Salı, Mayıs 21, 2024

Dracula Müzikali

Dün akşam Drakula müzikalini seyrettim, genel olarak zihin açıcı olduğuna inandığım için farklı türleri seyretmeye çalışıyorum. Serüveni tiyatroya taşımak bence zor, üstüne bir de bizim pek yapmadığımız müzikal türünü ekleyelim, riskli bir iş seyredeceğimi biliyordum. 

Tiyatrolar, aşağı yukarı bir on yıldır, televizyon dizilerinden besleniyor, ekrandan sevdiği oyuncuları görmek isteyen seyirci, tiyatroya rağbet ediyor. Drakula müzikalinde popüler olmuş herhangi bir oyuncu yoktu, bu oyunu daha da ilginçleştiriyordu bence...

Laf uzamasın, ses düzeni iyi değildi, bazı oyuncu tercihleri yanlıştı, kimi sahnelerde oyun düşüyor ve cringe ölçüsünde "olamıyordu", bazen çok çeviri duruyordu veya finali itibarıyla yeni bir yorum yapmışlar ama oyun metni buna göre kurulmadığı için tuhaf durmuş,  hafif tebessümle "senaryo zaafiyeti" diyerek geçiyorsun... Veya Van Helsing yanlış yorumlanmış, yapmayın dedirtiyor filan... Tüm bunlara rağmen, işi cesur buldum,  Drakula ve kadınları, oyun ve performans olarak gayet başarılı ve ilginçtiler. 

Pazartesi, Mayıs 20, 2024

Deve'nin hesabı

Deve,  az sayıdaki sağcı mizah dergilerimizden biri... Reha Oğuz Türkkan'ın yayın yönetmenliğinde hazırlanmış, iki sayısını gördüm. Tarihsiz ama yetmişli yılların sonu gibi duruyor. "Sollamadan, sallamadan hem nalına hem mıhına" şiarıyla çıkmış. Pek parlak bir yayın denemez, o yılların mizahi ortalamasının altında, nasıl desem, on yıl önce çıkmış olan denemeleri andırıyor. Tabii ki başarısız ve ömürsüz olmuş bir yayın. İlginçliği, sol(cu) karşıtlığı elbette...

Öztürk Serengil, Nejat Uygur, Cenk Koray gibi sahne-magazin simalarına yer vermişler, sağcılıkları bilindiği için bile isteye destek verdikleri tahmin edilebilir. Rauf Tamer yazmış, Necmi Rıza ve Bülent Şeren gibi karikatürcüler katkıda bulunmuşlar... Ecevit'i ve Erbakan'ı eleştiriyor, Demirel'e sempati gösteriyorlar, gel gör ki, Türkeş'i hiç çizmemişler. Liderin karikatürü yapılmaz yargısından etkilenmiş olmalılar... Ya da partililer hazır olmayabilir! diye çekinmişlerdir...

Söylemesem olmaz, mizah dergiciliği ne desek boş, genç işidir... Reha Oğuz, o tarihte 60 yaşına yakın... Onun güldüğü şeylerle o yıllarda genç olan birinin güldükleri arasında "dağlar" olduğu aşikar... Denemiş-denenmiş de... 

Gelelim yukarıdaki kapağa... Sallamadan deseler de Ecevit'i "foto-montaj" ile bilemiyorum, galiba eşcinsel olarak göstermeye çalışmışlar... Niye karikatür değil de fotoğraf kullanılmışlar diye düşündüm, içerde var çünkü... Yaşar Kemal'e salladıkları İpince Memed çizgi romanında  hicvedilenlerden biri olmuş Ecevit... Kapakta fotoğraf olunca galiba diyorum, daha gerçek gibi görünsün istemişler, belki daha sahici, daha etkileyici...Mizah gibi durmuyor, aşağılama arzusu daha baskın çünkü.

Ve galiba Hurşit dedikleri de David Bowie... Farkındalar mıydı merak ediyorum. 

Cumartesi, Mayıs 18, 2024

Zengin bir koca bulursam...


Sahaflardan aldığım dergiler içinden gazetelerden kesilmiş erotik kadın fotoğrafları çıktı. Anladığım kadarıyla seksenli yıllarda bir "delikanlı" gazetelerden beğendiği resimleri kesip "arşivlemiş"...

Aynı yılları yaşamış bir ergen olduğum için resimlerdeki kimi kadınlara aşinayım. Büyümek, karşı cinsle karşılaşmak kolay değil... Traji komik bir merhale olduğu için "geçelim".

Resimlere bakarken, resimlerden çok resimaltında yazılanlara takıldığımı fark ettim.

Eskiden bu yazıları, mizaha yeteneği olanlar yazardı. Hani herkes, yazılanların palavra olduğunu bildiğinden olmalı, iş onlara bırakılmıştı. Karikatürist Ferit Öngören  uzun yıllar "Tan" gazetesinde başta resim altları olmak üzere sayısız asparagas haber yazarak geçinmişti mesela. Ömrünün son döneminde tanışmış, sohbet etmiştim. Akıllı, ne yaptığını bilen donanımlı bir sanatçıydı.

Geçim sıkıntısıyla böyle bir iş yapmak?...

Düşünün, ne iş yapıyorsun? "Çıplak kadın resimleri için komik yazılar yazıyorum." Reel hayatta bir karşılığı yok bu işin... Gazeteciyim diyorsun... İmzanı atamıyorsun... Yoksun. Üstelik çok okunuyorsun.

Bir yandan da eğlenceli sanki... Tuhaf.

Edebi ya da sinematografik açıdan çok iştah açıcı bir "meslek".





Cuma, Mayıs 17, 2024

Sabahlara kadar

Epeyce ilginç bir kapak, 1939 tarihli, Atatürk öldükten sonra yayınlanmış. Akbaba'nın patronu Yusuf Ziya Ortaç, bu kapak için çok düşünmüş, çok tereddüt etmiş olmalı. Deyim yerindeyse zar atmış, riske girmiş çünkü. 

Dikkat edilirse imza yok. Cemal Nadir çizmiş gibi duruyor, öndeki garsonlar kopya olduğu hissi de veriyor. Arka plan kalabalıkken tenhalaştırılmış bile olabilir. 

Mesaj, Atatürk dönemi Ankara'sına yönelik, iki garson aralarında konuşuyorlar: "Her gece sabahlara kadar eğlenirdik, ne eğlenirdik: kadehler kırılır, naralar atılır, döğüşler edilirdi. Nerde eski o hovardalar". 

Enteresan, Akbaba, resmi ilanlarla yaşadığı için İnönü iktidarına methiyede bulunuyor, yeni döneme adapte ve angaje oluyor diyelim.
 

Perşembe, Mayıs 16, 2024

Çaylak

Türkiye'de sağcıların mizah dergiciliğine önemli katkıları olmuştur diyemeyiz, popüler bir mecranın içinde az satışlı denemeleri oldu demek daha doğru, ancak maddi destekle ayakta kalabildiler... Mizahın, ister istemez yasaklı alanlardan (argo ve cinsellikten) beslenmesi, seküler bir gelenekten gelmesi bu başarısızlıklarının nedenleri olarak gösterilebilir. 

Mizah diyorum, karikatürle karıştırmayalım, karikatürün bir gazetecilik sanatı olarak manşet ve siyasetle ilişkisi, muhafazakar mizahçıları "mizah" yapıyorlar gibi gösterilebilir, her zaman ilgili olmadığını, çoğunlukla siyasal romantizmin içinde kahırlanıldığını hatırda tutmamız gerekiyor. Üstelik, Türkiye'yi genellikle sağcılar yönettiği için "muhalif" olmakla ilgili bir alışkanlıkları da yok. 

Alışkanlıktan kastım, liberterlikle ilgili bir eleştirellik... yoksa bugün de yaşıyoruz, sağcılar kendilerini bir mağduriyet ve azınlıkta kalma haliyle tanımlamayı seviyorlar, gel gör ki oradan ironi ve espri çıkmıyor, çıkan şey kahır ve ilenme, felaket çağrısı ve narsistik bir methiye...

Çaylak, mizah dergilerinin yüksek satış rakamlarına ulaştığı, bu sebeple de yüksek telifler ödediği, yetenekli gençleri kadrolarına dahil ettiği bir dönemde çıkıyor, yıl 1977... O etki ve moda içinde varolmakla birlikte çok amatör duruyor, çok çok az isim, çizgici olarak yoluna devam etmiş mesela...  Siyasi aidiyet ile yetenek, haliyle farklı şeyler, bir ölçü ve enerji tutturamamışlar, Çaylak naif kalmış diyelim.

Akbaba'yı çağrıştıran biçimde niye "Çaylak" sembolünü kullanmışlar, bilemiyorum. Ortaç da sağcıydı, görseydi,  Çaylak'ın sağcılığını muhtemelen köylü ve kaba-saba bulurdu.

Demirel ve Erbakan'ın Başbakanlık yaptığı koalisyon döneminde çıkmış Çaylak, CHP ve Ecevit'e yönelik eleştirellikleri, Türkeş'e ve Ülkücülere sempatileri var... İki kapaklarını seçtim, ikisinde de muhalefet partisini eleştiriyorlar, birinde Türkeş, Ecevit'in kulağını çekiyor, ikincisinde CHP içinde azgın sol diye karikatürize edilmiş, ağzından kan damlayan bir köpek çizmişler...

Milli mizah için ta o senelerden bir üslup iddiası ve miladı arandığı söylenebilir. 

İki kapak
 

Salı, Mayıs 14, 2024

Yeni Bir Söylenen Adam


Prekazi saçlar, gömlek cebinde plastik tarak, Seiko saat, yalancı Levis, Nike air... Karikatürlere bakarak yazıyorum bunları. Doksanlı yıllarda Leman'da karşılaştık bu kadar çok teferruatla. Seleflerinin, Gırgır ve Hıbır'ın lümpenlerini ve alt sınıflarını başka türlü yorumlamışlardı, daha küfürbaz ve daha yakından anlatıyorlardı şehrin kenarlarını. Karikatürist Ahmet Yılmaz, penceresinin önünde çayını yudumlarken duyduğu her sese küfreden Kıllanan Adam isimli bir karakter yaratmıştı. Döneminin en popüler tiplemesiydi desek sanırım çok fazla itiraz almayız. Odun yüklü balkonların, kararmış binaların, İpe dizilmiş biber ve bamyaların arasında, sakaletin içindeydi Kıllanan Adam. Terli fanilasıyla pencerenin önünde oturuyor, etrafa bakıyor, uygitsinciliği ve boşvermişliği diline doluyor,  öfkelenir gibi yapıyor, küfrederek söyleniyor ama hayatına devam ediyordu. 

Geçtiğimiz on yılda, Kıllanan Adam ya da Ahmet Yılmaz dünyasıyla kıyaslarsak daha naif bir mizah öne çıktı. Kıllanan Adam, genellikle konuşmuyor, nafile bir hayıflanmayla düşünüyordu. Haklı olmanın dayanılmaz yalnızlığına ya da öfkesini dile getiriş biçimine o uzun düşünce balonlarını okuyarak gülüyorduk. Oysa bugün, Yiğit Özgür'ün yaygınlaştırdığı espriler, fıkrayı andırır biçimde diyaloglara dayanıyor. İki kişi karşılıklı konuşuyor, birbirine laf yetiştiriyorlar. Söz oyunları, yanlış anlamalar, saflık derecesinde bönlük, hödüklük, zevzeklik ironiyle naif bir dille fıkralaştırılıyor. Göbekli, ensesi kalın, kulağı kıllı erkekler, cinsellik, futbol ve para dışında hiç birşeyle doğru düzgün ilgilenmeyen lümpenler unutuldu demeyeceğim ama moda olan mizah, pofuduk, steril ve cool orta sınıf reflekslerine dayanır oldu. Ahmet Yılmaz, Leman'da takdim edilirken ya da sinemada bizatihi kendisini tipleştirirken vakti zamanında yaptığı tezgahtarlık tecrübesi vurgulanıyordu. Son on yılda benzer bir geçmişin çok da fazla bir önemi kalmadı. Okur yazar, iyi eğitimli, şehirli genç (ve sınırlı) bir okura hitap ediyordu dergiler. Hiç bir üretici bu biçimde takdim edilmedi; artık lümpenleri değil mahremiyeti, insani itirafları, süratle değişen hayata direnen nostaljik ayrıntıları merak ediyordu okur. Belki şu söylenebilir: lümpenler, bu yeni evrede, sanki daha haberdardılar pek çok şeyden, saldırgan değillerdi, ontolojik sorunları olan tipler olarak yeniden tanımlanmışlardı. 

Bir toplumun neye güldüğüyle ilgili dönemselleştirmeler yapmak kolay değil ama şu var: mizah dergileri, cinsellik ve argoyla daha kolay ilişki kurabildiklerinden, yine medyaya göre nitelikli bir izler kitleye sahip olduklarından ve okurları tazelendiğinden öncü niteliklere sahiplerdir. Suyun yüzeyindeki çırpınışları değil dipteki akıntıyı temsil ederler ya da mizah evrenini bir piramide benzetirsek, onların vazgeçtikleri espriler, aşağıya doğru inerken yaygınlaşır. Yani mizah dergileri belli tarzda esprilerden uzaklaştıklarında bile bu, o tarzın sönümlendiğini göstermez. Toplumda ya da popüler kültürün farklı mecralarında o espri tüketilmeye devam etmektedir, örneğin tv yoluyla yaygınlaşmaktadır. Bunun avantajı da vardır, mizah dergileri yıllar sonra, o unuttukları espri izleklerine geri dönüp revizyon yapabilirler. 

Uykusuz'da yayınlanan, Cihan Ceylan'ın Sami tiplemesi, Kıllanan Adam'ın bir çeşitlemesi. Doğal olarak yeni ve farklı yönlere sahip: Her şeyden önce Sami, Kıllanan Adam'a göre konuşkan biri, içine atmadan pervasızca düşündüklerini söylüyor. Büyük meseleler hakkında konuşmuyor ama Leman'ın "söylemeyen söylenen" adamları gibi değil. Kendi doğrularını, küfür ve kibirle, karşısındaki küçümseyerek dillendiriyor. Kıllanan Adama göre muhafazakar biri. İslami referanslara ve mukayese ölçütlerine sahip olmakla birlikte güdük bir Müslümanlığı var. Kız arkadaşları ve ilişkileri resmedildiğine göre pek çok referansı huysuzlukla ya da millici bir refleksle yapıyor. Yanındaki afro saçlı kadın: "Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerin başında kesinlikle Paris geliyo bence Sami! Hımm Paris aşkın şehri" dediğinde "Kabe orda mı" diyebiliyor veya parkta gördüğü aşık çifte bakıp "Yasin suresini bilen biri olsun oğlum bunu boşver... Supanekeyi bile bilmez lan bu" uyarısı yapabiliyor. Dini referanslar şu bakımdan ilginç, eskiden Atatürk mitini kullanarak "baş şu öküzlere Atam" türü komik şikayetler yapılırdı; Ceylan, döneme uyarlamış, kahramanını milliyetçi-muhafazakar biçimde anlatıyor. Diğer yandan Kıllanan Adam'a benzer biçimde romantizm karşıtı. Aşk acısıyla kavrulan arkadaşlarına epeyce kinik ve gerçekçi cevaplar veriyor: "Nası yaşanmaz oldu ya? Otobüsler mi çalışmıyo elektrikler mi gitti?", "sanki Ferhat'la Şirin ayrıldı" vs. Mizahın edeb ve edebiyatla dertleri olur hep. Edebiyat, güzellikten dudaklardan, kalem kaşlardan, yanağa kondurulan yalancı ben'den söz ederken mizah gaz çıkarmaktan, apse yapmış dişten, pörtlemiş sivilcelerden bahsedilebilir. Romantik bir sahne ona göre değildir, hemen yapıyı bozacak, ters yüz edecek bir ifade çıkartır torbasından: "Semra'sız olmuyo yapamıyorum be abi. Yönümü kaybediyorum, önümü göremiyorum" diyen birine "Navigasyon aleti mi mına koyim bu?" denebiliyor mesela. Sami'nin Kıllanan Adam'a göre tespitleri çok daha kısa. Twiter yıllarındayız, kimsenin vakti yok bilmişliğiyle yorumlanıyor hayat. Solaklığa imrendiğini söyleyen bir kadına "İbrahim Üzülmez" diyebiliyor Sami. Beşiktaşlı olmasıyla ilgili metinlerarası bir espri. Orta sınıf vurgusunu bu yüzden yaptım, okur yazar bir okura yönelik bir espri bu. 

Cihan Ceylan, neredeyse on yıldır mizah dergilerinde çalışıyor. Kemik, Fermuar ya da bugün çalıştığı Uykusuz'daki üretimleri hep birilerine benzetildi, Umut Sarıkaya, Yiğit Özgür ya da Uğur Gürsoy'la aralarında hısım akrabalık kuruldu. Yukarıda ben de Kıllanan Adam'la Sami arasında bir bağ kurdum ki pek çok zaman Düz Adam Sami diye anılan bir tiplemeden söz ediyoruz. Benzerlik bütünüyle kötü bir şey değil, mevcut espri aurasını iyi anlayıp yansıttığını da gösteriyor çünkü. Yanlış anlaşılmasın, adına ister piyasa diyelim ister paradigma, adı herneyse o olan "görünmez el" üslubu belirler. Popüler kültür, her zaman ve her yerde, hakim olandan beslenir, onun çeşitlemesini yapar. Özgünlük de o benzerler toplamından çıkar, hem benziyordur hem başkadır. Cihan Ceylan da böyle bir kıvamla üretiyor, son kertede komik mi, evet komik. Gırgır, bir iki istisna dışında tek adamın elinden çıkmış gibiydi, herkes Oğuz Aral gibi çiziyordu, dergi çok satıyordu, unutmayalım. 

Radikal Kitap, 14.12.2012

Pazartesi, Mayıs 13, 2024

Ölümde Birleşenler

Sahaflara düşmüş, Ömer (Ayhan) haber verdi, hemen satın aldım. Ölümde Birleşenler, yirmi iki sayfalık bir gazete tefrikası, görmemiştim. Birisi gazeteden kesmiş ayırmış... Yıllar önce Tercüman'ı tararken (1993) aldığım notlara baktım, atlamışım. Öyle önemli, kaçınılmaması gereken bir çalışma filan olduğu için değil, meraklıyım, ya ilginçse diye illa ki görmek isterim... Yirmi yıl sonra okumak nasip oldu diyelim.

Niyazi Ispartalı, bildiğim bir yazar değil, şöyle bir bakındım, erişebileceğim bir kitabı varmış ama bu hikayeye bakarak söylüyorum, ilgimi çekmedi. Şahap Ayhan ise rahmetli, insan olarak sevdiğim,  tatlı bir deliydi, serüven tutkusu, erotizmi, işçiliği sahiden çok çok ilginçti. Zaten o çizdiği için okudum Ölümde Birleşenler'i...

Tahminen 58-65 yılları arasında çizilmiş...İsminden de anlaşılacağı gibi "ölümlü-öldürmeli" bir hikaye...Yeni evli bir çiftle açılıyoruz. Düzenleri, eve ihbarname ile gelen bir polisle bozuluyor. Artık onlar kimse "kafir bir yerlerde yine başkaldırmış", çocuk o sebeple ihtiyatı asker olarak bir kere daha göreve çağrılıyor ve askere giderek karısını bir başına bırakmak zorunda kalıyor. Hikayemizin asıl amacı erkeğin şehre dönüp intikam alması olduğu için, kadının başına bir şeyler gelmesi, intikamın meşru sayılması ve kanun koyucuya hak vermemiz için o kötülüklerin "fena halde fena" olması gerekiyor. 

Bu fasıl, pek parlak değil, sansür korkusu da var galiba, kötülüğün şiddetini bir türlü "hissedemiyoruz." Kadın intihar ediyor... Kışlada haberi gazetelerden okuyan askerimiz şehre geri dönüp, askıntı olan bakkalı ve bohçacı kadını öldürüyor, karısını kandıran, içkisine ilaç katıp yapacağı yapan beyfendiyi ise durumu öğrenen adamın karısı öldürüyor. Polis de ihtiyati askerimizi öldürüyor. Ölen ölene yani...

Mesaj nedir diye düşünelim? Pulp estetiğini  konuşalım demek istiyorum. Birincisi, tek başına kalan, evden dışarıya çıkan ve çalışmak zorunda olan kadın mutlaka tecavüze uğruyor. İkincisi, o kadınlar için intihar meşru bir kurtuluş yolu... Üçüncüsü, intikamcı erkeğin "öldürme hakkı" diye bir hakkı var. 

Dağılabiliriz.

Pazar, Mayıs 12, 2024

Karaoğlan Hakkında


Karaoğlan’ı diğer çizgi romanlardan ayıran özellikler nelerdir? 
Galiba en önemli özelliği uzun yıllar çizilmiş olması. Ticari başarı kazanması, sinemaya uyarlanması, kısa sayılabilecek bir süre bile olsa yurt dışında yayınlanması sanıyorum Karaoğlan’ı diğer yerli çizgi romanlarımızdan ayırıyor.  O çoklukta ve nitelikte Karaoğlan’la kıyaslanabilecek bir başka çizgi romanımız Abdülcanbaz olabilir, hemen sayılabilecek bir başkası yok. 

Karaoğlan çizgi romanının 1960-70 yıllarının siyasi ve kültürel ortamıyla ilişkisi nasıldır? 
Her popüler anlatı, yayınlandığı dönemle ilgilidir. Zamanı ve dönemin beklentilerini yakalayamazsa popüler olamaz, yaşayamaz, kaybolur gider. Bu bakımdan bir ilişkisi var elbette. 

1960-70 yıllarındaki Akşam gazetesinin yayın politikasıyla Karaoğlan arasında bir paralellik görüyor musunuz? 
Bir gazete ya da dergi, içeriğini oluştururken bir tercihte bulunur. O tercihlerin toplamı gazeteyi var eden bir politikadır. Bu politika sansürle, siyasetle ve doğal olarak ticaretle ilgilidir. Akşam gazetesi, Karaoğlan’ı yayınladığına göre bir tercihte bulunmuş. Şunu unutmayalım: Karaoğlan, gazetenin siparişiyle üretilmiş bir çalışma. En baştan üretim kodları belirleniyor ve ortaya çıkan çalışma inceleniyor, ancak o şekilde telifi ödeniyor. Paralellikten çok ardışıklık, yayın politikasının parçası olmaktan söz etmemiz gerekiyor. Gazete yönetimi ne istemiş olabilir? Geçmiş on yılın tecrübesine dayanarak, çizgi romanlar okunuyor, tarihi kahramanlık hikâyeleri seviliyor, tarihi çizgi roman yaptıralım, bir çeşitliliktir, yeniliktir, gazeteyi farklı gösterecek bir başkalıktır demişlerdir. Muhtemelen bunu düşünmüş ve buna göre hareket etmişlerdir. 

Milliyetçiliğin Türkiyedeki gelişimi göz önünde bulundurulduğunda Karaoğlan eseriyle Suat Yalaz’ın bu gelişimdeki yeri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bir etkiden söz edemeyiz. Suat Yalaz bir entelektüel değil. Yazıp çizdikleriyle bir siyasi ya da kültürel bir tartışma yaratmış birisi değil. Karaoğlan, erotizmiyle öne çıkan aksiyona dayalı bir serüven çizgi romanıdır. Gazete okuru hesap edilerek üretildiği için yetişkinlere yöneliktir. Cinsellik, iddet ve siyaset bakımından çocukların okuyabileceği bir anlatı değildir. Siyasetle ilişkisi esasen dolaylıdır, ilk anda Türklük üzerinden milliyetçilik yaptığı söylenebilir ama vurgu bu her zaman belirgin değildir. Orta-Asyacı bir milliyetçiliği vardır, radikal sağla ilişkisi erotizmi nedeniyle mesafelidir. Dinin hiç bir zaman anlatıda ağırlıklı bir yeri olmamıştır. Dizinin yaratıcısı Suat Yalaz, 1932 doğumlu. Onun eğitim aldığı yıllarda resmi ideolojide Osmanlı, cumhuriyetle karşıtlık içinde kurgulandığından olmalı, Osmanlı'yla neredeyse hiç ilgilenmemiştir. Karaoğlan'da bilerek ve isteyerek Müslümanlık öncesi evreye yöneliyor... Başka bir tarih anlatmak istemiş, tabii ki bu bir iddia. İşin esasına bakarsak Karaoğlan tarih-dışı bir fantezidir. Tarih bir arka plandır.Tarih bir ahlâkî kategori olarak ele alınır, geçmişin bugünden daha iyi ya da bugünün geçmişten daha kötü olduğu gibi bir ahlâkî argüman vardır. İlk Türkler, hayalî bir evrende yarı-mistik karakter özellikleriyle anlatılır, geçmişin iyi ve temiz olmasının nedeni olarak gösterilirler. Bu çerçevede sizin sorunuza daha doğru cevap verebilirim: Karaoğlan, 27 Mayıs sonrası seküler milliyetçilikten etkilenmiş bir anlatıdır ama bu etkilenme ve bağlantılandırma arzusu sonradan kurulmuştur. Başlangıcı salt serüven hikâyesidir, yabancı çizgi romanlardan ve romanlardan etkilenerek üretilmiştir. Toplum değiştikçe buna uygun hikâyeler anlatıldığı olmuştur.  

Karaoğlan’da öteki olmak için hangi niteliklere sahip olunmalıydı?
Öteki olmak için Türk olmamak yeter bir sebeptir. Türk olmamak zaten ahlaken ve fiziken bütün olumsuz nitelikleri içerebilmektedir. Bir yabancı, hele asker, hele asilzade, hele ‘sevişen bir kadın’ fıtratı gereği kötüdür. 

Karaoğlan’da bir karakterin ‘bizden’ veya ‘dost’ tanımına girmesi için hangi özellikler gerekiyordu?
Türk olması, Türkleri sevip güvenmesi, Karaoğlan’a aşık olması denebilir… 

Karaoğlan’daki kadının erotik rolünü bir kenara bıraktığımızda, kadın hangi açılardan ötekileştirilmiştir ve bu ‘kadın’ı ötekileştirmede güdülen amaç nedir? 
Önce yayın mecrasının ticari beklentilerine bakmamız gerekiyor, erotizm satar çünkü. Sonra fotoğrafın yaygınlaşmadığı dönemlerde çizgi, popüler kültürün erotizm membaı idi. Çizerler bu tür erotik çizgiler kullanırlardı, madden bir karşılığı vardı bunun. Bir de kişisel olana bakmak lazım. Suat Yalaz, hayatı boyunca erotik çizgi romanlar yaptı, sevmese, ilgi göstermese bu kadar yapmazdı.  Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Karaoğlan, Türkiye’de yayınlanan yerli ya da yabancı tüm çizgi romanlar içinde cinsel ilişkinin en fazla resmedildiği anlatıdır. Şunu demek istiyorum, kadın (bedeni) ticari olarak ötekileştirilir, Karaoğlan bu bakımdan farklı değil. Karaoğlan, çıplak görünen-su kenarında yıkanan her kadınla sevişti. Bunlar genellikle yabancı kadınlardı ya da Türk olduklarının üzerinde hiç durulmadı. Burada yabancı toprağı fethetmeyi andıran mest ederek üstünlük sağlamak gibi vülger bir milliyetçilik var. Türk erkeğinin gücü gibi son derece naif bir iddia... Poz ve narsizm açıkça görülüyor. Kadın vesile ediliyor yine. Serüvenlerde başka da bir işlevleri yok aslında. 

Karaoğlan’da Türk tarihinde yeri olmayan düşman figürlerine rastlıyoruz. Sizce Suat Yalaz’ın bu düşmanları seçerken amacı neydi, tarihte aslı olmayan bu düşmanlarda hangi ögeleri temel aldı? 
Özel bir garezden çok serüven için ihtiyaç duyulan kötü adamlar gibi düşünmek gerekiyor o düşmanları. Çünkü hikâyede aslı astarı olan tarihi bir arkaplan yoktur, uydurulmuş bir geçmişten söz ediyoruz, uydurulmuş milletlere bile rastlanır. 

Suat Yalaz dönemin güncel olaylarına Karaoğlan’da yer vermiş midir, verdiyse buna örnek verebileceğiniz bir seri var mıdır? 
Verdi diyemeyiz. Karaoğlan’ı çizemez olduğunda aktüel siyasete dair yorumlar yapıp konuştuğu oldu ama dizinin aktif yayın sürecinde bu türden yorumlara hiç girmedi. Handiyse apolitik tavırlar gösterdi. Müşteri taleplerine göre Ramazan sayfası veya erotik çizgi romanlar yapan birinden söz ediyoruz. Tutarlı bir pragmatikti. Geçtiğimiz yıl, Karaoğlan’ı şimdi çizseydi iyi bir Müslüman olarak çizeceğini filan söyledi. Tam ona uygun bir açıklamaydı. Sokağı ve takvimi izliyor. Gazeteci gibi ufku sabah doğup akşam batıyor ama iyi bir esnaf gibi malını pazarlıyor, çoğunluk değerlerine oynuyor vs. 

Karaoğlan’ı bir propaganda metni olarak nasıl yorumlarsınız? 
Ticari bir ürünü propaganda metni olarak göremiyorum. Karaoğlan satması ve okunması için başka şeyler yapan bir yaratıcının elinden çıktı. Suat Yalaz, propaganda çizgi romanları çizdi, Karaoğlan bunlardan biri değil. 

Sizi Karaoğlan üzerine bir kitap yazmaya iten ne oldu, kitabınızı yazarken neyi amaçladınız, amaçladığınız hedefe ulaştınız mı?

2002 tarihli eski bir kitabımdan söz ediyoruz. O tarihte iki kitap yazmayı düşünüyordum. Çizgi roman üreticileri başka sanat dallarında olduğu gibi eleştiri müessesesine alışkın değiller. İkinci kitabı yazmaktan o sebeple vazgeçtim. İkinci kitap Abdülcanbaz'la ilgili olacaktı. Onun adının da Ulusalcı ve Erotik Bir İkon olmasını tasarlamıştım. Birlikte düşünülmüşlerdi. İlgimi kaybettim. Karaoğlan kitabımın yeni baskısını bile yapmıyorum. 

“Erotik ve milliyetçi bir ikon: Karaoğlan” adlı kitabınız yayımlandıktan sonra Suat Yalaz’dan bir dönüş aldınız mı, aldıysanız bu dönütü nasıl değerlendirirsiniz? 
Kitap çıktıktan sonra nahoş yazılar yazdı, ucuz yazılar… Sonra telefon açıp özür diledi. Ne yapmaya çalıştığımı anladığını sanmıyorum. Sürekli olarak ben çok sattım, filmlerim hasılat rekoru kırdı yalan yazıyor gibi başka şeylere takılıp durdu çünkü. Aralıklarla lafım geçtiğinde bana kahırlanıyor, duyuyorum. Bir tv programında kitabı hiç duymadığını bile söylemiş. Yok saymış. Bunlar sahiden mühim değil. Pulp fiction anlatılarının yazarları böylesi tepkiler verirler, güçlü narsisttirler. O kadar şey anlatıyorsunuz o “ben çok sattım” fikrinde dolanıyor, hâlbuki iflas etmiş bu işlerden. İcralar, borçlar gırla…  Pragmatiktirler diyorum ya. Beni yok sayıyor ama bir kitabı çıkarsa mutlaka bana imzalayarak, övgüler yazarak gönderiyor örneğin. Kızarak anlatmıyorum, vakıa bu, onu aktarıyorum.

Bu söyleşiyi Bilkent Üniversitesinden bir grup öğrenci, bir ders kapsamında yaptılar. Kasım 2014

Cumartesi, Mayıs 11, 2024

Fatura

Telifle geçiniyor, yaptığım işlerle ilgili fatura-makbuz kesiyor, vergi ödüyor, harcamalarımla ilgili fatura topluyorum. Reel hayatımın bir yönüyle özeti bu diyebilirim... Bunları neden yazıyorum, aşağı yukarı bir yıldır, ülke ekonomisinin irtifa kaybına koşut biçimde fatura toplarken ciddi biçimde zorlanmaya başladım.

Blogu takip edenler, beni tanıyanlar kolaylıkla tahmin edebilir, kitap ve orijinal çizimlere-resme ciddi para harcıyorum. Yaptığım harcamalarımla ilgili fatura almak istiyorum, hem doğal hakkım, hem de yapılan alışverişin belgelenmesi-vergilendirilmesi adına herkesi bağlayan bir zorunluluk bu. Ayrıca konuşulmaması gerekiyor yani. 

Ne ki, yaptığım alışverişlerde her zaman fatura alabiliyorum diyemem, gerçekten zorlanıyorum, ayrıca satıcılara mesaj yazıyor, uyarıyor ve uğraşıyorum fatura alabilmek için...Pek çoğu, fatura vermemek için türlü yollara başvuruyor... O kadar alıştım ki bu duruma, atlatmaları hemen anlıyor, ona rağmen inat ediyor, ısrar ediyorum. Kitapçıların, sahafların, online satış platformlarının, hele müzayedecilerin fatura vermemek için gösterdikleri mambo jamboyu sahiden anlıyorum ama aynı devlet benden çatır çatır vergi alıyor, onlar da beni anlıyorlardır diye umuyorum.

Geçerken yazdım yineleyeyim, fatura kesmemek, mali kaosun, vergi kaçırmanın, iktisadi yozlaşmanın, küçülmenin işareti... Yaşıyoruz.

Cuma, Mayıs 10, 2024

Boru değil!

1933 yılında ilk üniversiteli gazetecimiz sayılan (başka bir iş yapacağı yerde gelip gazeteci olmuş hayretiyle belirginleştirilen) Mekki Sait, Sirkeci'de bir gece geçirmiş, o gecede yaşadıklarını hikayeleştiren bir magazin haberi-yazısı çıkarmış. Yazı, bir otelcinin sözleriyle bitiyor: "Otelcilik bu, boru değil..."

Boru değil mi? Argoyla ilgili biriyim, toplarım-dikkat kesilirim, sözüm ona öyleyim yani, şaşırıp kaldım, hani ben o dönemi senaryolaştırıyor olsam, herhangi bir karaktere bu lafı ettirmem, "boru değil" dedirtmem... Seyredene tuhaf gelir diye çekinirim. Hatta fikrimi sorsalar, kaşımı kaldırarak ilk kez yetmişlerde söylenmeye başlamış olmalı derdim, değilmiş işte... Otuzlu yıllarda bir gazeteci, otelcinin ağzından bu deyişi, sokak dilinin içinde kullanmış...

Kavalı, flütü kastederek, "içi boş boru değil, çalıyor, üstelik ben çalıyorum" anlamında bir kullanım vardır, burada "değersiz ve boş değil, öyle kolay sanma"... manasında konuşmuş otelci...

Bir sözcüğün ortaya çıkışı, dile sirayet edişi, yaygınlaşması-başkalaşması çok ama çok enteresan bir süreç...

Perşembe, Mayıs 09, 2024

Espirikli

Çizgi: Berat Pekmezci

Benli Kadın

Bilmediğim -ve daha önce görmediğim- bir roman olunca, balıklama atladım. Cemil Mahir diye bir yazar bekliyordum, romanın tercümanı çıktı... Şaşırmadım ama insan yine de ümit ediyor, o yıllarda çevirmenler metni yazarıymış gibi imza atabiliyorlar. 

Kitap 1942'de çıkmış, ilk dünya savaşı sırasında casusluk yapan Lote Bravn (!) isimli bir kadının hatıralarını anlatıyor. Romanı, bizzat o kadın casus yazmış. Biraz bakındım, gerçekten böyle biri var mı yok mu, bulamadım. 

Mata Hari benzeri serüvenler okuyoruz. Dil, ucuz roman ölçülerinde fena değil. Kitabın yazarı da Mata Hari gibi bir Hollanda vatandaşı, tesadüf mü, taklit mi yine bilemiyorum.... Popüler olacağı düşünülmüş ki, "Benli Kadın İşbaşında" ismiyle devamı basılmış veya daha en baştan kitabı ikiye bölmüşler. Tütüncülerde satılan ucuz kitaplardan çünkü... Ne kadar az sayfa/forma olursa kitabın fiyatı o kadar ucuz oluyor veya çok sayfasıyla okurunu korkutmuyor...

Anlatılan hikayeler ilginç diyemem, vaad ettiklerini karşılamıyor. Belgeselci bir gazete tefrikası gibi duruyor, ürkek ve kontrollü istiflenmiş, acaba dedim kitaptan önce dönemin bulvar basınında yazı dizisi olarak mı neşredilmiş...

Savaş ortasında casusluk romanı seçmek, ticari olarak akıllı bir tercih, herkesin aklında-dilinde olunca merakı artırıyor. İçeriği nedeniyle Fransızcadan çevrilmiş gibi geldi bana...

Bu "benli kadın" imgesi bana oldum olası enteresan gelir; ben, kolektif bilinçaltında mutlaka erotik, hafif hazcı ve hafif meşum bir kadını çağrıştırır. Şimdi çok anlaşılmıyor ve esamisi okunmuyor ama geçen yüzyıl, hele ilk yarısında "güzel kadınlar" mutlaka "benli" resmedilirlerdi. Kadınlar, makyaj yaparken yüzlerinde bir ben çizerlerdi filan... Benli kadın, güzel ve gizemli demekti...

Kapağı Sururi çizmiş, o yıllarda henüz çok genç, çok değil bir beş yıl sonra, aynı kapağı daha albenili çizebilirdi. 

Çarşamba, Mayıs 08, 2024

Arthur Berger'in Türkiye ziyareti vesilesiyle...

1974 yılından bir açık oturum. Amerikan Kültür'de düzenlenmiş... Çizgili sanatlarımız özellikle Fransa ve Amerika'dan ilham alarak, taklit ederek gelişiyor... Hatta uzunca bir süre, Amerika'ya bile Fransızca üzerinden hayranlık duyuyoruz. İngilizce, altmışlı yıllardan sonra yaygınlık kazanıyor. 

Meseleye genel olarak kültür emperyalizmi üzerinden bakıldığı ve yorumlandığı için pek tartışamıyoruz ama... Fransız Kültür ve Amerikan Kültür'ün sanat hamiliği ve yayıcılığı yaptığını da kabul etmemiz gerekiyor. Karikatür ve çizgi romanla ilgili sergi, sunum ve söyleşilerin ilk örneklerini oralarda karşılaşıyoruz örneğin. 

Paylaştığım açık oturum, bunun örneklerinden biri... Sadi Dinççağ, oturum başkanıymış, Amerikalı bir akademisyenle birlikte Semih Balcıoğlu ve Ferruh Doğan konuşmuşlar. Akademisyen ise benim de sempati duyduğum, çok konuşulan biri olmamakla birlikte epeyce kitabı dilimize çevrilmiş olan Arthur Asa Berger... 

Kendisini asistanken-üniversitede çalıştığım yıllarda keşfetmiştim, Berger tıpkı benim gibi iletişim bilimleri ve medya çalışmaları alanındaydı, üstelik çizgi roman ve karikatürle yakından ilgiliydi, Hoş Memo hakkında bir kitabı vardı, hemen kopyasını edinmiştim... Cidden şaşırmış, benzer ilgi ve hayallerimiz olan biriyle karşılaşmaktan dolayı sevinmiş, kendime çok yakın bulmuştum. Yukarıdaki broşürü görünce kıkırdadım, meğer yıllar yıllar önce, beyfendi buralara kadar gelip çizgi bantlar hakkında konuşmuş... Otuz yıl sonra filan yazdıkları okullarımızda ders kitabı olarak okutulan biri, sessiz sedasız gelip gitmiş işte.

Broşürde ilginç bir detay daha var, çizgi roman ya da çizgi bant yerine "comics" ve "comics sanatı" denmiş... O yıllarda tam ne diyeceğimizi bilemediğimiz, önemsenmesi gerektiğini düşündüğümüz bir çizgili sanat formu çizgi roman...Berger, bantlardan ve Hoş Memo'dan bahsetmiş olmalı...Oturumda Balcıoğlu ve Doğan yerine gazetelerde bant çizen Turhan Selçuk veya Bedri Koraman olsaymış daha doğru olurmuş sanki... 

Karikatürcüler, Türkiye'de çizgi romancılara göre daha kurumsal ve daha itibarlı konumdalar, hele o yıllarda, entelektüel bir tartışma içinde öncelik onlara veriliyor...Balcıoğlu ve Doğan'ın neden orada olduklarını da açıklıyor bu durum. 

Denk geldiği için bir not düşeyim, bir iki gün önce, 5 Mayıs'ta Dünya Karikatür Günü kutlandı, görebildiğim kadarıyla ilk kez bu kadar yaygın bir paylaşıldı-kutlandı. Nerden çıktı bu diyen karikatüristler de gördüm, matraktı. Amerika'da The National Cartoonist Society, bu tarihi, Yellow Kid çizgi bantının ilk yayımlandığı gün olmasıyla seçmiş ve öyle deklare ederek, yaygınlaşmasına çalışmış... Bize gelmesi yine ta oralardan yani. 

Şuradan da biliyorum, 1995'te çizgi romanın yüzüncü yılı denmişti, yine aynı tarih bir milat olarak gösterilmişti. Amerikalıların, "cartoon" derken kastettikleri karikatür değil yani... Daha çok çizgi bantçıları işaret ediyorlar...Yani 1974'teki oturumun adı Berger ve diğer Amerikalılar için "cartoon art" aslında... Kapak için seçtikleri örnekler de bunu gösteriyor. 

Salı, Mayıs 07, 2024

Televizyon ve Coni Gitar

Tarihinden emin değilim, Yeni Sabah'tan ayrıca bakmak gerekiyor ama 1956 ya da 57' yılında yayımlanmış bir Cafer ile Hürmüz serüveninden bahsedeceğim. Hikayenin bütünü bununla ilgili değil, geçerken değiniliyor ama bir televizyon ve rock n roll eleştirisi yapılıyor, onu ilginç bulduğum için paylaşmak istedim. 

Bantlardan okuyabilirsiniz ama kısaca anlatayım. Coni Gitar (ki fena halde Altan Erbulak'ı andırıyor, handiyse kendini çizmiş) sahneye çıkıyor ve çıkmasıyla dinleyenler delirircesine kendinden geçiyorlar. Televizyon aracılığıyla bir toplumsal histeri yaşanıyor filan... 

İki açıdan ilginç; birincisi, televizyonun ne olup olmadığı o tarihte bilinmiyor, sahiden cahiliz bu konuda... Bildiklerimiz de çeviri gazete yazılarıyla, kimi Amerikan bantları ve hikayeleriyle, görenlerin anlattıklarıyla sınırlı. Şöyle anlatayım, dizinin yaratıcısı Erbulak'ın değil televizyonu, televizyon seyircisini görmemiş olması yüksek ihtimal. 

İkincisi, ilkine göre bilinirliği yüksek olabilir ama rock yıldızlarının seyirci üzerinde etkilerini yine bilmiyoruz, sadece okuyoruz-duyuyoruz, yaşamış-karşılaşmış-deneyimlemiş değiliz...

Peki ne diye böyle bir eleştiriye kalkışılmış derseniz, bizde Hoş Memo adıyla yayımlanan All Capp'in ünlü çizgi bantı Li'l Abner'den etkilenilmiş, öyle anlaşılıyor... Sorun şu ki, Capp, ciddi bir muhafazakar, rock n roll'ü küçümsüyor, gençleri ve üreticilerini dejenere filan buluyor. Hoş Memo'da sayısız kez, benzer yorumlarda bulunur. 

Erbulak, Capp'ten yirmi yaş genç bir çizer olarak, televizyona ve müzisyenlere o kadar da "amca" gibi bakamaz, bakmamalı da zaten... Galiba diyorum, bir çizgi romanın çizgilerini sevince, hikayenin bağnazlığı gözardı ediliyor ve kolay anlaşılmıyor...

Kısa bir medya yorumu da yapayım, o yıllarda medya mesajının bir şırınga gibi insanlara enjekte edildiğine inanılıyor. Sınıf farkı, kültür ve cinsiyet ayrımı olmadan, herkes aynı biçimde o mesajı anlıyor ve "kapılıyor" diye düşünülüyor. All Capp de en çok bundan korkuyor, Amerikan değerleri ve geleneğinin kaybolduğunu düşünerek "yanlış mihrakların (haliyle liberallerin) kontrolündeki" medyanın eleştirisini yapıyor...

Diğer yandan Erbulak'ın tatlı çizgileri ve sevimli tiplemeleri meseleyi böylesi bir muhafazakarlık yokmuşcasına eğlenceli bir biçimde gösteriyor, onun da hakkını teslim edeyim. 


 

Pazartesi, Mayıs 06, 2024

Durumlar, yazmalar

Duyurmuş olayım, senaryolar yazdığım-birlikte çalıştığım dijital platform Blutv bir süre önce Warner Bros. Discovery tarafından satın alındı. Ve şirketin yeni yönetimi geçen ay bir karar vererek, bu yıl içerisinde yayımlanacak yerli üretimleri lansman yılları olan 2025'e, gelecek seneye ertelediler. Böyle olunca, ağustos-eylül aylarında çekimleri olacak biri Bozkır üçüncü sezon olmak üzere iki ayrı işimiz  ertelenmiş oldu. 

Planlı yaşamaya çalışırım, şu ay çekim, şu ay kurgu, sonra yeni senaryo şu bu derken... hepsi bir anda değişiverdi. Hayat bu...

Genel olarak televizyondan uzak durmaya çalışıyor, bana daha uygun hikaye tercihleri olan dijital platformlarda kalmak istiyorum. O sebeple bu erteleme beni önce bir boşluğa düşürdü, sonra yeni bir arayışa yönlendirdi. Hayatımda ilk kez televizyon için büyük firmalarla görüşmeye başladım. Sonu nereye varacak, içime sinecek bir iş çıkaracak mıyım sahiden bilmiyorum. Halen konuşuyorum. 

Televizyona iş yapmak, ömürden götüren uzunlukta, kalabalık ve stres dolu aylar yaşayarak çalışmak demek...Özgün ve seveceğin bir hikayen bile olsa bölümler ilerledikçe acı çekmeye başlıyorsun... İyi tasarlamak, ruhen iyi hazırlanmak, iyi ekip arkadaşları seçmek gerekiyor...  Gerçi ilk günlerdeki kadar telaşlı değilim, giderek sakinleştim, gerekirse bir ara verip, hayal ettiğim kitap işlerine yönelip, gelecek yılı (başka türlü işlere yaparak, başka şeyler çalışarak) bekleyeceğim. 

Related Posts with Thumbnails