum. Başarılı bir seçme. İronisi, kibri, lafazanlığı, yeniye olan ilgisi, şiirle ilgili iddiası vs... Exquisite Corpse, Bagieu'nun sevimli bir tutku hikayesi. Çizgiler eşsiz değil, ben seviyorum o ayrı, asıl numara, akışkanlıkta, popüler bir hararetle, karakter kurmasında. Elleri Var Özgürlüğün, özel bir baskıyla, kitabın ilk yayınının ellinci yılı nedeniyle çıkmış. Bu kitapla, Oktay Rıfat, Garip ve İkinci Yeni'den sonra başka bir evreye geçer. Bir şey deniyor, bir iddia koyuyor, şiir tarihi açısından ilginç bir iş. Agamemnon kısmını çok sevmem ama her defasında ne yapmak istemiş merakıyla dallarım.

Salı, Şubat 13, 2018

İrem'i Beklerken- Yeniden


Kafa'dan ısrar ediyorlardı, sağolsunlar, tekrar bir çizgi hikaye, tekrar "İrem" olsun diye. Kıramadık,  yaparız yapamayız derken. mart ayında yeniden İrem'i Beklerken'e başlıyoruz. Sefa (Sofuoğlu) çiziyor, ben yazıyorum.

Pazartesi, Şubat 12, 2018

Ankara Rüyasının Sonu



2015 yılında tamamlanan Ankara üçlemesinin ardından; Sefa Sofuoğlu'yla 1951 adında yeni bir grafik roman yayınladınız. Bize bu kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Ardından gibi olmadı aslında Uzak Şehir çizilirken bir yandan da 1951 devam ediyordu. Sefa ile uzun ve albüme dönüşecek bir çalışma yapmak istiyorduk ki bu üç yıl önceydi galiba. Birlikte çalışmak isterseniz gerisini getirirsiniz. Önemli olan iştah ve dirayet göstermek… Ağır bir iş çünkü.

Emanet Şehir'de de 1940'ların sonunda geçen bir öykü anlatmıştınız. 1951'de yine benzer dönemlerde geçen bir hikâye aktarıyorsunuz. Bu döneme ilginizin özel bir sebebi var mı?
İyi bildiğimi düşündüğüm bir dönem. İster istemez bundan faydalanıyorum. Yoksa dönem hikâyesi yapacaksanız o atmosfere nüfuz etmeniz, olup bitenleri iyi bilmeniz, dersinize iyi çalışmanız gerekiyor. Dönem hikâyelerine devam edeceğim için o yıllarda kalmayacağım. Dersime çalışıyorum. Diğer yandan 1950 yılını siyaseten önemli, 1951’i rejimin kendini sola kapatması bakımından ilginç buluyorum. O yıl büyük tutuklamalar olur. Ha şunu hatırlatayım, 1951 gibi bir isim olunca benim belgeselci bir hikâye anlattığımı düşünülmesin. Bir atmosfer anlatıyorum demek daha doğru.

1951'in oldukça sakin bir anlatımı var, konuşkan bir hikâyeyle karşı karşıya değiliz tam aksine bazı karelerde hiç diyalog yok karakterlerin iç dünyalarına ağırlık veriyorsunuz. Bize bu tercihinizden bahsedebilir misiniz?
Hikâyenin merkezinde kardeşinin intiharı üzerine Ankara’ya gelmiş bir İstanbullu var. Hiç bilmediği bir şehirde bir flaneur gibi dolanmaya başlıyor, kardeşinin ölümünü ve geçmişini araştırdıkça açmazlarla, cevabını bilmediği sorularla karşılaşıyor. Bu haleti ruhiye kederle ve sessizlikle resmedilebilirdi. Çizgi romanlarda her bir karede konuşma balonu, her bir karede aksiyon ve duygu olması beklenir. Bu kadar sessiz kare olması nadir ve daha yakın tarihli hamlelerdir. Hugo Pratt ile Milo Manara’nın Indian Summer isimli bir çalışması var, o albümün açılışında uzun bir müddet tek bir cümle, balon ya da anlatım kutusu kullanılmaz. İçerde o albüme bir gönderme yaptık örneğin. Deniz kenarındaki rüya sahnesi o albümü hatırlatarak başlar. Aslında asıl mesele “hikâye anlatma” meselesini güçlendirmek. Bazen konuşturarak bazen göstererek anlatırsınız. Vedat’ın karşılaştığı herkes hem çok konuşuyor hem çok bağırıyor. Bu sessizliği bir kontrast olarak kurmak istedim. 


1951 esas olarak iki kardeşin öyküsü gibi dursa da, dönemin siyasi, politik çekişmelerini gerilimlerini anlatıyorsunuz. Kitapta memlekete, hayata dair büyük idealleri olanları, sürekli bağıran büyük laflar eden, her şeyi bilen politikacıları resmediyorsunuz. Günümüzde de yine benzer bir siyasi atmosferle karşı karşıyayız. Bu anlamda siz memleketin siyasetle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz, okuyorsunuz?

Çok bağırıyoruz, avaz avaz bağırmak denir ya öyle bir ruh halimiz var. Hepimiz bundan etkileniyoruz, sosyal medyada hepimiz birilerine bağırmak için hazırda tutuyoruz kendimizi. Böyle bir yoğunlaşma varsa, siyasetçi de yazar da etkilenir, hem dönüşür hem dönüştürürler. Sakin insanları korkak, sünepe ve kibirli buluyoruz, alçakgönüllü ve perhizci insanlar sanıldığı kadar sevilmiyor ve inanılmıyor onlara.

Dumankara ve Emanet Şehir'den de aşina olduğumuz şekilde 1940'lı ve 1950'lili yıllar Ankara'sını titizlikle ele alıyorsunuz. Bu anlamda 1951'de dönemin Ankara kent dokusunu ve mekânlarını yaratım sürecinde nasıl bir yol haritası çizdiniz?
Görsel bir iş yaptığımız için anlatabilmek için söylüyorum sanat yönetmeni gibi davranıyorum diyebilirim. Yıllar önce yine o dönemlerde geçen bir dizi senaryosu yazmıştım, orada da aynı şeyi yaptım. O yılların gündelik hayatına dair her türlü bilgiyi ve görsel referansları çizer arkadaşlara sağlıyorum. İşi tasarlarken, sürerken ve hatta bitirdikten sonra bile revizyonlar yapıyoruz. Takviyeler, belirginleştirmeler oluyor. Gerçeği değil gerçeklik hissi yaratacak bir devamlılık kuruyoruz aslında. Uzak Şehir’de günümüzü anlatmıştık ama orada da epeyce buralardan fotoğraf çektim, Berat’la paylaşmıştım. Bildiğinizi aktarmalısınız, işin niteliğini yükseltmek adına bu önemlidir.

1951'de İstanbul'dan Ankara'ya gelmiş Vedat'ın hikâyesini anlatıyorsunuz. 1950'li yıllar Ankara'nın ütopyasını ve cazibesini kaybettiği dönem olarak da kabul edilir. Kitapta da özellikle Ankara'nın İstanbul'a karşı olan mağlubiyet hissiyatı hissediliyor. Hatta bir rüya sahnesinde "Ankara'ya her zaman deniz gelmiyor" demişsiniz... Siz ne demek istersiniz bu konu hakkında?
O rüya sahnesi bütünüyle ironik olsun istedim. Kıyıya vurmuş Kız Kulesi, ünlü Maymunlar Cehennemi filmine bir gönderme olarak okunabilir, yanlış demem ama şu da vardı aklımda. Ankara Ütopyasını kim kurdu? Siyaseten İstanbul’u istemeyen, İstanbul’a öfkelenen İstanbullular. Akın akın geldiler Ankara’ya. Getirebilselerdi denizi de getirirlerdi yanlarında. İş tavsayınca evlerine döndüler. O gün bugündür de şehirden çıkmıyorlar, yazları Bodrum var, onu sayalım mı? Bugün, İstanbul dışında her yer taşra diyoruz. O rüyayla kıyıya vurmaktan ve bir İstanbullunun Ankara rüyasının sonundan söz ediyorum. 




Sizin de bildiğiniz üzere gerek Ankara'da gerekse de başka şehirlerde bir süredir kentsel dönüşümün etkisiyle şehirlerin tarihi dokuları yok olmakta. Bu durumun da etkisiyle sinema ve dizilerde dönem hikayesi anlatmak güçleşiyor. Sizce mekân kullanımı açısından dönem hikayesi anlatmak grafik romanlarda daha mı elverişli?
Emek ve zaman maliyeti bakımından elbette daha kolay… Çizgiyle ilgili bir maharet varsa, ayrıca da ilgi çekici olabilir. Mesele, dönem hikâyesinde mekân kullanmak değil, mekânın önemini fark etmek aslında. Mekânın bir aktör, bir unsur olduğu bizde yeni yeni keşfediliyor.

Türkiye'de grafik romanın esas olarak çeviri üzerinden gittiğini ve yerli üretimin pek olmadığını söylenir. Siz bu görüşe katılır mısınız? Kendi hikayelerini anlatmak isteyen genç çizerler ne gibi sorunlarla karşılaşıyor sizce?
Geçen yıl çıkan yayımlanan albümlerin yüzde 9’u yerli üretimdi, ki o üretimin bir iki istisna dışında neredeyse tamamı yeni değil, dergilerde çıkan işlerin derlenip yeniden yayımlanmasıydı. Ha şunu teslim edelim, yüz sayfa çizmek bir işe odaklanarak en az bir yıl çalışmak demek. Ardışıklık ve devamlılık kurmak, sahiden kolay değil. Öte yandan bu, bir engel olabilir ama işe başlarken bunun farkındaysanız, buna rağmen arzuluyorsanız, bunu da aşmak istiyorsunuz demektir. Dünyanın her yerinde albüm yapıp, o albümün telifiyle geçinebilmek artık mümkün değil. Fransa’da Amerika’da çizerler yazarlar başka işler de yapıyorlar. Bu işi seviyorlarsa hayatlarını buna göre düzenleyecek, geçimlerini sağlarken kenardan ufak ufak yüklenerek bu işi sürdürecekler, istiyorlarsa bunu yapacaklar.

Son olarak; bundan sonrası için üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Bu yıl yeniden dizi ve film senaryo işlerine döneceğim. Nasip kısmet diyelim, bir süre oralarda olacağım öyle görünüyor. Devam eden üzerinde çalıştığımız grafik roman albümleri var ama bu yıl bitmezler diye düşünüyorum.

Söyleşiyi Can Öktemer ile Edebiyat Haber için yapmıştık.

Cumartesi, Şubat 10, 2018

Ayna

https://kromespawn.deviantart.com/art/La-Muerta-695019124
https://youkaiyume.deviantart.com/art/Skin-Deep-49560788
https://orangesavannah.deviantart.com/art/Mirror-Goretober-06-708312211
https://dovsherman.deviantart.com/art/Reflection-606058744
https://misscarissarose.deviantart.com/art/Die-Die-My-Darling-166148927
https://jackal0ftrades.deviantart.com/art/Doll-in-the-Mirror-348705823

Cuma, Şubat 09, 2018

Emine'nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler



Deniz Poyraz’ın dumanlı öyküleri, aşkın ve yenilginin gürültüsü, bir bardak su… Sokaklar yorgun, insanlar kirli, uzun bir yaz akşamında geçiyor bitimsiz bir sonbahar. 

Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler eski geceleri, çocuk aklında kalan yaraları, mahalle kokusunu anlatıyor. Üstümüzde gökyüzü, ufuklara karşı…

Perşembe, Şubat 08, 2018

"Grafik Romanla Gürültü Çıkarıyorum"



Cantek: “Grafik romanla ilgili hafiften gürültü çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul ediyorum.”
1951, Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı son grafik roman. Daha önce yine İletişim Yayınlarından çıkan, 2013-2015 yılları arasında yayımlanan bir Ankara üçlemesi yazmıştı. Üçleme Dumankara isimli çok hikâyeli ve çok çizerli bir albümle başlamış, Berat Pekmezci’nin çizdiği Uzak Şehir ile bitmişti. 1951, Sefa Sofuoğlu’nun çizdiği yine Ankara’da geçen bir başka hikâye, kardeşinin ölümü üzerine Ankara’ya gelen bir İstanbullunun başından geçenleri anlatıyor. Vedat, kardeşinin intihar edebileceğine inanmayarak araştırmaya başlıyor. Ekmekçi isimli bir muhafazakârla, Nazmi gibi bir komünistle, İhsan Yüce gibi bir milletvekiliyle tanışıyor. Kardeşinin esrarengiz geçmişini araştırırken öğrendikleri şüphesini ve öfkesini artırıyor. 1951 polisiye bir kurguyla yazılmış politik bir dönem hikâyesi. Cantek’in ifadesiyle bir grafik roman.

İsim olarak seçtiğiniz için soruyorum, 1951 yılı neden önemli?
Çok bilinen bir malumatla başlayayım, büyük savaş sonrası demokrasiye geçmeye karar veriyoruz,  eş zamanlı olarak Amerika ile taraf olmayı seçiyor ve Sovyetlere ve her türlü sol düşünceye  karşı kendimizi kapatıyoruz. Tabii sol denildiğinde aklımıza şu gelmeli, ifade özgürlüğü, çoğulculuk, liberterlik olarak tanımlanabilecek demokratik talepler komünizmle özdeşleştiriliyor. 1945 sonundaki Tan Baskını, 1947’deki geniş çaplı tutuklamalar, sol partilerin kapatılması olarak tek tek anlatılabilecek anti demokratik bir süreç var. 1951 de bu sürecin sonu aslında, o tarihe değin yaşanan en kapsamlı tutuklamalar oluyor ve sol düşünce, yeraltına inmek zorunda kalıyor. Tabii ki ben başka bir şey yapıyor ve bir hikâye anlatıyorum, albümde bunu resmediyor değilim. Bir ruh halinden, rejimle az ya da çok sorunları olan birilerinden yola çıkıyorum. Daha doğrusu, olup bitenlerle hiç ilgilenmeyen birini bu auranın içine atıyorum.

Olup bitenleri Vedat anlayabiliyor mu peki?
Anlamak değil de nasıl anlatsam. Benim siyasi ve edebi açıdan şu çok ilgimi çekiyor, bir şey oluyor, bir şey yaşıyoruz ama olup biteni esasen kimse anlamıyor. Yorumlar yapanlar oluyor, biz bunları dinliyoruz, bağıranlar daha çok dikkatimizi çekiyor, o bağıranlar bize daha haklıymış gibi geliyor filan ama aklımızın köşesinde birisi bize “öyle de olmayabilir” diyor, inanmıyoruz bence, inanır gibi görünüyoruz. Çok hikâye var, çok kafamız karışıyor. Kestirimlerde bulunuyoruz ama gerçek, ama hakikat neyse oraya varılamıyor. Hadi vardık diyelim, o gerçekten emin olamadığımız için bir yere varmış da olmuyoruz. Vedat, kardeşinin ölümünü araştırıyor, hikâyeler dinliyor, şüphe duyuyor ama o hakikatı bulma imkânı yok. Aynı dönemlerden olduğu için örnek olsun, Sabahattin Ali’yi kim ve niye öldürdü sorusunun cevabını düşünelim. Bir mahkeme ve ortada bir katil var mı? Var. Öte yandan dikkatle okursanız dünya kadar belirsizlik ve cevapsız sorular da var. Ya öyle değilse, ya siyasi değil de adi bir cinayetse… Spekülasyon yapıyor gibi olmayayım, zihnimizin nasıl çalıştığını anlatmaya çalışıyorum. Muğlaklıkları sevmiyor ama sürekli kesin konuşarak o muğlaklığı çoğaltıyoruz. Bu kadar çok bağıran erkek olması bu muğlaklığın farkında olmalarından… “Ben biliyorum” gösterisi yapıyorlar.


Ekmekçi, Nazmi ve İhsan Yüce gibi erkek ve bağıran karakterlerden söz edelim o zaman. Kimlerden ilham aldınız?

Gizlediğimi düşünmüyorum ama albümle ilgili bir söyleşide bunları vurgulamayı istemem. Türkiye’de bir demokrasi kültürü olmadığı için rejimle ilgili eleştirisi olanlar, yaşatılanların yanlış olduğunu düşünenler geçici de olsa mutlaka yan yana gelebiliyorlar. Türkiye’yi her zaman sağcılar yönetti, muktedirlerimiz hep sağcılar oldu. Konuşmalar, haller, tavırlar, olup bitenler daima onların istediği biçimde gelişti. Ben onlar karşısında biçare olan, arada kalmış ve heder olmuş birileri üzerinden bir dönem panoraması anlatmak istedim.

Daha önce bir Ankara üçlemesi yaptığınız için soruyorum. 1951 gibi ismini başka yıllardan alan  grafik romanlar yapmak gibi bir niyetiniz var mı?
Nasip diyelim, tek başıma değilim, uzun zaman alıyor albüm yapmak. Aklımda hikâyeler var ama başlamadan, yol almadan hakkında konuşmak büyü bozucu mu desem işi aksatıyor gibi geliyor bana. İlk çizgi romancılarla ilgili bir hikâyeye yazacağımı söyledim ama bir türlü olmadı örneğin. Sırf o yüzden nefsimi körelteyim diye 1951’de küçük bir bölüm kattım.

Vedat’ın iş görüşmesi yaptığı gazete ressamı ünlü çizgi romancımız Ratip Tahir Burak mı?
Evet. Bakın onu gizleyelim, anıştıralım ama o olmasın filan yapmadık. Çizdiği karikatür olsun, kendisi olsun doğrudan kullandık. Belki biraz yaşlı çizmiş olabiliriz.

1951 kadar ilginç başka bir yıl var mı sizce?
Özgürlükler ve siyaseten ferahlık kapsamında düşünürsek, çeviriler, dünyada yapılan tartışmaları eşzamanlı yaşamak bakımından, ne bileyim edebiyat ve felsefe bakımından bence 1963 ya da 1964 ilginçler. Sonra o sürecin aktörleri olarak gençler bana sorarsanız bağnazlaşıyorlar, dava uğruna perhizci savaşçılar oluyorlar. Sekterlik yükseliyor, hem sağ hem de sol için söylüyorum bunları. Beni sol ilgilendiriyor o ayrı. Türkiye’de akademik tezler için söylüyorum, en çok incelenen dönemler 1945-1950 arası, sonra 1960-1965 geliyor. Daha fazlası yok, bence o yılların dışında gelişen akademik bir birikim de adamakıllı yok. Hikâye olarak ilginç buluyorum 1968 öncesini, dünyadaki gelişmelerle eşzamanlı olarak bir şey yaşıyoruz, demek ki dünyaya açığız, sonra inanın kapanıyoruz. Biz zaten kendimizle çok dolu bir toplumuz. Kimseyi sevmiyoruz, kimsenin bizi sevmediğini filan düşünüyoruz. 1968 öncesinde öğrenme iştahı duymuşuz, yeniliğe açılmışız.

Grafik romanlarınızı siyasi hikâyeler olarak niteler misiniz?
Bu söylenemez diyemem ama ben doğrudan o siyaseti ve o siyasetin eylemcilerini anlatamam. Size şöyle bir örnek vereyim, diyelim1968 sonrasında, şiddetin ve iç savaşın arttığı bir dönemi anlatmak istesem, benim kahramanım, o grubun içindeki bir hippi olurdu. Yine bir muhalif ama o muhaliflerin arasında ciddiye alınmayan biri. 1951’de de bunu yaptım, siyasetle doğrudan ilgilenmeyen, olup bitenin farkında olup, bile isteye dışarıda kalan birini, o siyasetin içinde sürükledim aslına bakarsanız.

Kapaktaki resim, öne ve arkaya düşen kızıl ve kara neyi temsil ediyor?
Vedat’ı bir flaneur gibi Ankara’da dolaştırmak istedim, albüm boyunca onu hep yürürken görüyoruz. Araştırıyor, konuşuyor, anlamaya çalışıyor, duyduklarından kuşku duyuyor. Kapakta temsili bir şey olsun, geriye ve ileriye doğru gölgesi düşsün istedim. Geçmiş ve gelecek, kan ve karanlık, hakkaten kızıl ve kara gibi çeşitlendirilebilir.


Bir dönem hikâyesi anlatmanın zorluğu ne sizce?
Görsel olarak bir zorluğu var, aktüel siyaseti, kültürel göndermeleri bilmeniz gerekiyor. Dil önemli çok önemli bir unsur ama doğrusu ne yaparsanız yapın bir gerçeklik vehmi kuruyorsunuz. İster istemez bugünden bakarak, bugünün sorunlarını bilerek yazıyorsunuz, eski bir hikâye anlatmıyorsunuz demek istiyorum. Şu sorun olabilir, okur, eski görünen, bilmediğini sandığı bir dünyayı okuduğu için anlamayacağını düşünebilir. Bu çekince bir handikaptır ama işe girerken bunu aşmanız gerektiğini biliyorsunuz.

Bir zorluk sorusu daha o zaman. Farklı çizerlerle çalışıyorsunuz. Nedir birlikte çalışmanın zorluğu?
Zorluk olarak bakmıyorum. Ortak çalışmalarda önemli olan karşılıklı güven duymak. Yuvarlak ve cilalı bir laf gibi göründüğünü biliyorum. Birlikte çalıştığım çizerler benim kim olduğumu ve nasıl yazdığımı biliyorlar. Çalışırsak bir yere varacağımızı görüyorlar. Çok karmaşık değil bu safha. Niyetiniz varsa yola çıkıyorsunuz. Sefa ile bugüne değin hiç yüz yüze gelmedik örneğin. Güven dediğim böyle bir şey. Bunun ardından iştah gerekiyor. Kendimden biliyorum, sevmediğim bir işi yaparsam çabuk yorulurum.

Okurunuz hakkında düşündünüz mü? Grafik romanlarınızın okuruyla karşılaştınız mı?
Bu işlere başlarken birkaç kez söyledim. Çizgi roman okurunun dışında bir okurun peşindeyim dedim. Edebiyatla ilgili bir okurla karşılaşmak istediğimi her defasında vurguluyorum. Grafik romanla ilgili global bir merak olduğu için bunları söylemiyorum, 1992 yılında Koloni isimli bir fanzin çıkarmıştım, bir manifestosu vardı, inanın orada dahi bunu yazmıştım. Grafik romanla ilgili hafiften gürültü çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul ediyorum. Evet okurlarımla karşılaşıyorum. Çizgi roman okurları, çizgi romanı konuşulur kılma çabamı takdir ediyorlar ama ben onların önemlice bir kısmının sevebileceği türde şeyler yazmıyorum.

Grafik romanların dilinin yavaş olduğunu söylüyorsunuz hep, bu yavaşlık meselesini biraz açar mısınız?
Teknik bir mesele. Dikkat edin çizgi roman balonlarında hemen tüm konuşmalar ünlem işaretiyle biter, insanların yüzleri, jestleri hep bir heyecan gösterir. Hikâyenin olağanüstülük içermesi beklenir. Hikâyenin kendisi süratlidir, kahramanın düşüncelerinden ya da psikolojisinden çok yapıp ettikleri önemlidir. Kahramanlar pişmanlık ya da tereddüt duymazlar. Oğuz Aral’ın Utanmaz Adam’ını düşünün, sürekli bir yerden bir yere, bir eylemden diğerine koşar. Geçmişte sinematografi bu denli gelişmemişti, bilgisayar yoktu, o süratin bir karşılığı vardı. Oysa bugün bir çizgi roman, aksiyonuyla temposuyla bu sinematografi ile başedemez. Mümkün değil. Rekabet edemiyorsanız gücünüzü başka türlü göstermek zorundasınız. Edebiyata, insani meselelere ve psikolojiye bu yüzden yaklaşılıyor. Size saçma gelmesin, bir kahraman olarak Pinokyo’yu düşünün, yalancı ama sevimli bir serüvencidir, bir derdi vardır, pişmanlık duyar, üzülür, kahreder ve en sonunda insana dönüşür. O hareketliliğe rağmen biz onu o meseleyle hatırlarız. Yavaşlık dediğim, çizgi romanın değişimi. Yeni bir Karaoğlan veya yeni bir Utanmaz Adam yapamazsınız, okurunuz olmaz demiyorum, nostaljisi yapılır, romantizmi yapılır ama yeni olmazsınız. Hep sizden öncekileri hatırlatırsınız. Bu söylediklerim yanlış anlaşılmasın, çizgi romanı azımsamıyorum, ben bilerek onun kıyısında durmaktan ve başka bir biçimle hikâye anlatmaktan söz ediyorum. 

Bu söyleşi daha önce BiaMag'te yayımlandı.
link
Related Posts with Thumbnails