Pazartesi, Ocak 31, 2022
Suzan Sözen fotoğrafı
Pazar, Ocak 30, 2022
Candoğan'ı döven Yüzbaşı Türkoğlu
Candoğan'dan otuz yıl sonra olmalı, ilkokul ikinci sınıfta bazı arkaşlarla "Pilot Yayınlarını" kurmuş, benzer nitelikte tek kopyalık çizgi roman dergileri çıkarmıştık, o tarihte fotokopi nedir kimseler bilmediği için elimizdeki tek kopyayı satamıyor kiralıyorduk. Tanesi iki liraydı, Yüzbaşı Türkoğlu diye Yunanlılara dünyayı dar eden son derece dürüst ve yakışıklı bir kahramanımız vardı... Senaryoları ben yazıyordum, ne sandınız?
Aydın Selçuk isimli bir arkadaş, ki sürekli fırk fırk çektiği mümüklü burnuyla hatırlanırdı, sağolsun, maceranın devamını okumak için dört sayılık avans vermişti, şöyle bir geriye dönüp bakıyorum da, kendisi benim "canım canım" ilk okurumdur... Allah onun ömrüne ömür, varsa çoluğuna çocuğuna afiyet ve bereket versin, gerçek bir sanatseverdi, bazıları "lan oğlum salak mısın" filan deseler de fikrinden caymamıştı, hürmetle hatırlıyorum.
Cumartesi, Ocak 29, 2022
Victim of a wall
Cuma, Ocak 28, 2022
Şifreler
Her derde deva olan Allahım sen her şeyi işiten ve bilensin, bizim düşmanımızı eksik etme, onları şeytanın şerrinden koru… koru ki bizimle yaşasınlar, gönlümüze göre bereket ver ki çoğalsınlar… Suyun ekmeğe, gündüzün geceye duyduğu ihtiyaç kadar ihtiyaç duyuyoruz onlara… Onlar olmadan sözümüz söz, siyasetimiz siyaset, ekenomimiz ekenomi, hayatımız hayat olamıyor. Diyeceklerim bu kadar. Çok teşekkürler.
Perşembe, Ocak 27, 2022
Cenaze evi şenlik evi
Sosyal medya kamusallığında cenazeler çok farklı yaşanmıyor, yazmak ve göstermek, bir tür teşhir ve iddiaya dönüştüğünden, insanlar "bugün" gazetelerine ne yazacaklarını, neyi, manşete çıkaracaklarını düşündüklerinden ölen öldüğüyle kalmıyor, ya ölmemiş, öldürülmüş oluyor ya da bizatihi oracıkta öldürülüyor...
Vesile de ediliyor elbette. Yukarıdaki tivit bunun bir örneği olmuş, yazan kişi bildiğini okumuş, döner döner bina okur mu demeli...yoksa inadım inat mı bilemiyorum, tutturmuş, e yani mesele pek de Fato gibi durmuyor...
Yanlış anlaşılmasın, aktüel bir tartışma yapmıyorum, kişilerle ilgilenmiyorum. Bir eğilimden söz ediyorum, cenaze dedim, birinin ölmesi bize yetmiyor demek istiyorum, taziye bizi kesmiyor, illa hikayeyi yükseltiyoruz, ilgili-ilgisiz birine çakıyoruz, çünkü "normal" olursa o gazete okunmuyor, o cümle dinlenmiyor, o ses duyulmuyor, o hayat ilgi çekmiyor...Sabır dilemek, acıyı paylaşmak, rahmet okumak ne ki, son derece normal...
Çarşamba, Ocak 26, 2022
Gelincik'te Sabahattin Ali
İnsan ister istemez şaşırıyor, çünkü, Sabahattin Ali, komünist sayılan, ölümüne pek de üzülünmeyen bir isim, hani tam da öldürüldüğü, cinayetin mahkemeye taşındığı günlerde böyle bir yazı yayımlamak az şey değil. Sahiden riskli ve cesaret istiyor... Savcılar delirebilir, okurların korkabilir, vatandaş şikayet edebilir, olabilir oğlu olabilir...
Nasıl olmuş peki? Sabahattin Ali ile birlikte Markopaşa'da çalışan, hatta bir ara yok yere, İstihbarat ajanı sayılan Orhan Erkip, Gelincik'in yayıncısıymış da ondan... Erkip, yakından tanıdığı Sabahattin Ali için o riski göze almış.
Vay diyorsun, e bunu da unutmamalı, şanlı şöhretli aydınlarımızın sesi çıkmamış çünkü... Sayfalardan birini paylaşıyorum.
Pazartesi, Ocak 24, 2022
Ben ne...
Pazar, Ocak 23, 2022
Konfor
Tekrar olmasın, Sezen ile ilgili epeyce yazıldı çizildi... Olup bitenleri faşistlerin demagoji ve manipülasyonu sayanlar, hayat tarzı tartışması yapanlar, fırsat bilip " e Sezen de zamanında hörele hürele" demeseydi diyen başka türlü sağcılar var.
"Hayatı mahkemeye çevirenler, hiç şaşmaz, gün gelir o mahkemenin sanığı olurlar" fikrine inanırım...O tartışmalara hiç girmeyelim, yaşarsak göreceğiz.
Benim ilgimi çeken, popüler kültürü ve çoğunluk değerlerini ilgilendiren kısım... Sezen'i sağdan sağdan eleştirenlerde gördüğüm yukarıdan konuşma hali ortalamamızı göstermesi bakımından çok tipik. Konuşmak dediysem de, lafın gelişi, bence konuşmuyor, sadece suçluyorlar çünkü. Büyük haklılıkla ve haklılığın getirdiği güçle konuştuklarına inanmaları daha da ilginç... Farkında bile değiller, tek tek birilerinden söz etmiyorum, ortak bir ruh hali bu...
Hani kimi amcalar teyzeler yaşlanır ve garip bir eşiği aşarlar, kimseyi umursamaz olur, topluluk içinde gaz çıkarır, geğirir, küfreder, ayıp, edep ve empati ölçüsünü yitirirler ya, o evin, o ailenin, o çocukların ve zamanın sahibi gibi davranırlar ya... hah işte onun gibi...
Sezen'i eleştiren herkes bana sanki memleketin, evin, münakaşanın sahibi gibi davranıyor, öyle konuşuyor gibi geliyor. Konuşmuyor, dinlemiyor ve o konforundan vazgeçmiyorlar çünkü...
Keşke hayatta tek bir gerçek olsa, elle tutulur bir doğru olsa... Yok işte.
O sebeple empati diye bir hissimiz var, o sebeple kendimizi başkasının yerine koymamız bekleniyor, o sebeple eğitim alıyoruz. empati kurarsak anlamaya çalışırsak diyoruz. Hayata hainler ve kahramanlar ekseninde bakamayız. Konforlu olandan, kolay olandan kaçmamız gerekiyor, çünkü netlik ve belirginleştirme kolaylıktır, klişelerle karar vermemiz ve karar almamız beklenir.
Ezber, tarihin en büyük konforudur. Doğrular, gelenekler, kurallar, insanlar cahil olduklarını fark ettikçe değişir de değişir, yahu, hepimiz fikren cahiliz arkadaşlar, bunu bir kabul etsek, negzel olur hem "iklim değişir, Akdeniz olur"...
Cumartesi, Ocak 22, 2022
Rüya
O yıllarda düş ve rüya eş anlamlılığı bilinmedik bir şey değil ama yine de ayrıca açıklama gereği duymuş, anlıyoruz ki "düş" o kadar da bilinmiyor veya bilinmiyor diye bir endişeye kapılmış Turhan, yeni bir sözcük beni/bizi kibirli göstermesin istemiş...
Bugünden bakınca lüzumsuz bir ayrıntı gibi duruyor değil mi?
Cuma, Ocak 21, 2022
Perşembe, Ocak 20, 2022
Çarşamba, Ocak 19, 2022
Bebek
İnsan daha sert ve hicvedici bir ton bekliyor, oysa tercih edilmemiş, aksine sanki sevimli çizilmiş, gencecik bir kadınla evlenen yaşlı adam ürkütücü bir abartıyla resmedilmemiş. Sonraki yıllarda "çocuk gelinler"bir sosyal yara olarak daha kesin hicvedildi ve bir noktadan sonra, esprisi yapılmaz oldu, herkesin karşı çıktığı bir mesele haline geldi vs
"Hiç olacak şey mi mirim" tadında memurlar-bürokratlar kendi aralarında sohbet eder ve "cahillerden" sıtkı sıyrılmış gibi konuşurlar ya... öyle gibi geldi bana, ancak o kadar, yakınma gibi, "söyleniyorlar". Yani mağdurun dilini düşünmemiş, empati kuramamışlar... İlginç geldi.
Salı, Ocak 18, 2022
1.8
Halen kolay gülen biriyimdir, pek değişmedim ama o yaşta hem kıkırdak hem de tosuldakmışım...
Kilolu, sümüklü, obur çocuklara Tosuldak denir bizde...
Pazartesi, Ocak 17, 2022
Öztürk
Pazar, Ocak 16, 2022
Cumartesi, Ocak 15, 2022
Teneke Mahallesi Lehimsiz Sokak
Perşembe, Ocak 13, 2022
Çarşamba, Ocak 12, 2022
Rafael Gallur ve Pulp Estetiği
Salı, Ocak 11, 2022
Tatara titiri
Birinci Yenicilerden iştahlı, enerjik ve genç bir meydan okuma... Peyami Safa kim bilir nasıl kızmıştır... Gösteri adamıydı, kızmıştır. Sıkıntılı bahis...
Pazartesi, Ocak 10, 2022
Sadri
Pazar, Ocak 09, 2022
Memleket mizahının imtihanları (2)
Gırgır’la birlikte mizah dergiciliğimiz yetmişli yıllardan başlayarak bir yirmi yıl kadar süren çok satar olduğu bir dönem yaşıyor, gazetecilik ve dergicilik tarihimizin patlama yaptığı, nicel ve nitelik olarak çeşitlilik gösterdiği bir evre bu. Gırgır, Fırt ve Çarşaf, Türkiye’nin en çok satan gazete grupları tarafından dağıtılıyor ve satılıyorlardı. Bugün bu dönem nasıl hatırlanıyor diye bir ara soru soralım. Garip bir nostalji ve başarı hikayesi anlatma arzusuyla, bu dergilerin patronları ve ticari bağlantıları hiç akla gelmiyor, kendi başlarına çıkmışlar ve rejime gösterdikleri dirençli muhaliflikle varolmuşlar gibi betimleniyorlar. Bunları herhangi bir satış başarısını azımsamak niyetiyle yazmıyorum. Nostaljiyi de popüler kültür üretir demek istiyorum.
Bu dönem, bir başka teknolojik yenilenmeyle, özel televizyonların sayıca artıp, sansürün gevşediği doksanlı yılların başında sonlandı. Mizah dergilerinin mizahı televizyona taşınmış, işlevlerini yitirmişlerdi. Sonra ne oldu, televizyonda anlatılamayan mizahı yapabilen, öncesinde kapandı kapanacak gibi duran LeMan çok satar bir dergiye dönüştü. Mecra yine değişmişti. Mizah, artık televizyondaydı ve TRT sansüründen-devlet müdahalesinden kurtulmuştu. Levent Kırca, ekrandan nah işareti yaparken herkes çok gülüyordu ama Gırgır’ın beyazcamda nefes alıp verdiğinin farkındalar mıydı emin değilim. Televizyonların gelişiyle medyanın başkalaşacağını fark eden Haldun Simavi Gırgır’ı, çok sattığı ve iyi para ettiği bir zamanda elinden çıkarıverdi. Mevcut siyasi iklim nedeniyle bu satış genellikle romantize edilerek kapitalizmin muhalif bir yayını susturması olarak yorumlandı. Oğuz Aral başka dergiler çıkarttı, birlikte çalıştığı pek çok üretici de denedi bunu. Sahiden çok dergi çıktı ama hemen hepsi kısa ömürlü oldular. Çünkü popüler kültür ve mizah artık dergilerde değil, televizyonda, hatta tekrar yükselişe geçen yerli sinemada yaşıyordu.
Yirmi yıl önce yine bir teknolojik yenilenme olan internetle birlikte mizah ve mecra bir kez daha değişti, herkesin yorumcu, gazeteci, yayıncı, mizahçı olabildiği sosyal medya geleneksel yazılı basına ağır bir hasar verdi. Devletin kimin nasıl yazıp çizeceğini belirlediği, ödül ve ceza verdiği, yazar ve temsilcilerini seçtiği dönemlerin yerini, eski ile yeninin birarada yaşadığı, esprinin ve sözün çarçabuk epridiği, herkesin kolayca beğenilip kıyasıya eleştirildiği kaotik bir ortam aldı demek daha doğru. Gerçek ile şayianın, trajedi ile mizahın, yalan ile esprinin, cool ile uncolluğun, öfke ile gösterinin karıştığı, iç içe geçtiği başka bir mediumla yaşıyoruz artık.
Tezat içeren bir iki örnek vereyim. Komedi dizileriyle ünlü BBC, siyaseten doğruluk tartışmalarından usandığı için kurum olarak komedi dizisi yapmaktan vazgeçti. Kadınlarla, azınlıklarla ilgili espriler artık kolayca zikredilemiyor. Şöyle anlatalım, herkesin bir efsane olarak hatırladığı Gırgır, bugün o kapaklarıyla yayımlanamazdı. Cinsiyetçi, maşist, şoven ve ırkçı bulunur, her kapağı için yayın yönetmeni Oğuz Aral açıklama yapmak zorunda kalırdı. Buna karşın, örneğin twitterda geçmişteki örnekleriyle kıyaslanamayacak ölçüde ofansif mizah örnekleri kendine yer buluyor, geleneksel ahlakı zorlayan espriler yapılabiliyor. Hep verdiğim bir örnektir, 1978 yılında Mikrop mizah dergisi kırk bin satıyordu, az sattığı için kapanmıştı. En azından gerekçelerden biriydi, benzerleri beş altı misli yükseklikte tirajlara sahipti. Günümüz mizah dergilerinin tamamı Mikrop kadar satmıyor ama yayına devam ediyorlar. Bilemiyorum, belki bugün Gırgır’dan daha çok konuşuluyor olabilirler, onbinlerce paylaşılan karikatürlere rastlıyoruz mesela. Mizahın iyileştiriciliği veya saldırganlığı diye sabitlenecek bir tanımı olamayacağına sosyal medya kullanıcıları her gün şahit oluyorlar.
Yazının başından beri mizahın ele avuca sığamadığını anlatmaya çalışıyorum, mizah, popüler kültürün içinde yaşayan bir anlatım aracı, içine girdiği mecranın biçim ve beklentilerine göre nefes alıp veriyor. Devlet ve kapitalist piyasa onu yine kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışıyor ama kimse espriyi nasıl satacağını, mizahı nasıl sansürleyeceğini veya nasıl vergilendireceğini bilmiyor, o tuhaflıkla sürükleniyoruz. Ve şurası çok açık ki başka bir miladın kıyısındayız, mizah yeni bir araca biniyor, olup biten bu.
Cumartesi, Ocak 08, 2022
Memleket mizahının imtihanları (1)
Mizah ve gülme ile ilgili bizi en çok etkilemiş feylesof Bergson… Muhafazakâr bir düşünür olarak Bergson’un cumhuriyet entelektüelleri üzerindeki tesiri ve yaygınlığı anlaşılmaz değil, bana ilginç gelen, kendilerini muhafazakâr düşünceden ayrıştıran, muhalif mizahçıların, örneğin Aziz Nesin gibi isimlerin Bergson’u referans alması… Bergsoncu mizah yorumu ne derseniz eğer, gelenekçi bir toplum fikriyle karşılaşıyoruz. Buna göre mizahçı, toplumdaki yaraları güldürerek pansuman eden biri gibi görülüyor… Eczacı, doktor, pansumancı gibi o kıvamda biri… Bergsondan yola çıkarak mizahın iyileştirici, toplumu ihya edici (diriltici) yönüne fazlasıyla vurgu yapılırken, başka türlü yorumlanabileceği akla gelmemesi garip. Biliyoruz ki, mizah iyileştirme misyonuna indirgenemez, aksine, her türlü otoriteye karşı bir saldırı aracı olabilir ve yaralayabilir, yasaklanan cinselliği ve argoyu açığa çıkarabilir veya rejimin birebir kontrol ettiği bir savaş ve propaganda silahına dönüşebilir. Silaha dönüşen her şey gibi ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı bir aksiyonu olur ki, sonu iyileşmeyle ilgisi olmayan, ırkçılık ve ayrımcılıktır. Erken cumhuriyet döneminde Yahudi vatandaşlarımızla ilgili mizah ve karikatürlerin Nazi Almanya’sındaki benzerlerinden bir farkı olmamasını hangi iyicillikle açıklayacağız? Hepsini geçtim, mizah aynı zamanda bir histir ve gündelik hayatın içinde gezinir durur, ona büyük ve iddialı toplumsal işlevler yüklemek bazen de beyhudedir. Veya sözlü kültürün içinde nasıl ve nerede yaşadığını tespit edebilmek imkânsız ölçüsünde zordur. Siz konuşanı (espriciyi) sitem ediyor sanırsınız, otorite yokken o sitem küfüre dönüşebilir ve madunlar arasında gizli bir senaryo olarak yaşayabilir. Mizahın neresinden tutsanız, bir başka yerden kaçabilecek bir “bünyesi” ve “biçimsizliği” vardır.
Peki mizahın iyileştirici olduğuna dair inanç, bizde neden bu kadar benimsendi? Yeterli çeviri yapılmaması mutlaka bir etken, Freud’un Bergson’a göre yaygınlık kazanması yarım asra varıyor, Bakhtin çevirileriyse çok daha yeni… Bu arada mizah tabii ki iyileştirici olabilir, insanlara iyi gelebilir ama bu yönüne bu denli vurgu yapılması, bize en çok siyasi iktidarın mizahı tanzim etme gayretini gösteriyor. Herkesin aklında milleti “iyileştirmek”, çoğu ayrıca ziraat eğitimi almış kurucu kadroları düşünün, tarladan -milletten- verim almak, ona göre ekmek ve biçmek istiyorlar. Yani akıllarda hep bir “eksiklik” var, o eksikliği kültürle tamamlayacaklar. Cumhuriyetin ilk mizah dergileri incelendiğinde kanonik bir milli kimlik inşasının parçası oldukları görülebiliyor. Üstelik devletten aldıkları abonelik ve resmi ilan paralarıyla geçiniyor, hatta en uzun ömürlü mizah dergimiz Akbaba’da olduğu gibi muhalefete karşı hükümetleri savunması için örtülü ödenekten para alıyorlar. Yani, mizahçılık, bürokratlıktan, devlet adamlığından, öğretmenlikten farklı görülmüyor... Bu sebeple pek çok mizahçı ve karikatürcü, bürokratik görevlere seçildi, yazıp çizdikleriyle “layık görüldü” demek istiyorum.
Demek ki, mizahın nerede yapıldığı, mizahı çok etkiliyor. İçeriği ve amacı, mecranın asıl sahibi belirliyor. Sadece devletten maddi destek almak, itibarlı görevlere atanarak ödüllendirilmek gibi bakmayalım. Eğer bir mizah dergisi çıkartıyorsanız, çoğunluk değerleriyle uyumlu olmak zorundasınız, yoksa popüler olamaz, satamaz veya bizatihi yayın mecrasını yönlendiren rejim tarafından kapatılır, cezalandırılırsınız. Bizim mizahçılığımız, karikatür dergiciliğimiz, ne dersek diyelim, milliyetçi, seküler, modernisttir, rejimin ana düşmanları olan şeriata, azınlıklara ve komünizme karşı her zaman cevval ve “devletçi” davranmıştır. Başka türlü olması esasen mümkün değil zaten. Yani, mizah içine girdiği kabın şekline göre “güldürür” ve “düşündürür.”
Siyasi iktidarın mizaha müdahale etmesiyle ilgili yaşayan bir örnek verelim. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmek, mizahı daha kontrol edilebilir bir biçime sokmakla birlikte daha geniş kitlelere yayılmasını (popülerleşmesini) sağlıyor. Nasrettin Hoca fıkralarının argosu ve grotesk cinselliği yazıya aktarılırken ayıklanmıştı, bu revize edilmiş biçimi, modern ve seküler Türklüğün sembolü olarak eğitim kurumlarına dahil edildi. Nasrettin Hoca, bugün mizah denildiğinde akla gelen ilk sembollerden biri… Hocanın fıkralarının zamana yenildiği için çocuksulaştığı sanılıyor, oysa bu çocuksulaşmanın temel nedeni pedagojik yaklaşılarak ehlileştirilmesinden kaynaklanıyor. Çocukların gülmediği arkaik bir fıkra kahramanı olan Nasrettin Hoca, iyi ve doğru mizah örneği olarak milli tedrisatımızda geniş yer tutuyor.
Cuma, Ocak 07, 2022
Hep değişir yüzler
Ekseriyetle, daha düz bir biçimde, evliyanın yüzünün resmedilememesiyle ilgili olarak yorumlanmıştır. Mevlana kendine değil halka (Hlk, yaratılmış olanlara, Yaradana) aittir, sadece o değil bütün nebi ve evliyalar türlü suretlerle insanlar arasında gezinirler gibi... yüz değil ruhun, iyicilliğin görünmesi daha önemlidir vs.
Dino'nun yorumundan farklı değil mi?
Her birimiz aynı insana bakıp onun farklı yüzlerini görüyoruz, benim iyi dediğim birini bir başkası kötülüyor, aynı hikayelerden farklı anlamlar çıkarabiliyoruz...
Bu hayatı neden yaşadığımızın cevabını verebilmek çok zor olduğu için bu kadar uğraşıyoruz.
Cevap dediğimiz şey de vicdanımızla ve aklımızla yaptığımız bir arayış.
Sokaklar caddelere karşı
Sonuç olarak o hengamede sahiden sokak mefhumu ortadan kalktı, yaşayanlar olarak, sokak demeyi sürdürüyorduk ama tabelalarda, posta adreslerinde istisnasız her yer cadde oldu. Belediye el değiştirince bu saçmalık düzelir sanıyordum, yanılmışım, geçenlerde yeni tabelalar taktılar, baktım pek değişmemiş. Ayar bozuldu bir kere...
Madem, muhtarlığa kalkıştım, devam edeyim...
Yukarıdaki fotoğraf benim ofisin yakınından, iki sokağın kesiştiği yerden, Sedat Simavi, uzunluk olarak Halit Ziya'dan üç misli büyük olabilir ama o sokak olarak kalmış, Halit Ziya ise ooh cadde olarak saltanata devam etmiş, gel de şey etme yani, nerenin sokak, nerenin cadde olacağı neye göre belirleniyor merak ediyorum.
Gidip bir Sözcü alayım da bulmacasını çözeyim...
Perşembe, Ocak 06, 2022
Seyrüsefer Defteri En İyiler 2021
Takip etmiyorum derken, bir şeyi seyrederken ve seçerken kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden veya bir diziden haberdar olmamak çok zor olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya uğraşıyorum demek daha doğru…
Aşağıdaki liste güncel ve yılın yeni filmleri gibi düşünülmemeli… Bunlar bana çarpan veya merak ettiğim için seyrettiğim işler…Ki geçen yıl, çalışma tempom nedeniyle, yeterince seyredemediğim ve okuyamadığım bir yıl oldu, o kesatlıkta ve sürprizi olmayan bir liste diyebilirim. Maksat, fikri takip...
È Stata la Mano Di Dio (2021)
The Power of the Dog (2021)
Stilwater (2021)
Jungle Cruise (2021)
Old (2021)
Palmer (2021)
Nomadland (2020)
The Little Thing (2021)
Soul (2020)
Raya and
Last Dragon (2021)
Rififi (1955)
Tengoku to jigoku (1963)
Wratf of Man (2021)
Las leyes de la frontera (2021)
Last Duel (2021)
Sharp
Objects
Mare of Eastdown
Çarşamba, Ocak 05, 2022
Doğru söyleyen kadın
Salı, Ocak 04, 2022
Sait Faik
Pazartesi, Ocak 03, 2022
Seyrüsefer Defteri 135
Pazar, Ocak 02, 2022
Televizyon, dünya ve yollar
Bugün televizyon ve sosyal medya telefonla ilerlediği için bir şeylerden haberdar oluyorum ama bunlar da sadece Beşiktaş ile ilgili oluyor, taraftarı-hastası olduğum için maçları izliyorum, bir iki yorumcuya bakıyorum o kadar...Kimseyle futbol konuşmamak gibi de bir takıntım var...Asla!
Bu kadar yıldır herhangi bir tartışma programı ya da siyasetçi konuşması-münakaşası izlemedim. Küçük örnekler vereyim, Burhan Kuzu diye biri vardı, vefat etmiş, eleştirilen biriydi, ben bu beyfendinin sesini dahi duymadım örneğin...2016'da Amerika'nın başkanı değişmişti, Trump'ı parodi sanmıştım, o derece.
Üniversitede popüler kültür çalışırken, olup bitenleri mutlaka izlemem gerekir gibi gelirdi. Delice bir tutkuyla aktüeli izlerdim. Evde gazeteler keser, dosyalar, kutular yapar, istifler, malzemeyi başlıklara ayırırdım. Bazı gazete ve dergileri izleyememek beni kahrederdi. Sırf bu nedenle kütüphaneye gider, fotokopiler çektirirdim.
Sonra gazete-medya tarihi çalıştıkça bu huyumdan vazgeçtim. Güncel gazeteleri ve köşe yazarlarını takip etmeyi doksanlı yılların sonunda bıraktım. Kütüphaneye gidiyor, sadece eski gazete okuyordum, o dönemden kalma onlarca defter, binlerce sayfa fotokopi, ofiste bir yerlerde duruyor. 1930-1950 arası çıkan yayınlara yönelik merakım, bir ara o kadar arttı ki, bütün dünyamı kaplar hale geldi.
Üniversiteden istifa ettikten sonra yayınevinde Türkçe edebiyat dosyaları okumaya başladım, ekmek parası derdiyle, yayınevine gelen dosyalarla geçti ömrüm. Gazetelerin eskisi yenisi filan kalmadı böylece.
Üç buçuk yıl oldu, hayatımı senarist olarak sürdürüyorum, önceden de yapıyordum ama artık "tam zamanlı" oldum diyelim. bu yeni dönemimi eş dost "inziva" sayıyor ve kızıyor bana, yalan yok, hoşuma gidiyor bu kaçma-kapanma hali... Gerçi sonradan farkettim, bu inziva filan değil, tercih edebildiğim biçimde bir hayat sürüyorum sadece.
Eskiden televizyon çok önemliydi, bize "dışarıdan" ve "başka dünyalardan" haberler veriyordu, gazeteler öyleydi...ama artık değiller... Hatta artık sinema bile öyle değil, dijital platformlar globalPr ile bizi ürünlerini seyrettiriyor ve konuşturuyorlar. Keşfedemiyoruz, önümüze konuyor. Biz eskiden buna manipülasyon derdik, şimdi koşullandırarak harekete geçirme deniyor... İhtiyaç duymuyoruz keşfetmeye, alternatiflerle karşılaşmaya...çünkü çok şey var önümüzde, çünkü hepimiz konuşulanı konuşmak istiyor ve bunu yaparken kendimizi daha önemli hissediyoruz.
17 yaşımdayken çıkan her yerli romanı okuyacağım diye kendi kendime söz vermiş, bu sözü de yıllarca tutmuştum, kolaydı çünkü...Az kitap çıkıyordu. Sonra imkansızlaştı, çok kitap, çok yazar, çok yayınevi oldu... mümkün değil artık. Bir ara editörken, işim gereği manyakça çok okuyordum, nafile bir yetişme telaşıyla okuduğumu bilerek o deliliği sürdürmeye çalıştım.
Bugün, "seyretmedim-okumadım-duymadım" dediğimde kibir gösterdiğim, kendimi başka bir mertebeye çekerek büyüklendiğim sanılabiliyor. Zerre ilgisi yok. Bilerek ve tasarlayarak olmadı ama galiba hissederek, artık takip edilmesi imkansız bir çokluk içinde yaşadığımı bilerek ve sakınarak kendime bir yol seçtim...
Doğru yol filan yok elbette ama en doğru açıklama bu olabilir. I did it my way diyelim. Palavracı Frank Sinatra şarkısını söylesin...