Çarşamba, Ekim 31, 2018

Çizgilere Derkenar 12


Stevenson, The Pirate Within, Stevenson'un biyografisi olarak okunabilir. Eserleri, hayalleri, yazdıklarını etkileyen kabuslarını hastalığıyla birlikte tasarlamışlar. Hikaye ölümüyle noktalanıyor. Meraklısı için Alberto Maguel'in YKY'den çıkan Palmiyelerin Altında Stevenson romanı da yazarın son günlerini anlatıyordu. Grafik romanı hızlı buldum, dergi işlerini andıran bir sıkışıklığı ve temposu var.


Pascal Jousselin'in mizahi çalışması Invincible buluşları nedeniyle, panelleri-kareleri ve çizgi romanın iç dengesini-gerçeklik algısını (içinden yaşayanlar için) bozan-tahrif eden karakteristiğiyle güzelmiş. Ne bulmuş, nasıl bir zeka göstermiş diye okuyorsunuz.



Skandalon, Julie Maroh'tan bir müzisyen hikayesi. Bir rock yıldızının norm dışına çıkmasını anlatıyor denebilir. Müzisyen hikayelerinin ana temalarından biri olan şöhretle başedememe sendromu da var, psikolojik göndermeler de. Maroh, antropolojiye de girmiş, albüm sonunda dipnotlu-kaynakçalı bir yazı da yazmış. Kendini okutmasını bilen, ardışıklığı iyi kuran bir hikayeci.


Adından anlaşılacağı gibi The Forbidden Harbour, bir denizcilik hikayesi. Hem türün klişelerini kullanıyor hem de kendini okutan bir melodramatik dengeye sahip. İki ciltlik, üç yüz sayfayı aşan uzun bir hikaye. Bence asıl ilginçliği karakalem çizgileri. Renk kullanılsa göz almayacak Disney tarzı çizgiler, hafif adult bir tonda kara kalemle sunulunca ilginç durmuş.


Daubigny's War, tahmin edileceği gibi bir ressam biyografisi. 1890'da başlıyor, ressamın hayatında çocukluğuna dönerek kronolojik bir sıralamayla hayatını anlatıyor. Çizgiler karikatür tarzında. Hikayeyi sürükleyen bir mizah var ama geneli pek parlak değil. Charles'ın tutkusu, takıntısı ya da meselesi iyi kurulmamış.


Çizgili dergilerimizin "içindekiler" ya da "giriş" sayfasında iddialı ilüstrasyonlar yapma geleneği sürüyor. Her nedense kapaklarımızda daha minimalist, en azından daha kolay çizilen işler kullanılıyor. Kapağı çeviriyorsun içeride kapakla kıyaslanmayacak emek yoğun bir iş çıkıyor karşına. L-Manyak'la başladı bu tarz. Gerekçesini anlamıyorum. Çeyrek yüzyıl geçti üstünden. Para Tuzağı'nın son sayısında Cihan Kılıç çizmiş. Haliyle kapaktan çok daha ilgi çekici ve başarılı. Bir yenilik olarak bu tarz ters yüz edilse, denense keşke.


Salı, Ekim 30, 2018

Lust!
















Lust, malumunuz Türkçedeki en açık ifadesiyle şehvet demek. Kösnüllük anlamına da geliyor, bir tür düşkünlük, normal dışına çıkma hali veya cinsellikle ilgili ahlak düşkünlüğü de denebilir... Yerinde duramama hali...Kedilerin kapıları duvarları tırmalaması gibi..."Bırakın beni tutmayın" hali...

Öğretmenler, okullar, kitaplar, eğitim kurumları, din ve din adamları, şehvetle mücadele ederler. 

Gençlikle baş etmek anlamına da gelir bu mücadele. Çünkü şehvet, daha çok gençliğe atfedilir...

Trash edebiyatı, bu hissiyati pek sever. Abartıya dayandığı için şehveti iştahla anlatmayı ve şehveti iştahla eleştirmeyi sever demek istiyorum. Hem "frikik verse" diye aranıp hem de "niye öyle giyiniyorsun" diyen arsız magazin gözünü düşünün...Aynı babanın çocukları, aynı erkek aklının şiirleri... Kapaklar oradan... 

Lafı çevirmeye gerek yok, erkek aklı, şehvet dediğinde kadın erotizmi ve çıplaklık algılar. Cinsel ilişkiye giren, girmeye zorlanan, "girerek" namusunu kaybeden kadınlar anlatılır... 


Başa dönelim, lust, cümle içindeki kullanımına göre "hırs" anlamına da geliyor. Bir vazgeçmeme hali... 

Ucuz edebiyatın "şehvet düşkünlüğü" ve ticari kaygıları bana hep bu hırsı hatırlatıyor.

Cumartesi, Ekim 27, 2018

Bozkır'da Son Günler


Perşembe ve cuma Eskişehir'deydim, Bozkır'ın çekim ekibini ziyaret ettim. Mevsim dönümlerini, hele sonbahardan kışa geçişi sevmem, çok değil bir ay sonra sıcak gelecek hava, o günün şartlarında insana buz gibi gelir. Tir tir titrersin.

Senaryoda "Aşıklar Tepesi" olarak geçen mekana gittik. Bir tarafta birbirine tos vuran keçilerle dolu bir sürü, diğer tarafta yerinde duramayan atların olduğu bir tepe düşünün. Öyle bir yerdeyiz. Ayazlı bir rüzgar. Tuhaf bir tenhalık. Uzakta tek tük evler var.

Hava nasıl soğuk, oyuncular devamlılık nedeniyle ince giyinmişler. Herkes üşüyor ama onlar daha zordalar. Sonuçta turist gibi gelip geçiyorum ben. Sohbet ediyor, o yoğunlukta onlara ecicik yarenlik ediyorum.

Dizi işi tempolu, yorucu, bıktırıcı, külfetli bir iş. Neyse ki az kaldı. Kasım'ın 6'sında bitiyor.



Cuma, Ekim 26, 2018

Pirüpak Bir Çizgi Roman


Jean Christophe Grangé çoksatar gerilim romanlarıyla yakın dönemin popüler yazarlarından biri. Romanları sinemaya uyarlanıyor, farklı alanlardan ilgi görüyor. Çizgi romanın endüstri olduğu bir ülkenin, Fransa’nın vatandaşı olması ister istemez bu mecraya da yaklaştırdı onu. Grangé ile yaptığı pek çok albüm yarım milyonun üzerinde basılan (şu an Fransa’nın en çok satan çizgi roman dizisi XIII’ün) frankofon çizgi dünyasının yıldızı Adamov’un birlikte çalışmaları güzel bir tesadüf değil bu yüzden. Yüksek satış beklenen bir albüm için seçildikleri-biraraya getirildikleri anlaşılıyor. Türkçede, ilk kez beş yıl önce ikilinin ortak çalışması olan Zener’in Laneti’nin ilk bölümü (Sibylle) yayınlanmıştı. Kısa bir süre önce üçlemenin diğer iki bölümü de - ilk albümü kapsayacak biçimde yeni bir sunumla- piyasaya sürüldü. Grangé tutkunlarının hemen fark edeceği gibi Zener’in Laneti’nde, Taş Meclisi (Doğan Kitap, Çev. Ali Cevat Akkoyunlu) romanının öncesi, Diane’ın annesi Sbylle Thiberge’in geçmişi aktarılıyor. Altmışlı yılların sonunda geçen hikâyede, parapsikolojik güçleri olan genç bir üniversite öğrencisi kızın başına gelenler anlatılıyor. Zener, bilindiği üzere parapsikoloji deneylerinde kullanılan kartlara verilen isim. Sbylle kartları bildikçe, güçleri fark ediliyor ve Moğolistan bozkırında nihayetlenecek, giderek katılaştığı-başkalaştığı bir süreç yaşıyor. Grangé, yarattığı bu tedrici kötüleşme sebebiyle başlangıçtaki kartlara atıfla “Lanet” vurgusunu kullanmış.

Telepati, geleceği görme, meditasyon, düşünceleri okuma, tehlikeyi hissetme gibi olağandışı insan özelliklerine (dolaylı olarak trendy olan, doğayla uzlaşma akımına) hikayede bolca yer verilmiş. Temel gerilim ise teknoloji ile hükmedilmeye çalışılan doğanın ruhu arasında geliştirilmiş. Bir tarafta hırslı bilim adamları diğer yanda sağaltıcı ve dingin ilkel adamların-yerlilerin yer aldığı bir dualizm kurgulanmış. Grangé, doğayı dişi sayan hâkim inançtan faydalanmak adına kırılganlığı, duyarlılığı ve direnci nedeniyle bir kadını hikâyesinin merkezine almış. Zener’in Laneti, bu bakımdan genç bir kadının olgunlaşması olarak okunabilir. Yanlış bir adama âşık olup körleşmesi, zihinsel güçlerinin farkına varması, kendini tanıması, anne olması, nefretini denetlemeyi öğrenmesi bu sürecin türlü evrelerini oluşturuyor.

Doğanın ruhu veya tahrif edilmemiş (modernizmin henüz dokunamadığı) ilkel saflık imgesi, serüven edebiyatının sık başvurduğu trüklerdendir. İş bu noktada, açgözlü, hırsına gem vuramayan, bütünüyle arsız, zayıflara karşı gaddar ve gamsız, başarmak için her yolu deneyen “teknoloji yanlısı” habis adamlar çıkar karşımıza. Doğayı yok etmek pahasına (geleceği hiç düşünmeden) apriori gündelik arzularının peşinden giderler. Miyazaki’nin kült animasyonu Prenses Mononoke’den (Mononoke Hime, 1997) James Cameron’un Avatar (2009) filmine uzanan çeşitlilikte sayısız popüler anlatının benzer bir temaya sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Hal bu olunca, biliyoruz ki doğanın ruhu (şimdilik) kazanacak, ama ne pahasına! Zener’in Laneti’nin işgalci kötüsü Sovyet Ordusu. Hemen tüm Sovyet temsilcileri anlayışsız, nobran, öfkeli, katil ve katıksız şeytani tiplemeler olarak resmedilmiş. Aralarında zuhur eden entrikalar ve çeşitli müzakereler bile makamlarını – dolayısıyla hayatlarını kurtarmak için gerçekleşiyor. Böylesi saf bir kutuplaşmaya ancak Soğuk Savaş hikâyelerinde rastlanırdı; casus romanlarındaki KGB ajanları alelekser insana benzemez soğuk ve tuhaf yaratıklar olur, mutlaka birilerini boğarak öldürürlerdi. Hatta türün filmlerinde tam bu sahnelerde jazz ritmi yükselir, doğaçlamayı andırır biçimde bakır üflemelilerle gerilim pekiştirilirdi. Üçlemede bu klişeye (elbette nostaljik gerekçelerle değil) sakınmadan başvurulmuş, bakar bakmaz “evet bunlar birer katil” diyebileceğimiz tekinsiz Sovyet ajanları dolaşıyor karelerde.

Grangé, üçlemeyle ilgili bir röportajında çizgi romanda asıl yükün çizerin omuzlarında olduğunu belirtiyor, haklı olarak: “Laboratuarda ayakta duruyorlar ve Sybille şöyle konuşuyor diyorum ve Adamov bir ay boyunca bunu çiziyor !”. Adomov, işinin ehli bir çizer; sahne düzenlemeleri ve devamlılığı kendini unutturacak ölçüde başarıyla uyguluyor. Kendini unutturduğu gibi çiniyi göze çarpmayacak kadar ekonomik kullanıyor ve ölçülü kare içi boşluklar bırakıyor. Ancak aşırı profesyonelleşmenin getirdiği bir kusuru var Adamov’un. Zener’in Laneti temelde bir dönem çalışması, 1968’te geçiyor ama giyim tarzları, saç kesimleri, aksesuarlar o denli bugünle harmanlanmış ki tarihsel arkaplan gereksizleşiyor-bugün düzlemine kayarak, başkalaşıyor, belli bir süre sonra hikâyenin hangi dönemde geçtiğini unutuyoruz. Hikâyenin kahramanı Sibylle’i (o tarihte olması imkânsız olan) g-string iç çamaşırlarıyla teşhir etmek gibi ticari manipülasyonları kullanabiliyor. Adamov’un aklında hep “bugün” var, ancak aynı profesyonelleşmenin başarısı sayılabilir, bunu da maharetle gizliyor. 


Zener'in Laneti, popüler edebiyat ile çizgi romanı, iki ayrı mecranın yıldızlarını biraraya getirmesi bakımından dikkat çekici bir çalışma. Diğer yandan Grangé türün ölçüleri içinde oldukça karanlık bir hikâyeci aslına bakarsanız, çizgi romanın yunmuş arınmış, pirüpak ve sanki spotlar altında sahneliyormuşcasına ışıl ışıl, hiç bir sakalete ve aşırılığa yer verilmeden uyarlanmış olmasını dengesiz buluyorum. Adamov'un galip çıktığı bir birliktelik bu.

Radikal Kitap, 7.5.2010

Perşembe, Ekim 25, 2018

Çala Çala



Yukarıdaki filmi sonuna kadar izlerseniz roman çocuklarının müziği maharetle çaldığına filan şahit olmayacaksınız. Çoğu zaman bir gürültü, kaotik bir ses duyacaksınız. "Bu yaşta bunları çalarsa bu bebeler ilerde neler neler çalar" gibi bir şey değil yani. Ha şurası kesin tabii, küçük yaştan başlıyorlar çalışmaya...

Kime sorsanız bir müzik aleti çalmak istediğini söyler, yine çoğu insan çöpten adam bile çizemediğini söyleyip mahcup bir ifadeyle hayıflanır. Kişisel olarak ben herkesin resim çizebileceğini, resimle derdini anlatabileceğine inanıyorum. Ve yine her çocuğun bir ritim duygusu taşıdığını, vurmalı çalgıların eğitimin bir parçası olması gerektiğini düşünüyorum...

Oysa bizim eğitim sistemimiz resim veya müziği  sadece ve sadece yüksek sanatlar seviyesinde görerek buna ket vuruyor, öteliyor. 6-10 yaş arası çocuklar birlikte davul çalabilirler halbuki. Çok da eğlenirler. 

Yıllardır pek moda, bakın nasıl birlikteyiz, biriz, bir oluyoruz diyerek büyük şirketlerin çalışanları vurmalı çalgılarla ritim grupları kuruyorlar. Kendilerini iyi hissettiklerinden filan söz ediyorlar. Davul temposu, kalp ritmiyle uyumludur ve bu bakımdan birlikte tutulan tempo insana iyi gelir.

Kötü resim çizebilirsiniz ama çizmeye devam ederseniz bir anlatım dili ve üslup belirleyebilirsiniz... Ebeveynler kötü resim çizdiklerine ve resim çizmenin bir yetenek ve sınırlı bir azınlığa ait olduğuna inandırıldıkları için çocukları için şartları zorlamıyorlar. Üstelik resim çizmenin maddi bir karşılığı yok, geçiştirilen, çocuğu okulda tutmaya yarayan ders saatlerinden biri işte..Elbette çok yetenekli mutlaka resim çizmeli diyeceğimiz çocuklar var...Tıpkı beste yapabilen harika çocuklar olduğu gibi...Ben bir ritim duygusundan ve resimle kendini ifade etmekten söz ediyorum. Bu zenginliktir ve yüksek sanat iddiasıyla ötelenemez. 

Roman çocukları neden müzisyen oluyorlar. Kafa şişire şişire çalmayı öğreniyorlar çünkü. Tekrar ediyorlar, kimse onlara kafa ütülüyorsun demiyor. Geçimlerini buradan çıkartacaklarını bilen aileleri tarafından teşvik ediliyorlar.

Çocuklar yan yana dambır dumbur çala çala bir ritim tuttursalar, inanın çok mutlu olurlar. Çocuklar arası resim yarışması inanılmaz tatsız bir şey bence...Eğlenceyi azınlığa terk etmek demek...


Okay Temiz'e selam gönderiyorum.

Salı, Ekim 23, 2018

Sözlüklerde çizgi roman


İnsan, bir şeyi mesele ederse üstüne gidiyor, Ankaralılar "karnının ağrısını almak" derler. Dert ediyorsan çözeceksin. Hoş, insan ancak çözeceği şeyleri de dert ediyor...

Yirmi yıl önce filan gitgide gözüme batmaya başlamıştı.  Çizgi romanı farklı biçimlerde yazılıyordu. Hâlâ da öyle ya, herkes kafasına göre takılıyordu.Bitişik yazan da (çizgiroman) vardı, araya tire katarak (çizgi-roman) yazan da... Soruyordum, insanların yazma tercihini anlamaya çalışıyordum. Çoğu romantikti, gözüne hoş geliyordu, canı öyle çekiyordu filan.

Kütüphanemi taşırken buldum, 2002 yılında Dil Kurumu ile yazışmışım. Gerisi de olmalı bu yazışmaların ama henüz bulamadım.

İki şeyi öğrenmek istemiştim, ben çocukken çizgi roman değil, resimli roman denirdi. Çizgi roman ilk kez ne zaman girdi sözlüğümüze diye merak ediyordum. Dil ve sözcük tercihleri bir mücadele alanı olarak görüldüğü için her sözcük, dil kurumunun sözlüklerine girmez. Girmesin istenir, görmezden gelinir. Hele sevilmeyen biri o sözcüğü kullanıyorsa inadına girmeyebilir hatta.

Çizgi roman, belgeden de göreceksiniz, ilk kez 1998'de girmiş sözlüğe. Geç bir tarih. O yıl, sözlüğü genişletmişlerdi, 75 bin kelimeye çıkmıştı filan... Muhtemelen o genişlemeyle girmiş.

Öncesinde yok mu? Aslında var, örneğin 1978 tarihli bir derlemede görmüş, not almışım. Sözlükte resimli roman olarak geçiyor, örneğin 1988 tarihli sözlükte "konusu bir dizi resimle anlatılan roman veya hikaye" denmiş.

İkincisi, nasıl yazılmalı hakkında fikri neydi dil kurumunun bilmek istiyordum.

O zamanlar benim fikrim şuydu, çizgi roman bitişik yazılamaz, çünkü bir sıfat tamlamasıdır, "hanımeli" değildir. Araya tire konamaz, bizde böyle bir kullanım yoktur. Başka dillerden, daha çok İngilizceden geçmiştir. O denli katı değilim artık ama fikirlerim de pek değişmedi. Şunu biliyorum, dil, dinamik bir süreci içeriyor. Değişiyor, genişliyor, kuralları esniyor vs.

Neyse bu da uzun hikaye.. Yazışmaların devamını bulursam paylaşacağım.

Pazartesi, Ekim 22, 2018

Chezgi Roman


Che, son elli yılın tartışmasız en önemli popüler ikonlarından biri. Giyim sanayinden reklamlara, grafitiden kişisel gelişim kitaplarına varıncaya kadar her yerde onu görebilmek mümkün. Yakın dönemde Türkçede iki ayrı biyografik nitelikli Che çizgi romanı yayınlandı. Söz konusu albümler, Che’nin kırkıncı ölüm yıldönümü dolayısıyla gündeme gelmiş olsalar da Türkçe yayınlarını çizgi romana gösterilen yoğun ilgiye bağlamamız gerekiyor. Öyle ki beş yıl kadar önce Gırgır kökenli çizerlerimizden Erhan Başkurt da bir Che çalışması yapmıştı (İlkbiz Yayınevi, 2004) ama bu denli ilgi görmemişti. Che’nin adanmışlığı, fedakârlığı, yaşam tercihleri onu bir kahraman olarak ilgi çekici kılıyor, siyasi görüşlerine bakılmaksızın imgesinin yaygınlaştığı ve global ölçekli bir sempati kazandığı aşikar. Çizgi roman dünyasındaki Che göndermeleri genellikle bir kahramana gösterilen ilgiyle açıklanabilecek niteliktedir, politik arkaplan ise ya hiç yoktur ya da sınırlıdır. Baba-oğul Brecciaların Che’nin ölümünden sonra, ilk kez 1968’de yayınladıkları Che (Bilgesu Yayıncılık, 2009) ile Spain Rodrigez’in Che, Biyografik Çizgi Roman (Agora Kitaplığı, 2009) bu kapsamda değerlendirilebilecek çizgi romanlar değiller. Her ikisi de çizgi romanı bir mücadele aracı olarak gören politik anlatılar. Che’nin yaşamını anlatmakla birlikte yaşanan zamana-bugüne ilişkin yorumlarda bulunuyor, dramatik eşik noktaları ve mukayese imkânları sunuyorlar.

Brecciaların çizdiği Che albümünün yazarı olan Hector Oesterheld, Latin Amerika çizgi romanının önemli isimlerinden biriydi. Sadece çizgi romanlarıyla değil gazete yazılarıyla ve kitaplarıyla da tanınıyordu. Örneğin Evita Peron hakkında (ve Che’ye ithaf ettiği) eleştirel bir kitabı da vardır. Silahlı mücadeleye de katıldığı biliniyor, yetmişli yılların ikinci yarısında şüpheli –ölümüyle sonuçlanan- biçimde kayboluyor. Che albümünde Oesterheld daha ilk cümleden yazarlığını hissettiriyor, Spain Rodrigez ise daha kesin ve basit ifadelerle metnini oluşturmuş buna karşılık. Oesterheld’in edebi bir dil oluşturma çabası olmuş; Türkçeye özgün dili İspanyolcadan değil Almancadan çevrildiği için bu çaba nasıl aktarılmış kıyaslamak mümkün değil ama yerel kültürlere, siyaset ve edebiyata ilişkin göndermeler yapıldığı, okuru zorladığı görülebiliyor. Albümün arkasına metinde geçen isimleri açıklamaya yönelik notlar konmuş ama Oesterheld oyunbazca farklı göndermeler de yapmış. Örneğin çocukluktan söz ederken Jules Verne’e ya da Define Adası’nda geçen bir şarkıya değinebiliyor. Metnin özgün halinde kaligrafi (balon ve anlatım yazıları) nasıl kullanılmış bilemiyorum ama anlatıcı dili (bazen Che bazen de Oesterheld) değiştiği için yazım punto ve biçim olarak farklılaştırılabilirdi. İster istemez okumayı kolaylaştıran bir tercih olurdu. Görsel olarak Breccialar foto-realistik çizginin ve siyah beyazı (çini mürekkebini) maharetle kullanan bir gelenekten geliyorlar. Özellikle Latinler siyah beyaz çizgi romanların üretiminde gerçekten nitelikli bir birikime sahipler. Hani ne yapsalar belirli bir düzeyin altına düşmüyorlar. Albüm iyi istiflenmiş sayısız sahne ve görsel kontrast içeren kare içeriyor, diğer yandan metin, çizgi romanın önüne geçtiği için görsellikle uyum kuramıyor, olması gereken kareler arası devamlılık (ardışıklık ilkesi) sağlanamıyor. Belgesel amaçlı çizgi romanlar genellikle bu sorunu yaşarlar. Güzel çizilmiş ve yazılmış sahneleri olan ama zor okunan-okunamadığı için bakılan epik bir anlatıya dönüşürler.

Spain Rodrigez, ardışıklık bakımında daha dikkatli bir çalışma çıkartmış. Breccialar kadar iyi bir çizer olduğunu söyleyemem, Rodrigez ününü Amerikan anaakım çizgi romanına muhalefet ederek gelişen, sol siyasi eğilimleri olmakla birlikte asıl olarak ahlak kurallarıyla didişen underground comix akımı içinde yer alan çalışmalarından almış bir isim. Yetmiş yaşına gelirken çizdiği Che, geçmişte gösterdiği dinamizmini yansıtmıyor ama başka bir şey denediği de görülebiliyor. Çok açık biçimde bir propaganda çizgi romanı yapmak istemiş Spain Rodrigez. Diğer taraftan Che’yi çizerken benzetmek kaygısı gütmemiş, otantizm ya da fotoğraf gerçekçiliğini de aramamış. Basit ve herkes tarafından anlaşılır bir hikâye anlatmaya niyetlenmiş ama geçmiş çalışmalarına kıyasla çizgiye değil metne yüklenmiş. Bu tercih gerek tahkiyeyi gerekse okunabilirliği nispeten zedelemiş. İlginç vurgular yok değil, Spain Rodrigez, Che’nin kendilerini ihbar eden bir askerini infaz ettiği sahneyi resmetmiş, bir sonraki karede Che nabzını tutuyor, nefesini kontrol ediyor. Che anlatılırken bu tür sahneler pek tercih edilmez, ilginçliği ondan. Diğer yandan devamında Che yürürken arkasında gök gürleyip şimşek çakıyor, “hoş geldin klişe!” demek zorunda hissediyoruz.

Biyografik sadakat ve politik aidiyetler gibi üretimi belirleyen bağlamı bir kenara bırakarak söylüyorum, her iki albüm de çizgi roman olarak başarılı değiller. Che’yi anlatmasalar bize kadar ulaşmayacakları çok açık…

[Yazı, "Çizgi Roman ve Klişe" başlığıyla 26.12.2009 tarihli Birgün Kitap'ta yayınlandı.]

Cumartesi, Ekim 20, 2018

Resimli Romanlar


Türk Dili, Mart 1971'de buldum yazıyı...Le Monde gazetesinde bir yazı çıkmış, derginin arka sayfalarında o yazıya ve genel olarak "resimli roman" olgusuna değiniliyor. Çizgi roman, meğerse, öyle kolayca kesitirilip atılacak şey değilmiş, tillahi karmaşıkmış.

Cuma, Ekim 19, 2018

Evrensel'de Aziz Nesin Uyarlamaları

Anıtı Dikilen Sinek, İsmail Gülgeç

Ben Karışmam, Bülent Karaköse

Pantolon Düğmesi, Köksal Çiftçi

Sizin Memlekette Eşek Yok mu?, Köksal Çiftçi
Dün evi toparlarken ayırdığım gazeteler arasında buldum. Evrensel gazetesi, 1995 yılında bir atak yapmış, yeni bir sol gazete olma iddiasıyla pek çok ismi biraraya getirmişti. Pek çok sol gazete gibi Evrensel de bu iddiayı sürdürümedi, kısa sürede sönümlenen bu teşebbüsün yıldızı da Aziz Nesin'di...

Çizgi-karikatür ve çizgi roman bakımından düşünürsek, ilginç bir toplaşma olmuş, çok sayıda çizer gazeteye katılmıştı. İçerde günlük olarak Aziz Nesin hikayeleri çizgi roman olarak yayınlanıyordu. Neler yayınlanmıştı, hangi hikayeleri çizgi romana uyarlanmıştı, bu konuda tam bir liste veremem ama sakladığım sayfalardan örnekleri paylaşayım istedim.

Perşembe, Ekim 18, 2018

Gülgeç'in Çizgileriyle Ankara






Mehmed Kemal'in meşhur bir kitabı vardır, Türkiye'nin Kalbi Ankara diye. Pek çok gazeteci kitabının başına geldiği gibi bugün pek hatırlanmıyor, oysa dönemine göre iyi satmıştı. Güzel bir kitaptır, derdini anlatır, güzel dedikodu ve malumat vardır.

Bu kitap, 10 Mayıs 1982'den itibaren Cumhuriyet'te tefrika ediliyor. Eskiden kuraldı, romanlar da dahil olmak üzere her şey önce gazetelerde yayınlanır, sonra kitaplaşırdı. Malum, telif satışla orantılıdır, gazetelerden iyi telif alınırdı o yıllarda.

İsmail Gülgeç, o yazı dizisinin içinde "Çizgilerle Ankara" diye bir köşe yapmış, esprili ama Gülgeç'in genel anlatım eğilimiyle kıyaslanırsa hayli ciddi yorumlar içeriyor. Şu olabilir, Gülgeç gazeteye ve bu türden gazete karikatür dizilerine yeni alışıyor, Hayvanlar bantı yeni başlamış filan...

Ne anlatmış, dersiniz, örnekler koydum...Gecekondu çok ilgisini çekmiş, Hava kirliliği o yılların en önemli konusuydu, okulların tatil edildiğini hatırlıyorum. Ankara bürokrasiyle özdeşleştirilir, Gülgeç de yinelemiş. İster istemez belediyecelikle, şehrin imarı ve aktüel sorunlarıyla ilgili eleştiriler var, cuntanın seçtiği başkan görevde. Darbeden önceki son belediye başkanı Ali Dinçer konuşuyor vs...Halâ konuşulan heykeli diline dolamış Mehmed Kemal...

Çarşamba, Ekim 17, 2018

40.000


1960 yılında Tef, satışıyla ilgili bir rekor iddiasında bulunuyor. 40.000 sattıklarını yazmışlar: Mizah dünyamızda REKOR! diyorlar. Dağıtım şirketleri yurt sathında dergi dağıtamadığı için o tarihlerde bu rakam gerçekten yüksek. Yetmişlerin sonunda bu civarda satış yapan Mikrop ise "maliyetleri kurtarmadığı" için kapanır.

Salı, Ekim 16, 2018

Derya Sayın'dan




Kütüphanemi taşırken, "göç temizliği" yaparken bir sürü unuttuğum ayrıntıyla karşılaşıyorum. Derya Sayın, sanıyorum Serüven için el yazısıyla bir mektup göndermiş bana. İkibinli yılların başı olmalı, madden sıkıntı içinde olduğunu duymuş, üzülmüştüm. Hemen üstüne bir vesile oldu, bir dergi işi için aracılık etmiştim, etmek de istemiştim. Dergidekileri sahiden uğraşarak ikna ettiğim için bunu anlatıyorum, "ünlü değil" diye itiraz etmişlerdi, sersemlerdi, kızarak hatırlıyorum, en az üç saat dil dökmüştüm. İyilik yaptığımı filan düşünmüyorum, Derya'nın naif dünyasının fark edilmesini istediğim için yapmıştım bunu. Derya ile tanışmıyorduk, teşekkür etmek için aramıştı. Uzun bir telefon konuşmasından sonra bana bu mektubu göndermiş, yaptığı işlerle, hissettikleriyle ilgili bir yazı yazmış, mektup demek yanlış olur. Bir hediye, bir karşılık vermek istemişti galiba.

Üç yıl olmuş onu kaybedeli.

Pazartesi, Ekim 15, 2018

Pıt Pıt Sözlüğü (2)




Şiveye Mugayeret
:
 Kurallarına uymadan dili kullanmak.

İtiraf: Anam, / Ben topaç çevirirken sokakta, / Benim güzel oğlum, / Paşa olacak derdi... / Hâlbuki ben hâlâ / Topaç çeviriyorum sokakta. (Rüştü Onur).

Surname: Sarayda yapılan sünnet düğünleri, evlenmeler gibi önemli törenleri konu alan şiirler, şiirsel anlatımlar.

Teknik: “Sıkıntı biriktirmek” diye bir tekniğim vardı. Yani sıkılıyorum, bunalıyorum ama bundan kurtulmak için hiçbir şey yapmıyorum (Pınar Kür).

Korku: iktidar beni hep korkutur (Oya Baydar).

İfşa: Roman da, madrabazlığa yatkın sanat kollarındandır (Kemal Tahir).

Fısıltı: Bence edebiyat alçak sesle yapılır (Ayla Kutlu).

Alışkanlık: Çocukken de böyleydim, okuldan gelir gelmez ilk işim ödevlerimi yapmaktı. Sadece çok çalışkan olduğum için değil, ödevden kurtulup sokağa çıkmak için (Murathan Mungan).

Pazar, Ekim 14, 2018

Yeni


Bir süredir kendime yeni bir ofis, yeni bir kütüphane yapmaya çalışıyorum. Emeklilik sonrasında evdeki ve yayınevindeki kitapları toplayacağım, gidip çalışabileceğim bir yerim olsun istiyordum. Eve yürüyüş mesafesinde küçük bir daire buldum, iki aydır onunla uğraşıyorum. Ustalarla, kolilerle, kitaplarla boğuşup duruyorum.

Bir yandan senaryolar ve seyahatler, diğer yandan böbrek taşı ve soğuk algınlıkları, hayat gailesi derken yavaş ilerledim ama galiba, bugün itibarıyla yeni evi artık toparladım, orada oturup çalışabilirim diyecek duruma geldim. Aylardır biraz da bu yüzden kapanmış, eşten dosttan uzaklaşmıştım.

Sanırım, artık normalime dönebileceğim. Umarım hayırlara vesile olur.

Cuma, Ekim 12, 2018

Teks’in Kuralları, Dipnotları ve Tortuları


I
Teks öykülerinde “mesele” hakkında okuyucu, daima Teks’ten daha fazlasını bilir. Sorumlular ve entrikadan haberdardır. Teks’in işin içinden nasıl sıyrıldığını izler.


II
Entrika dedim de dostumuzun serüvenlerinde aşk entrikası yoktur. Sanırım Bonelli, işin ciddiyetini bozduğunu “düşünüyordu”. Erkekler dünyasında geçer olaylar.


III
Kötü adamın suçları asla ve asla rastlantısal olarak değil, bir çıkarsama (!) sonucu ortaya çıkar. Rastlantı sonucu ortaya çıkan “suç ve suçlular” kesinlikle ikinci dereceden kötülerdir ve kötüye giden yolu kolaylaştırırlar.


IV
Ölüm ve öldürme olmadan Teks olmaz.


V
Teks, yanında dostları olsa bile tüm olayların tek çözücüsü ve akıl yürütücüsüdür. Ekip haline gelmeleri ya da Teks’in telgrafı ile toplanmaları, düşmanın eşitsiz bir biçimde kalabalık olması yüzündendir.


VI
Suçlu kesinlikle “gerçekçi” yöntemlerle ve bu gerçekçiliği besleyen kan ve ölümlerle ortaya çıkarılır.


VII
Asıl suçlu, Teks ona ulaşana kadar bütün kozlarını kullanır. Sıradan biri değildir, böyle olması okurla alay etmek anlamına geleceğini tahmin edersiniz herhalde. Teks, tanınan, ne yapacağı tahmin edilen “bela” bir heriftir, onu hafife almak daima pahalıya mal olur... O sebeple sürekli tuzak kurulur, “yollar” zorlaştırılır. O yol, ne kadar çetrefilli olursa o kötü, o kadar daha “kötü” olacaktır ve Teks’in öfkesine değecek biridir. Okuyucu nezdinde öç almayı meşrulaştırdığı gibi endişe de yaratmalıdır.


VIII
Asla tek suçlu yoktur, bütün kötülükleri üzerinde yoğunlaştıracak “kötü” ise Mephisto gibi istisnadır. Mephisto’nun yanındakilerin onun maşası olduğunu ve her halükârda tek başına, o “teke tek” kavgaya kalacağını biliriz. Suçlular, bütün serüven romanlarında olduğu gibi örgütlüdür, para için bir araya gelmiş serseri ve haydutlar (“pislikler”) olduğu gibi bir tarikatın sadık üyeleri de olabilmektedirler. Para için işe bulaşanlar işler ters gidince (zira Teks olaya karışmıştır bir kere) kaçmaya çalışırlar ancak (ihanetin sonu ölümdür), bizzat örgüt tarafından cezalandırılırlar. Organize olanların önemlice bir kısmı Afrika ve Asya gibi “üçüncü dünyalı” tarikatlardır. Böylelikle şiddetin yanına “büyü ve egzotizm” katılmıştır. Emir kulu olan aklı kıt dev muhafızlar, sinsi yardımcılar çıkar ortaya. Tehdit, şantaj ve para hırsı dolaşır karelerde...


IX
Kara büyü ve tarikat göndermelerinin Allah sevgisi ya da yardımseverlikle bir ilgisi yoktur elbette. Bir parantez açalım “din adına cinayetler işleyen” bir kötü yoktur Teks öykülerinde. Para ve iktidar hırsı kötülerin belirleyicisidir, bir “ideal” uğruna savaşan varsa bile onlar yalnızca kandırılmış “maşalardır”.


X
Teks’te suçların temelini mülkiyet haklarına tecavüz ve yasalara uymamak oluşturur.


XI
Teks’in yöntemlerinden en çok şehirliler ve eğitimli liberaller hoşlanmaz.


XII
Teks, “doğa”dan gelir, özgür bir adamdır-şehrin değer yargıları onu pek ilgilendirmez. Bu yüzden eylemleri nedeniyle –ve elbette kelimenin dar anlamıyla- bir devrimcidir, çünkü kanun koyucudur. Öte yandan bu “düzene” karşı “bu düzeni biliyor ve onu bu biçimiyle reddediyorum” diyebilecek bir marjinal de değildir. Daha çok bir kanun koruyucu ve ahlâkın temsilcisidir.


XIII
Teks, bütün zamanların en çok konuşan kanun adamıdır. Bütün planlar, tuzaklar ve yapılması gerekenler uzun uzun konuşulur.


XIV
Teks evreninde “gizem” yoktur, okuyucu görülenler aracılığıyla “evreni” kolaylıkla anlayabilme imkânına sahiptir. Bu sebeple kötüyü Teks’ten çok daha önce okuyucu görür. Görür görmez de tanır.


XV
Teks’i gülerken hatırlamak için Karson’a ihtiyaç duyarız.


XVI
Teks’te edebi dalgalanmalar, derin insanî çözümlemeler bulunmaz. Ne Teks kendini sorgular ne de kötüler. Kolay, akıcı bir zihin uyarıcıdır. 


XVII
Bonelli’yi Teks olmadan düşünemediğimiz ve bilebildiğimiz düşüncelerini dolaylı ya da dolaysız Teks üzerinden aktardığı için şöyle bir tortu kalmıştır bende... Dünyaya karşı bir husumet taşımaktadır, öfkeli bir mektuptur yazdıkları. Teks, intikamdır hayattan ve elbette Bonelli’nin rüyası.


XVIII
Yıllar öncesinden, Panorama dergisinde çıkmış resimleri var aklımda Bonelli’nin. Yaşlı bir adamdır artık. Kovboy kıyafetleriyle turistik bir gezinin ortasında, Vahşi Batı’da. Sert hatları, çatık kaşları mühürlüdür yüzüne. Bir rahip gibi yaşamış öfkeli bir adamdır sanki. Bir eğlence içinde dahi ciddiyetini bozmamaktadır, çocuklaştığını kabul etmeyecek kadar vakur!! Belinde içi “yalancı” kurşunlarla dolu bir altıpatlar!!

Çarşamba, Ekim 10, 2018

Anadolu Ağızlarından (8)


Mırk mırk etmek: Korkuyla karışık heyecan duymak.
Gafa Goçanı: Nüfus cüzdanı.
Kırgılı: İnişli çıkışlı topraklar.
Dili boğazına akmak: Korkudan konuşamayacak duruma gelmek.
Cıncık göz: Çakır göz.
Dik basmak: Bildiğini okumak.
Canayaklı: Aceleci, canı tez.
Şirpençe: Bir çeşit çıban, camra da denir.
Yarından keri: Yarından sonraki gün, öbür gün.
Goncolos: Hortlak.

Salı, Ekim 09, 2018

Yok Listesi (10)



Hürriyet yok / Ekmek yok / Hak yok  / Kolların ardından bağlandı / Kesildi yolbaşların  / Haramilerin gayrısına yaşamak yok (Vedat Türkali).

Yok anne biz arkalardayız zaten (Gezi’den duvar yazısı).

Sen bu evin oğlusun, hiç bir yere gidemezsin. Bu benim onurumdur. Artık ortada ben varım. Sen yoksun. Otur kalede keyfine bak (Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi).

Yok, öyle cart açık bir yeşil değil. Ne bileyim. Öyle ya da böyle yeşil işte. Handan yeşili dedim bilemeyince. Gözleri de Handan yeşili (Mustafa Çiftci, Bozkırda Altmışaltı).

Derdin yoksa söylen, borcun yoksa evlen (Halk deyişi).

Kimse tanımasın diye onları şairler kimi sözcüklerini yok ettiler (Gülten Akın).

Pazartesi, Ekim 08, 2018

Grafik roman, neden edebiyatın ilgisini çekiyor?


Geçtiğimiz günlerde dünya edebiyatının itibarlı ödüllerinden biri olan Man Booker yılın en iyileriyle ilgili uzun aday listesinde bir grafik romana, Nick Drnaso’nun Sabrina isimli çalışmasına yer verdi. Art Spielgelman’ın Maus’la kazandığı Pulitzer’den sonra çizgili sanatların edebiyat dünyası ve kültür endüstrisi içinde ulaştığı en önemli başarı olabilir bu seçim. Kendi adıma türün tutkunu, tarihçisi ve “yazarı” olarak jürinin seçimini iddialı ve heyecan verici ama bir o kadar da “normal” ve hatta gecikmiş sayıyorum. Hoşuma gidiyor, çünkü en az çeyrek asırdır çizgi romanın klişe anlatımlarından ayrılarak başkalaşmasından yana kendimce bir mücadele veriyorum. Grafik romanın yeni bir “medium”  olarak kitap dünyasına ve hikayeciliğe tazelik getirdiğine inanıyor ve savunuyorum.

İlk gençlik yıllarımda hafif delilik içeren bir tutkuyla ne zaman “Teksas Tommiks” dense çizgi roman diye düzeltir bunu yapmazsam kendimi kötü hissederdim. Çizgi roman sadece bu değil demek istiyordum. Oysa çizgi roman ben bunu söylediğim yıllarda, ne desem nafile, çocuklar için üretilen, iyilerle kötülerin savaştığı, kahramanın zaferiyle sonuçlanan serüven tahkiyeleriydi. Bütünüyle çocuksuydular. Çocuklar büyüyor ve onları okumayı bırakıyordu. Türkiye’de mizah dergileri geniş bir ilgi gördüğü ve ticari başarı kazandığı için pek çok okur, Teksas Tommiks’ten sonra onlara geçiyor ya da ilk onları okuyarak çizgili hikayelerle tanışıyordu. Popüler kültür değiştikçe, eğlence seçenekleri çoğalarak çeşitlendikçe, çizgi romanlar özel ve rekabet edilemez bir eğlence biçimi olmaktan çıktılar. Televizyona, bilgisayar oyunlarına ve internete çeşitli biçimlerde yenildiler.

Çizgi romanın konuşulur olmaya ihtiyacı var. Eskisi kadar popüler olmadığı için gündelik dilin ve hayatın içinde kendine yer bulamıyor. Entelektüel ve sanatsal bir itibarla kendini varetmek, bu yolda hikayelerini değiştirmek zorunda. Grafik roman bunu yapıyor. Edebiyat çevrelerinde, sanat dergilerinde, kitap dünyasında geçmişiyle kıyaslanmayacak biçimde “değer” görmesi, çizgi romanı aşan ve eskiten bir dil tutturduğu için grafik romanın başarısı. Hoş, grafik roman diye bir “biçim” olmadığını iddia eden epeyce “yaşlı” ve muhafazakar görüş var. Garip bir biçimde, geleneksel çizgi roman yayıncı ve üreticileri, hatta koleksiyoncuları, bu değişimi ve ortaya çıkan yeni okuru anlamlandıramıyor, doğru tepkiler veremiyorlar. O sebeple, dünyanın her kültüründe grafik romanlar kendilerine yeni yayıncılar buluyor. Daha önce hiç çizgi roman yayınlamamış  yayınevleri neden türe ilgi gösteriyor diye sormak veya Man Booker Jürisi grafik roman derken neyi anlıyor düşünmek belki de daha doğru.

Bu köşede yazdıklarımı izleyenler biliyor, grafik romanın ne olduğunu sıklıkla yinelemeye çalışıyorum. Sadece bizde değil, Amerika’da ve hatta Fransa’da bile bir kavram karmaşası olabiliyor. Bir grafik romanla bir çizgi romanın arasındaki fark ayırd edilemiyor, Tenten’le Persepolis aynı şey sanılabiliyor. Oysa daha ilk baştan tefrik etmek mümkün. Grafik roman, “çocuklar için üretilmez, çocuksu değildir” dediğimde çizgi roman okurlarının artık çocuklar olmadığı söyleniyor cevap olarak. Bu noktada ikinci kıstas devreye giriyor. Grafik romanlar, yenilmez bir kahramanın serüvenlerini içermez, Batman’in ayrıksı bir serüven yaşaması, bu sebeple onu grafik roman yapmaz, o, her şeyi başaran bir kahramandır, biz esasen onu muktedirliğini izleriz. Başka bir örnek, bizde de çok sevilir, Ken Parker’in edebi ve entelektüel göndermeleri onu nitelikli bir hikaye yapabilir ama sonuçta o da bir seridir ve bir kahramanın serüvenleriyle kendini var eder. Orada ayrıksı ve marjinal duran esasen yan hikâyedir, ya bir yan karakter ya da kahramanın dahil olduğu, ikincil kaldığı mesele ilginçtir. Grafik roman, bir seriyal-bir tefrika değildir, endüstriyel kodları, muktedir bir kahramanı ve klişe bir düalizmi yoktur. Yaşlanabilen, ölebilen karakterleri olur grafik romanların. Grafik romanlar, üreticilerinin kişisel-kendine özgü tınılarını taşırlar. Bu onları endüstriyel, çok yazarlı, çok çizerli çizgi romanlardan ayırır. Ama bu ayrım, grafik romanla başlamış değildir. Örneğin underground çizgi roman ekolü, “kahramandan” çok üreticilerinin konuşulduğu bir sürecin sonucudur. Günümüz piyasası, kimi yazar ve çizerleri, ticari olarak “kahramandan” daha fazla önemsiyor ve o yönde pazarlıyor olabilir, o yazar ve çizerler de başka türlü denemeler yapıyor olabilir. Çizgi roman tarihi, hikayesi ve çizgileri günümüze kadar yaşayabilen farklı okumalara imkan tanıyan sayısız eserle doludur. Bu eserlerin kimileri, cesaretleri ve zamanlarını aşan öncü özellikleri nedeniyle grafik romanlara kaynaklık etmiş olabilirler. Ama bu onları da grafik roman yapmaz. Yine karıştırıldığı için belirteyim, korku ve fantastik türündeki çizgi romanlar, sonu ölümle biten, dehşet içeren ve çocuklara yönelik olmayan tahkiyelerdir. Kahramanın zaferinden çok, etme-bulma gibi bir natüralizmle, sürpriz bir sonla nihayetlenirler. Sırf çocuklara yönelik olmadıkları veya kahramanın zaferiyle sonuçlanmadıkları için grafik roman sayılamazlar. Orada bir tersine işleyiş vardır, insanlar değil, yaratıklar veya kötüler kazanırlar. Ticari olarak kullanılan türe özgü klişelerle ilerler ve yinelenirler. Bizden örnekler verelim, yerli üretimlerimiz, cinsellik ve argoyla ilişkileri nedeniyle oldum olası çocuklara yönelik olmadılar. Çocuksu olmakla çocuklara yönelik olmak birbirinden farklıdır. Bizim üretimlerimiz ne dersek diyelim enikonu çocuksuydu, edebi nitelikleri, entelektüel kaygıları, daha önemlisi böylesi dertleri yoktu. Grafik romanla ilgili bir başlangıç noktamız varsa eğer, ki var, değişim, seksenli yılların ikinci yarısından itibaren oluştu, İlban Ertem Küçük Adam’ı, Engin Ergönültaş Zalim Şevki’yi ya da Nuri Kurtcebe Gaddar Davut’u çizmeyi bıraktıklarında başladı.

Grafik romanı, çizgi romandan ayıran en önemli unsur hikayesidir. Bu hikayenin ticari kod dışına çıkıp çıkmadığı çok daha önemlidir. Yoksa, tek tek sayalım, başlayıp biten bir öykü olması, yazarı çizeri o kitabı kendi imkânlarıyla yayınlıyor olması, küçük bir yayınevinin çıkarıyor olması bir çizgi romanı grafik roman yapmaz. Biçimsel özellikleri, renk kullanımı, alışılageldik çizgi roman sunumunun dışına çıkılması grafik roman için bir ön şart değildir. Baskı kalitesi yüksek ve özel olarak hazırlanmış bir albümün hikayesi de pekala klişe olabilir. Çoksatar kitap olmak, bir mantığı gerektirir, içeriği ta baştan belirler, satar ya da satmaz o ayrı bir şeydir. Grafik romanlar bu bakımdan bir tepkidir ve zaten o refleks, edebi bir dilin ve insani bir meselenin taşıyıcısı olmayı gerektirir.

Sabit Fikir, Eylül 2018.

Pazar, Ekim 07, 2018

Mizah Siyaseti Sev(m)iyor


Hamdi Özdiş’in ‘Osmanlı Basınında Batılılaşma ve Siyaset (1870-1877)’ adlı kitabı, yazarın yüksek lisans tezine dayanıyor; Teodor Kasab ve Çaylak Tevfik’in çıkardığı dergiler,  Diyojen, Hayal ve Çaylak çerçevesinde geliştirilmiş. Gazetecilik tarihimizde ilk mizahçılar olarak hatırlanan iki ismin rekabet içinde olmaları, birbirlerine düşmanlık duymaları ayrıca ilginçtir, kitap bu yönü de kapsıyor. Aralarındaki husumete karşın her iki isim (ve yayınları) siyaseten benzer niteliklere sahiptirler; meşrutiyetçi bir tutumla yayıncılık yapmakta, padişahı hariç tutarak bürokrasiye karşı dikkatli bir muhalefet sürdürmekte, pragmatik bir reformculukla topluma ve geleceğe bakmaktadırlar.

Hamdi Özdiş, Kasap ve Çaylak’ın seyrüseferlerini irdelerken belli başlıklar altında hayatı ve siyaseti nasıl yorumladıklarını betimliyor. Birkaç savı var. Öyle anlaşılıyor ki, evvela mizah dergilerinin bir biçimde paradigma oluşturduklarını söylüyor. Ortak referanslar, itirazlar, klişeler ve koşut iddialar taşındığını düşünüyor. Diyojen ve Çaylak’ın içerikleri pek de farklı değil o sebeple. Gösterilen tepkiler, ciddiyetle yazılan makaleler ve hemen akla gelen espriler aynı membadan besleniyor ona göre. Bu paradigmatik bağlam hususunda yazara katılıyorum. Özdiş, bu çıkarımdan hareketle bir iddia daha öne sürüyor. İncelenen yayınları, Yeni Osmanlı hareketinin bir parçası sayıyor ve değerlendirmelerini hareketin kritiğinden (ve ilgili literatürden) ilham alarak kurguluyor. Söz konusu yayınlar ve yazarlar, Yeni Osmanlı hareketine uzak değiller. Özdiş, pek çok hatırata ve değiniye başvurarak kurduğu illiyeti pekiştiriyor. Diğer yandan uzak değiller ama harekete yakın da değiller bence. Benzer bir yakınlık-uzaklık vurgusunu sonraki dönemde, İttihatçılar ile mizah dergileri için de yineleyebilirdim. Sanıyorum sorunu, basının siyasal iktidarla olan ilişkisine bağlayarak tanımlamak gerekiyor. Diyojen ya da Çaylak, Yeni Osmanlıların ne içinde olacak ölçüde yakınındalar ne de dışında kalabilecek kadar uzağındalar. Her iki mesafe mutlak bir zaviyeyi gerektirdiğinden tercih edilmiyor, bunun bir yayıncılık ilkesi-muğlâklığı olduğunu düşünüyorum. Bu pragmatik tutumlarını açık etmiyorlar da… Herkesin kızdığına kızan güldüğüne gülen tutumları var çoğunlukla. Yeni Osmanlılar, İttihatçılar veya Milli Mücadelecilerle mizah yayınlarının ilişkisi hep bu yönde gelişiyor. Taraf olan, konumunu açıkça beyan eden uzun ömürlü olamıyor, bu neredeyse kural olacak kadar tekrarlanıyor. Uzun ömürlü mizah dergileri, ancak bu muğlâklıkla var olabiliyorlar.

Yeni Osmanlıcı eğilimler, kamuoyunda kabul görüp popülerleştiği zaman mizah dergilerinde belirginleşebiliyor. Mizahçılar, siyasi muhalefetin etkin aktörü değil ancak yandaşı olabilirler çünkü popülerlikten beslenirler. Rejim karşıtlığı ve siyasi anaakım değerlerin dışında kalmak, popülerliğe ket vuran niteliklerdir. Buna rağmen popüler olan mizah dergileri olmamış diyemem ama onlar da yeni yükselen ve o gün için ne olduğu belirsiz-çeşitli ümitler taşıyan bir siyasi muhalefetin yarattığı rüzgârı arkalarına alırlar ve kazandıkları ticari başarı mutlaka geçicidir. 194o’lı yıllarda Markopaşa, DP rüzgârıyla yükselmiş, CHP kadar DP’nin de karşıtı olduğu anlaşılınca ve komünist olarak yaftalanınca baş aşağı giden bir süratle tiraj kaybetmiştir. Mizah dergilerinin [B]üyük [S]iyasete, örneğin Osmanlı ya da Türk kimliğine karşı (kaotik dönemlerde) net tavır koy(a)madıklarını, ancak ve ancak taraflar ve siyasetler meşrulaştıktan sonra ‘konuşabildiklerini’ düşünüyorum. Aksi olduğunda, yani taraf olmaya mecbur kaldıklarında ya da kim’liklerini, ne’liklerini ifşa ederek kendilerini alenileştirdiklerinde marjinal yayınlara dönüştüklerine inanıyorum. Özdiş, hem padişah yanlısı hem hürriyetçi olmalarını bir entelektüel sorun ve Yeni Osmanlı aydınının karakteristiği sayıyor. Çözüm önerilerinde duygusal davrandıklarını, devran dönerken-sınırlar değişirken halen Osmanlılık ve müsavat (eşitlik) gibi klişelerle konuştuklarını belirtiyor.

Başka türlüsünü mümkün olmadığını, olsa bile bunu yapamayacaklarını iddia edeceğim. Çünkü mizahçılar hem sanıldığı ve kendilerinin iddia ettiği ölçüde entelektüel donanıma sahip değiller hem de popüler siyasi eğilimlerden farklı olan inanış ve eğilimlerle üretmiyorlar. Popülerliğin ölçütü çoğunlukla hem fikir olmaktan, onlar gibi düşünmekten geçiyor. İlk mizah dergilerimizde Karagöz’e ya da diğer halk sanatından (sayıla gelen) tiplemelere yönelik ilgi ve ihtimam, bu popülerlik savunusundan çıkıyor. Bu nokta önemli: kendilerini entelektüel ve siyasi mücahit ölçüsünde dava adamı saydırmak hususunda sahiden maharetliler. Bugün bakıldığında bizzat mizah üreticilerinin iddialarına dayanan onlarca yazı, sayısız konuşma, birbirini tekrar eden epeyce laf var ortada. Konuyla ilgilenen-okuyan herkesi etkileyecek bir yoğunluk olduğunu, özeleştiri de yaparak- üzerinde ayrıntılı düşünmeden kimi zaman bu yoğunlaşmaya kendimce katkıda bulunduğumu itiraf etmeliyim. Mizahçılar, toplumun yanında değil önünde olduklarını, otoriteye karşı tek başlarına mücadele ettiklerini iddia edebiliyorlar. Hele ki dergiler ve mizahçılar, büyük oranda unutulup birer tarih vesikasına dönüştüğünde çok daha büyük laflar edilebiliyor. O dergiler ve mizahçılar değil meslek(taşlar) övülüyor aslında. Yapılanın tahrifat ya da abartı olduğunu söyleyemem, bu bana bir tür ‘serap’ gibi geliyor, hiç tartışmadan kabul ediliyor, tekrarlanıyor ve o ‘serap’ giderek gerçeğe dönüştürülüyor, ‘güzel olduğu’ için mesleki bir tapınmayı sağlıyor, yaygınlaşıyor. Tekrarlayayım: mizah dergileri etkin ve sürekli bir siyasi faaliyetin içinde olmamışlardır. Delil olarak başvurulan ceza ve kapatma davalarını azımsamak için söylemiyorum ama bu(nlar) ne mizahçıların muhalefet başarısını gösterir ne de siyasi muhalefetleri nedeniyle ceza alan düşünce suçlularına göre ağır yaptırımlar içerir. Dava ve kapatma cezalarının mizahçılığın itibarı-entelektüel çabanın göstergesi sayılması kuşkusuz yanlış ve abartılı bir tutum; ne var ki bu bir vakıa ve kullanılıyor.

Özdiş’in çalışması, mizahçıların (siyaseten) tekdüzeliğini göstermesi bakımından başarılı bir döküm. Üstelik sonraki dönemlerde mizahçılar neleri önemse(me)diler sorusunu akılda tutarak analiz yapacak araştırmacılara bir açılım sağlayabilir. Çünkü espriler, öfkeler ve hezeyanlar aynı çizgide gelişiyor, yineleniyor. Mizah tarihi çalışmalarının daha sakin yazılmasından, romantize edilen iddialarla didişilmesinden yanayım. Özdiş, çok da önemsenmeyen bir alanda umarım yeni çalışmalar yapar. Yalan-yanlış yazılan ayrıntıların farkında, dipnotlarında tek tek sıralıyor çünkü. Meraklısına bunlar da ilginç gelecektir.

Birgün Kitap, 24.7.2010

Cumartesi, Ekim 06, 2018

Ben Devletim Bana Karışamazsın


Belli bir dönemin anı kitaplarını okurken bazı isimlere giderek daha sık rastlamaya başladığınızı farkedersiniz. ‘Yine o!’ dersiniz merakla, şaşırarak… Asıl mevzuyla bir ilgileri yoktur, geçerken değinilirler… Her nasıl anlatılırsa anlatılsın o adama endişeyle, mesafeyle bakıldığını, o konuştuğunda herkesin korkup çekindiğini anlarsınız. Tekinsiz, pervasız, genellikle otoriteyi temsil eden, kendinde güç kullanma hakkı gören birileridir bunlar. Savcı, amir ya da hâkim olarak çıkarlar karşımıza. Yaşattıklarına, söylediklerine bakarak doğru mu değil mi, olabilir mi diyerek kafanızda çevirirsiniz. Atatürk döneminin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, benim için bunlardan biridir, etrafında yarattığı korku ve tedhiş beni hep irkiltmiştir. Örneğin gazete patronlarından teliflerini alamayan yazarların Şükrü Kaya’ya şikâyet etmekle tehdit ederek paralarını kurtarabilmeleri iyi bir şey gibi gözükse de devletin bakanının nerelere nüfuz ettiğini göstermesi bakımından endişe verici gelir bana. Kırklı yılların Basın Savcısı Hicabi Dinç bu isimlerden bir diğeridir. Görev yaptığı yıllarda bütün Babıâli’nin saygıyla, itinayla kelimeleri seçerek konuştuğu bir bürokrat olmuştur. Sayısız basın davasında iştahla suçlu aramış, sağcısı solcusu tüm gazetecileri her daim korkutmuştur. Benzer makamlarda bulunan, kişilik olarak cevval ve müstebit olan bu insanlar ister istemez sonraki dönemlerde de hatırlanırlar. Yıllar geçer, görevlerinden ayrılırlar buna karşın gazetelerde haber olmayı sürdürürler. Noter olmuştur, avukatlığa başlamıştır, çocuğu evleniyordur vs.

Rıfat N.Bali, 1960 öncesini anlatan kitaplarda sık karşılaşılan iki ismi ve bir mekânı temel alarak bir derleme yapmış. Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü kitabı adından anlaşılacağı gibi halef selef konumundaki iki emniyet müdürünü Nihat Haluk Pepeyi ile Ahmet Demir’in biyografilerini içeriyor. Gerçi biyografiden ziyade haklarında yazılmış yazı ve değinilerin toplamı demek gerekiyor. Pek çok komünist ve Turancının işkence gördüğü San(a)saryan Hanının anlatıldığı bölüm de iktibaslardan oluşuyor. Türkiye’de resmi kurum ve kuruluşların arşivlerinden herhangi bir konuda belge ve malumat bulabilmek neredeyse imkânsızdır… Bali, bu zorlukla ilgili çabalarını önsözde aktarırken derlemenin alıntılardan oluşmasının gerekçesini de açıklamış oluyor… Pepeyi hakkındaki çalışmasını daha önce Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanmıştı, yeni olan, kitabın asıl ağırlığını oluşturan Ahmet Demir bölümü ise dikkat çekici bir döküm olmuş. Anı kitaplarında dayak atan, küfreden, tehdit eden biri olarak okuduğumuz Demir’in farklı yüzleriyle de karşılaşıyoruz böylelikle. Demir’le ilgili genel kanaati değiştirecek ölçüde yeni bir veri yok ama Bali, araştırmasının başında, onun Filistin’e göçeden Yahudilere yardım ettiğini öğreniyor. Gaddar, ölçüsüz şiddet kullanabilen, tahammülsüz bir adamın ayrıksı ve insani yüzünü gösteriyor bize. Benzer bir vurguyu, Pepeyi için de yapıyor Bali. Bir sözlü tarih görüşmesinde Pepeyi’nin Almanya ziyareti sonrasında Yahudiler için İstanbul’da yapılması düşünülen fırın fikrine karşı çıktığı, “ben bu işi yapamam” diyerek görevinden istifa ettiğini öğrenmiş. Söylenenlerin doğru olup olmaması değil, birilerinin bunu böyle hatırlıyor olması önemli. “Her insan taşıyabileceği kadar günahla yaşar, bu ağırlığı kendisi belirler” derler ya siyasi muhaliflere karşı hiçbir vicdani sorumluluk duymayan, mutlaka şiddet kullanan, işkence eden ve yapıp ettiğinden rahatsızlık duymayan birinin saf kötülükle varolduğunu düşünmek yine de haksızlık olurdu.

Şu soruların cevaplarını düşünmemiz gerekiyor. Çünkü Demir gibi etkin isimler birer kahraman olarak da görülüyorlar: Demir’in gösterdiği habaset ve huşûnet, göreve sadakat, emre itaat ile açıklanabilir mi? Suçla tanımlanan ve marjinalize edilen her şeye karşı haşinleşen, uyguladığı şiddet meşru görülen ve daha önemlisi eylemleri nedeniyle sorumsuz tutulan biri nasıl değerlendirilir? Bana kalırsa Demir’den ziyade dayak attığı, korkuttuğu insanlara bakmamız gerekiyor. Onların tanımlanma biçimi, Demir’in eylemlerini normalleştiriyor. Onlara yapılanlardan dolayı ceza almıyorsanız eğer, bu durum, suç ve suçlunun başka türlü, istisnaları olacak biçimde tanımlandığını gösterir.

Demir’in 27 Mayıs sonrasında, meslekten uzaklaşmışken yeniden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirtilmesi sahiden şaşırtıcı ve yaralayıcı olmuş, insanın aklı havsalası almıyor. Yıllarca kötü örnek olarak konuşulmuş biri, dönüp dolaşıp yeniden o makama getiriliyor. Bali, söz konusu alelacayip atamayla ilgili gazete tartışmalarını da aktarmış. Yazılara bakınca aktüel siyasi çekişmelerin sağduyunun önüne geçtiği tipik bir günü kurtarma eğilimi seziliyor. Demir’in geçmişini bilerek ona muhalefet edenlerin marjinalleştirilmeye çalışılması, onun aşırılarla (komünist ve Turancılarla) savaşan ciddi bir devlet adamı sayılması ve şiddetin azımsanması bana zihniyet olarak korkunç geliyor. Demir’in eylemlerine normal bakılıyor, çünkü işkence ettiği insanlar hukuk dışında düşünülüyorlar. Onlar zulmü hak ediyorlar, onlara yapılanlar caiz bulunuyor vs. O günün CHP-AP çekişmesinde tartışılan bağlam bu ayrıma değinmiyor. Demir’i istemeyenler bile bir rövanşizmle meseleye bakıyorlar.

Demir’in Aziz Nesin’in karşısında kendini cellât gibi konumlandırması, öldürmeyip döverek onu affetmesi kişisel bir meseleymişçesine geçiştirilebilir mi? Öldürme ve affetme yetkisini belirleyen Aziz Nesin’in tanımlanma biçimi değil mi? Nazi Almanyası yenilmese, İnönü ırkçılar hakkında konuşmasa, Turancılar o tabutluklara girer miydi? Tabii ki Hayır… Nesin defaatle söylemiştir; devleti göremeyiz, devlet diye kendini devletle özdeşleştiren temsilcileri görürüz diye… Demir, kendini devlet saydığı için rahat davranıyor, karşısındakileriyse ölebilir, feda edilebilir dışlanmışlar sayıyor… Demir, ne yaparsa yapsın normali, işkence ettikleriyse norm dışını temsil ediyorlar.

Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü, sınırsız-sorumsuz bir otorite olarak hükmedenlerin ne yaptıklarını, nasıl anlatıldıklarını izleyebileceğiniz bir kitap. Zihniyet olarak yaşamaya devam ettiği için zengin malzemesi ayrıca önemli.

Radikal Kitap, 8.4.2011
Related Posts with Thumbnails