Pazartesi, Mayıs 12, 2025

Eksiklik

Eskiden “az gelişmiş” denirdi, sonra “geç modernleşen” demeye başladılar filan. Belki “geç ulus-devletleşen” de denebilir. İşte öyle ülkelerde —ve doğal olarak bizde de— eğitim meselesi, temelinde bir eksiklik duygusuyla şekillenir. O millet, o devlet mutlak ve kaçınılmaz “geride kalmıştır”; gelişememiştir; yetişmesi gereken bir yer, birileri, bir standart vardır. Partha Chatterjee, bu tahayyülü, kolonyal modernliğin mirası sayıyor: Batı’nın çizdiği rotaya uymayan her yer “geri” sayılır, diyor.

Bizdeki millî eğitim haliyle bu anlayışla kurulmuştur. Eğitimin (bir varoluş sorunu olarak) amacı, yalnızca bireyi geliştirmek ya da meslek kazandırmak değildir. Eğitim, bir açığı kapatmak üzere kendini vareder. Her birimiz memleketin eksikliğini gidermek için eğitim alırız; bu yüzden mezuniyet bir son değil, bir göreve çağrıdır. Bitirdiğiniz okul ne olursa olsun, sizden birer öğretmen, birer dönüştürücü, birer toplum mühendisi olmanız beklenir. Gramsci’nin “organik aydın” dediği figür bizim gibi rejimlerde devlet eliyle tesis edilir.

Yeni bir şey söylediğimi iddia etmiyorum, duyduğunuz-bildiğiniz, aşina olduğunuz şeyler yazdıklarım… Ama mesele de tam bu aşinalıkta başlıyor. Çünkü dünyaya —ve özellikle yaşadığımız toprağa— eksiklik hükmüyle bakmaya alışıyoruz. Hep bir “yetişme”, hep bir “tamamlama” telaşı içindeyiz… Bu da bizi fark etmeden kibirli kılıyor, önemliyiz, görevliyiz, farkındayız, dönüştürüyoruz. Etrafımıza bakıyoruz ve herkesi ya cahil, ya da cahil bırakılmış sayıyoruz. Toplumun her hâli bir problem, her birey kusurlu gibi geliyor bize. Bourdieu’nün dediği gibi, bu sistem hem eşitsizliği üretir hem de  onu görünmezleştirir.

Bu eksiklik duygusuyla büyürüz. Mezun oluruz, çalışırız, evleniriz, çocuk sahibi oluruz… ama hep o kırılgan eksiklik hissiyle yaşarız. Hem öfke taşırız, hem aşırı iştahlı oluruz, hem de kolay inciniriz. Nurdan Gürbilek, mealen yazıyorum, eksiklik bizde sadece bir durum değil, bir ruh hâlidir diyordu.

Öyle ki çocuklarımıza, torunlarımıza devrederiz bu yükü. Ne söylesek yetmez gibi gelir. İçten içe, hepimiz, az ya da çok, birbirimizin cahil, yetersiz, hatta düpedüz salak olduğuna inanırız. Kırıcı olmamızın, hor görmemizin, her şeyi düzeltme telaşımızın altında bu eksiklik duygusu yatıyor olabilir.

Bauman diyordu: modernlik, sürekli bir düzen kurma, tanım koyma ve dışlama gayretidir. Belki de bu yüzden, kendimize benzemeyeni düzeltmek ister, eğitimi bile bir düzeltme çabası olarak yaşarız. Yaşadığımız ve yaşattığımız kavgaların kökeninde bu eksiklik güdüsünün büyük bir payı olduğuna inanıyorum. 

Pazar, Mayıs 11, 2025

Asılacak Adam

Asılacak Adam, Yılmaz Güney'in yazdığı (ve muhtemelen yönettiği) bir fotoroman. Güney,  kaç tane fotoromanda oynadı bilmiyorum, mutlaka ilgilisi vardır, yorum yazarsa biz de öğreniriz. Bir dönemin çok satar yayınları oldukları için yerli fotoromanları denk düştükçe okuyorum. Güney bile oynamış demek gerekiyor aslında, o ölçüde ilgi görüyor, az buz değil, bir çeyrek asır popüler kalıyorlar... Özel televizyonların ortaya çıkmasıyla unutulup giden yayın türlerinden oluyorlar.

Asılacak Adam, Güney oynadığı için özel bir okuru olmuş olabilir, Adana ve Kürt coğrafyasında ayrı bir ilgi gördüğü tahmin edilebilir. Fotoromanlarla ilgili akademik bir çalışma yapılsa, en azından çıkan yayınları birileri derlese, Asılacak Adam'ın ayrıksı bir örnek olduğunu teslim edecektir. Benzerlerine göre edebi bir dile sahip, sadece göstermek değil "okutmak" isteyen, hatta bazen "gevezeleşmiş" bir metin yazılmış. 

O yılların deyişiyle, kör bir kadınla idam mahkumu trende karşılaşıyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Mahkum idam oluyor, kız geçirdiği ameliyatta ölüyor vs, onların yerine arkadaşları, onlarmış gibi "birbirlerine" kavuşuyorlar filan... Klişenin dibi derler ya o ölçüde bayık bir romantizmi var ama okutuyor, fotoromanların vasatlığının üstüne kolayca çıkıyor. Abartılı bir sembolizmi var; tren, hayatın akışını (kaderi) geri dönülemezliği vurgulayan bir yolculuk hissi üretir. Körlük, hakikati bilme-hissetme anlamında bir içgörüdür, idam ise nihai bir son'dur. İki karakterin kısa ama masum aşkı, ölümlerin kaçınılmazlığıyla birleşerek okura yüksek gerilim ve haz veriyor. Aşk, geçici bir süreliğine bir kurtuluş aracı ya da varoluşun anlamı haline geliyor demek istiyorum. E, o fasıl ilginç.

Cumartesi, Mayıs 10, 2025

Yürümek ve depresyon

Yürümekle ilgili yazmıştım. Ben seviyorum demiştim, altı yıldır her gün bunu yapıyorum filan ama yürüyüşün depresyonla ilişkisinin basitleştirildiğini, kesin çözüm gibi gösterildiğini de eklemiştim. Yürüyüş yapmak, hafif ve orta şiddette depresyon için olumlu etkiler gösterebilir. Endorfin ve serotonin salınımını artırıyor biliyorsunuz. Ruminasyon denen sürekli aynı düşünceler etrafında dönme halini azaltabiliyor. Rutini değiştirmek, kendilik deneyimini yeniden kurmak ve yürüyüş yapmak tabii ki iyi şeylerdir ama hiçbirisi depresyonun altında yatan nedenleri çözmez- buna yetmez.

Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri,  dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.

Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.

Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak,  dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”

Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.

Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…

Cuma, Mayıs 09, 2025

Yaz benden soğudu

Önemli bir şey değil aslında, görme-gösterme kültürünün içinde “Yaz arıyor” diye bir sosyal medya kampanyası başlamış. Görebildiğim kadarıyla vücuduna güvenen genç kadınlar da gecen yazdan kalan fotoğraflarını paylaşmaya başlamışlar. İçimden geldi, yazla ilişkilendirilen “ışıltılı”, “fit vücutlu”, “mutlu” yaz imgelerine karşılık, ironik ve grotesk bir oto-karikatürümü paylaştım. Klişe yaz bedenleri yerine, yaş almış, gövdesini filtrelemeyen bir bedenin, üstelik neredeyse linol baskı gibi kazınmış, karikatürize edilmiş halini sundum. Malum karikatür böyle bir şey, abartıyor ve kanırtıyorsunuz.

Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz estetiğine yönelik bir taşlama,  kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…

Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim… 

Perşembe, Mayıs 08, 2025

Yürümek


Altı yıl önce bir televizyon dizisi yazıyordum, iş giderek ağırlaşıyordu, bitsin istiyordum... Moral olarak irtifa kaybettiğimde vücudum tepki veriyor, artık biliyorum. Doktora gittim, kan tahlilleri şu bu... bir sürü "şeyim" yerle yeksan olmuş, işte D vitamini, B vitaminini pıyy yüklemem gerekiyormuş, pilim biteyazmış... 

Hallettim filan ama... O gün karar verdim ve günde en az beş kilometre yürümeye başladım, bugüne değin de bunu hiç sektirmedim, her ne olursa olsun yaptım bunu. Hayatımın en doğru kararlarından biri oldu. Sağlıktan söz etmiyorum, yürürken düşünmek, zihni boşaltmak, günü değerlendirmek, hayaller kurmak, sevdiğin birisiyle sohbet etmek...hoşuma gitti. Yürüyüşlerim günümün en tatlı saatleri oldu, ruhuma iyi geldi. Ağaçlara bakmak, insanların koşturmacasını seyretmek, araba kullanmadığıma şükretmek, bulutları izlemek, tuhaf şarkılar dinlemek ve yalnız kalmak...

Çok az insan gördüğüm bir  hayat sürdürüyorum, insan azaltmayı ben istedim. Mümkün olsa en azından bir dönem tam anlamıyla kaybolmayı dahi hayal ediyorum. Yaptığım işler nedeniyle yapamayacağım aşikar, ama o kaybolmak bir hayal bile olsa hoşuma gidiyor. Kaybolursam bir şeyleri geride bırakabilirim gibi geliyor. Sanki. Evet, sanki kere sanki. Hoyratlığı, kargaşayı, rekabeti, insan sevmezliği, usandıran falanları filanları... Saçmalık elbette, bir arkadaşımın dediği gibi "nereye gitsek götümüz bizimle geliyor, onu geride filan bırakamıyoruz". Diyeceğim o ki, o kadar anlattım, şunu da eklemem gerekiyor, yürürken "kaçıyormuş gibi olmanın" huzuru (komik gururu) da eşlik ediyor bana...

En iyisi yürüyelim Romalılar...



Salı, Mayıs 06, 2025

Bayan Karaltı

Bir süredir yapay zeka uygulamaları inceliyorum, küçük üretimler yapıyorum, paylaşımlarımın bir kısmını blogta kullanıyorum, seyretmiş olabilirsiniz... Video işlerine girişmiştim ama karakter tasarımının işleyişiyle pek ilgilenmemiştim.

Pulp evreninden bir şeyler yapmak istedim, Bayan Karaltı diye bir karakter tasarladım. Biraz Vampirella'yı andıran femme fatale görünümlü biri olsun istedim. Yanına da kendimi koydum. Şöyle anlatayım, yapay zeka uygulamaları tasarım yapmakla birlikte, karakter devamlılığını henüz kuramıyor diyelim... 

Gerek "ben" gerekse "Bayan Karaltı" dediğim karakterlerimi ardışık biçimde "üretebilmek" sahiden kolay olmadı. Telif haklarıyla ilgili çok sorun olduğu için aralıklarla kilitleniyor da...Benimle ilgili yorumu da haliyle "kel adam" klişesinden gidiyor, fotoğraf referansları filan, kolay değiştiremiyor... Bir noktadan sonra "tarz" olarak devamlılığı önemsemek durumunda kaldım. 

Neyse, Bayan Karaltı tasarımıyla pulp evreninde epey gezindim...Arada paylaşırım.

"Hayatta ne var ve ne yoksa..." Derin Hakikatler'in sloganıydı, onu da kattım işin içine... 




Pazartesi, Mayıs 05, 2025

Turistik Persona

Daha önce “fake” ve anonim” hesaplarla ilgili yazmıştım, kullanıcıların kimileriyle (elbette izin veren ve kabul edenlerle) internet üzerinden sohbet ettiğimi belirtmiştim. İlginç olduğu için birinden söz edeceğim. Midjourney gibi programlarla görsel üretildiği çok belli olan bir kullanıcı ile yazıştım. Yapay zeka benzeri bir program kullanmadığını, makyaja ve giyime çok para harcadığını söyledi. Tabii ki doğru söylemiyordu.

Hemen bir parantez açayım, konuştuğum insan gerçek mi değil mi kısmıyla ilgilenmiyorum, insanlar, çeşitli nedenlerle istedikleri gibi davranabilir, başkalarına “zarar” vermedikçe istediklerini yapabilirler. Zaten de yapıyorlar. Sosyal medya hepimize bu imkanı tanıyor, üstelik bütünüyle şeffaf görünen biri de sırf “gerçek” diye daha doğru-daha dürüst daha ilginç filan da olmuyor. Kim olursa olsun, konuşursun, takip edersin, istediğin zaman vazgeçersin-bırakırsın-gerekiyorsa engellersin geçer gider.

Benim ilgimi çekense şu, yukarıda sözünü ettiğim hesap, ilk gördüğümde Uzak Doğu’daydı sonra Ankara, sonra Amerika, daha sonra Göreme’deydi. Anlattığına göre geziyordu, tabii ki gezdiği ettiği yoktu. Oturduğu yerden fotoğraf üretiyor, kendisini oralara gitmiş gibi gösteriyordu. “Yer belirtmek” ve kendisini “oradaymış gibi göstermek” sosyal medyanın görsel performans kültürü içinde çok önemli bir yer tutuyor artık. Özellikle Instagram gibi platformlarda kullanıcıların kimliklerini sahneleme biçimi hâline gelmiş durumda.

Çünkü “yer göstermek” “şu ülkedeydim”, “şu mekandaydım” demek bir konum değil, bir anlam ve itibar üretmek anlamına geliyor. Konum etiketlemek, insanların kim olmak istediğini ima ediyor demek istiyorum.  Baudrillard buna simülakr diyordu, gerçekliğin yerini almış bir temsilden söz ediyordu. Orada olmadan, orayla ilgili pozlar paylaşmak, konum uydurmak, etiketlemek “oradaymış gibi görünerek oranın anlamını bir kostüm gibi giymek” oluyor. Buna dijital turzim ve kimlik transferi deniyor…

Popüler yerlerde olmak sosyal statü kazandırıyor, bunu yapanlar kendilerine yönelik bir tür arzu yarattıklarına inanıyorlar. Yapay zeka artık insanlara hiç bulunmadıkları yerlerde “olmuş gibi” gösteren sahneler yaratabiliyor. Bu da ister istemez gerçeklikten kopuşun yeni bir biçimini üretiyor. Birinin Kapadokya’da olması, New York sokaklarında poz vermesi ya da Bali’de bir salıncakta sallanması, sadece coğrafi bir bilgi değil; insanın kim olduğu, nasıl yaşadığı ve hatta neyi hak ettiği hakkında bir gösteriye dönüşüyor.

Ne diyeceğiz buna bilmiyorum, bir arkadaşım “Geotag ile itibar yönetimi” dedi. Olabilir, turistik bir persona yaratıyorlar kendilerine. Bu persona, hem mekâna hem de estetiğe hükmediyor. Sahte de olsa, belli bir mekânda bulunuyor olmanın kültürel sermayesini kullanıyorlar. Önemli olan gerçekten orada olmak değil zaten, oradaymış gibi gözükebilmek. Sosyal medya, “yaşanmışlık” hissini imaj üzerinden devralmış durumda. Anı yaşamak değil, gösterilebilir bir estetikle temsil etmek çok daha değerli.

İş yapay bir üretime dönüştüğü için istiflenen temsilde, yerin özgünlüğüyle bedenin kusursuzluğu birleştiriliyor. Çünkü yapay zeka ile (en azından benim gördüğüm hesapta)  turistik “yeri”, güzelliği teyit eden bir fona dönüştürmüş durumda. Kadın bedeninin belirli estetik kodlara göre üretildiği, cildin kusursuzlaştırıldığı, pozların öğrenilmiş bir zarafetle istiflendiği görseller, yalnızca güzelliği değil, kıskanılası bir hayatın coğrafyasını da işaretliyor. Kapadokya’da bir kadın kırmızı elbiseyle balonlara karşı poz veriyorsa, bu yalnızca bir seyahat değil; bir sahneleme, bir arzu imgesi, bir dijital üstünlük demek oluyor. Sadece mekan değil beden de sahte oluyor… Sahteliğin anlaşılmadığına inanılıyor. Eğer bir görsele yeterince kişi "inanırsa," yani fav’larsa mesele çözülmüş oluyor.

Pazar, Mayıs 04, 2025

The medium is the echo

Sosyal medya tartışmalarında “yankı odası” (echo chamber) ve “yankıyı yaymak” gibi kavram ve ifadeler kullanılıyordu, doğrusu önce ne denmek istediğini anlamadım. Sonra bağlama dahil oldukça, “düşüncenin kendisi yerine onun etkisini, gürültüsünü yaymak” manasında bir kavramsallaştırma yapıldığını fark ettim. İnsanlar, “söylemekten çok, söylediklerinin yarattığı etkiyle ilgileniyorlar” gibi bir şeyi kastediyorlardı. Aziz Nesin’in “biz söylemeyiz, söyleniriz” derken buna benzer bir şey mi anlatıyordu acaba?

Siyasal iletişim çalışmalarında sıkça anlatılır: “[rejim adına] bir düşünceyi alırsın, slogan hâline getirirsin, her yerde tekrar edersin — bu artık düşünce değildir, tekrar ede ede ezbere dönüşür.” Antropologların ritüelleştirme dedikleri tam da böyle bir şey. Ezber denilen bir şey bir tür “yankı” sayılabilir elbette. Yankı, ses değil çıkan sesin tekrar etmesidir. Yani düşünce, tekrar ede ede bağlamdan-içerikten ve eylemden koparsa yankıya dönüşür.

Sosyal medya düşünmeden tekrarlamakla özdeşleştiriliyor, bu yüzden yankıya benzetiliyor. Haklı olmak değil, duyulmak önemseniyor. Paylaşımlar, görünür olma iştahı ve arzusuyla yapıldığı için fikrin yerini ses vermek-yankı yapmak alıyor. Ses sesi, yankı yankıyı çağırıyor. Bir paylaşımda içerik değil, paylaşılan düşünce değil, o düşüncenin nasıl karşılandığı daha önemli oluyor... “Kim ne dedi?” “Ona nasıl tepki verildi?” vs konuşuluyor.

Düşünce değil, düşünceye verilen tepkiler dolaşımda oluyor demek istiyorum. Bir düşüncenin değeri artık içeriğinde değil, kaç kişi tarafından tekrarlandığıyla ölçülüyor. Viralse ilginçtir, ilginçse doğru olup olmaması o denli önemli değildir. Bu sabırlı, mesafeli ve özgün düşüncenin değil, popüler olanın kazanmasına yol açar.

Marshall McLuhan’ın “The medium is the message” önermesini hatırlayan olacaktır, bugün “iletişim aracı mesajın kendisidir” değil, “iletişim aracı yankının düzenleyicisidir” şeklinde yeniden yorumlanabilir: “The medium is the echo” Medya artık düşünce değil tepkiler üretir, yankılar düzenler. Böylece medya, mesaj olmaktan çıkıp yankının algoritmik kalıbına dönüşür.

Romantik kaçmak pahasına biraz ileri gideceğim, yaşadığımız yankı çağında konuşmamak bir tavır, beklemek bir fikir, susmak bir direnç bile sayılabilir. 

Cumartesi, Mayıs 03, 2025

Sensin cüce!

Yirmi yıl kadar önce sadece bana değil pek çok insana komik gelen bir gelişme yaşandı. Dokuz gezegenden biri olarak bildiğimiz, yıllarca bize sınav sorusu olan Plüton’un gezegen olmadığına karar verildi ve gezegen sayısı sekize düşürüldü. O yıllarda internet bu kadar yaygın değildi ve bunu neden yaptıklarını anlamak kolay olmamıştı. Uluslararası Astronomi Birliği, toplanmış, az sayıda üyeyle şıpınişi bir oylama yaparak bu kararı almıştı.

İşte bir gezegen güneşin etrafında dönmeliydi, kendi yerçekimiyle küresel bir şekle sahip olmalıydı filan. Plüton küçük de olsa böyle bir gezegendi ama yörüngesinde cisimleri temizleyemiyordu. Bu nedenle onca yıl sonra onu cüce (dwarf) gezegen saydılar.

O tarihte üniversitede asistandım, bu karar bana inanılmaz komik gelmişti ve günlerce esprisini yapmıştım. “Plüton’a bunu yapan bize neler yapmazdı” diye başlayan sayısız lakırdı düşünün “Jüpiter tabii ki sesini çıkartmadı, şerefsiz Neptün” filan diyordum. Bizim kültürümüzde yeri olmadığı için esprilerim obsesyonuma bağlanıyor, Plüton’u bu kadar çok tekrar etmem insanlara komik geliyordu.

Sonraları “Make Pluto a planet again” (Plüton’u yeniden gezegen yapın) türünde kampanyalar yapıldığını öğrendim. Kıkırdadığım şeyin özellikle Amerika’da bir karşılığı olduğunu görmek hoşuma gitmişti. Tıpkı benim gibi onlar da Plüton’u ezilenlerin, görmezden gelinenlerin, dışlananların sembolü gibi mizahileştiriyordu. Karikatürlerde ağlayan ufak tefek Plütonlar vardı filan…  Küçük, gururlu bir yalnızlıkla simgeleştiriliyordu. Bayılmıştım. “Size küçük görünebilirim ama kalbim kocaman!” diyordu aziz dostum Plüton. Kahrediyor, sitem dolu konuşuyor, kimseler farkında olmasa bile tavır koyuyordu.

Stay strong Pluto (kim tutar seni)…

Bir ay kadar önce niye bilmiyorum, Plüton döndü dolaştı dilime bir kez daha pelesenk oldu. Soranlara “Plüton’la evde oturuyoruz”, “Plüton’la rakı içiyoruz” “gelemem Plüton iyi değil” demeye başladım.

Ve inanın Romalılar, hiç abartmıyorum, Plüton kardeşimdir…bu devran da dönecek, bu böyle gitmeyecek…

Cuma, Mayıs 02, 2025

Botlar

Üzerinden on yıl geçmiş,  Uzak Şehir grafik romanımdan bir sayfa bu... Berat'ın (Pekmezci) tatlı çizgileri...Sosyal medyada hatırlatıldı. Kitap çıktıktan sonra ister istemez sunumlar yapmıştım, bu sayfa ile ilgili güzel hatırladığım bir tartışma olmuştu. İnsanın yazdığı şeyleri "açıklamak" zorunda kalması kadar tatsız bir şey yok bence...Bu kerre öyle olmamıştı.

Sayfayı okursanız,  ilk bakışta israfın meşrulaştırılması ile zenginliği, buluntuya razı olmakla yoksulluğu tartıştığım anlaşılabilir. “Bot”un sadece maddi bir nesne değil,  sembolik bir değer taşıdığını vurgulamak istemiştim. “Sen fakirsin, onlar zengin” gibi repliklerin, sınıf bilincinin oluşma/oluşamama sürecine işaret etmesini hayal etmiştim. 

İnsan üniversitede konuşma yapınca birileri konuyu bir yerinden Pierre Bourdieu'ya getiriyordu o yıllarda. Şimdi nasıl bilmiyorum. Konu, oralara gelince herkesin anlayamadığı bir bağlam da oluşuyor ki ben popüler anlatıları bir mücadele mevziisi olarak görüyorum, zihin açmak benim için basit görünmekten daha önemlidir. Burdiyo denince mamboya jamboyla karşılık verip Zizek demiştim. Tatlı bir mavra yapmıştım kendimce. 

Zizek, mealen yazıyorum, şöyle bir şeyler söylüyordu: "İdeoloji gözlük gibidir; onunla bakmayız, onunla görürüz". Bu şu demek, çocuklardan biri, zenginliğin israf hakkını, yani “atabilme” özgürlüğünü doğal ve hatta meşru bir hak olarak görüyordu. Onun ideolojik gözlüğü, zenginliğin keyfini değil, yoksulluğun suçunu imliyor. Bot çöpte olabilir, çünkü zengin öyle istemiştir. E o zaman mesele kapanmıştır. Bu, ideolojinin tam da Žižek’in anlattığı şekilde işlediği bir ana tekabül eder: yani çocuk, yalnızca olan biteni değil, olması gerekeni de ideolojik bir bakışla algılar. Zenginin atma hakkını sorgulamaz; çünkü düzenin öyle işlediğine çoktan ikna edilmiştir. Diğer çocuk ise öfkeyle sistemi teşhir ederken başka bir ideolojik pozisyondan konuşur. Bir hak arayışı içinde değildir, daha çok isyan ediyordur. Bu da bize şunu gösterir: ideoloji, taraf seçtirerek değil, gerçeklik algımızı biçimlendirerek işler.

Perşembe, Mayıs 01, 2025

Aşk ve Devrim

De Certeau, bilenler için tekrar olacak, (daha iyi bilenler de beni affetsinler) yeri geldi vikvikliyorum, dualistik bir ayrım yapar, strateji derken hakim sınıfların (devleti yönetenler, şirketler, zenginler) düzeni tesis etme biçiminden, bunla ilgili uzun dönemli planlarından söz eder. Kurallar koyarlar der, tabii olanlar için davranış alanları belirlerler. Taktik ise güçsüzlerin hakim sınıflar karşısındaki geçici ve fırsatçı eylemleridir. Taktik, herhangi bir mekâna sahip olmadan onun içinde gezinme sanatıdır, fırsat kollamaktır, sistemde açıklar yaratmaktır der.

Yaşadığımız her yer bir mücadele alanıdır ona göre,  çünkü, hakim sınıflar, her yeri ve her alanı yeniden ve yeniden biçimlendirmeye çalışır. Ama sıradan insanlar bunu her zaman ve her biçimde bozarlar.

Pikaçu’dan devrim çıkmaz elbette, bir tür gündelik direniş biçimi çıkar, imgesiyle doğrudan politik değildir ama ideolojik bir karşılık üretir. Ve o üretim, sistemin kendisine sunduğu alanları, kendi ihtiyacına göre dönüştürmektir. Anlamı çarpıtan, bükerek yeniden kullanan, sistemin kurduğu düzlemde, beklenmedik bir kullanım biçimi doğuran bir direnişten söz ediyorum. 

Ve 1 Mayıs'ı Pikaçu ile karşılıyorum...

Çarşamba, Nisan 30, 2025

Mahlasla yazmak, fake ile zehretmek

Mahlas kullanarak epeyce şey yazdım, siyasi nedenlerle ismimi kullanamadığım da oldu ama genel olarak “takma isim” işini severim. Aslolanın hikaye anlatmak olduğunu hatırlatması bakımından mahlasın yazara ayrı bir güç ve imkân verdiğine inanırım.

Sosyal medya, “fake” ve “anonim” kimliklere kolaylık tanıyor, pek çok kullanıcı farklı kimliklerle “gezinebiliyorlar”, öyle ki artık buna şaşıramıyoruz. Kendilerini daha özgür ifade edebilmek, güvenlik nedeniyle gizlenmek ya da mahremiyetlerini korumak adına bunu herkes yapabiliyor. Bir erkek, bir kadın gibi (gender swapping) veya bir yetişkin bir ergen gibi kendini kimlendirebiliyor. Trollemek, flörtleşmek ve hatta deneyimlemek için yapıldığı söyleniyor.  Romantik ilişki yaşamak için sahte kimlik yaratılması (catfishing), gerçek bir karakteri taklit etmek (role-playing), birden çok sahte hesap açarak kendi görüşlerini desteklemesi (sockpuppeting) bu fasıldan hatırlanabilir.

[Bir parantez açayım, anonim olmak, gerçek kimliğini gizlemek olsa da “kendi kişiliğini” bir şekilde sürdürmek demek… Fake ise bambaşka birisi olmak anlamında anlaşılmalı. Genellikle karıştırılıyor. Anonim olmak, bir özgürlük alanı ve koruma duvarı olabilir. İfade özgürlüğü kısıtlandığında, mahremiyetlerini korumak ya da azınlık oldukları için duygusal güvenlik arayan bireyler kimliklerini gizleyebilirler. Fake ise başkalarına zarar verme ve sorumluluktan kaçarak toplumsal güveni zedeleme riski taşıyor.]

Uzunca bir zamandır, sosyal medyada bu tür hesapları izliyor ve kimileriyle sohbet ediyorum. Genellikle “gerçek kimliklerini korumak” için bu yola başvurduklarını söylüyorlar. Kimlikler arası özgürce gezinebilmenin hoşlarına gittiği anlaşılıyor. Farklı hayatlar yaşamak istedikleri görülebiliyor. Literatüre bakılırsa travma yaşayan kimliklerin bunu denediği, bunun onlara psikolojik bir rahatlama getirdiği iddia ediliyor. Gender swapping örneklerinde cinsiyet kimliğiyle ilgili açmazları olan kullanıcıların online dünyada farklı bir cinsel kimlik deneyimleyerek kendilerini test ettikleri düşünülüyor.

Mutlaka rastgelmiş olmalısınız, profillerde genellikle başkalarına ait fotoğraflar kullanılıyor, şimdilerde yapay zeka yoluyla farklı “görsellikler” inşa edilebilir oldu… Hesap sahiplerinden biri profiline kendi deyişiyle “seksi bir kadın” fotoğrafı seçtiğini, siyasi paylaşımlara bu yolla daha çok ilgi gösterildiğini iddia etti. İktidar partisi trollerinin orta sınıftan “CHP” seçmeni olabilecek gençlerin fotoğraflarını aynı mantıkla kullandığını anlattı. Yazıştığım kullanıcı erkekti. Anlatımı ve eylemi anlatış biçimini bakılırsa yaptığını “legitimate” görüyordu. Yaptıkları benim mahlasla (pseudonymity) senaryo veya kitap yazmam kadar normaldi ona göre. Trollerin işleyişini ise çoklu fake hesaplar ile manipülasyona benzetiyordu.

Bu konuda ileride daha uzun yazacağım, sosyal medya, kimliklerimizin (sahneye çıkarcasına) yeniden kurulabildiği bir yer. Anonimlik bir özgürlük alanı olabilir, sahtekârlık ise bu alanı mecazen yazıyorum “zehirleyebilir.” Aralarındaki sınırı (ve farkı) ancak deneyimlerimizle ve niyetimizle çizebiliyoruz-görebiliyoruz.

Hayalet


 

Pazartesi, Nisan 28, 2025

Hot Take (2)

Daha önce yazmıştım, sosyal medyada bir olay olur olmaz yapılan hızlı ve ajitatif yorumlara global popüler kültürde “hot take” deniyor. Genel olarak dikkat çekmek ve etkileşim almak için yapılıyor. Kendi adıma bunu şuna benzetiyorum, sınıfta ders anlatırken, derse katılımı sağlamak, hayatlarına dokunarak onları "sarsmak" için öğrencilerle tartışırsınız. Hiç şaşmaz, öğrencilerden bazıları, “hot take” misali yorum yaparak sınıfı şaşırtmak ve güldürmek isterler. Çarpıcı bir yorumla son noktayı koymak isteyenler de buna dahil edilebilir. Her sınıfta çıkar çünkü.

Sosyal medyada malum, ilk yorum yapanın “kazanacağına” inanılıyor. Enformasyon netleşmeden, tartışma bağlamı oluşmadan, olgular belirginleşmeden “konuşan” sert, aşırı ve “net” olan yorum birdenbire öne çıkıyor. Sakin kalmaya çalışan bir “ortayolcu” veya düşünerek kurulmuş cümleler değil şoke edici dil rağbet görüyor. Bağlam değil tepki önemsenince, hot take, hınç ve linç kültürüne “su” taşıyor. 

İster istemez, yüzeysellik analizin yerini alıyor. Hepimizi etkileyen bir süreç bu aslında, her birimiz sosyal medyada konuşurken, ne anladığımızdan çok ne hissettiğimizi tarif ediyoruz. Hot take yorumcusu tam da bunu yapıyor, “şu anda ne hissediyorum” sorusunu soruyor ve “bu hissi nasıl dramatize ederim” diye düşünüyor.

Hot take’ler genellikle kışkırtıcı esprilere, rahatsız edici benzetmelere ya da tecrübe içeren bir tür “kişisel hakikate” dayanıyor. Söyleyiş biçimini analiz gibi göstermek istese de esasen yaptığı duygusal bir "tepki koymak” oluyor. “Kimsenin söylemediğini söylüyorum” iddiası ve pozuyla “konuşuyor.” Doğru olup olmamasından çok iddialı olup olmamak önem arzediyor. Yanılgı kabullenilmiyor, geri adım atmak itibar bir tür kaybı sayılıyor vs

Hot take saldırganlığı, cesaretli ve dobra, sözünü sakınmayan bir persona yaratır. Bu yeni değil elbette, benim gençliğimde bulvar gazeteciliği bir tür hot take üreticisiydi, şimdilerin influencer yorumcuları gibi gazete manşetlerinde ve halk adına konuşan köşe yazılarında yaşıyordu. Sabırsız, mesafesiz, hınçla yazan, "yetimin hakkını yedirmeyen", "bu milletin bir lirasını heder ettirmeyen" gazetecilerimiz vardı. Fikir üretmez, taraf belirler, demokratik kamusallığı tarumar ederlerdi. 

Sosyal medyada hot take, benzer bir yolu izliyor aslına bakarsanız…. Yani konum-mevzi üreten, ne düşündüğünü değil nerde durduğunu gösteren gazetecileri izliyorlar. Geçmişte gazete satmak için atılan taklaların benzerini algoritma için atıyorlar diyelim. Hot take denilen “anlık” “yalapşalap” kışkırtıcı yorumculuk” kültürü, popüler kültür çalışmalarında “yankıyı yaymak (artırmak)” olarak tanımlanıyor. Yankıyı artırmak ise gürültüyü yaymak anlamında bir mecaz…

Devam edeceğim...


Pazar, Nisan 27, 2025

Sabır direniştir

Sabır ne işe yarıyor? Şimdiki zamanda, “nefes alıp verdiğimiz” sosyal medyada sabırlı olmak bize ne kazandırıyor? Siyaseten romantik bir yerden konuşursam, sabır diye bir şey yok diyebilirim mesela…Sabır, edebi bir motif, zamanın dışında kalanların yaşadığı bir ritim olabilir (mi?)… Hepimiz biliyoruz ki, “bekleyemediğimiz” (beklemeye tahammül edemediğimiz) bir zamanı yaşıyoruz. Bir haber, bir tivit, bir video şu bu görüyor, derhal tepki gösteriyor, süratle yanıt veriyor, duruma karşı hemen pozisyon alıyoruz. Susarsak suçlanırız, düşünürsek gecikiriz gibi geliyor.

Anne tarafından ailem, “Hız” soyadını seçmiş, yeni kurulan cumhuriyetin okur yazar bir ailesi olarak kendilerine modern bir soyadı seçmişler. Zamana ayak uydurduklarını, “yeni” ve “öncü” olduklarını göstermek istemişler, bana öyle geliyor. Pek çok konuda çabuk kararlar aldıklarını biliyorum, baba tarafım daha fena hızlıydı, “telaşe memuru” derlerdi kimilerine… Sabırla zerre ilgisi yoktu mesela babamın… Rutininizi belirleyen şeyler bunlar, onlardan miras almışım, hızla ilgili takıntıları olan biriyim. Yavaş insanlarla çalışamıyorum mesela. Onlarla bir aradayken “sabrımın” zorlandığını biliyorum. Hep söylerim, yoga yapamam, balık tutamam…Kastedilen şeyin “özellikli bir yavaşlık” olduğunu anlamıyor değilim. Mutlaka bilgelik içeren bir tarafı olduğunu biliyorum. Öyle bir meziyetim yok diyelim…

Sosyal medyayla ve genel olarak popüler kültürle ilgili konuşurken neden kendimi kattığımı anlamlandıramamış olabilirsiniz. Ritmi hızlı olan, yazı yazarak geçinen, iş yetiştiren, adanmış bir hayat sürdüren biriyim, ne ki, “şimdiki zamanda” yaşarken başka türlü bir sabır ve sakinlik geliştirmem gerektiğini biliyorum. Çünkü yaşadığımız hız, sahiden hınçlandırıcı bir ivmeye sahip… hemen hepimiz “geç kalmamak” için hızla konuşuyoruz, bu hız neredeyse her zaman yüzeyselliği getiriyor, nadiren doğru bir tepkiye dönüşüyor. Tepki veriyorsan varsın, beklersen “ha var-ha yok” ölçüsünde yoksun. Bu gerilim düşünmeyi değil dürtüyü-dürtüselliği besliyor. Bir şimdiki zaman deyişi olan “tetiklenmeyi” bu yüzden çok duyuyoruz. 

Ailemle ilgili “Hız” soyadını veya çalışma tempomla ilgili obsesyonumu konuşurken genellikle benzer tepkiler alırım: “Haklısın, kimsenin o kadar zamanı yok”. Sabır, biliyorsunuz ki, sadece zamanla ilgili değerlendirilemez. Felsefeci bir arkadaşım, kendisine sürekli haber ve link fwd eden bir arkadaşına, “kurban olayım, ben felsefeciyim, aktüeli yakalamakla ilgili bir derdim yok” mealinde bir tepki vermişti. Sabır, olup bitenleri muhakeme etmeyi, duyguların soğumasını beklemeyi, hal ve gidişin doğru yorumlanmasını sağlar. Durulma ve berraklaşma faslından niyeti budur. Acele etmek, anlamaya izin vermez, işi tesadüflere bırakır.  Konuşarak değil bazen susarak ve bekleyerek daha etkili olabiliriz.

Hızın, hıncın, gürültünün delice bir yoğunlukta yaşandığı (susmanın gücüne kimsenin inanmadığı bir) çağda sabır bir direniş biçimidir. Bağırmamak, hemen yanıt vermemek, susabilmek “dijital telaşa” karşı kıymetlidir-değerlidir. Başkalarının hızına kapılmama, kendi ritmini kurabilme cesaretidir çünkü. Sadece çevrenize bakın, sessizlik, yavaşlık veya beklemek insanları gerçekten öfkelendiriyor. Bu bir azınlık hissiyatı değil de nedir? Herkes birbirini uyarıyor, sıklıkla “uyuma” “uyan artık” deniyor, insanların bu kadar çok uykudan söz etmesi “uykusuzluk” yaşadıklarını gösteriyor olabilir mi ne dersin Mıstık abi?


Cumartesi, Nisan 26, 2025

Hınçlı Dünya

Sosyal medyada neden bu kadar çok hınçlıyız? Çünkü burası medium olarak bir sahneye, hınç ise o sahnedeki performansa benziyor. Lafı gediğine koymak, harbi olmak filan derken hınç bir duygu olmaktan çıkıp bir gösteriye dönüşüyor. Algoritmalar da hıncı ödüllendiriyor, hasmanelik içeren her içerik daha fazla etkileşim alıyor. Etkileşim diyerek geçmeyelim, bir gösteri olarak hınç, kullanıcıların mecrada (platformda) kalmasını sağlıyor. Dolayısıyla, hınç ekonomik bir değere dönüşüyor.

Bildiğimiz şeyleri de ekleyelim, insanlar yüz yüze olduklarında gösteremeyecekleri tepkileri sosyal medyada veriyor, anonimlik ve cezasızlık (en azından yüzleşmemek) hıncın yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor. Sosyal medyada siyaset, düşman klişeleriyle (kahramanlar ve hainlerle) ilerlediğinden hınç diline çarçabuk dahil oluyor. Sosyal medya bağırmak istiyor… Kimse sakinleşmeye ve empati kurmaya yanaşmıyor. Öfkelenenle öfkeleniliyor. Öfke, biraraya gelme duygusunu pekiştiriyor. Öfkeyse öfke, daha çok öfkeyse daha çok öfke çıkıyor ortaya… Hınç herkese bulaşıyor ve normalleşiyor.

Hınç, malum, özgün bir fikri olmamayı telafi eden, o eksikliği kapatan bir duygu ya da dildir…. Kullanıcı, öfkelenirse ya da öfkeli görünürse, haklı gözükebilir ve enikonu düşünmesine gerek kalmaz. Hınç, hazır bir elbise gibidir ve alır giyersiniz. Sosyal medyada hınç, bütün bireysellik iddiasına karşın başkalarının öfkesine katılmaktır. Hınç, birleştiricidir, bizden olmayanlara karşı öfkelenmemizi kolaylaştırır. Hınç, popülerleştikçe, müzakereyi anlamsızlaştırır ve çözümü yok etmeye dönüştürür.

Geçtiğimiz hafta bir zoom sırasında hınç kültürü ile ilgili bir soru soruldu ve aşağı yukarı bunları anlattım. Bir katılımcı mealen yazıyorum “bu memlekette öfkelenmeden, birilerine hınçlanmadan konuşabilmek mümkün mü?” diye sordu. “Tam da bunu anlatıyorum, herkes böyle hissediyor, yorumumu haklı çıkarmış oldunuz” dedim. “Sorun şu ki, sadece biz değil bütün dünya böyle hissediyor, sizin gibi hissetmeyen yok” diye ekledim.

[Dipnot ta atayım... Sara Ahmed, “The Cultural Politics of Emotion” adlı kitabında (Routledge, 2004) duyguların sadece bireyler arasında dolaşmadığını, nesneler ve toplumsal figürlere nüfuz ettiği, yapışan (ilişen) ve anlam kazanan (dönüştüren) şeyler olduğunu savunur. Ona göre duygular kimlikleri biçimlendiren ve toplulukları bir arada tutan bir tür kaynaştırıcıdır. Sosyal medyada hınç, bireysel bir dışavurumdan çok, duygu odaklı (duygulanımsal) bir ekonomi içinde işleyen, paylaşılan ve çoğaltılan bir gösteriye dönüşür.]

Perşembe, Nisan 24, 2025

Bencil

İki gün önce epeydir zihnimi meşgul eden bir senaryo işini bitirdim. Kutlama gibi değil de rahatladığım için Tuna ile akşam yemeğine gittik.

Laf lafı açtı, benimle ilgili bir hatırasını anlattı. İşte en fazla on yaşındayken, eve yakın bir yerde yaz okulu gibi bir şeye gidiyordu. İş çıkışı onu almak için oraya gitmişim, bütün çocuklar futbol oynuyormuş, ben gelince bu topunu almış, oyun bozulmuş, ben de topunu bırak da oynasın arkadaşların demişim, bu dinlememiş, inat etmiş vermemiş topu…

Eve dönerken ben tozutmuşum, bencillik bu filan başlamışım. Sonra da demişim ki, “ben bencil biriyle yanyana yürüyemem.” Eve giden yolu ayrı kaldırımlarda yürümüşüz. Ceza vermişim. Hatırlamıyorum ama yaparım öyle şeyler. Gülerek anlatıyordu, tipik Levent Cantek tepkisi filan…

O akşam eve dönünce bu hikâye koydu bana, kederli bir his oturdu içime…Yazdığım senaryonun son bölümünde ağır bir baba-oğul kavgası vardı, ondan da etkilenmiş olabilirim. Hoş, Tuna’nın hâlâ hatırlaması, bana gülerek anlatması, bir bakıma affetmiş olduğunu, iyileşmiş bir şeyleri gösteriyor.

Ne ki, şunu görüyorsun, çocuğun aklında kalmış, gereğinden fazla sert bir tepki vermişim, hepi topu on yaşında işte, abartmışım… Bir an evvel yetişkin olmasını istemişim, saçmalama hakkı tanımamışım. Hafıza tuhaftır, bazen incelikli bir güzelliği değil de, insanı en çok ifşa eden, en çiğ halleri hatırlar. Ebeveynlik sahiden zor iş, inişler çıkışlar oluyor, öğretmek istiyorsun, sevmek ve doğruyu göstermek… Üçü bir araya pek denk gelmiyor sanki… Ebeveynsen bir şekilde devam ediyorsun, yol üzerinde düzeltebilir-geliştirebilirsin.

Diğer yandan büyüme hikayelerinde burukluk varsa, olgunlaşmaya, anlamaya, birbirini tanımaya dair bir şeyler olmuş demektir. Bakın ondan eminim. Böyle böyle bir bağ da kurulur falan filan…

Çarşamba, Nisan 23, 2025

Futbol

Geçtiğimiz hafta futbol takımlarından biri seremoniye şimdiki zamanla ilgisi olmayan bağnaz bir pankartla çıkmıştı, epeyce eleştirildi-tartışıldı... 

Biliyorsunuz, futbol severler, siyasi kimliklerine göre tuttukları takımlara yakıştırmalar yaparlar. Romantizm bahsinden tatlı saçmalıklardır. İşte, biri halkın takımıdır, diğeri burjuvazinin, bir diğeri aristokrasinin, sarayın şunun bunun  filan... 

Galatasaraylı akademisyen arkadaşım, Ali Koç'la ilişkilendirerek Fenerbahçe'nin oligarşinin takımı olduğuna inanıyor, gerçekten inanıyor. Fettullah Gülen, Galatasaraylı olduğu için takımı Fetö ile özdeşleştiren de çoktur biliyorsunuz... Kürtlerin Apo nedeniyle olmalı (büyük ekseriyetle diyelim) Galatasaray'ı tutmasını unutmayalım... Beşiktaş halkın takımı falan filan... 

Popüler olmuş herhangi bir "şey" tek biçimli algılanamaz ve anlatılamaz, hiç bir biçimde sabitlenemez. Ciddiye alınamayacak çıkarımlar bunlar...

Son bir aydır memlekette yaşanan protestolarla ilgili tek bir takımımızın konuşmaması (susması) o romantik iddialarla  birarada düşünülünce hayli komik görünüyor. Hükümetin olmayan takım var mı desek, abartmış mı oluruz? Yok demeyelim. 
 

Eksik


 

Salı, Nisan 22, 2025

Dört Arkadaş

Uzunca zamandır sosyal medya (dijital iletişim mi deseydim) çağının rutinlerinden söz etmek istiyordum…Elbette böyle bir şey yok, mesele sadece içinde yaşadığımız zamanın sosyal belirleyenleri hakkında düşünmek… Hepimiz, her gün "burada" bir şeyler paylaşıyor, bir şeyler beğenip ya da beğenmediklerimizle “kavga” ediyoruz… “Burada yaşıyoruz”… O kadar ki “bir şey paylaşılmıyorsa, yaşanmamış” gibi hissediliyor. Gidilen tatil, yenen yemek, yaşanan aşk… Bir hikâyeye (ve gösterene) dönüşmüyorsa, yaşanmamış sayılıyor. İnternette gerçeklik, görünürlükle ölçülüyor. Online kimlik, offline kişiliğin önüne geçiyor. Algı, hakikatin yerine ikame ediliyor. Jodi Dean, “iletişimsel kapitalizm” derken iletişimin bizatihi kendisinin bir üretim aracına dönüştüğünü, katılım, paylaşım ve yorum yapmanın siyasal eylemin yerine geçtiğini anlatır. İnsanlar “konuştukça, paylaştıkça, beğenildikçe” tatmin olurlar, ne ki, her şey sadece dolaşımda kalmak içindir ve bir yere varmaz diyor.

Sosyal medyada “kimse, gerçek sen’i tanımaz, ama kurgu olarak bilinirsin.” İnsanlar kendini açıklamak zorunda kalmamak için profillerini yazarlar. Bir iki espri, motto, özlü söz ya da göndermeyle “ben buyum,” demekten çok, “beni böyle okuyun,” demeye gelen bir tür “marketing” hattı kurarlar. Wendy Brown, sosyal medyanın her birimizi bir girişimci özneye dönüştürdüğünü iddia ederken tam da bunu anlatır. İnsanlar kendilerini pazarlarlar, kendi hayatlarının CEO’su olurlar… Kendilerini optimize etmek ve doğru kararlar vermek iddiasıyla “varolurlar”. Bu sistemde siyaset, kişisel ahlakın bir tür "imtihanı" haline gelir. Her birimiz, kolektif kararlar yerine kendi ahlaki “markalarımızı” koruma refleksiyle hareket ederiz.

Sosyal medyada “takip eden, yönlendirir, gündemi belirleyen artık sahnedeki değil, izleyenlerdir”. İlk yorum, bir kural olarak yön tayin eder. Bir içeriğin nasıl algılanacağı, ilk üç yorumda kendini gösterir. Yorumlar fikir oluşturmaz ama fikre yön verir. Troller bunu herkesten daha iyi bilir. Kimse içeriği okumaz, sadece tepkilere bakar. Beğeni sayısı, anlatılandan daha önemlidir. İçerikte ne denirse desin, yapılan yorumlar yazının kaderini belirler. İçerik tıklanıyorsa doğrudur. Gerçeklik, popülerlikle ölçülür. Gerisi teferruattır. Byung-Chul Han, “Şeffaflık Toplumu” dediği kavramsallaştırmasında görünür olmak artık var olmanın ön koşuludur diyor. İnsanlar “görünmez olmaktan” değil, “görünmüyor” ihtimalinden korkarlar; yorumlar, beğeniler ve ilk tepkiler, gerçeğin yerini alır ve dijital kalabalığın yön tayin ettiği bir psiko-politik düzleme dönüşür.

Sosyal medyada “herkesin dikkat süresi, bir kahve fincanı kadardır.” Uzun yazılar okunmaz, ya da kısa yorumlarla kolaylıkla öldürülür. En az hak eden, en çok beğenilendir. Beğeni, nitelik göstergesi değil, görünürlük yarışının sonucudur. Caps’i yapılan tartışmayı kazanır. Tartışmalar, mantıkla değil montajla sonlanır. Takipçi sayısı, görüşün geçerlilik süresini belirler. Bir fikir, çok sayıda insan tarafından dile getirilirse doğru olması beklenmez. Kimse okuduğu şeyi tam okumaz. Başlık okunur, niyet tahmin edilir, yorum yapılır. Eli Pariser’in vurguladığı gibi, algoritmalar kullanıcıya yalnızca onaylayacağı içerikleri sunar; böylece dijital kamusallık, eleştirel düşünceyi değil, hızlı tepkileri teşvik eden bir yankı odasına dönüşür. Yorumlar içeriğin önüne geçer; okur, içerikten çok tepkiyi izler.

[Görseli yz yaptı, tarif ettim elbette ama ortalamayı tutturma gayreti ve mantığı hoşuma gidiyor, dört paragrafta anlattığım, düşüncelerimi konu hakkında düşünen dört ayrı isimle pekiştirdiğim için yazının başlığını "dört arkadaş" koymuştum, hemen altına daha kolay "anlaşılmak" için bir açıklama eklemiş- yazmış (!)]

Pazartesi, Nisan 21, 2025

Akışkanlık

Barış görüşmelerinde yer alan ve mevcut iktidara karşı taraf olan her siyasetçi eleştirilecekti, hepimiz üç aşağı beş yukarı bunu biliyorduk. Kim olsa suçlanacaktı, ne olsa beğenilmeyecekti, dünyanın neresinde olsa, bu durum değişmeyecekti…Yakın bir arkadaşım, elli yıl önce olsa da bu bakımdan farklı olmayacaktı dedi…Doğru dedim, katılıyorum ama elli yıl önce sosyal medya (internet) “yoktu” ve biz hayatı ona göre yaşamıyorduk.

Hemen hepimiz, sosyal medyayı “yaşıyoruz” ama etkileri hakkında uzun uzadıya düşünmüyoruz, ne kadar “kapıldığımızı” anlamıyoruz hatta. Şimdilerde “akış” deniyor, akışına bırakmaktan söz ediliyor ya her birimiz sosyal medyanın akışı içindeyiz, beğenil ve tepkilerimizi, anlama ve anlatma biçimlerimizi belirleyen bir deveranda aklediyor ve konuşuyoruz.

Yukarıda siyasetçi dedim, siyasetçi ne yapar, pragmatik ve siyasal bir esneklikle farklı türden seçmenle yüzyüze olmaya çalışır. Oysa “şimdiki zamanda” o ne yaparsa yapsın, “eyledikleri” ve “konuştukları” bağlamından koparılarak sosyal medyada dolaşıma sokulur, sabitlenir ve kodlanır. Yani bir siyasetçi reel hayatta istediği kadar stratejik değişkenlik için çabalasın, sosyal medya onu sabitler, çünkü değişkenlik ahlaki bir zaaf olarak okunur, meseleler basitleştirilir, iyi-kötü düalizmine indirgenir. Sosyal medya, hikaye sever, siyaset de hikayeleştirilir, bir siyasetçi (orada var olabiliyorsa) kahraman ya da hain olabilir ancak…

Seçmenler çok mu farklı? Demokrasi, ne dersek diyelim, müzakere ve çıkar dengeleme sistemidir… ama sosyal medyanın mantığı içinde insanlar onu bir ahlaki aidiyet testi gibi yaşarlar. Demokrasi, seçenekler arası tercihtir. Üstelik bu tercihler (hele siyaseten azınlıksanız) ideallerimizle değil kısıtlarımızla şekillenir. Genellikle ikisi de bize uymayan seçenekten birini seçmek zorunda kalırız. Sosyal medya anlamaktan çok hislerimizle (ne hissettiğimizle) kendimizi var ettiğimiz bir “medium” olduğu için bu tercihimizden dolayı kendimizi “yargılarız”, “utanırız”, “itiraf ederiz: bir sağcıya oy verdim”, biliriz ki sosyal medyanın kurduğu etik düzlem insanları sadakatleriyle değerlendirir…

Hal bu olunca “mümkünler arasında en az kötü olanı seçtik” diyemiyoruz veya bu seçimin etikle ilgisi olmadığını düşünemiyoruz (daha doğrusu hissedemiyoruz). İnsanlar, utanarak-sıkılarak Mansur’a oy verdiklerini söyleme gereği ve baskısını bu yüzden duyuyorlar. Çünkü sosyal medya, ürettiği dualistik psikolojiyle dünyayı anlamlandırıyor,  stratejik bir nedenle oy vermeyi utanç olarak nitelendiriyor. “Onu seçtim ama bu ben değilim”, “onu seçmek zorunda kaldım” vs diyen insanlar okuyoruz…

Hatırlayanlar olacaktır, Bauman “akışkan modernlik” diyerek modernitenin (kimlikler, kurumlar, roller bakımından) katı kalamadığını akışkan bir biçime dönüştüğünü söyler. Hemen her şey geçici, belirsiz ve hızlı değişebilir olduğu için insanlar, kendilerini sürekli güncellenmek zorunda kalırlar, kendilerini rahatlatacak sabit referanslar ararlar ve bulamazlar. Bugünün seçmeni, sabit bir ideolojik zemine göre değil, geçici duygusal ve sosyal medya baskılarına göre hareket eder.

Sosyal medya ise bu akışkanlık içinde (sabitlikle hiç ilgisi olmamasına karşın) sahte bir sabitlik üretir. Sabitlik, yaşadığımız dönemde bir iddia olarak güçlü olmanın en büyük göstergesidir. O hayali sabitleme ile insanlar, düşünce ve hislerini utanılacak bir tutarsızlık gibi yaşıyorlar demek istiyorum. Bauman ise bu “çelişkinin” şimdiki zamanın doğal bir sonucu olduğunu söylüyor.

Diğer yandan “kendimle çelişiyorum” duygusu, aslında demokrasinin sağlıklı işlediğini de gösterebilir. Umberto Eco’nun deyişiyle kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, belli sürelerle bizim için çalışacak siyasetçiler (servis sağlayıcısı) seçiyoruz…  

Devam edeceğim…

 [Görseli yz yaptı, yazıyla ilgili yorumunu ajitatif yapmış, ilginç olduğu için paylaştım.]

Pazar, Nisan 20, 2025

Obristan'da Bir Dev


Video paylaşırken, blogger "size" ile ilgili bir sınırlandırma getiriyor, çözünürlüğü düşürerek paylaşıyorum mecburen...

Cumartesi, Nisan 19, 2025

Male Gaze

İki fotoğraf da aynı filmden, Ayhan Işık oynamış ama bakmayın, altmışlı yılların  düşük bütçeli, kışkırtıcı “pulp” polisiye avantürlerin biri. Herhangi bir yabancı uzman görse, set tasarımı, oyuncuların jestleri ve dönemin grindhouse estetiğine bakarak Amerikan noir’ini taklit eden B-filmlerinden biri derdi.  Ki öyle…

İkinci fotoğrafta Ayhan Işık, bir banyonun içinde, küvetteki kadın kana bulandığına göre öldürülmüş, “femme fatale” ya da kurban stereotipi gibi duruyor. İlkinde ise fotoğraf kulüp ortamı ve takım elbiseli seyircilerle tipik bir “showdown” (hesaplaşma) sahnesi . İç çamaşırıyla teşhir edilen kadın, Ayhan Işık’ın maskülenliğini vurgulamak için kullanılmış… Male gaze (erkek bakışı) ile istiflenmiş her şey… Ayrıca egzotik bir ötekileştirme, kadın bedeni üzerinde kurulan bir tahakküm ve erkek kahramanın iktidar fantezisi filan diyerek yorum genişletilebilir.

Pulp filmlerin tatlı klişeleri vardır, hikayeler kanlı bir cesetle ya da yarı çıplak bir kadınla açılır. Erkek kahraman yalnız yaşıyordur ve travma dolu bir geçmişi vardır. Karşısına çıkan kadınlar ya tekinsizdir ya da kurtarılmaları gerekir. Femme fatale ya da “damsel in distress” olurlar. Mutlaka ölür ya da öldürürler, entrikacıdırlar. Replikler kısa ve nettir, herkes mutlaka bir biçimde birini tehdit eder. İyi ya da kötü, kimse masum değildir.

Hikaye, ahlaki bir gri alanda geçer ki seyircinin bastırılan arzularıyla örtüşebilsin. Suç, cezayı gerektirmez ama bir biçimde "bedeli ödetilir"… Eden bulur! Mekanlar, ucuz otel odaları, gece kulüpleri, terk edilmiş hangarlar ve arka sokaklardır: Her biri hem iç gıcıklayıcı bir erotizme hem de kanlı cinayetlere  uygundur. Finaller sürprizli olmalıdır, birinin mutlaka son bir kurşunu daha vardır, kadınlar da genellikle “yılan” çıkarlar. Seyirci şaşırmalıdır, bu dünyada güven duygusu “yalanın kıralıdır”.

Cuma, Nisan 18, 2025

Hot take

Kişilerle ve aktüel olanla ilgili yorum yapmayı sevmiyorum, genel eğilimleri konuşmak, onları, onlarla ilgili olup bitenleri anlamaya çalışmak bana daha doğru geliyor. Bu cümleyi özellikle yazdım, hissiyatım-hislerimle ilgili bilerek bir vurgu yaptım, hemen her şeyin bize hissettirdiklerini konuştuğumuz bir sosyal medya çağında yaşıyoruz. Birbirimize ne anladığımızı değil ne hissettiğimizi anlatıyoruz.

Sırrı, bağlama göre konuşan, politik bir esneklikle yaşayan bir siyasetçi, farklı siyasi aktörlerle görüşmesi, uzlaşması, hatta karşılıklı tavizlerle yeni dengeler kurması bekleniyor ondan. Niye konuşuyor, niye gülümsüyor, niye tokalaşıyor gibi hınçlanmalar bir siyasetçi için anlamsız sorular ve suçlamalar. Bir siyasetçi ne iş yapar ki, ne yapmalı ki… Sosyal medya, reel siyaseti kendi deveranında “hissetmek” istiyor. Masadan kalksın, hiç oturmasın, yumruğu vursun falan filan… Nasrettin Hoca, Timur’la konuşmaya gitmiş, biliyorsunuz değil mi o fıkrayı…

Doğrudur, kutuplaşma var, adaletsizlik ve çaresizlik yaşanıyor, travmalarımız gırla, e herkes bağırarak konuşuyor, hepsini kabul ediyorum. Ama hıncı, bu düzen karşısında doğal bir duygusal tepki olmasını “barış konuşacaksak” normalleştiremeyiz.

Sırrı hakkında son üç günde yazılanlar, aslında neyi-nasıl hissettiğimizi, her bakımdan nasıl hınçla birbirimize bağırdığımızın trajik bir örneği oldu… Malum hınç, derinlik gerektirmez, kelime azlığı şiddetle telafi edilebilir …

Genel olarak insanların kendilerine ait, kişisel tınısı olan bir fikirlerinin olmadığı görülebiliyor. Sosyal medya hız ve görünürlükle var oluyor, özgünlükse yalnızlık getirebilecek bir şey, ne kadar farklıysan o kadar “görünmez” oluyorsun… Oysa kutuplardan birine ait olmak, hazır düşmanlara küfretmeyi, onlara küfrederek alkışlanmayı kolaylaştırıyor. Özgün olamayan hınç yoluyla varoluyor demek istiyorum. Düşünmesine gerek kalmıyor, öfkelenmesi yeterli oluyor. Sabır ise bir duygu tanzimi demek, sakin ve mesafeli kalmak demek… Sırrı hakkında yazılan yorumlar öfke, hayal kırıklığı, hıyanet ve panik gibi hislerle bizi iteliyordu bir tarafa…Sabır gerektirmeyecek duygu yoğunluklarıyla konuşuluyordu.

Bir arkadaşımla konuşurken sürekli sabırsızlık vurgusu yaptığımı fark ettim. Oysa, bu tam bir sabır-sabırsızlık meselesi değildi. Sosyal medya siyasetinin doğası gereği böyle anlaşılıyordu. Hız kültürü”, “dijital acelecilik” veya  “tepki toplumu” ne dersek diyelim “şimdiki zaman” böyle gelişiyordu.

İnsanlar, sosyal medyayı tetikte (ateş etmek için) izliyorlar, mutlaka bir şey söylemek istiyorlar, beklerlerse, onlardan önce başkaları söylermiş gibi geliyor onlara, “geç kalma”  korkusu çekiyorlar. Herkes bir şey demek zorunda hissediyor, çünkü susmak — artık düşünmek değil, sanki korkmak ve geri çekilmek gibi görülüyor. Bu yüzden her gün “Hot take” denen şeyleri, bir olay olur olmaz, düşünülmeden ortaya atılan çarpıcı yorumları okuyoruz.

Lafım çokmuş, Sırrı’nın neşesi lazım bize diyerek kaçayım ben Mıstık Abi…

Perşembe, Nisan 17, 2025

Hoodie

Protestolar sırasında polisler herkese üst baş araması yapıyordu biliyorsunuz, ama bana, sanki biraz fazla yaptılar, hatta bir keresinde arandığım halde birisi kenara çekip, “bi de ben arayacağım” diyerek bir kere daha aradı beni. Abartılacak bir şey değil ama üst üste aranınca “şüpheli” sayıldığımı anladım. Yanımdaki arkadaşım, “Norveçli anarşistler” gibi göründüğümü, bu yüzden dikkat çektiğimi söyledi. Kılık kıyafet, memlekette makbul görülmeyeni ele veren ve işaretleyen bir suç delili gibi muamele görebiliyor. Üstümde puşi olsa başka şeyler de olabilirdi. Laf uzamasın, meselenin giydiğim “kapüşonlu sweatshirt” (baş kısmında kapüşonu-şapkası olan uzun kollu üst giysisi) olduğunu polis uygulamalarını izledikçe anladım.

Seksenli yıllarda, para biriktirerek, İtfaiye meydanından ilk parkamı satın aldığımda, henüz onsekiz yaşında bile değildim, “şahane bir solcu” olmuştum, “herkes bana bakıyordu”, saz tıngırdatıyor, türkü söylüyordum, üstüne bi de bıyık bıraktım, tam oldum. Gel gör ki, ne zaman Kızılay’a insem, polis çevirip kimlik soruyor, çantamı kurcalıyordu, bir iki olunca, “biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum” diyerek kerametin parkada olduğunu anladım, temiz yüzlü ergen ben, parka giyince “amk solcusu” oluyordum. Parka beni bir kimliğe, o kimlik de bir tehdide dönüştürüyordu. Komünistler parka giyiyordu, Cem Karaca “Parkaa” derken volüm yükseliyordu.

Doksanlı yıllarda televizyonlarda polis tatbikatlarından görüntüler yayımlanırdı, işte eylemci düşman hedehüde hobejdobej sloganlar atıyor, polis de onları derdest ediyordu. İstisnasız bütün eylemciler parkalıydı, hee diyorsun, boğanın kırmızısı, ben bunu biliyorum. Devletimiz özellikle “soğuk savaşın” bitiminden sonra komünizmi ciddiye almaz oldu, polis tatbikatlarında ve televizyon dizilerindeki bütün kötüler puşi takar oldular.

Başa dönersek, anlaşılıyor ki şimdiki zamanın yeni parkası “kapüşonlu sweatshirt” olmuş… Meydana girmeyen polisten uzak duran genç eylemcileri izlerken bunu hemen fark ediyordunuz.  Global popüler kültürde benzer tınılar yok değil, “hoodie” deniyor buna… Parka gibi “sol”, puşi gibi “etnik” görünen bir tonu yok. Skate ve hip-hop kültürü eliyle yaygınlaştı aslına bakarsanız… Ama tek yönlü gelişmedi. Mark Zuckerberg’ın gri renkli bir kapüşonu vardı hatırlarsanız, o yüzden Hollywood  “coder” gibi görünenlere kostüm düşünmez oldu… Silicon Valley kültüründe takım elbise alerjisi olduğu için başka türlü yaygınlaştı, sadece rahatlığı değil “cool” olmayı vurguluyordu. Yani, kapüşonlu giymek bir risk değil, start-up kültüründe bir imtiyazdı; polis onlara şüpheyle yaklaşmıyordu, hepsi okumuş yazmış, iyi paralar kazanan akıllı insanlardı. İşçi sınıfının mütevazı giysisi bir meydan okuma simgesi olmuştu. Ne ki, popüler olan, daima farklı biçimlerde alımlanır. Amerikan polisi, kapüşonlu bir ergeni öldürmüş,  büyük bir infial olmuştu, hatırlayanlar olabilir. Beyaz Amerika “Hoodie kültürünü” suçla (ve siyahlarla) ilişkilendiriyordu. “Million Hoodies” protestolarına katılan muhaliflerin hemen hepsi kapüşonlu giymiş,  pek çok ünlü kapüşonlu fotoğraf çektirerek dayanışma göstermişti.

Giydiklerimiz ve giymediklerimiz, toplumsal bir mücadele alanına dönüştürülüyor demek istiyorum. Bir parka veya kapüşon, bulunduğumuz ortama ve bize bakanın önyargılarına göre her defasında yeniden anlamlandırılıyor.

Polisin kapüşonlulara duyduğu alerji boşuna değil, kapüşonlular hemen her kültürde tekinsiz ve “disrupter” görünüyorlar… Disrupter nitelemesi hakkında yazmaya devam edeceğim. 

Salı, Nisan 15, 2025

Dumlupınar

Dumlupınar Faciası olarak bilinen "kaza" ellili yılların kanonik bir trajedisiydi, sonraları anmaları-hatırlatmaları olsa da asla o yıllardaki kadar yoğun hissedilmedi. Yukarıdaki görsel, faciayı anlatan kısacık bir kitapçığa ait, Oğuz Aral çizmiş, o sebeple aldım zaten...

Dumlupınar bir denizaltı, Amerikalılar tarafından hibe edilen gemilerden biri, çok değil, birkaç yıl sonra Çanakkale Boğazında İsveç bandıralı ticari bir gemiyle çarpışıyor (4 Nisan 1953). İçinde bulunanların dörtte üçü kaza anında ölüyor, geride kalan yirmi kadar asker, torpido dairesinde kurtarılmayı bekliyor, ne yazık ki, mümkün olmuyor. Anlatılanlara göre askerlerden biri "Bizi kurtaramasanız da Vatan Sağolsun" diyor ve bu söz, milli fedakarlığın şiarı olarak gazete manşetlerinden radyo programlarına, siyasi nutuklardan şiirlere kadar her yere yayılıyor. 

Popüler kültürün işleyişi her zaman hesap edilir değildir, bugün dinlediğinizde ilgisini kurmak mümkün olmasa da o tarihlerde Zeki Müren'in söylediği "Bir Bahar Akşamı" şarkısının hüzünlü havası, artık nasılsa bu trajediye uygun bulunuyor ve Dumlupınar Faicası'yla özdeşleştiriliyor..."Neden başınızı öne eğdiniz" sözleri galiba diyorum, yetişememenin getirdiği mahcubiyete tekabül ediyor... 

Kitapçık, trajediden ticari olarak faydalanmak için çıkarılmış, bugün sadece sosyal medyayı dolanarak sayılı dakika içerisinde öğrenilebilecek doğru-yanlış malumat, o yıllarda bu türden ucuz broşür misali sentimental kitapçıklardan ediniliyordu. Zamana ancak bu kadar "hızlı" ulaşılıyordu veya...

Pazartesi, Nisan 14, 2025

Dev-Genz

Kimin ürettiğinin önemli yok, akıllı bir "miim" olmuş. Retro bir estetikle, geçen yüzyılın ajit-prop afişlerini andıran bir kırmızı-bej renk paleti kullanılmış, iyi bilinen, global popüler kültürde yeri olan yumruk havaya görseli bir kere daha yorumlanmış. Dev-Genç ile z kuşağı, “Ne babanın devrimciliği, ne şirketin girişimciliği…” açıklamasıyla sol ile start-up kültürü yanyana getirilmiş…“Algoritmik enkaz” diyerek yapay zeka deveranlarına sallanmış… Sonuç olarak yarı akademik biçimde dijital kültür eleştirisi yapılmış…

Biz pek ilgilenmiyoruz ama start-up kültürü, esasen muhalif siyaseti de etkiliyor, şöyle anlatayım… Start-up’ın “Fail fast, fail better” (Hızlı başarısız ol, daha iyi başarısız ol) gibi bir mottosu var. Hatalar bir öğrenme aracı olarak görülüyor. Bir ürün nasıl geri bildirimlerle geliştiriliyorsa siyaset de o yönde evrilmeli diye düşünülüyor demek istiyorum. Hiyerarşinin olmadığı herkesin söz sahibi olduğu esnek bir hayatı (hayal ve) teşvik ediyorlar. Romantize ettikleri “ailen gibi çalış, hayalin gibi üret” gibi sloganları, yapay zekâ, veri analitiği, yazılım ve gelecek üstüne vazedilen diskurları var. Açık ofisler, esnek çalışma saatleri, hoodie rahatlığı, sınırsız kahve şu bu…

Bizimkisi gibi üçüncü dünya ülkelerinde risk alma kültürü pek yaygın değildir, bürokratik devlet belirleyicidir, teknolojiye erişim çok pahalıdır. Yani start-up’çılar da bizim gibi duvara tosluyorlar, çalışanlar sömürülüyor-görüyorlar, herkesin girişimci olamayacağını yaşıyorlar, hiyerarşi yine tepeden iniyor falan filan… Ne ki, iyi eğitimli genç bir nüfus, bu tür ortamlarda ümitle karamsarlık arasında salınıyor-çalışıyor. Burdalar! Berlin’e ya da Londra’ya da gitseler buralarda-bu zihniyetin içinde çalışacaklar. Anaakım siyasetten uzaklar “bütün dünya Türk ve Müslüman olacak” ya da “sosyalist bir devrim olacak” fikrine “kıkırdayarak- inanmıyorlar.  

Bence bütün dünyada, bütün muhalif hareketlerde bir kafa karışıklığı var, çok çeşitli nedenleri olabilir, reel siyasetle sosyal medya çok içiçe geçmiş durumda. Pandemi ve göç, ciddi biçimde koyulaştırdı her şeyi, hemen ardından oldu, hep birlikte ekonomik bir daralma yaşıyoruz, mutsuzuz… E buradan popülizm çıkıyor diyoruz, yanlış değil, ama şunu biliyoruz, “hayat ceteris paribus değildir.” Yani hiç bir şey sabit kalmaz, sürekli değişir…E ne yönde değişecek? Global popüler kültürde ve sosyal medyada disruptor sözcüğü çok kullanılıyor … O çok ilginç…Start-up kültüründen çıkma (kopan veya) bir yıkıcılık-yenilikçilik nitelemesi olduğunu hatırlatayım...
Related Posts with Thumbnails