Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Eksiklik
Pazar, Mayıs 11, 2025
Asılacak Adam
![]() |
Cumartesi, Mayıs 10, 2025
Yürümek ve depresyon
![]() |
Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri, dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.
Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.
Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak, dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”
Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.
Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…
Cuma, Mayıs 09, 2025
Yaz benden soğudu
![]() |
Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan
izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz
estetiğine yönelik bir taşlama, kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık
da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…
“Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim…
Perşembe, Mayıs 08, 2025
Yürümek
Çarşamba, Mayıs 07, 2025
Salı, Mayıs 06, 2025
Bayan Karaltı
Pulp evreninden bir şeyler yapmak istedim, Bayan Karaltı diye bir karakter tasarladım. Biraz Vampirella'yı andıran femme fatale görünümlü biri olsun istedim. Yanına da kendimi koydum. Şöyle anlatayım, yapay zeka uygulamaları tasarım yapmakla birlikte, karakter devamlılığını henüz kuramıyor diyelim...
Gerek "ben" gerekse "Bayan Karaltı" dediğim karakterlerimi ardışık biçimde "üretebilmek" sahiden kolay olmadı. Telif haklarıyla ilgili çok sorun olduğu için aralıklarla kilitleniyor da...Benimle ilgili yorumu da haliyle "kel adam" klişesinden gidiyor, fotoğraf referansları filan, kolay değiştiremiyor... Bir noktadan sonra "tarz" olarak devamlılığı önemsemek durumunda kaldım.
Neyse, Bayan Karaltı tasarımıyla pulp evreninde epey gezindim...Arada paylaşırım.
"Hayatta ne var ve ne yoksa..." Derin Hakikatler'in sloganıydı, onu da kattım işin içine...
Pazartesi, Mayıs 05, 2025
Turistik Persona
![]() |
Pazar, Mayıs 04, 2025
The medium is the echo
Siyasal iletişim çalışmalarında sıkça anlatılır: “[rejim adına] bir düşünceyi alırsın, slogan hâline getirirsin, her yerde tekrar edersin — bu artık düşünce değildir, tekrar ede ede ezbere dönüşür.” Antropologların ritüelleştirme dedikleri tam da böyle bir şey. Ezber denilen bir şey bir tür “yankı” sayılabilir elbette. Yankı, ses değil çıkan sesin tekrar etmesidir. Yani düşünce, tekrar ede ede bağlamdan-içerikten ve eylemden koparsa yankıya dönüşür.
Sosyal medya düşünmeden tekrarlamakla özdeşleştiriliyor, bu yüzden yankıya benzetiliyor. Haklı olmak değil, duyulmak önemseniyor. Paylaşımlar, görünür olma iştahı ve arzusuyla yapıldığı için fikrin yerini ses vermek-yankı yapmak alıyor. Ses sesi, yankı yankıyı çağırıyor. Bir paylaşımda içerik değil, paylaşılan düşünce değil, o düşüncenin nasıl karşılandığı daha önemli oluyor... “Kim ne dedi?” “Ona nasıl tepki verildi?” vs konuşuluyor.
Düşünce değil, düşünceye verilen tepkiler dolaşımda oluyor demek istiyorum. Bir düşüncenin değeri artık içeriğinde değil, kaç kişi tarafından tekrarlandığıyla ölçülüyor. Viralse ilginçtir, ilginçse doğru olup olmaması o denli önemli değildir. Bu sabırlı, mesafeli ve özgün düşüncenin değil, popüler olanın kazanmasına yol açar.
Marshall McLuhan’ın “The medium is the message” önermesini hatırlayan olacaktır, bugün “iletişim aracı mesajın kendisidir” değil, “iletişim aracı yankının düzenleyicisidir” şeklinde yeniden yorumlanabilir: “The medium is the echo” Medya artık düşünce değil tepkiler üretir, yankılar düzenler. Böylece medya, mesaj olmaktan çıkıp yankının algoritmik kalıbına dönüşür.
Romantik kaçmak pahasına biraz ileri gideceğim, yaşadığımız yankı çağında konuşmamak bir tavır, beklemek bir fikir, susmak bir direnç bile sayılabilir.
Cumartesi, Mayıs 03, 2025
Sensin cüce!
![]() |
İşte bir gezegen güneşin etrafında dönmeliydi, kendi yerçekimiyle küresel bir şekle sahip olmalıydı filan. Plüton küçük de olsa böyle bir gezegendi ama yörüngesinde cisimleri temizleyemiyordu. Bu nedenle onca yıl sonra onu cüce (dwarf) gezegen saydılar.
O tarihte üniversitede asistandım, bu karar bana inanılmaz komik gelmişti ve günlerce esprisini yapmıştım. “Plüton’a bunu yapan bize neler yapmazdı” diye başlayan sayısız lakırdı düşünün “Jüpiter tabii ki sesini çıkartmadı, şerefsiz Neptün” filan diyordum. Bizim kültürümüzde yeri olmadığı için esprilerim obsesyonuma bağlanıyor, Plüton’u bu kadar çok tekrar etmem insanlara komik geliyordu.
Sonraları “Make Pluto a planet again” (Plüton’u yeniden gezegen yapın) türünde kampanyalar yapıldığını öğrendim. Kıkırdadığım şeyin özellikle Amerika’da bir karşılığı olduğunu görmek hoşuma gitmişti. Tıpkı benim gibi onlar da Plüton’u ezilenlerin, görmezden gelinenlerin, dışlananların sembolü gibi mizahileştiriyordu. Karikatürlerde ağlayan ufak tefek Plütonlar vardı filan… Küçük, gururlu bir yalnızlıkla simgeleştiriliyordu. Bayılmıştım. “Size küçük görünebilirim ama kalbim kocaman!” diyordu aziz dostum Plüton. Kahrediyor, sitem dolu konuşuyor, kimseler farkında olmasa bile tavır koyuyordu.
Stay strong Pluto (kim tutar seni)…
Bir ay kadar önce niye bilmiyorum, Plüton döndü dolaştı dilime bir kez daha pelesenk oldu. Soranlara “Plüton’la evde oturuyoruz”, “Plüton’la rakı içiyoruz” “gelemem Plüton iyi değil” demeye başladım.
Ve inanın Romalılar, hiç abartmıyorum, Plüton kardeşimdir…bu devran da dönecek, bu böyle gitmeyecek…
Cuma, Mayıs 02, 2025
Botlar
![]() |
Perşembe, Mayıs 01, 2025
Aşk ve Devrim
![]() |
Çarşamba, Nisan 30, 2025
Mahlasla yazmak, fake ile zehretmek
![]() |
Salı, Nisan 29, 2025
Pazartesi, Nisan 28, 2025
Hot Take (2)
![]() |
Sosyal medyada malum, ilk yorum yapanın “kazanacağına” inanılıyor. Enformasyon netleşmeden, tartışma bağlamı oluşmadan, olgular belirginleşmeden “konuşan” sert, aşırı ve “net” olan yorum birdenbire öne çıkıyor. Sakin kalmaya çalışan bir “ortayolcu” veya düşünerek kurulmuş cümleler değil şoke edici dil rağbet görüyor. Bağlam değil tepki önemsenince, hot take, hınç ve linç kültürüne “su” taşıyor.
İster istemez, yüzeysellik analizin yerini alıyor. Hepimizi etkileyen bir süreç bu aslında, her birimiz sosyal medyada konuşurken, ne anladığımızdan çok ne hissettiğimizi tarif ediyoruz. Hot take yorumcusu tam da bunu yapıyor, “şu anda ne hissediyorum” sorusunu soruyor ve “bu hissi nasıl dramatize ederim” diye düşünüyor.
Hot take’ler genellikle kışkırtıcı esprilere, rahatsız edici benzetmelere ya da tecrübe içeren bir tür “kişisel hakikate” dayanıyor. Söyleyiş biçimini analiz gibi göstermek istese de esasen yaptığı duygusal bir "tepki koymak” oluyor. “Kimsenin söylemediğini söylüyorum” iddiası ve pozuyla “konuşuyor.” Doğru olup olmamasından çok iddialı olup olmamak önem arzediyor. Yanılgı kabullenilmiyor, geri adım atmak itibar bir tür kaybı sayılıyor vs
Hot take saldırganlığı, cesaretli ve dobra, sözünü sakınmayan bir persona yaratır. Bu yeni değil elbette, benim gençliğimde bulvar gazeteciliği bir tür hot take üreticisiydi, şimdilerin influencer yorumcuları gibi gazete manşetlerinde ve halk adına konuşan köşe yazılarında yaşıyordu. Sabırsız, mesafesiz, hınçla yazan, "yetimin hakkını yedirmeyen", "bu milletin bir lirasını heder ettirmeyen" gazetecilerimiz vardı. Fikir üretmez, taraf belirler, demokratik kamusallığı tarumar ederlerdi.
Sosyal medyada hot take, benzer bir yolu izliyor aslına bakarsanız…. Yani konum-mevzi üreten, ne düşündüğünü değil nerde durduğunu gösteren gazetecileri izliyorlar. Geçmişte gazete satmak için atılan taklaların benzerini algoritma için atıyorlar diyelim. Hot take denilen “anlık” “yalapşalap” kışkırtıcı yorumculuk” kültürü, popüler kültür çalışmalarında “yankıyı yaymak (artırmak)” olarak tanımlanıyor. Yankıyı artırmak ise gürültüyü yaymak anlamında bir mecaz…
Devam edeceğim...
![]() |
Pazar, Nisan 27, 2025
Sabır direniştir
Cumartesi, Nisan 26, 2025
Hınçlı Dünya
![]() |
Cuma, Nisan 25, 2025
Perşembe, Nisan 24, 2025
Bencil
![]() |
Laf lafı açtı, benimle ilgili bir hatırasını
anlattı. İşte en fazla on yaşındayken, eve yakın bir yerde yaz okulu gibi bir
şeye gidiyordu. İş çıkışı onu almak için oraya gitmişim, bütün çocuklar
futbol oynuyormuş, ben gelince bu topunu almış, oyun bozulmuş, ben de topunu
bırak da oynasın arkadaşların demişim, bu dinlememiş, inat etmiş vermemiş topu…
Eve dönerken ben tozutmuşum, bencillik bu filan başlamışım.
Sonra da demişim ki, “ben bencil biriyle yanyana yürüyemem.” Eve giden yolu
ayrı kaldırımlarda yürümüşüz. Ceza vermişim. Hatırlamıyorum ama yaparım öyle
şeyler. Gülerek anlatıyordu, tipik Levent Cantek tepkisi filan…
O akşam eve dönünce bu hikâye koydu bana, kederli bir his oturdu içime…Yazdığım
senaryonun son bölümünde ağır bir baba-oğul kavgası vardı, ondan da etkilenmiş
olabilirim. Hoş, Tuna’nın hâlâ hatırlaması, bana gülerek anlatması,
bir bakıma affetmiş olduğunu, iyileşmiş bir şeyleri gösteriyor.
Ne ki, şunu görüyorsun, çocuğun aklında
kalmış, gereğinden fazla sert bir tepki vermişim, hepi topu on yaşında işte,
abartmışım… Bir an evvel yetişkin olmasını istemişim, saçmalama
hakkı tanımamışım. Hafıza tuhaftır, bazen incelikli bir güzelliği değil de, insanı
en çok ifşa eden, en çiğ halleri hatırlar. Ebeveynlik sahiden zor iş, inişler çıkışlar oluyor, öğretmek istiyorsun, sevmek ve doğruyu göstermek…
Üçü bir araya pek denk gelmiyor sanki… Ebeveynsen bir şekilde devam ediyorsun, yol
üzerinde düzeltebilir-geliştirebilirsin.
Diğer yandan büyüme hikayelerinde burukluk varsa, olgunlaşmaya, anlamaya, birbirini tanımaya dair bir şeyler olmuş demektir. Bakın ondan eminim. Böyle böyle bir bağ da kurulur falan filan…
![]() |
Çarşamba, Nisan 23, 2025
Futbol
![]() |
Salı, Nisan 22, 2025
Dört Arkadaş
![]() |
Sosyal medyada “kimse, gerçek sen’i tanımaz, ama kurgu olarak bilinirsin.” İnsanlar kendini açıklamak zorunda kalmamak için profillerini yazarlar. Bir iki espri, motto, özlü söz ya da göndermeyle “ben buyum,” demekten çok, “beni böyle okuyun,” demeye gelen bir tür “marketing” hattı kurarlar. Wendy Brown, sosyal medyanın her birimizi bir girişimci özneye dönüştürdüğünü iddia ederken tam da bunu anlatır. İnsanlar kendilerini pazarlarlar, kendi hayatlarının CEO’su olurlar… Kendilerini optimize etmek ve doğru kararlar vermek iddiasıyla “varolurlar”. Bu sistemde siyaset, kişisel ahlakın bir tür "imtihanı" haline gelir. Her birimiz, kolektif kararlar yerine kendi ahlaki “markalarımızı” koruma refleksiyle hareket ederiz.
Sosyal medyada “takip eden, yönlendirir, gündemi belirleyen artık sahnedeki değil, izleyenlerdir”. İlk yorum, bir kural olarak yön tayin eder. Bir içeriğin nasıl algılanacağı, ilk üç yorumda kendini gösterir. Yorumlar fikir oluşturmaz ama fikre yön verir. Troller bunu herkesten daha iyi bilir. Kimse içeriği okumaz, sadece tepkilere bakar. Beğeni sayısı, anlatılandan daha önemlidir. İçerikte ne denirse desin, yapılan yorumlar yazının kaderini belirler. İçerik tıklanıyorsa doğrudur. Gerçeklik, popülerlikle ölçülür. Gerisi teferruattır. Byung-Chul Han, “Şeffaflık Toplumu” dediği kavramsallaştırmasında görünür olmak artık var olmanın ön koşuludur diyor. İnsanlar “görünmez olmaktan” değil, “görünmüyor” ihtimalinden korkarlar; yorumlar, beğeniler ve ilk tepkiler, gerçeğin yerini alır ve dijital kalabalığın yön tayin ettiği bir psiko-politik düzleme dönüşür.
Sosyal medyada “herkesin dikkat süresi, bir kahve fincanı kadardır.” Uzun yazılar okunmaz, ya da kısa yorumlarla kolaylıkla öldürülür. En az hak eden, en çok beğenilendir. Beğeni, nitelik göstergesi değil, görünürlük yarışının sonucudur. Caps’i yapılan tartışmayı kazanır. Tartışmalar, mantıkla değil montajla sonlanır. Takipçi sayısı, görüşün geçerlilik süresini belirler. Bir fikir, çok sayıda insan tarafından dile getirilirse doğru olması beklenmez. Kimse okuduğu şeyi tam okumaz. Başlık okunur, niyet tahmin edilir, yorum yapılır. Eli Pariser’in vurguladığı gibi, algoritmalar kullanıcıya yalnızca onaylayacağı içerikleri sunar; böylece dijital kamusallık, eleştirel düşünceyi değil, hızlı tepkileri teşvik eden bir yankı odasına dönüşür. Yorumlar içeriğin önüne geçer; okur, içerikten çok tepkiyi izler.
[Görseli yz yaptı, tarif ettim elbette ama ortalamayı tutturma gayreti ve mantığı hoşuma gidiyor, dört paragrafta anlattığım, düşüncelerimi konu hakkında düşünen dört ayrı isimle pekiştirdiğim için yazının başlığını "dört arkadaş" koymuştum, hemen altına daha kolay "anlaşılmak" için bir açıklama eklemiş- yazmış (!)]
Pazartesi, Nisan 21, 2025
Akışkanlık
![]() |
Hemen hepimiz, sosyal medyayı “yaşıyoruz” ama etkileri hakkında uzun uzadıya düşünmüyoruz, ne kadar “kapıldığımızı” anlamıyoruz hatta. Şimdilerde “akış” deniyor, akışına bırakmaktan söz ediliyor ya her birimiz sosyal medyanın akışı içindeyiz, beğenil ve tepkilerimizi, anlama ve anlatma biçimlerimizi belirleyen bir deveranda aklediyor ve konuşuyoruz.
Yukarıda siyasetçi dedim, siyasetçi ne yapar, pragmatik ve siyasal bir esneklikle farklı türden seçmenle yüzyüze olmaya çalışır. Oysa “şimdiki zamanda” o ne yaparsa yapsın, “eyledikleri” ve “konuştukları” bağlamından koparılarak sosyal medyada dolaşıma sokulur, sabitlenir ve kodlanır. Yani bir siyasetçi reel hayatta istediği kadar stratejik değişkenlik için çabalasın, sosyal medya onu sabitler, çünkü değişkenlik ahlaki bir zaaf olarak okunur, meseleler basitleştirilir, iyi-kötü düalizmine indirgenir. Sosyal medya, hikaye sever, siyaset de hikayeleştirilir, bir siyasetçi (orada var olabiliyorsa) kahraman ya da hain olabilir ancak…
Seçmenler çok mu farklı? Demokrasi, ne dersek diyelim, müzakere ve çıkar dengeleme sistemidir… ama sosyal medyanın mantığı içinde insanlar onu bir ahlaki aidiyet testi gibi yaşarlar. Demokrasi, seçenekler arası tercihtir. Üstelik bu tercihler (hele siyaseten azınlıksanız) ideallerimizle değil kısıtlarımızla şekillenir. Genellikle ikisi de bize uymayan seçenekten birini seçmek zorunda kalırız. Sosyal medya anlamaktan çok hislerimizle (ne hissettiğimizle) kendimizi var ettiğimiz bir “medium” olduğu için bu tercihimizden dolayı kendimizi “yargılarız”, “utanırız”, “itiraf ederiz: bir sağcıya oy verdim”, biliriz ki sosyal medyanın kurduğu etik düzlem insanları sadakatleriyle değerlendirir…
Hal bu olunca “mümkünler arasında en az kötü olanı seçtik” diyemiyoruz veya bu seçimin etikle ilgisi olmadığını düşünemiyoruz (daha doğrusu hissedemiyoruz). İnsanlar, utanarak-sıkılarak Mansur’a oy verdiklerini söyleme gereği ve baskısını bu yüzden duyuyorlar. Çünkü sosyal medya, ürettiği dualistik psikolojiyle dünyayı anlamlandırıyor, stratejik bir nedenle oy vermeyi utanç olarak nitelendiriyor. “Onu seçtim ama bu ben değilim”, “onu seçmek zorunda kaldım” vs diyen insanlar okuyoruz…
Hatırlayanlar olacaktır, Bauman “akışkan modernlik” diyerek modernitenin (kimlikler, kurumlar, roller bakımından) katı kalamadığını akışkan bir biçime dönüştüğünü söyler. Hemen her şey geçici, belirsiz ve hızlı değişebilir olduğu için insanlar, kendilerini sürekli güncellenmek zorunda kalırlar, kendilerini rahatlatacak sabit referanslar ararlar ve bulamazlar. Bugünün seçmeni, sabit bir ideolojik zemine göre değil, geçici duygusal ve sosyal medya baskılarına göre hareket eder.
Sosyal medya ise bu akışkanlık içinde (sabitlikle hiç ilgisi olmamasına karşın) sahte bir sabitlik üretir. Sabitlik, yaşadığımız dönemde bir iddia olarak güçlü olmanın en büyük göstergesidir. O hayali sabitleme ile insanlar, düşünce ve hislerini utanılacak bir tutarsızlık gibi yaşıyorlar demek istiyorum. Bauman ise bu “çelişkinin” şimdiki zamanın doğal bir sonucu olduğunu söylüyor.
Diğer yandan “kendimle çelişiyorum” duygusu, aslında demokrasinin sağlıklı işlediğini de gösterebilir. Umberto Eco’nun deyişiyle kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, belli sürelerle bizim için çalışacak siyasetçiler (servis sağlayıcısı) seçiyoruz…
Devam edeceğim…
[Görseli yz yaptı, yazıyla ilgili yorumunu ajitatif yapmış, ilginç olduğu için paylaştım.]
Pazar, Nisan 20, 2025
Obristan'da Bir Dev
Video paylaşırken, blogger "size" ile ilgili bir sınırlandırma getiriyor, çözünürlüğü düşürerek paylaşıyorum mecburen...
Cumartesi, Nisan 19, 2025
Male Gaze
![]() |
![]() |
Cuma, Nisan 18, 2025
Hot take
![]() |
Sırrı, bağlama göre konuşan, politik bir esneklikle yaşayan bir siyasetçi, farklı siyasi aktörlerle görüşmesi, uzlaşması, hatta karşılıklı tavizlerle yeni dengeler kurması bekleniyor ondan. Niye konuşuyor, niye gülümsüyor, niye tokalaşıyor gibi hınçlanmalar bir siyasetçi için anlamsız sorular ve suçlamalar. Bir siyasetçi ne iş yapar ki, ne yapmalı ki… Sosyal medya, reel siyaseti kendi deveranında “hissetmek” istiyor. Masadan kalksın, hiç oturmasın, yumruğu vursun falan filan… Nasrettin Hoca, Timur’la konuşmaya gitmiş, biliyorsunuz değil mi o fıkrayı…
Doğrudur, kutuplaşma var, adaletsizlik ve çaresizlik yaşanıyor, travmalarımız gırla, e herkes bağırarak konuşuyor, hepsini kabul ediyorum. Ama hıncı, bu düzen karşısında doğal bir duygusal tepki olmasını “barış konuşacaksak” normalleştiremeyiz.
Sırrı hakkında son üç günde yazılanlar, aslında neyi-nasıl hissettiğimizi, her bakımdan nasıl hınçla birbirimize bağırdığımızın trajik bir örneği oldu… Malum hınç, derinlik gerektirmez, kelime azlığı şiddetle telafi edilebilir …
Genel olarak insanların kendilerine ait, kişisel tınısı olan bir fikirlerinin olmadığı görülebiliyor. Sosyal medya hız ve görünürlükle var oluyor, özgünlükse yalnızlık getirebilecek bir şey, ne kadar farklıysan o kadar “görünmez” oluyorsun… Oysa kutuplardan birine ait olmak, hazır düşmanlara küfretmeyi, onlara küfrederek alkışlanmayı kolaylaştırıyor. Özgün olamayan hınç yoluyla varoluyor demek istiyorum. Düşünmesine gerek kalmıyor, öfkelenmesi yeterli oluyor. Sabır ise bir duygu tanzimi demek, sakin ve mesafeli kalmak demek… Sırrı hakkında yazılan yorumlar öfke, hayal kırıklığı, hıyanet ve panik gibi hislerle bizi iteliyordu bir tarafa…Sabır gerektirmeyecek duygu yoğunluklarıyla konuşuluyordu.
Bir arkadaşımla konuşurken sürekli sabırsızlık vurgusu yaptığımı fark ettim. Oysa, bu tam bir sabır-sabırsızlık meselesi değildi. Sosyal medya siyasetinin doğası gereği böyle anlaşılıyordu. Hız kültürü”, “dijital acelecilik” veya “tepki toplumu” ne dersek diyelim “şimdiki zaman” böyle gelişiyordu.
İnsanlar, sosyal medyayı tetikte (ateş etmek için) izliyorlar, mutlaka bir şey söylemek istiyorlar, beklerlerse, onlardan önce başkaları söylermiş gibi geliyor onlara, “geç kalma” korkusu çekiyorlar. Herkes bir şey demek zorunda hissediyor, çünkü susmak — artık düşünmek değil, sanki korkmak ve geri çekilmek gibi görülüyor. Bu yüzden her gün “Hot take” denen şeyleri, bir olay olur olmaz, düşünülmeden ortaya atılan çarpıcı yorumları okuyoruz.
Lafım çokmuş, Sırrı’nın neşesi lazım bize diyerek kaçayım ben Mıstık Abi…
Perşembe, Nisan 17, 2025
Hoodie
![]() |
Seksenli yıllarda, para biriktirerek, İtfaiye meydanından ilk parkamı satın aldığımda, henüz onsekiz yaşında bile değildim, “şahane bir solcu” olmuştum, “herkes bana bakıyordu”, saz tıngırdatıyor, türkü söylüyordum, üstüne bi de bıyık bıraktım, tam oldum. Gel gör ki, ne zaman Kızılay’a insem, polis çevirip kimlik soruyor, çantamı kurcalıyordu, bir iki olunca, “biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum” diyerek kerametin parkada olduğunu anladım, temiz yüzlü ergen ben, parka giyince “amk solcusu” oluyordum. Parka beni bir kimliğe, o kimlik de bir tehdide dönüştürüyordu. Komünistler parka giyiyordu, Cem Karaca “Parkaa” derken volüm yükseliyordu.
Doksanlı yıllarda televizyonlarda polis tatbikatlarından görüntüler yayımlanırdı, işte eylemci düşman hedehüde hobejdobej sloganlar atıyor, polis de onları derdest ediyordu. İstisnasız bütün eylemciler parkalıydı, hee diyorsun, boğanın kırmızısı, ben bunu biliyorum. Devletimiz özellikle “soğuk savaşın” bitiminden sonra komünizmi ciddiye almaz oldu, polis tatbikatlarında ve televizyon dizilerindeki bütün kötüler puşi takar oldular.
Başa dönersek, anlaşılıyor ki şimdiki zamanın yeni parkası “kapüşonlu sweatshirt” olmuş… Meydana girmeyen polisten uzak duran genç eylemcileri izlerken bunu hemen fark ediyordunuz. Global popüler kültürde benzer tınılar yok değil, “hoodie” deniyor buna… Parka gibi “sol”, puşi gibi “etnik” görünen bir tonu yok. Skate ve hip-hop kültürü eliyle yaygınlaştı aslına bakarsanız… Ama tek yönlü gelişmedi. Mark Zuckerberg’ın gri renkli bir kapüşonu vardı hatırlarsanız, o yüzden Hollywood “coder” gibi görünenlere kostüm düşünmez oldu… Silicon Valley kültüründe takım elbise alerjisi olduğu için başka türlü yaygınlaştı, sadece rahatlığı değil “cool” olmayı vurguluyordu. Yani, kapüşonlu giymek bir risk değil, start-up kültüründe bir imtiyazdı; polis onlara şüpheyle yaklaşmıyordu, hepsi okumuş yazmış, iyi paralar kazanan akıllı insanlardı. İşçi sınıfının mütevazı giysisi bir meydan okuma simgesi olmuştu. Ne ki, popüler olan, daima farklı biçimlerde alımlanır. Amerikan polisi, kapüşonlu bir ergeni öldürmüş, büyük bir infial olmuştu, hatırlayanlar olabilir. Beyaz Amerika “Hoodie kültürünü” suçla (ve siyahlarla) ilişkilendiriyordu. “Million Hoodies” protestolarına katılan muhaliflerin hemen hepsi kapüşonlu giymiş, pek çok ünlü kapüşonlu fotoğraf çektirerek dayanışma göstermişti.
Giydiklerimiz ve giymediklerimiz, toplumsal bir mücadele alanına dönüştürülüyor demek istiyorum. Bir parka veya kapüşon, bulunduğumuz ortama ve bize bakanın önyargılarına göre her defasında yeniden anlamlandırılıyor.
Polisin kapüşonlulara duyduğu alerji boşuna değil, kapüşonlular hemen her kültürde tekinsiz ve “disrupter” görünüyorlar… Disrupter nitelemesi hakkında yazmaya devam edeceğim.
Çarşamba, Nisan 16, 2025
Salı, Nisan 15, 2025
Dumlupınar
![]() |
Pazartesi, Nisan 14, 2025
Dev-Genz
![]() |