Pazartesi, Ocak 31, 2022

Suzan Sözen fotoğrafı

Fotoğraf, Başbakan Menderes'in sevgilisi olduğu iddia edilen, İstanbul emniyet müdürünün eşi romancı Suzan Sözen'e ait. Aralıklarla yazarım, hatta ders verdiğim yıllarda tezi yapılmalı diye öğrencileri teşvik ederdim. 

Düşünün, DP döneminde ülkenin en yüksek telifleri ödenen tefrika romancısı olmuşsun, reklamlarla, övgülerle takdim ediliyorsun...Köşe yazıları, manşetler gırla... 27 Mayıs'tan sonra mahkemede rezil ediliyorsun, birkaç yıl öncesine kadar Türk Sagan'ı diye methiyeler düzülen yazarlığın  yerin dibine sokuluyor, romanların basılmaz oluyor. Sahiden dramatik...

Fotoğrafı mezattan aldım, denk düştükçe Sözen'le ilgili her şeyi toplarım. Arkasında yazılı olanlar ilgimi çekti, paylaşayım istedim. Anlaşılan o ki fotoğraf, Cumhuriyet Arşivinden çıkarılmış, bir tarih var, 1958 yılına ait, oysa bana sorsalar, Yassıada Duruşmalarından derdim...Çünkü bu kıyafetlerle gidiyor mahkemeye.

E tarihi yanlış yazmışlar diyebilirsiniz, fotoğrafın arkasına bir de açıklama yazılmış: "Suzan Sözen İstanbul polisi müdürü Muzaffer Sözen'in eşi Menderes'in sevgilisi" denmiş... Gazete arşivlerinde fotoğraf arkasına bu tür notlar düşülürdü, gündem sürekli değiştiğinden kim-kimdir unutulur diye yapılırdı bu. Açıklama tarihle uyumluysa eğer gazeteciler 1958'de biliyor muydu bu ilişkiyi diye düşünüyor insan...

Biraz daha yakından bakıyorum, fotoğraf arkasında en az bir en çok üç ayrı insanın elinden çıkma yazı var...Bana iki gibi geliyor, diğer yandan açıklamayı geçmişte değil de, yakın zamanda fotoğrafın satıcısı yazdıysa kendime gülerim. 

Pazar, Ocak 30, 2022

Candoğan'ı döven Yüzbaşı Türkoğlu

1949 yılından el işi tek nüshalık bir "çocuk dergisi"... gülerek yazıyorum, sahaflara düşmüş... Pek çok yaşıtım, bu türden dergileri ya görmüş ya da kendisi "yapmıştır". Gerçi karıştırınca anlaşılıyor, Candoğan çalışkan çocuk işiymiş, pıyy pek steril...pek edepli ve haza beyfendi...

Candoğan'dan otuz yıl sonra olmalı, ilkokul ikinci sınıfta bazı arkaşlarla "Pilot Yayınlarını" kurmuş, benzer nitelikte tek kopyalık çizgi roman dergileri çıkarmıştık, o tarihte fotokopi nedir kimseler bilmediği için elimizdeki tek kopyayı satamıyor kiralıyorduk. Tanesi iki liraydı, Yüzbaşı Türkoğlu diye Yunanlılara dünyayı dar eden son derece dürüst ve yakışıklı bir kahramanımız vardı... Senaryoları ben yazıyordum, ne sandınız?

Aydın Selçuk isimli bir arkadaş, ki sürekli fırk fırk çektiği mümüklü burnuyla hatırlanırdı, sağolsun, maceranın devamını okumak için dört sayılık avans vermişti, şöyle bir geriye dönüp bakıyorum da, kendisi benim "canım canım" ilk okurumdur... Allah onun ömrüne ömür, varsa çoluğuna çocuğuna afiyet ve bereket versin, gerçek bir sanatseverdi, bazıları "lan oğlum salak mısın" filan deseler de fikrinden caymamıştı, hürmetle hatırlıyorum.  


Cumartesi, Ocak 29, 2022

Victim of a wall


Espriyi sevdim, kuşaklar arasındaki tepkilerin farklılığına, dünyayla ilişkimize güzel odaklanmış... Bu türden ayrımların doğru olup olmamasından çok zihin açıcı olmaları daha önemli. Popüler Kültür dersi vermeye devam etseydim, izletir, mutlaka sınıfta tartışma açardım. 

Filmin finalinde yeni kuşağı "madara" eden bir çıkarımda bulunulmuş,  her yaşadığını abartarak paylaşma halinin yirmili yaşlardaki bir kuşağa ihale edilmesi pek de doğru değil, bu bir sorunsa, ti'ye alınacak bir arızaysa, genç kuşağı değil, sosyal medyayı kullanan herkesi kapsaması gerekiyor, ebeveynleri de benzer tepkiler veriyorlar çünkü. 

Cuma, Ocak 28, 2022

Şifreler

Güzel Allahım, bizi "birarada" tutan, öfkemize dirlik, ruhumuza hararet, dünyamıza mana, mecalimize mecal katan Kürtleri, Legebeteleri, yetmez ama evetçileri, Almanları, Ermeni tohumlarını, Londra kumaşıyla bayrak dikenleri, habis Yahudileri, takiyyeci dönmeleri, Bizans artıklarını, Amerikan uşaklarını, Çöl bedevilerini, kıçını yıkamayan Avrupalıları, Masonları, Büyükelçileri, İllüminati ve Holivut heyulasını, ezcümle Gavurları, Satanistleri, Komünistleri, Feminikleri, aşıyla bizi çipleyenleri, yedi aileden olup dünyayı çitileyenleri, Beyaz Türkleri, elitleri ve bitlileri, pkk finansörlerini, liboşları, Gezicileri, Kızılbaşları, darbecileri ve kiliseci lobileri, atayizleri, ajan ve işbirlikçileri, çeteleri ve çetebaşlarını, güdümlüleri ve satılmışları, foncuları ve kökü dışarıda olanları, karanlık tarafa geçenleri ve geçmek isteyenleri, rezilleri ve bir türlü rezil olmayanları, itibar suikastçilerini ve baronları, deprem toplama alanlarını, götü başı ayrı ayrı oynayanları,  mutlaka bunlardan olanları, lakaydi ve vurdumduymazları, şarkılardan saf tutanları, Saylonluları, entelleri dantelleri, yok yere gülenleri, salak salak halay çekenleri, yerde ve gökte gezen ismi lazım olmayanları ve tek tek sayamayacağımız kadar çok olan ama hepsini birer birer bildiğin iç ve dış düşmanlarımızı …

Her derde deva olan Allahım sen her şeyi işiten ve bilensin, bizim düşmanımızı eksik etme, onları şeytanın şerrinden koru… koru ki bizimle yaşasınlar, gönlümüze göre bereket ver ki çoğalsınlar… Suyun ekmeğe, gündüzün geceye duyduğu ihtiyaç kadar ihtiyaç duyuyoruz onlara… Onlar olmadan sözümüz söz, siyasetimiz siyaset, ekenomimiz ekenomi, hayatımız hayat olamıyor. Diyeceklerim bu kadar. Çok teşekkürler.

Perşembe, Ocak 27, 2022

Cenaze evi şenlik evi

Cenaze evlerine gittiğinizde merhumun-merhumenin ardından mutlaka birisi suçlanır, doktor hatasıyla ölmüştür, körolasıca gelini bakmamıştır, hayırsız çocukları hiiiç ilgilenmemiştir vs vs, helvayı lüpletirken sohbet bir ara öyle bir harlanır ki, herkes bir fail arar olur, diline dolar. Konunun dönüp dolaşıp buraya gelmesi çocukken beni heyecanlandırırdı, "ölmedi-öldürüldü" gibi bir hikaye çünkü. Geride kalanların hesaplaşması mı desem, seyrettiğimiz okuduğumuz şeylerin etkisi mi bilmiyorum, alenen bir "katil" aranır çünkü. 

Bir ara, belki yirmi yıl olmuştur, işin matrağa vurur, "hayata trajedi lazım" der oynamaya başlardım kıkırdayarak... İnsanlar görünenle yetinemiyorlar, başka bir gerçek var, saklanan, gizlenen, tezgahlanan, "mutlaka var bir şey" dedirten bir şey... 

Babam rahmetli, evde televizyon seyrediyor, yaz günü, dışarıda bir cayırtı koptu, caddede fren sesi, bam güm, merakla fırladı yerinden, koşarken ayağını koltuğun kenarına çarptı, serçe parmağı kırıldı, of puf, hastaneye gittik... Niye koştu, illa görecek, "oo ben iyiyim, neler neler oluyor, tüh tüh" diyecekken, neler neler görmüş oldu. 

Hepimize "acı, kan, ter ve gözyaşı" lazım, hem de su gibi ilaç gibi lazım, aman yanlış olmasın, bize daha çok hikayesi lazım, kenardan kenardan seyredeceğimiz, ıhh diyeceğimiz (mekanın sahibiyiz ya), burun kıvıracağımız, el artıracağımız, elimiz kıçımızda üstten üstten bir yerden konuşacağımız hikayesi lazım.

Cenaze diyordum.

Sosyal medya kamusallığında cenazeler çok farklı yaşanmıyor, yazmak ve göstermek, bir tür teşhir ve iddiaya dönüştüğünden, insanlar "bugün" gazetelerine ne yazacaklarını, neyi, manşete çıkaracaklarını düşündüklerinden ölen öldüğüyle kalmıyor, ya ölmemiş, öldürülmüş oluyor ya da bizatihi oracıkta öldürülüyor...

Vesile de ediliyor elbette. Yukarıdaki tivit bunun bir örneği olmuş, yazan kişi bildiğini okumuş, döner döner bina okur mu demeli...yoksa inadım inat mı bilemiyorum, tutturmuş, e yani mesele pek de Fato gibi durmuyor...

Yanlış anlaşılmasın, aktüel bir tartışma yapmıyorum, kişilerle ilgilenmiyorum. Bir eğilimden söz ediyorum, cenaze dedim, birinin ölmesi bize yetmiyor demek istiyorum, taziye bizi kesmiyor, illa hikayeyi yükseltiyoruz, ilgili-ilgisiz birine çakıyoruz, çünkü "normal" olursa o gazete okunmuyor, o cümle dinlenmiyor, o ses duyulmuyor, o hayat ilgi çekmiyor...Sabır dilemek, acıyı paylaşmak, rahmet okumak ne ki, son derece normal...

Çarşamba, Ocak 26, 2022

Gelincik'te Sabahattin Ali

Gelincik isimli hafif erotik bir magazin dergisini karıştırırken Sabahattin Ali'nin ölümüyle ilgili bir yazıya rastladım, onu tanıtan, ölümünün hemen arkasından onu yadeden ve hakkını teslim eden bir yazı olunca dikkatimi çekti. 

İnsan ister istemez şaşırıyor, çünkü, Sabahattin Ali, komünist sayılan, ölümüne pek de üzülünmeyen bir isim, hani tam da öldürüldüğü, cinayetin mahkemeye taşındığı günlerde böyle bir yazı yayımlamak az şey değil. Sahiden riskli ve cesaret istiyor... Savcılar delirebilir, okurların korkabilir, vatandaş şikayet edebilir, olabilir oğlu olabilir... 

Nasıl olmuş peki? Sabahattin Ali ile birlikte Markopaşa'da çalışan, hatta bir ara yok yere, İstihbarat ajanı sayılan Orhan Erkip, Gelincik'in yayıncısıymış da ondan... Erkip, yakından tanıdığı Sabahattin Ali için o riski göze almış. 

Vay diyorsun, e bunu da unutmamalı, şanlı şöhretli aydınlarımızın sesi çıkmamış çünkü... Sayfalardan birini paylaşıyorum.

Pazartesi, Ocak 24, 2022

Ben ne...


Sevdiğim, güçlü ve hayranlık uyandırıcı bulduğum bir yazardan, Sabiha Sertel'den bir polemik alıntısı: "Sanki benim ne olduğum anlaşıldıktan sonra Türkiye’de her şey düzelecek, demokrasi tahakkuk edecek, ihtikar ortadan kalkacak Türkiye güllük gülistanlık olacaktır. Bu yazarlar müsterih olsunlar. Ben ne Sünniyim ne de Şii. Ne de Tan Gazetesi komünist. Daha demokrasi inkılabı tahakkuk etmemiş bir memlekette ne sosyalizmin ne de daha başkasının temel tutacağına kani değilim. Ben sadece hakiki manada garplı bir demokrasi istiyorum (Tan, 1.9 .1945)."

Pazar, Ocak 23, 2022

Konfor

Sezen'e yine salvolar filan, kadına aralıklarla sallıyorlar, yeni değil, çook uzun zamandır yapılıyor... Ta "Barış Sürecinden", müzakerelerden, anayasa tartışmalarından bu yana yeri geldikçe saldırıyorlar.... Kürtlerle konuşalım, "ölerek öldürerek" olmuyor, barışalım, birlikte yaşayalım diyen herkesin vay haline... Sahiden öyle...

Tekrar olmasın, Sezen ile ilgili epeyce yazıldı çizildi... Olup bitenleri faşistlerin demagoji ve manipülasyonu sayanlar,  hayat tarzı tartışması yapanlar, fırsat bilip " e Sezen de zamanında hörele hürele" demeseydi diyen başka türlü sağcılar var. 

"Hayatı mahkemeye çevirenler, hiç şaşmaz, gün gelir o mahkemenin sanığı olurlar" fikrine inanırım...O tartışmalara hiç girmeyelim, yaşarsak göreceğiz. 

Benim ilgimi çeken, popüler kültürü ve çoğunluk değerlerini ilgilendiren kısım... Sezen'i sağdan sağdan eleştirenlerde gördüğüm yukarıdan konuşma hali ortalamamızı göstermesi bakımından çok tipik. Konuşmak dediysem de, lafın gelişi, bence konuşmuyor, sadece suçluyorlar çünkü. Büyük haklılıkla ve haklılığın getirdiği güçle konuştuklarına inanmaları daha da ilginç... Farkında bile değiller, tek tek birilerinden söz etmiyorum, ortak bir ruh hali bu...  

Hani kimi amcalar teyzeler yaşlanır ve garip bir eşiği aşarlar, kimseyi umursamaz olur, topluluk içinde gaz çıkarır, geğirir, küfreder, ayıp, edep ve empati ölçüsünü yitirirler ya, o evin, o ailenin, o çocukların ve zamanın sahibi gibi davranırlar ya... hah işte onun gibi... 

Sezen'i eleştiren herkes bana sanki memleketin, evin, münakaşanın sahibi gibi davranıyor, öyle konuşuyor gibi geliyor. Konuşmuyor, dinlemiyor ve o konforundan vazgeçmiyorlar çünkü... 

Keşke hayatta tek bir gerçek olsa, elle tutulur bir doğru olsa... Yok işte. 

O sebeple empati diye bir hissimiz var, o sebeple kendimizi başkasının yerine koymamız bekleniyor, o sebeple eğitim alıyoruz. empati kurarsak anlamaya çalışırsak diyoruz. Hayata hainler ve kahramanlar ekseninde bakamayız. Konforlu olandan, kolay olandan kaçmamız gerekiyor, çünkü netlik ve belirginleştirme kolaylıktır, klişelerle karar vermemiz ve karar almamız beklenir. 

Ezber, tarihin en büyük konforudur. Doğrular, gelenekler, kurallar, insanlar cahil olduklarını fark ettikçe değişir de değişir, yahu, hepimiz fikren cahiliz arkadaşlar, bunu bir kabul etsek, negzel olur hem "iklim değişir, Akdeniz olur"...

Cumartesi, Ocak 22, 2022

Rüya

Altmışların sonu, hadi bilemedin yetmişli yıllar olsun... Tolga, karşısında sevdiği kızı görünce afallıyor ve iç sesiyle "Allahım düş mü bu" diyor. Çizgi romanda, düş, ne demek açıklamak için dipnot atılmış, "rüya" demek istedik, Tolga düş derken rüya demek niyetindeydi diye not düşmüş yaratıcısı Abdullah Turhan... 

O yıllarda düş ve rüya eş anlamlılığı bilinmedik bir şey değil ama yine de ayrıca açıklama gereği duymuş, anlıyoruz ki "düş" o kadar da bilinmiyor veya bilinmiyor diye bir endişeye kapılmış Turhan, yeni bir sözcük beni/bizi kibirli göstermesin istemiş...

 Bugünden bakınca lüzumsuz bir ayrıntı gibi duruyor değil mi?

Çarşamba, Ocak 19, 2022

Bebek

Otuzlu yıllardan bir kapak, eleştirel gibi duruyor: "On beş yaşındaki kızların evlenmesine müsaade edilince" başlığıyla sunulmuş. Beyamca, genç eşine soruyor: "Yüz görümlüğü ne hediye istersin yavrum". Cevap trajik ama espriye dönüşsün istenmiş: "Bebek"... Beyamca itiraz ediyor: "Bu yaştan sonra öyle şey olur mu hiç"

İnsan daha sert ve hicvedici bir ton bekliyor, oysa tercih edilmemiş, aksine sanki sevimli çizilmiş, gencecik bir kadınla evlenen yaşlı adam ürkütücü bir abartıyla resmedilmemiş. Sonraki yıllarda "çocuk gelinler"bir sosyal yara olarak daha kesin hicvedildi ve bir noktadan sonra, esprisi yapılmaz oldu, herkesin karşı çıktığı bir mesele haline geldi vs

"Hiç olacak şey mi mirim" tadında memurlar-bürokratlar kendi aralarında sohbet eder ve "cahillerden" sıtkı sıyrılmış gibi konuşurlar ya... öyle gibi geldi bana, ancak o kadar, yakınma gibi, "söyleniyorlar". Yani mağdurun dilini düşünmemiş, empati kuramamışlar... İlginç geldi. 
 

Salı, Ocak 18, 2022

1.8

Yer Adana, henüz iki yaşında bile değilim, banyodan çıkmışım, abim, artık niyeyse, fotoğraf çekilirken kafamda bir şey yazası tutmuş, artık kafam gıdıklandığından mı yoksa fotoğraf heyecanıyla herkes güldüğünden mi bilemiyorum, objektife bakarak kıkırdamışım... 

Halen kolay gülen biriyimdir, pek değişmedim ama o yaşta hem kıkırdak hem de tosuldakmışım... 

Kilolu, sümüklü, obur çocuklara Tosuldak denir bizde... 

Pazartesi, Ocak 17, 2022

Öztürk

Bir Freud meselesi, hamamcı kabahat gülmesi. Öztürk Serengil, dünyanın en kuytu yerinden şehre koşan gazoz, leblebi ve sinema. Devranıyla kül ve nedamet daima. “Sağa yatırılmış bıyıklar”. Kumar ve romanesk. Mizahın seyrüsefer defterine düşülmüş marazi bir yeşşe!

 

Cumartesi, Ocak 15, 2022

Judex

Teneke Mahallesi Lehimsiz Sokak

Gırgır, aşırı kalabalıklaşmış ve yağmalanan İstanbul’dan alır harcını. Ucuz, kirden eprimiş taşra kerhanelerinden, perdesi kısa gelmiş mahalle kahvelerinden, kale arkasından gelir mizahçıları. Hepsi kısa pantolonlu, bir kaçı asi ve Marksist. Hepsi bir sürü şeyi çiziyordu ama hepsi aynı adamı anlatıyordu: Orhan Kemal, Yusuf Atılgan ve Latife Tekin kahramanlarıyla akraba. Mizah, gecekonduyu şehre indirdi. Ferit Öngören’in, Zeki Beyner’in uzaktan çizdiği gecekondu mahallelerinin içine girildi. Oğuz Aral’ın, Suavi’nin anlattığı Teneke mahallesinin Lehimsiz sokağı da değil, sahici. Konuşulanlar, sömürüyle, çatışmayla ilgili. Nerede Ramiz’in Bedri’nin o güzel insanları. Hepsi çirkin ve hepsi kirli. Tuncay Akgün ve Mehmet Çağçağ o evlerden içeri de girdi, Ergönültaş’ı aşarak. Bol ayrıntılı ve dekoratif anlattılar odaları: Televizyonun üstündeki dantel, ağlayan çocuk, desenli halılar, düğün fotoğrafları ve fonda çalan Gencebay. 

Çizgi: Mehmet Saygın

Çarşamba, Ocak 12, 2022

Sadece 8

Günün şen şatır “eskisi”, hiç unutmam, fotoğraf sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…

Rafael Gallur ve Pulp Estetiği


Rafael Gallur, 1948 doğumlu Meksikalı bir kapak ressamı. Türkiyeli okur için çizdikleri yeni gelmeyecektir, üstelik herhangi bir çalışması Türkçe'de yayınlanmamış olmasına rağmen yeni gelmeyecektir. Aşina olduğu bir renkleme ve istiflemeyle karşılaşacağını sanıyorum. 1975-85 aralığında yoğun olarak biz, buna benzer kapaklarla çizgi roman okuduk. Pek çok İngilizce kaynakta Gallur'un yaptığı işleri özetlerken "ucuz çizgi roman dergilerinin kapaklarını" çizdi deniyor. Pulp nitelemesi bir tarzı işaret ediyor. Yukarıdaki kapağa, oluşturulan kompozisyona dikkat edin. Erkek kahraman, vahşi bir canlıyla ölümüne bir uğraşa girmiş. Arkada bir başka Kızılderili, kargısıyla ona yardıma hazır. Ama asıl dikkat çekici olan ve ortada duran yarı çıplak kadın... Kompozisyonla ilgisi yok gibi duruyor ama asıl odakta duran ve iç gıcıklayıcı olan ise o çıplaklık, o erotik vurgu...


Aynı vurgu yukarıdaki kapakta da var. Bir kovalamaca, kaçan ve kovalayan görüyoruz ama asıl vurgu kadının çıplaklığına verilmiş. Pulp estetiği, güzel ve hatları belirginleştirilmiş kadınlara dayanır. Pulp, muktedir, kurtaran, kavga eden, başaran erkekleri anlatır ama o erotizmin, o iç gıcıklayıcı kadınların satış arttırıcı olduğunu bilir. Gallur ile internet olmasaydı muhtemelen karşılaşamazdık. Tuhaf olan da bu işte, aşinayız çizdiklerine...Bizim kapak çizerlerimiz de aynen böyle çiziyor, böyle istifliyor, böyle teşhir ediyordu. Halbuki Türkiye nere Meksika nere...Kuralı biliyor ve uyguluyorsunuz işte...Gallur iyi bir zanaatkar mı demeliyiz yoksa  Amerikan pulp estetiğini dünyayı nasıl etkilediğini mi konuşmalıyız.







Salı, Ocak 11, 2022

Tatara titiri

Yaprak gazetesinden, Oktay Rifat'tan bir Prevert uyarlaması: Peyami Safa adında biri / Tatara titiri (15 Kasım 1949)...

Birinci Yenicilerden iştahlı, enerjik ve genç bir meydan okuma... Peyami Safa kim bilir nasıl kızmıştır... Gösteri adamıydı, kızmıştır. Sıkıntılı bahis...

Pazartesi, Ocak 10, 2022

18

On sekiz yaşım, fotoğraf annemden çıktı, hiç hatırlamıyordum, şaşırdım...Bakarken bir burukluk çöktü içime. Kırılgan ve mutsuz bir dönemimdi, rahmetli babam ve annem, sinema okumama izin vermemişler, kestirip atmışlardı. Ne olacağımı bilemediğim, ne yapsam eksik kalacağım bir gelecek vardı önümde, öyle hissediyordum. Şimdi gülerek yazıyorum ama o günlerde, dünyanın en mutsuz 18'i bendim, öyleydim... 
 

Sadri

Mektep önünde “yenihayat” satan çocuk. Ne keskin jilet ne de kahkahadan bir duvar hayata. Çolpan’ın Sadri’si. Balıkçı meyhanesi. Toprağa eğilmiş turistömer çiçeği. Denizde anafor, kıyıda tutuklu bir harf. Sadri Alışık, âşık pencere.

Pazar, Ocak 09, 2022

Memleket mizahının imtihanları (2)

Mizah, siyaset ve rejim kadar teknolojik dönüşümden de etkilenir. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmek bir teknolojik dönüşüm ama son yarım asırda yaşanan dönüşümden söz edeceğim. Türkiye’de altmışlı yıllara kadar mevcut matbaa teknolojileri nedeniyle bir derginin çok basılması pek mümkün değildi, en iyi satan dergiler bile yirmi bin civarında satılıyordu. Karayolları yeterince gelişmediği için dergiler gazeteler dağıtılamıyor ve daha çok İstanbul’da tüketiliyordu. Ne zaman ki, karayolları yaygınlaştı, yeni matbaa teknolojileri ülkeye girdi ve kimi gazeteler milyona yakın basılıp satılmaya başladı, popüler kültürümüz topyekün değişti. Yeşilçam, gazinolar, plak sektörü hep bu arada büyüdüler, Gırgır da bu dönemin bir sonucuydu.

Gırgır’la birlikte mizah dergiciliğimiz yetmişli yıllardan başlayarak bir yirmi yıl kadar süren çok satar olduğu bir dönem yaşıyor, gazetecilik ve dergicilik tarihimizin patlama yaptığı, nicel ve nitelik olarak çeşitlilik gösterdiği bir evre bu. Gırgır, Fırt ve Çarşaf, Türkiye’nin en çok satan gazete grupları tarafından dağıtılıyor ve satılıyorlardı. Bugün bu dönem nasıl hatırlanıyor diye bir ara soru soralım. Garip bir nostalji ve başarı hikayesi anlatma arzusuyla, bu dergilerin patronları ve ticari bağlantıları hiç akla gelmiyor, kendi başlarına çıkmışlar ve rejime gösterdikleri dirençli muhaliflikle varolmuşlar gibi betimleniyorlar. Bunları herhangi bir satış başarısını azımsamak niyetiyle yazmıyorum. Nostaljiyi de popüler kültür üretir demek istiyorum.

Bu dönem, bir başka teknolojik yenilenmeyle, özel televizyonların sayıca artıp, sansürün gevşediği doksanlı yılların başında sonlandı. Mizah dergilerinin mizahı televizyona taşınmış, işlevlerini yitirmişlerdi. Sonra ne oldu, televizyonda anlatılamayan mizahı yapabilen, öncesinde kapandı kapanacak gibi duran LeMan çok satar bir dergiye dönüştü. Mecra yine değişmişti. Mizah, artık televizyondaydı ve TRT sansüründen-devlet müdahalesinden kurtulmuştu. Levent Kırca, ekrandan nah işareti yaparken herkes çok gülüyordu ama Gırgır’ın beyazcamda nefes alıp verdiğinin farkındalar mıydı emin değilim. Televizyonların gelişiyle medyanın başkalaşacağını fark eden Haldun Simavi Gırgır’ı, çok sattığı ve iyi para ettiği bir zamanda elinden çıkarıverdi. Mevcut siyasi iklim nedeniyle bu satış genellikle romantize edilerek kapitalizmin muhalif bir yayını susturması olarak yorumlandı. Oğuz Aral başka dergiler çıkarttı, birlikte çalıştığı pek çok üretici de denedi bunu. Sahiden çok dergi çıktı ama hemen hepsi kısa ömürlü oldular. Çünkü popüler kültür ve mizah artık dergilerde değil, televizyonda, hatta tekrar yükselişe geçen yerli sinemada yaşıyordu.

Yirmi yıl önce yine bir teknolojik yenilenme olan internetle birlikte mizah ve mecra bir kez daha değişti, herkesin yorumcu, gazeteci, yayıncı, mizahçı olabildiği sosyal medya geleneksel yazılı basına ağır bir hasar verdi. Devletin kimin nasıl yazıp çizeceğini belirlediği, ödül ve ceza verdiği, yazar ve temsilcilerini seçtiği dönemlerin yerini, eski ile yeninin birarada yaşadığı, esprinin ve sözün çarçabuk epridiği, herkesin kolayca beğenilip kıyasıya eleştirildiği kaotik bir ortam aldı demek daha doğru. Gerçek ile şayianın, trajedi ile mizahın, yalan ile esprinin, cool ile uncolluğun, öfke ile gösterinin karıştığı, iç içe geçtiği başka bir mediumla yaşıyoruz artık.

Tezat içeren bir iki örnek vereyim. Komedi dizileriyle ünlü BBC, siyaseten doğruluk tartışmalarından usandığı için kurum olarak komedi dizisi yapmaktan vazgeçti. Kadınlarla, azınlıklarla ilgili espriler artık kolayca zikredilemiyor. Şöyle anlatalım, herkesin bir efsane olarak hatırladığı Gırgır, bugün o kapaklarıyla yayımlanamazdı. Cinsiyetçi, maşist, şoven ve ırkçı bulunur, her kapağı için yayın yönetmeni Oğuz Aral açıklama yapmak zorunda kalırdı. Buna karşın, örneğin twitterda geçmişteki örnekleriyle kıyaslanamayacak ölçüde ofansif mizah örnekleri kendine yer buluyor, geleneksel ahlakı zorlayan espriler yapılabiliyor. Hep verdiğim bir örnektir, 1978 yılında Mikrop mizah dergisi kırk bin satıyordu, az sattığı için kapanmıştı. En azından gerekçelerden biriydi, benzerleri beş altı misli yükseklikte tirajlara sahipti. Günümüz mizah dergilerinin tamamı Mikrop kadar satmıyor ama yayına devam ediyorlar. Bilemiyorum, belki bugün Gırgır’dan daha çok konuşuluyor olabilirler, onbinlerce paylaşılan karikatürlere rastlıyoruz mesela.  Mizahın iyileştiriciliği veya saldırganlığı diye sabitlenecek bir tanımı olamayacağına sosyal medya kullanıcıları her gün şahit oluyorlar.

Yazının başından beri mizahın ele avuca sığamadığını anlatmaya çalışıyorum, mizah, popüler kültürün içinde yaşayan bir anlatım aracı, içine girdiği mecranın biçim ve beklentilerine göre nefes alıp veriyor. Devlet ve kapitalist piyasa onu yine kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışıyor ama kimse espriyi nasıl satacağını, mizahı nasıl sansürleyeceğini veya nasıl vergilendireceğini bilmiyor, o tuhaflıkla sürükleniyoruz. Ve şurası çok açık ki başka bir miladın kıyısındayız, mizah yeni bir araca biniyor, olup biten bu.

Cumartesi, Ocak 08, 2022

Memleket mizahının imtihanları (1)

Neden güldüğümüzü anlamaya çalışan felsefi nitelikli, önemlice bir kısmı antropoloji temelli çok sayıda gülme kuramı var. Bergson, Freud, Bakhtin başta olmak üzere çoğu da dilimize tercüme edildi. Eskisi kadar bilinmiyor değiller ama bana kalırsa, bizde gülme kuramları mizahla karıştırılıyor ve bir sosyal mühendislik misyonuyla olmalı, mizahın (ve karikatürün) amacı belirlenmeye çalışılıyor. Çeşitli nedenlerle güleriz, bazen rahatla(t)mak, bazen üstünlük kurmak, hatta sıkıntımızı bastırmak için güleriz… Oysa mizah, gülme kadar doğal ve kendiliğinden gelişmez, mizah, bile isteye gülmeyi yönlendiren bir araçtır. Diğer yandan mizahın amacını ya da niteliğini belirlemek nafile bir çabadır, çünkü zamana, koşullara, otoriteye ve yayın mecrasına göre değişebilir.

Mizah ve gülme ile ilgili bizi en çok etkilemiş feylesof Bergson… Muhafazakâr bir düşünür olarak Bergson’un cumhuriyet entelektüelleri üzerindeki tesiri ve yaygınlığı anlaşılmaz değil, bana ilginç gelen, kendilerini muhafazakâr düşünceden ayrıştıran, muhalif mizahçıların, örneğin Aziz Nesin gibi isimlerin Bergson’u referans alması… Bergsoncu mizah yorumu ne derseniz eğer, gelenekçi bir toplum fikriyle karşılaşıyoruz. Buna göre mizahçı, toplumdaki yaraları güldürerek pansuman eden biri gibi görülüyor… Eczacı, doktor, pansumancı gibi o kıvamda biri… Bergsondan yola çıkarak mizahın iyileştirici, toplumu ihya edici (diriltici) yönüne fazlasıyla vurgu yapılırken, başka türlü yorumlanabileceği akla gelmemesi garip.  Biliyoruz ki, mizah iyileştirme misyonuna indirgenemez, aksine, her türlü otoriteye karşı bir saldırı aracı olabilir ve yaralayabilir, yasaklanan cinselliği ve argoyu açığa çıkarabilir veya rejimin birebir kontrol ettiği bir savaş ve propaganda silahına dönüşebilir. Silaha dönüşen her şey gibi ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı bir aksiyonu olur ki, sonu iyileşmeyle ilgisi olmayan, ırkçılık ve ayrımcılıktır. Erken cumhuriyet döneminde Yahudi vatandaşlarımızla ilgili mizah ve karikatürlerin Nazi Almanya’sındaki benzerlerinden bir farkı olmamasını hangi iyicillikle açıklayacağız? Hepsini geçtim, mizah aynı zamanda bir histir ve gündelik hayatın içinde gezinir durur, ona büyük ve iddialı toplumsal işlevler yüklemek bazen de beyhudedir. Veya sözlü kültürün içinde nasıl ve nerede yaşadığını tespit edebilmek imkânsız ölçüsünde zordur. Siz konuşanı (espriciyi) sitem ediyor sanırsınız, otorite yokken o sitem küfüre dönüşebilir ve madunlar arasında gizli bir senaryo olarak yaşayabilir. Mizahın neresinden tutsanız, bir başka yerden kaçabilecek bir “bünyesi” ve “biçimsizliği” vardır.

Peki mizahın iyileştirici olduğuna dair inanç, bizde neden bu kadar benimsendi? Yeterli çeviri yapılmaması mutlaka bir etken, Freud’un Bergson’a göre yaygınlık kazanması yarım asra varıyor, Bakhtin çevirileriyse çok daha yeni… Bu arada mizah tabii ki iyileştirici olabilir, insanlara iyi gelebilir ama bu yönüne bu denli vurgu yapılması, bize en çok siyasi iktidarın mizahı tanzim etme gayretini gösteriyor.  Herkesin aklında milleti “iyileştirmek”, çoğu ayrıca ziraat eğitimi almış kurucu kadroları düşünün, tarladan -milletten- verim almak, ona göre ekmek ve biçmek istiyorlar. Yani akıllarda hep bir “eksiklik” var, o eksikliği kültürle tamamlayacaklar. Cumhuriyetin ilk mizah dergileri incelendiğinde kanonik bir milli kimlik inşasının parçası oldukları görülebiliyor.  Üstelik devletten aldıkları abonelik ve resmi ilan paralarıyla geçiniyor, hatta en uzun ömürlü mizah dergimiz Akbaba’da olduğu gibi muhalefete karşı hükümetleri savunması için örtülü ödenekten para alıyorlar. Yani, mizahçılık, bürokratlıktan, devlet adamlığından, öğretmenlikten farklı görülmüyor... Bu sebeple pek çok mizahçı ve karikatürcü, bürokratik görevlere seçildi, yazıp çizdikleriyle “layık görüldü” demek istiyorum.

Demek ki, mizahın nerede yapıldığı, mizahı çok etkiliyor. İçeriği ve amacı, mecranın asıl sahibi belirliyor. Sadece devletten maddi destek almak, itibarlı görevlere atanarak ödüllendirilmek gibi bakmayalım. Eğer bir mizah dergisi çıkartıyorsanız, çoğunluk değerleriyle uyumlu olmak zorundasınız, yoksa popüler olamaz, satamaz veya bizatihi yayın mecrasını yönlendiren rejim tarafından kapatılır, cezalandırılırsınız. Bizim mizahçılığımız, karikatür dergiciliğimiz, ne dersek diyelim, milliyetçi, seküler, modernisttir, rejimin ana düşmanları olan şeriata, azınlıklara ve komünizme karşı her zaman cevval ve “devletçi” davranmıştır. Başka türlü olması esasen mümkün değil zaten. Yani, mizah içine girdiği kabın şekline göre “güldürür” ve “düşündürür.”

Siyasi iktidarın mizaha müdahale etmesiyle ilgili yaşayan bir örnek verelim. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmek, mizahı daha kontrol edilebilir bir biçime sokmakla birlikte daha geniş kitlelere yayılmasını (popülerleşmesini) sağlıyor. Nasrettin Hoca fıkralarının argosu ve grotesk cinselliği yazıya aktarılırken ayıklanmıştı, bu revize edilmiş biçimi, modern ve seküler Türklüğün sembolü olarak eğitim kurumlarına dahil edildi. Nasrettin Hoca, bugün mizah denildiğinde akla gelen ilk sembollerden biri… Hocanın fıkralarının zamana yenildiği için çocuksulaştığı sanılıyor, oysa bu çocuksulaşmanın temel nedeni pedagojik yaklaşılarak ehlileştirilmesinden kaynaklanıyor. Çocukların gülmediği arkaik bir fıkra kahramanı olan Nasrettin Hoca, iyi ve doğru mizah örneği olarak milli tedrisatımızda geniş yer tutuyor.

Cuma, Ocak 07, 2022

Hep değişir yüzler



Abidin Dino, Yüzler kitabında Yaşar Kemal'e anlatıyor bu hikayeyi. Gerçeği, olup biteni "resmetmenin" zorluğunu anlatan bir hatırlatması var... Bir insanın kaç yüzü olabileceğini ve değiştiğini de vurguluyor...

Ekseriyetle, daha düz bir biçimde, evliyanın yüzünün resmedilememesiyle ilgili olarak  yorumlanmıştır. Mevlana kendine değil halka (Hlk, yaratılmış olanlara, Yaradana)  aittir, sadece o değil bütün nebi ve evliyalar türlü suretlerle insanlar arasında gezinirler gibi... yüz değil ruhun, iyicilliğin görünmesi daha önemlidir vs.

Dino'nun yorumundan farklı değil mi? 

Her birimiz aynı insana bakıp onun farklı yüzlerini görüyoruz, benim iyi dediğim birini bir başkası kötülüyor, aynı hikayelerden farklı anlamlar çıkarabiliyoruz... 

Erken yaşlarda başka türlü düşünüp şimdiki aklımızdan ve vicdanımızdan çok başka bir noktaya vardığımız olmuştur. Şimdi olsa varmazdık ama bu daha doğru düşündüğümüzün bir delili değil.

Bu hayatı neden yaşadığımızın cevabını verebilmek çok zor olduğu için bu kadar  uğraşıyoruz.

Cevap dediğimiz şey de vicdanımızla ve aklımızla yaptığımız bir arayış.

Sokaklar caddelere karşı

Gökçek zamanında, en azından bizim mahallede hiç sokak kalmadı, saçma bir cümle olarak okunduğunun farkındayım, ama değil, uzunluğu iki yüz metre olan sokakların bile tabelaları değiştirildi, hepsi birer birer cadde yapıldı. Anladığım kadarıyla caddede oturanlar çöp vergisini büyükşehire, sokakta bulunan apartmanlar ise ilçe belediyelerine ödüyormuş,  iddiaya göre ilçe belediyelerine gelir kaptırmak istemeyen Gökçek bu  yola başvurmuş filan... . 

Sonuç olarak o hengamede sahiden sokak mefhumu ortadan kalktı, yaşayanlar olarak, sokak demeyi sürdürüyorduk ama tabelalarda, posta adreslerinde istisnasız her yer cadde oldu. Belediye el değiştirince bu saçmalık düzelir sanıyordum, yanılmışım, geçenlerde yeni tabelalar taktılar, baktım pek  değişmemiş. Ayar bozuldu bir kere... 

Madem, muhtarlığa kalkıştım, devam edeyim...

Yukarıdaki fotoğraf benim ofisin yakınından, iki sokağın kesiştiği yerden, Sedat Simavi, uzunluk olarak Halit Ziya'dan üç misli büyük olabilir ama o sokak olarak kalmış, Halit Ziya ise ooh cadde olarak saltanata devam etmiş, gel de şey etme yani, nerenin sokak, nerenin cadde olacağı neye göre belirleniyor merak ediyorum. 

Gidip bir Sözcü alayım da bulmacasını çözeyim...

Perşembe, Ocak 06, 2022

Seyrüsefer Defteri En İyiler 2021

Her ay seyrettiğim ve Seyrüsefer Defteri adı altında blogta listelediğim filmlerden her yıl başında bir "en iyiler" derlemesi çıkarıyorum. Ve her yıl olduğu gibi, listeyle birlikte meramımı yineliyorum. Kendimi bir eleştirmen ya da seçici olarak görmüyorum. Kendi ilgilerinin peşinde yaşayan, kaçan ve sığınan, gezinen biriyim. Sinema literatürünü okumuyor ve izlemiyorum. Bu o literatürü ve emek verenleri hafifsediğim, yok saydığım anlamına gelmesin.

Takip etmiyorum derken, bir şeyi seyrederken ve seçerken kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden veya bir diziden haberdar olmamak çok zor  olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya uğraşıyorum demek daha doğru…

Aşağıdaki liste güncel ve yılın yeni filmleri gibi düşünülmemeli… Bunlar bana çarpan veya merak ettiğim için seyrettiğim işler…Ki geçen yıl, çalışma tempom nedeniyle, yeterince seyredemediğim ve okuyamadığım bir yıl oldu, o kesatlıkta ve sürprizi olmayan bir liste diyebilirim. Maksat, fikri takip...

È Stata la Mano Di Dio (2021)

The Power of the Dog (2021)

Stilwater (2021)

Jungle Cruise (2021)

Old (2021)

Palmer (2021)

Nomadland (2020)

The Little Thing (2021) 

Soul (2020)

Raya and Last Dragon (2021)

Rififi (1955)

Tengoku to jigoku (1963)

Wratf of Man (2021)

Las leyes de la frontera (2021)

Last Duel (2021)

Sharp Objects 

Mare of Eastdown

Çarşamba, Ocak 05, 2022

Doğru söyleyen kadın


Yegane (tek) doğru söyleyen kadın başlığıyla sunulmuş bu ilüstrasyon... O tarihte karikatür sayılıyor o ayrı. Akbaba'nın 1 Şubat 1934 sayısında Münif Fehim imzasıyla çıkmış. Esprisi, kadının sözlerinde, kadın dediğimiz Havva ve Adem'e söylüyor: "ilk sevdiğim erkek sensin!" 

Münif Fehim'in çok tuhaf, çok özel bir çizgisi varmış, bazen öyle işlerine rastlıyorum ki, bambaşka yerlere varabilirmiş. Geçim sıkıntısıyla çok ürettiğinden süratli çizmeye başlamış ve ne yazık ki farklı arayışlardan uzaklaşmış. Diğer yandan o kadar da çalışkan ki, eskilerin deyişiyle şapka çıkarmak, her türlü saygıyı göstermek gerekiyor. Hakkında pek de bir şey yazılmış değil, kendisi de öyle ahım şahım konuşmuş, kendini anlatmış değil. Tevazuyla çalıştığı, vazgeçmediği, narsistik çıkışlarla rekabete girmediği görülebiliyor. 

Yukarıdaki ilüstrasyon, bana kalırsa, o espri için (ona göre) çizilmiş değil... Akbaba'nın sahibi ve başyazarı olan Yusuf Ziya Ortaç, Fehim'in ilüstrasyonuna o bilinen espriyi teyellemiş. Yani imza Münif Fehim'e ait olsa da espri onun değil. Esprinin türü ve odağı bile Ortaç'ın aklından çıktığını söylüyor bize. Üstelik onun erkek ve "kadın düşmanı" zihni için bu espri tuhaf da değil. Doğal olarak o senelerden, o dönemin mizahından "correct" olmasını bekleyemeyiz ama bu da Ortaç'ın erkek buyurganlığını meşrulaştırmaz, çünkü o senelerde dahi bunu yapmayanlar var. 

Salı, Ocak 04, 2022

Sait Faik

Sait Faik, ergen bir darlanmanın, ayak uyduramamanın, gittikçe çoğalan ve elde olmayan savrulmaların hikâyecisi. Birtakım insanın genç yazarı. Halden anlayan, yasak nedir bilen, tırtıklayanı ve hakkını alamayanı gören. Sait Faik değil, sadece Sait denilen. Bizim çocuk, dost. Günbegün koyulaşan, yalnızlaşan, insanlardan kaçar olan, kimseler yok diyen. Gecenin hayaleti, denizin köpüğü, tütün kokan sayfa. Mutsuz desem mutsuz. Değil desem değil. Havada bulut değil kovada bulut. Lüzumsuz adam, ada vapuru, Yüksekkaldırım’da bir aylak, açık hava şairi. Yeşil delisi, simitle çay. Beş liraya hikâye, on liraya röportaj satan yazıcı. Öncesi yok, sonrası var. Sait Faik, memleket öyküsünün eprimiş paltosu.

Pazartesi, Ocak 03, 2022

Seyrüsefer Defteri 135

Deniz Seviyesi (2014) bir romantizmi var ama dizi estetiğinde oyunculuklar, festival filmi gibi de değil (30 Aralık).++  Soğuk (2013) seyretmemişim, görüntüler güzel, filmse ziyadesiyle "yapıntı" duruyor (29 Aralık).++ Dont Look Up (2021) yeni ya da bambaşka demek haksızlık olur, NetflixPr başarısı, tapılan ya da tepilen filmler zincirinde yeni bir halka (28 Aralık).++ Thieves of the Wood Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (27 Aralık).++ The Power of the Dog (2021) çok iyi karakterler, yıl sonu güzeli (26 Aralık).++ Sky Rojo Sea1 Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (25 Aralık).++ Clickbait Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (24 Aralık).++ Ban-deu-si jab-neun-da (2017) Kore iyimserliği, gevezeliği ve sakaleti, hikaye değil karakter güzel (23 Aralık).++ Clickbait Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (22 Aralık).++ Furie (2019) tuhaf bir çıkarımı var, Peckinpah'ın Köpekler'ini hatırlatıyor bazen, karakterler derinleşmiyor, iddiası ölçüsünde  geçmiyor insana (21 Aralık).++ Tony Arzenta (1973) yetmişler ve İtalyan pulp'ı, dayak yiyen kadınlar, patlayan silahlar, kaza yapan arabalar, AlanDelon vasatı (20 Aralık).++ Clickbait Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (19 Aralık).++ Thieves of the Wood Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (18 Aralık).++ Arianna (2015) mesele ilginç, akışı yavaşlatması, görsel olarak büyütmesi (17 Aralık).++ Clickbait Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (16 Aralık).++ Friendzone (2021) romantik gişe filmi klişesi, senaryodan çok oyuncu enerjisiyle yürümeye çalışmışlar (15 Aralık).++ The Many Saints of Newark (2021) dizinin mitolojisi filmin önüne geçiyor, seyrettik, göndermeleri yakaladık filan o ayrı (14 Aralık).++ Arcane Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (13 Aralık).++ Saklı Sea1 Ep3 ve +'ü seyrettim (12 Aralık).++ Two (2021) dikkat çekici bir fikri var ama "top sürememiş" (11 Aralık).++ Arcane Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (10 Aralık).++ Trapped Sea2 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (9 Aralık).++ Sofra Sırları (2017) kara film kalkışması, seyrettim diyelim, geçelim (8 Aralık).++ Arcane Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (7 Aralık).++ È Stata la Mano Di Dio (2021) sevdiğim türden fimlerden, yer yer çok güzel, filmin adı Napoli olmalıymış, Fellini'ye nanik! (6 Aralık). ++ The Valhalla Murders Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (5 Aralık).++ İlk ve Son Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (4 Aralık).++ Ad Astra (2019) görselliğini, dünya kurma başarısını bir kenara bırakıyorum, çok basit bir fikir var, kadim bir çatışma işte onu işlemek için bütün o gösteri, ben o çabayı beğeniyorum (3 Aralık).++ Saklı Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (2 Aralık).++ Aidiyet (2019) insanı arada bırakan filmlerden, iyi-kötü, yeni-eski, film-belgesel falan filan, ilginç, kısadan uzuna geçenlerden (1 Aralık).++


Pazar, Ocak 02, 2022

Televizyon, dünya ve yollar

Bir iki defa daha yazdım, belki on iki - on üç yıla yaklaşmış olabilir, televizyon seyretmiyorum, evde kimse seyretmiyor, film ve dizi seyrederken kullandığımız bir ekran var ama herhangi bir kanal ayarı bile yok... Tuna çocukken bir şeyler seyrediyordu, o da ne yapsın, zamanla bize alıştı ve hiç böyle bir seyretme alışkanlığı olmadı.

Bugün televizyon ve sosyal medya telefonla ilerlediği için bir şeylerden haberdar oluyorum ama bunlar da sadece Beşiktaş ile ilgili oluyor, taraftarı-hastası olduğum için maçları izliyorum, bir iki yorumcuya bakıyorum o kadar...Kimseyle futbol konuşmamak gibi de bir takıntım var...Asla!

Bu kadar yıldır herhangi bir tartışma programı ya da siyasetçi konuşması-münakaşası izlemedim. Küçük örnekler vereyim, Burhan Kuzu diye biri vardı, vefat etmiş, eleştirilen biriydi, ben bu beyfendinin sesini dahi duymadım örneğin...2016'da Amerika'nın başkanı değişmişti,  Trump'ı parodi sanmıştım, o derece. 

Üniversitede popüler kültür çalışırken, olup bitenleri mutlaka izlemem gerekir gibi gelirdi. Delice bir tutkuyla aktüeli izlerdim. Evde gazeteler keser, dosyalar, kutular yapar, istifler, malzemeyi başlıklara ayırırdım. Bazı gazete ve dergileri izleyememek beni kahrederdi. Sırf bu nedenle kütüphaneye gider, fotokopiler çektirirdim.

Sonra gazete-medya tarihi çalıştıkça bu huyumdan vazgeçtim. Güncel gazeteleri ve köşe yazarlarını takip etmeyi doksanlı yılların sonunda bıraktım. Kütüphaneye gidiyor, sadece eski gazete okuyordum, o dönemden kalma onlarca defter, binlerce sayfa fotokopi, ofiste bir yerlerde duruyor. 1930-1950 arası çıkan yayınlara yönelik merakım, bir ara o kadar arttı ki, bütün dünyamı kaplar hale geldi.

Üniversiteden istifa ettikten sonra yayınevinde Türkçe edebiyat dosyaları okumaya başladım, ekmek parası derdiyle, yayınevine gelen dosyalarla geçti ömrüm. Gazetelerin eskisi yenisi filan kalmadı böylece. 

Üç buçuk yıl oldu, hayatımı senarist olarak sürdürüyorum, önceden de yapıyordum ama artık "tam zamanlı" oldum diyelim. bu yeni dönemimi eş dost "inziva" sayıyor ve kızıyor bana, yalan yok, hoşuma gidiyor bu kaçma-kapanma hali... Gerçi sonradan farkettim, bu  inziva filan değil, tercih edebildiğim biçimde bir hayat sürüyorum sadece. 

Eskiden televizyon çok önemliydi, bize "dışarıdan" ve "başka dünyalardan" haberler veriyordu, gazeteler öyleydi...ama artık değiller... Hatta artık sinema bile öyle değil, dijital platformlar globalPr ile bizi ürünlerini seyrettiriyor ve konuşturuyorlar. Keşfedemiyoruz, önümüze konuyor. Biz eskiden buna manipülasyon derdik, şimdi koşullandırarak harekete geçirme deniyor... İhtiyaç duymuyoruz keşfetmeye, alternatiflerle karşılaşmaya...çünkü çok şey var önümüzde, çünkü hepimiz konuşulanı konuşmak istiyor ve bunu yaparken kendimizi daha önemli hissediyoruz.

17 yaşımdayken çıkan her yerli romanı okuyacağım diye kendi kendime söz vermiş, bu sözü de yıllarca tutmuştum, kolaydı çünkü...Az kitap çıkıyordu. Sonra imkansızlaştı, çok kitap, çok yazar, çok yayınevi oldu... mümkün değil artık. Bir ara editörken, işim gereği manyakça çok okuyordum, nafile bir yetişme telaşıyla okuduğumu bilerek o deliliği sürdürmeye çalıştım. 

Bugün, "seyretmedim-okumadım-duymadım" dediğimde kibir gösterdiğim, kendimi başka bir mertebeye çekerek büyüklendiğim sanılabiliyor. Zerre ilgisi yok. Bilerek ve tasarlayarak olmadı ama galiba hissederek, artık takip edilmesi imkansız bir çokluk içinde yaşadığımı bilerek ve sakınarak kendime bir yol seçtim... 

Doğru yol filan yok elbette ama en doğru açıklama bu olabilir. I did it my way diyelim. Palavracı Frank Sinatra şarkısını söylesin... 

Cumartesi, Ocak 01, 2022

Güce tapmak

Üniversitede ders verdiğim yıllarda öğrencilere mutlaka fotoğraflar gösterir, yorumlamalarını isterdim. Yukarıdaki görsel genel olarak "insanlar güce tapar" anlamında konuşulur, tartışılırdı. 

Onlara anlatmak istediğim şey, hayatta tek bir "doğru" ve "gerçek" olmadığıydı, hepiniz derdim, sonra düzeltirdim, "hepimiz" bu fotoğrafın çekildiği gün o kalabalığın arasında olabilirdik, yaptığımızın yanlış olmadığına inanabilirdik. Coşkuya kapılır, bizimle aynı fikirde olmayanlardan nefret edebilirdik vs... 

Bir başka deyişle insanlar hayatın doğal seyrinde şimdiki zamana kapılırlar ve her birisi tek tek, çoğunluk değerlerinin bütünleyicisi-failleri olurlar. Bugün, geçmişe bakıp "herkesin yanlış saydığı" ve "yenilmiş bir düşünceyi" yorumlamak o bakımdan "kolaydır", yarın başka öğrenciler fotoğraflarımıza bakıp bir başka nedenle "insanlar güce tapar" diye bizi yorumlayacaklar, bunu aklımızda tutalım dedim. 

Tabii ki asıl mesele kafa karıştırmak, öğrencilerin farklı düşünmelerini, dünyaya ve kendilerine başka türlü bakabilmelerini sağlamaktır filan. Konuşmaları, tartışmaları, büyüklenmelerini, ben dahil herkesi salak bulmaları işin normalidir.

Bu fotoğrafla ilgili hatıram ise şu, öğrenciler aralarında konuşurken birisi, "insanlar daima kazananın yanında duruyor, bu sebeple çoğunluk Galatasaraylı" gibi bir örnek verdi ve sınıf karıştı, nerdeyse kavga çıkacaktı. Popüler kültürü yorumlamak, hep söylüyorum, bu yüzden çok zordur. Siz ne anlatırsanız anlatın, ne mesaj verirseniz verin, bağlamı alımlayanlar da (tüketicileri de) belirler.

Related Posts with Thumbnails