Cuma, Şubat 07, 2025

Komşumun halleri

O yıllarda evliyim, ona göre hesap ediyorum, en az sekiz yıl olmuştur, bir yaz akşamı balkonda eski eşim ve oğlumla oturuyoruz, yan binada yaşayan benden en az yirmi yaş büyük bir kadın telaşlı ve nefes nefese bir halde dışarı çıkıp dolanmaya başladı, apartmandan birilerini arıyor, kimseyi bulamıyordu. Tuhaf bir durum olduğunu anladık, aramızda konuştuk ve ben (içimdeki çizgi roman kahramanı sesiyle) "yardımcı olabileceğim bir şey var mı" diye sordum-seslendim. 

Meğerse bir hırsız olabileceği şüphesiyle evine giremiyormuş, dairesinden çıkarken ışıklar kapalıymış, geldiğinde açıkmış filan... "Evham yapıyor olabilirim" diyor ama  neredeyse titriyor, o aşağıda biz balkondayız, yardımcı olabilmek adına "isterseniz ben eve girebilirim, birlikte kontrol ederiz" diye bir şey önerdim.

Öyle de yaptım, aşağı indim, anahtarı alıp daireden içeri girdim, odalara baktım, bir şey yoktu, sonra onu çağırdım, kontrol etmesini bekledim ve evden ayrıldım. Hayat kolay değil, evham, endişe, anksiyete, sıkıntı her hamlemizde bizi zorlayabiliyor. Önemli bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. 

Benim için ilginç olan bundan sonrası...

Bu teyzeyle bir biçimde komşuyduk ve doğal olarak karşılaşıyorduk. O geceden sonra sayısız kez yan yana, yüz yüze, karşı karşıya gelmişizdir, bir kere olsun bana selam vermedi, selamı geçtim, yüzüme bakmadı, bütünüyle ben yokmuşum, sanki bir görünmezmişim gibi geçip gitti yanımdan. 

Önceleri şaşırmıştım, sonra giderek meraklanmaya başladım, bir biçimde kendisine yardımcı olmuş birisine insan bir merhaba der, bir tebessüm eder gibi geliyordu bana... Galiba diyorum, bana ve dış dünyaya karşı bir zaaf gösterdiği için kendini suçluyor ve benden (bizlerden) utanıyordu... Belki, kendisiyle alay ettiğimizi ve küçük gördüğümüzü düşünüyor, o evhamını unutmak istiyordu falan filan... Aklından ne geçtiğini bilemiyorum.

Bu hissi daha sonra çok düşünmeye başladım, biliyorsunuz çeşitli savunma mekanizmaları var, insanlar kendilerini rahatsız eden hisleri (ve ona bağlı hatıraları) bilinçaltına itebiliyorlar, bu yüzden benden uzak duruyor olabilir, belki bana minnettar kalması gerektiğini düşünüyor ve borçluluk hissi onu rahatsız ediyor. Hiç bilmiyordum, “Indebtedness Theory” diye bir şey varmış, insanlar başkalarına minnet duymayı istemiyor ve borçlu hissettikleri insanlardan bile isteye uzaklaşıyorlarmış. Terapist bir arkadaşım, evham yaptığını ve abarttığını düşünerek “utanmış” ve kendince durumu rasyonalize etmiştir demişti. Mealen yazıyorum, bilişsel uyumsuzluktan söz etti. Yalnız yaşayan annem, bu hikayeyi dinlendiğinde yalnızlıktan içine kapanmış, nasıl teşekkür edeceğini bilemez olmuştur diyerek beni kederlendirdi. Sosyal anksiyete ve buna bağlı kapanmadan söz ediyordu aslında.

Şunu düşündüm hep, acaba evine giderken bizim evin balkonuna bakabiliyor mudur? Sahiden değerli, ikisi de benden yaşça büyük iki “arkadaşım” bir gün manen şiddetli bir kavga ettiler. İkisiyle de konuşuyorum, biri diğerinin sıklıkla uğradığı kahvenin olduğu sokaktan geçemiyor, oradan biliyorum. Hayat zor derken, yapıp ettiklerimizi katmadan söylüyoruz bunu… Haa zor...

Çarşamba, Şubat 05, 2025

Faydalı Bilgiler Ansiklopedisi 6


Resim, 1984 yılından, New York'tan, anlamışsınızdır, kentsel dönüşüme karşı çıkan bir ev sahibi, hoşnutsuzluğunu göstermek için bir pankart açmış, arsa simsarlarının uzak durmalarını istiyor.

Her büyüyen şehir, aşağı yukarı, elli yılda bir bu türden dönüşümler geçirir. Binalar yaşlanır, can güvenliğini tehlikeye düşürecek bir deformasyona uğrar vs... Veya bunlar bahane edilerek, aynı araziler yeniden alınır satılır, binalar yıkılır yeniden yapılır, birileri kazanır birileri kaybeder...

Kentsel dönüşüm, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklı yaşanıyor.

Ben resimdeki protestoyla ilgileneceğim. Biz "yıkmayın, uzak durun", "simsar", "yıktırmayız" demeye ne zaman başladık mesela...


1957 yılından bir Akbaba kapağı, yaşlı çiftin beybabası, bekçiye turşucuyu soruyor, "nereye gitti acaba?". Bekçi cevaplıyor, "imara gitti"


1958 yılından, çadırda yaşayan aile neşeleniyor: o yıl "istimlak olmayacakmış", yaşasın!


Bu da 1959'dan... Yaramaz velet, evin duvarına yıkılacak manasında dozer resmi çizmiş, ev sahibi oğlanı kovalıyor vs...

Üç kapakta da endişe var, kabullenme var ama açık biçimde niye yıkıldığını sorgulayan bir eleştiri yok...

1957-58 yılları İstanbul ve Ankara'da, evlerin yıkıldığı, caddelerin genişlediği, şehrin başkalaştığı, apartmanların çoğaldığı yıllar...O yılların yıkım hikayelerini dinlerseniz, insanlardab, özellikle yıkılan teneke mahallelerin, eski ve ahşap evlerin sakinlerinden en çok "ucuza" gitme şikayetleri duyuyorsunuz. İstimlak parasının azlığı, yeniden açılan davalar, itirazlar, üç kuruşa sokakta kaldık demeler vs vs...Gerisi, nostalji...Ah ne güzel komşulardık!

Protesto ve yıkıma yönelik isyan, 70'li yıllara kadar pek yok...Hiç yok demiyorum, mesela Sulukule 1950'li yılların sonundan itibaren boşaltılmak istiyor. Çingene mahallesi direniyor, kabullenmiyor...Fatsa'ya Gürcü direnişi dersek azımsamış mı oluruz? Oluruz ama bu farklılığı hesap etmemek saçma olur...Sulukule, Çingene mahallesi olmasa dayanabilir miydi, ben emin değilim. Yine 1957-58 aralığında Ankara'nın en eski mahallelerinden biri olan Hacettepe bu yıkıma dayanamıyor misal... O kadar kavgacılar, o kadar kabadayıları var, o kadar mahalle kültürleri var, yapamıyorlar işte...Karar alınıyor, 27 Mayıs sonrasında da yürürlüğe konuyor...Mahalle yıkılıp üzerine hastane yapılıyor. Oysa, hastane için yer mi yok Ankara'da...


Kapak 1957 yılından. Apartmanın yanındaki eski ev yıkılmamış. İki kulağı kesik, şans talih artık neyse, sırıtarak, yıkılmamayı konuşuyorlar: "Adnan Ağabey" geçmedi mi bu sokaktan? Aslında çok anlaşılır değil, kapaktaki espride "gözden kaçma" mı yoksa "tophaneli külhanların kollandığı" mı vurgulanıyor belirsiz. [Akbaba, lümpenleri, sokaktaki adamı hiç sevmez çünkü.]

İlginç olan, bu evler yıkıldığında kimin para kazandığına ilişkin bir eleştirinin olmaması...

Yeşilçam, gecekondu mahallelerine göz koyan Müteahhit tiplemesini çok sevmişti... Pürosunu tüttüren, viski içen, şımarık çocuklar yetiştiren fabrikatörler 27 Mayıs öncesinde yok muydu? Vardı ama onları Yahudi olarak resmediyordu popüler kültürümüz. 

Türk işadamlarına ve müteahhit olarak devlete ses etmeyi istememeşiz...

Veya "daha iyi eve çıkmak", "sınıf atlamak", "daire sahibi olmak" Türklerin hoşuna gidiyor...Eskisi yıkılsın yenisi yapılsın derken bir sorun görmüyorlar, kimse mutsuz değil...

Simsar, yine simsar ama bizimle paylaşırsa, ecicik bize de koklatırsa Vallaha billaha mesele yok galiba...

Salı, Şubat 04, 2025

Özür ve Telafi Gayreti

Hafta sonu değişik bir şey oldu, bir arkadaşım telefonla aradı, öyle çok yakın bir arkadaşım da değil, ortak arkadaşlarımız olan, iş için biraraya geldiğim biri… Çok çok az görüştüğüm biri… Özür dilemek için aramış beni… İster istemez şaşırdım. Cidden yirmi yıl önce filan, bana haksızlık etmiş, küstahlık yapmış ve saire… Doğrusu hatırlamıyordum, bir de çocuk küslüğüm vardır benim, o denli yoğunlaşamıyorum, aklımda tutamıyorum. Hatırlamıyorum diyemedim ama hiç önemli değil filan yaptım. O da benim bunu büyütmeyeceğimi, çok üzerinde durmayacağımı bildiğini söyledi. Kendimle ilgili bir durum diye ekledi.

Üstelemedim, konuyu değiştirip, sohbet açtım. Aradan yirmi yıl geçmiş, aklı orada kalmış,  önemli bir hesaplaşma yaşıyormuş gibi geldi bana. Büyük laflar etmek istemem ama belki de geçmişte yaptığı hataları telafi etme ihtiyacı hissetti. Benim için önemsiz olan bir şey, onun içinde hatırı sayılır bir yük olmuştu… 

İnsanlar geçmişe baktıklarında yaşarken fark etmedikleri ya da önemsemedikleri şeyleri farklı bir gözle görebiliyorlar. Hayat kolay değil, hepimiz az ya da çok zorlanıyoruz. Hatalar yapıyoruz, özrü hakediyoruz şu bu... İnsanlar genellikle durumu idare etmek ve karşısındaki insanı sakinleştirmek için özür dilerler., 

Biliyorsunuz, özür esasen, onarmaya yarar, suçluluk duygusunu hafifletir, mağdura saygı gösterilmesini sağlar, sosyal psikolojide özrün toplumsal denge için önemli olduğu anlatılır durur.

Bizim özür dilemekle ilgili güçlü bir geleneğimiz yok, oysa bu doğrudan doğruya vicdan ile ilgili bir  hesaplaşma demek. Hatamızın kabulüyle başlayıp bizi sorumluluk almaya zorladığı için bir tür duygusal samimiyet göstermemiz gerekiyor. Eğer mümkünse telafi önerisi yapmamız icap ediyor filan…Aristoteles, özür ile telafiyi hep birarada düşünür. Kant, özür dilemenin ahlaki bir yükümlülük olduğunu anlatır. Arendt, sersemliğimizin farkında olduğundan affetme ve özür dilemenin insanı geliştirdiğini tatlı tatlı anlatır. Yük atmak gibidir bu onun için, geçmişten sıyırılıp yeniden başlayabilmeyi sağlar.  

Doktora yaparken, bir hocamız, öğrencisini azarlamayı büyük bir gösteriye dönüştürür ve meseleyi uzattıkça uzatırdı. Çok bildiğim bir şey değil ama galiba Derrida’ya göre sahici bir özür, karşı taraftan bir yanıt beklemeden, ondan gelecek cevabı hesap etmeden verilmelidir. Hocamız da hata yapan birinin herkesin önünde samimi bir biçimde özür dilemesini şart koşuyordu. Enikonu abartıyor, bence saçmalıyordu. O Derrida dedikçe Derrida’ya küfretmiştim.

Başa döneyim, arkadaşım, niye özür dilemek istedi, bunca yıl sonra beni niye arayıp buldu bilmiyorum, umarım rahatlamıştır. Yazıyı özrünüz ve telafi gayretiniz eksilmesin efenim demek için yazdım… Son cümleyi "amca" edasıyla söylemiş sayın lütfen...

Pazartesi, Şubat 03, 2025

Sevelim

Fırsat kollayanları,

Volkanlıları,

umurunda mı dünya dedirtenleri,

büyük yelkenlileri,

westernleri, Bernet'i,

akıllı kapakları,

hahayt zamanlarını,

rekor için topluca delirenleri,

mahalle hikâyelerini,

iyi ki varlar dediğim fotoğrafçıları, Robert Doisneau'yu,

zoom in! detayları,

manyak kovalamacaları,
sinemayı,
 ve çizgi romanları seviyorum. Aslını unutan bizden değildir Batman, kedilerden uzak dur!

Pazar, Şubat 02, 2025

Marianne Faithfull
















Marianne Faithfull ölmüş, ben büyürken az çok bilirdim ama geçtiğimiz on yıl içinde global popüler kültürde bir gençlik arketipi olarak o kadar çok karşıma çıktı ki şaşırmaya başladım. İstisnasız herkes onu yirmili yaşlarıyla hatırlamak istiyordu. Ünlü erkeklerin peşinden koştuğu, masum ve çekici bir görünüme sahip bu tuhaf sesli kadını sanki başka türlü düşünmek istemiyordu kimse; bir gençlik idolü, graffiti örneği, direniş temsilcisi ve ergen isyanı fotoğrafı olarak o yaşlardaki haliyle hatırlamayı tercih ediyorlardı, çeşitli reklamlarda, nostaljik metinlerde hep bu yıllardaki haliyle kullanılıyordu. Tamam demiştim, yaşlılık sevilmiyor, herkes güzel yaşlanmıyor şu bu... Ama Marianne Faithfull neden sadece bu genç kız haliyle hatırlanıyor? Bir şeye denk düşmese bu kadar (ve bu biçimde) hatırlanamaz.

Marianne, 60 ve 70'lerin çarpıcı kadınlarından biri. Müzik dünyasında pek çok ünlü solistle uzun (ve kısa) süreli ilişkileri oluyor. Kendisi de şarkıcı, çatallı, acı çekmiş birini andıran bir sesi vardı. Sigaradan çatlamış ya da bir şeyler içmeden şarkısını sürdüremeyecek hissi veriyordu insana. Benimkisi sonradan bir ilgi olunca epey bakınmıştım… Kim bu kadın diye… Elli yıl öncesinden söz ediyorum… Mick Jagger'la olan ilişkisi, Lennon-Ono beraberliğine benzetilmiş. Hoş, o dönemin pek tuhaf çifti vardı ve çoğu, Lennon-Ono ile kıyaslanırdı. Faithfull, oyunculuk da yapıyor. 1968 yapımı Motosikletli Kız'daki Rebecca rolü Batı Avrupa kültürünün halen popüler ikonlarından biri. Sayısız göndermeye rastlarsınız bu film ve Faithful'la ilgili.

Mick Jagger, onun için Sister Morphine adlı ünlü bir şarkı yapmıştı. Merhameti ve kanundışılığı kabullenen fedakar bir kadın vardı sözlerinde, morfin krizinin ve ölümün eşiğindeki erkeğine yardım ediyordu:

"İşte burada, hastane yatağımda yatıyorum / Söylesene Morfin Abla, ne zaman tekrar geleceksin yanıma / O kadar bekleyeceğimi sanmam / Görüyorsun o denli güçlü değilim (...) Karabasanımı rüyalarımla değiştir/ Görmüyor musun hızla solup gidiyorum" vs vs...

Bertolucci, Dreamers filminde ondan ilham aldığını söyledi, Patti Smith ne kadar etkilendiğini sayısız kez anlattı (meraklısı şarkı söyleyiş biçimlerini en az benim kadar benzetecektir), Saint Laurent onun androjen bohemliğinden esinlenerek koleksiyonlar üretti. Kate Moss tarzı için doksanlardaki Faitfull yorumu denirdi… James Hetfield onunla düet yaptı… Sayılmayacak kadar çok örnek var…Gerçekten öyle çok gezindi ki, halen de “geziniyor”…

Bir sürü şey oluyor, Jagger’dan sonra ilişkiler, evlilikler yaşıyor, çok aşık olduğunu söylediği şair bir sevgilisi var, onun intiharıyla kahroluyor, uzun süre uyuşturucu tedavisi görüyor vs vs Sadece olumsuz gelişmeler yaşandı demiyorum, daha iyi bir şarkıcı-yorumcu oldu, daha derin işler de çıkardı belki ama global popüler kültür açısından onca şeye rağmen otuz yaşını hiç geçemedi, hep o yıllarda kaldı, sonrasını başka bir kadın yaşıyor gibi oldu… Yaşlanma, değişme ve gelişme hakkı elinden alındı adeta… Genç yaşta ölen başka ikonlar var, James Dean, MM ve hatta Kurt Cobain gibi…Marianne F.  erken yaşta ölmüşçesine başka tür bir örnek oldu….

Galiba diyorum o yıllardaki ergen zekası (ve o ergenlerin yaş aldıkça büyüyen nostaljisi) esrarlı, şehvetli, incecik, kırılgan ama ters köşeye yatıran melankolik bir masumiyet istiyordu. Galiba diyorum, günümüzün fitness çılgınlığı öncesinde bugüne taşınabilecek bir zayıflığı ve fitliği vardı, o hali yeniden popülerleşerek yaşamasını kolaylaştırdı. Kendi deyişiyle o yıllarda anoreksiyaymış, sonradan obezite sınırlarına varmış çünkü… Dedim ya galiba diyorum, yazarak düşünüyorum, cevabını bilmiyorum… Doksanlarda birisi onu anlatırken Madonna’ya benzeterek “Beatnik Madonna’sıydı” filan demiş, geleceğe ve yaşanan “şimdiki zamana” bağlanan bir tuhaflığı varmış diyelim… Yaşayacak ve "gezinecek" artık biliyoruz. 

Cumartesi, Şubat 01, 2025

Dizi dizi dizildiler

Memleket dizilerinin asıl meselesi, reklam pastasının küçülmesiyle ilgili, gelirleri düşen kanallar ödeme güçlüğü çekiyorlar, haliyle diziler yüksek maliyetlerini karşılayamıyor. 

Bunun ilk önemli sonucu,  geç ödeme yapabilen kanalların, bu gecikmeye finansal olarak dayanabilecek büyük firmalarla çalışması demek. Bölüm ücretlerinin geri dönüşü üç ayı buluyor ve geçiyor çünkü. Bu sürede çalışanlar hak ettiklerini almaya devam ediyorlar, almadan vermeyi, kazanmadan harcamayı karşılayabilecek olanlar ancak büyük yapım şirketleri oluyor. 

Tekelleşme deniyor ya, kanalların büyük firmalarla çalışmasının önemli bir başka sonucu daha var, o denli büyük sermayeniz yoksa, projeniz ne kadar iyi olursa olsun, mevcut şartlar gereği kanallar tarafından kabul görmüyorsunuz. En iyi ihtimalle büyük şirketlerle ortak iş üretmeye yönlendiriliyorsunuz. 

Büyük şirketler ise işlerini asıl olarak yurt dışına satmak istiyorlar, ancak o zaman istedikleri ölçülerde para kazanabiliyorlar. Yurt dışında Türk dizisi demek soap opera demek, güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler demek. Biz içerde bu tür dizilere kadın hikayeleri diyoruz, onları yurt dışında tanınan oyuncularla çekiyoruz. Oyuncu menajerleri bu durumu anladıkları için o oyuncuların ücretlerini sürekli artırıyorlar. 

Yapımcılar da satışı kolaylaştırmak için başarı kazanmış yabancı dizileri senaryo olarak satın alarak yeniden üretiyorlar. Bilinen ve satılan bir yabancı dizi, Türk uyarlaması olarak bir kere daha satılıyor. Biz bir de uzun bölümler ürettiğimiz için daha da ucuz oluyoruz şu bu... 

Sorun şu ki, hele üç yıldır filan, biz dizi çekmiyoruz, yurt dışına satılacak kadın hikayesi çekiyoruz. Komedi dizisi çekilmiyor deniyor ya, çekilemez çünkü yurt dışına satılamıyor. Şöyle anlatayım Cem Yılmaz ya da Gülse Birsel, hatta Gibi dizisinin yurt dışında karşılığı yok. Yani bizim popülerimiz değil, yurt dışında popüler olanlar iş yapabiliyor ancak. 

Sadece mizahi işler değil elbette, bizde kadın hikayeleri dışındaki her şeye "erkek işi" deniyor, çok azlar, bir iki kanalda numune gibi birer tane yayımlanan "erkek işleri" var, artık onlar da ancak içerde reyting alırsa devam edebiliyor. Küçülen ekonomi ve reklam pastası nedeniyle reyting de yetmiyor artık. Kurtlar Vadisi bugün başlasa beş bölümde kalkabilirdi. Veya ancak TRT'de yayımlanabilirdi. 

Neden aynı oyuncular ve neden aynı yapım şirketleri sorusunun cevabını daha çok buralarda aramak gerekiyor. 

Benim anladığım kadarıyla partinin kanalları yurt dışı satıştan pay almak istiyor, kendileriyle çalışmayan büyük yapım şirketlerine baskı yaptıkları da görülüyor. Onlarla çalıştıklarında yurt dışı satışı olan oyuncularla da iş yapmış olacaklar. 

Kanallara gelince, yine görünen o ki, bu yıl, pek çok kanal el değiştirecek, yeni kanal patronları olacak...

Biraz hızlı yazdım, yok gezi, yok oğlan satıyor-kadın satıyor palavra demek istiyorum. Sorsan herkes biliyoruz yapıyor ama niyeyse yine de konuşuyorlar. 

Cuma, Ocak 31, 2025

Son Okuduklarım 104

İki Hovarda Öykü başlığı altında iki ayrı Fransız yazardan aşk entrikası hikayeleri kullanılmış. Yazarları hiç bilmiyorum, daha önce hiç okumadım. Öykülerden ikincisi ilkinden daha ilginç. Baştan çıkarıcılıkla ilgili daha doğru bir düzlemi var. Türe genel olarak "roman libertin" deniyor ve onsekizinci yüzyıldan bu yana yaşıyor. Bir yanıyla Fransız aristokrasisinin ahlaki çöküşünü anlatsa da bugüne kadar yaşamasının asıl sebebi cinsel özgürlüğü-erotizmi içermesinde gizli. Her bir karakter o kadar kurnaz ve hesapçı ki, baştan çıkarmayı maharetle icra ediyor ve gülümsetiyor. Laclos ve Sade türün en bilinen yazarları sayılıyor. Diderot ve hatta otobiyografisi ile Casanova bile türle birlikte hatırlanıyor. Bizden Mehmet Rauf belki türe yakın şeyler yazmıştır denebilir. 

Claude Gueux, tipik bir Victor Hugo hikayesi, yaşadığı toplumla hesaplaşan, yön gösteren kararlı bir pedagog, güçlü bir liberter bir kez daha "suç" tartışıyor. Jan Valjan'la ya da Bir İdam Mahkumu'nun Son Günü'nde tekrarladığı ve itiraz ettiği meseleyi diline doluyor. Hugo yazarken bir gazeteci, bir sosyolog, bir baba, romancıları büyüleyen bir büyük romancı konuşuyor. Dünyanın her kültüründe sağcılar Hugo ile birlikte eleştirilmeye başlamış. Bönlük, bağnazlık, vasatlık, körlük, otoriterlik, tahammülsüzlük en çok onun sesiyle yumruklanmış desem abartmış olmam.

Perşembe, Ocak 30, 2025

Holivut Raksı

Fotoğraf, muhtemelen bir filmden alınmış, Muzaffer Nebioğlu Gilda pozu (Şeytan'ın Kızı Gilda, 1946), vermiş... Gilda filmi derken aslında filmden değil, Rita'nın (Hayworth) “Put the Blame on Mame” şarkısıyla gösterdiği sazlı sözlü danslı performanstan söz ediyorum.  Hanımefendinin elbisesi, omuzlarına düşen saçları, eldivenleri, işveli bakışları ve meydan okuyucu jestleriyle "Gilda" global popüler kültürün en bilinen femme fatale arketiplerinden biri sayılıyor. Gizem, zarafet ve elbette hissettirdiği erotizm yıllardır yineleniyor. 

Biliyorsunuz glokalleşme diye bir şey var, İngilizcedeki "globalization" (küreselleşme) ile "localization" (yerelleşme) kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir kavramsallaştırma. Küresel eğilimlerin, fikir  veya ürünlerin yerel koşullara ve beklentilere uyarlanması sürecini ifade ediyor. Bir tür yerel adaptasyon denebilir buna. Ünlü lokanta zincirlerinin ülkelere göre değişkenlik gösteren menüleri ya da Netflix'in özgün içeriklerini yerel üreticilerle yeniden geliştirmesi buna örnek olarak gösterilebilir. 

Groballeşme (Grobalization) tam da bu süreci eleştiren bir başka adlandırma, yerel kültürlerin baskı altında kaldığını, tek tipleştirici bir küreselleşme yaşandığını vurguluyor. Elbette bu duruma olumlu (iyimser) bakanlar var. Creolization nasıl adlandırılıyor bilmiyorum ama müzik ve mutfak üzerinde olumlu anlamda kültürel melezleşmeyi ifade ediyor. Hibritleşme de yine epeyce olumlu anlamda kullanılıyor, küresel ve yerel olanın yeni bir biçim oluşturduğu iddia ediliyor. 

Genç bir asistanken Hollywood hakkında tartışmalar yapar ve bütün yerel-ulusal kültürlere sızdığı için ulusal-milli sinema gibi bir adlandırmanın kullanılamayacağını  iddia ederdik. Hollywood güçlüydü, oburdu, istediğini devşiriyor, ayıklıyor, yutuyordu. Dünya, Hollywood'u seyretmeden film çekemiyordu. Langır lungur anlattım ama o zaman için çok yenilikçiydi bu görüş, aslına bakarsanız yeni filan değildi, ne ki, o günlerde şimdi olduğu gibi Halit Refiğ'in güdük (iki sıkımlık) "Ulusal Sinema" tartış(a)maması tekrar tekrar anlatılıyordu akademide... Çeyrek asır geçti, konuşa konuşa yaza yaza bitiremediler...

Başa döneyim, Muzaffer Nebioğlu'nu dansöz olduğu için giydirip Gilda'ya benzetmişler, arkadaki duvarda Holivut mermerleri, köşeli çeneleriyle esas oğlanlar filan...Muzaffer hanım, dansöz ya, Gilda gibi raks eder diye düşünmüş olmalılar, seyretmedim sahneyi ama sanmıyorum, benzetse-andırsa bir biçimde bugüne kalırdı... O yıllarda buna Nijat Özön filan taklit der, iğrenir bir edayla önemsemeden geçerdi... Glokalleşme filan akla hayale gelmezdi...Devrimci sinema Holivut'u yenecekti.

Hanfendinin yanındaki kedi ponçikmiş...

Çarşamba, Ocak 29, 2025

Hepsi Çöp

Çizg: Berat Pekmezci
 

Hugo


 
Çizgi Roman: Kariyerimin henüz başlangıcında çizgi romanla ilgilenmeye başlamıştım. Desen konusu ilgimi çekiyordu: Resimlerle anlatmak, çizgi romanda yazıyı ve diyaloğu kullanmak. Aslında çizgi romanla büyüdüm diyebilirim çünkü benim zamanımda çizgi roman tanıdık bir eğlenceydi.

Gördüğüm en büyülü yer: Fantezilerimde ve dünyamda, Batılı eğitimim nedeniyle belki de, İrlanda’ydı.  Muhtemelen modern hikâyeleri, Yeats şiirleri,  James Joyce’un İrlanda’nın fantastik dünyasını anlatan; küçük yeşil adamlarla, konuşan taşlar ve yapraklarla süslü hikayeleri nedeniyle böyleydi. Bu hikâyelerde bütün Kelt dünyası aktiftir: taşlar konuşur, gökler konuşur, otlar ve hayvanlar... hepsi de önemlidir. İrlanda’ya, işte tüm bunları görmeye gittim.

Mezarlıklar: Bence o kadar da uğursuz değiller, biraz karanlık biri olduğum için belki de. Ayrıca  karga da benim çok sevdiğim bir hayvandır.

Corto Maltese: Ona aşık olacak ya da ondan nefret edecek bir noktaya henüz ulaşmış değilim, bu bir sempati ve dostluk ilişkisi. Hayatımın şu döneminde kendimi Corto Maltese ile beraber kalmak zorundaymışım gibi hissediyorum. İrlanda’ya geliyorum ve Corto Maltese burada; Danakil’e gidiyorum, Corto Maltese orada; Venedik’e gidiyorum....Nereye gitsem orada ve Corto Maltese’nin yaptıklarından başka bir şey yapamıyorum.

Venedik’te yaşıyorum: Burada sinema olasılığı pek yok, kendimi bana yakın olan şeylere adadım. Venedik sizi düşündüren, dolaşmaya çıkartan ve sokaklarda yürüten  tarzda bir sanata sahip. Bu nedenle Roma’daki gibi Cinecitta’ya sahip değilim ama  fantezi dünyamı besleyen kanallara ve çok güzel bir kente sahibim.

[Hugo Pratt'la, hayatının son günlerinde, 1995'te yapılan bir söyleşiden]

Salı, Ocak 28, 2025

Seviyorum Üleen

Artist ve hınzır babayı,
artist ve hınzır oğulu,
güzeli,

ustaları,

çalışkan adamları,

yerinde duramayanları,

meydan okuyanları,
kolektif delilikleri,
geleneksel delilikleri,
alelacayip yerlerde çalan kemanı seviyorum.
İnsan sevdiklerine zaman ayırmalı...

Pazartesi, Ocak 27, 2025

Kaz yolar mısın?



Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahla bir veziri varmış. Bu padişahın bir gün canı sıkılmış ve
kıyafet değiştirerek veziriyle birlikte halkın arasına karışmış. Yolda giderlerken, bostanda çalışan
ihtiyar bir çiftçi görmüşler. Padişah yaşlı adama:
“Merhaba,” demiş.
Çiftçi de:
“Sana da merhaba,” diye cevap vermiş.
Padişah sormuş:
“Altıyı altıya kattın mı?”
“Altıyı altıya kattım. Fakat otuz ikiye yetiştiremedim.”
Padişah tekrar sormuş:
“Niçin kalkmadın erkenden?”
“Kalktım ama eller aldı.”
Padişah bir daha sormuş:
“Sana bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hay hay, bu işin ustasıyım.”
Konuşulanlardan hiçbir şey anlamayan Vezir şaşırmış.

Padişah saraya döndükleri zaman Vezir’e:
“Sen bu konuşmalarımızdan bir şey anladın mı?” diye sormuş.
Vezir:
“Hayır efendim, anlamadım,” diye cevap vermiş.
Padişah:
“Öyleyse sana kırk gün izin. Bunların ne demek olduğunu öğren. Eğer kırk gün sonra gene bilmezsen vezirliği elinden alırım.”
Vezir bu sözlerden sonra konağına gitmiş. Günlerce düşünmüş, yemeden içmeden kesilmiş. Hastalanmış, yatağa düşmüş. Bir gün küçük kızı yanına gelip babasına:
“Baba ne oldu sana? Derin derin ne düşünüyorsun?” diye sormuş.
Vezir:
“Bir şey düşünmüyorum kızım,” diye önce geçiştirmeye çalışmış.
Küçük kız ısrar edince başına gelenleri anlatmış. Küçük kız demiş ki:
“Baba, bunda düşünecek ne var? Sen o ihtiyarın bulunduğu yeri biliyorsun. Onun yanına git. Biraz para ver. Sana o sözlerin ne anlama geldiğini söylesin.”

Vezirin aklı bu fikre yatmış. Hemen heybesine altın doldurup yola çıkmış. İhtiyar çiftçinin tarlasına gitmiş. Adamcağızı işinin başında bulmuş. Ona doğru ilerleyerek seslenmiş:
“Sana bir şey soracağım. Eğer bana doğrusunu söylersen sana bir heybe dolusu altın veririm. Geçen gün buraya derviş kıyafeti giymiş iki adam gelmişti. Onlarla bazı şeyler konuştun. Neler konuştuğunuzu bana söyleyeceksin.”

Çiftçi demiş ki:
“Önce merhabalaştım. Halinden tavrından o adamın ölçülü, bilgili biri olduğunu hemen anladım. Sonra bana sordu: ‘Altıyı altıya kattın mı?’. Ben de ona ‘Altıyı altıya kattım, fakat otuz ikiye yetiştiremedim,’ dedim. Bunun da anlamı şuydu: Günde on iki kuruş kazanabiliyor musun? Bu soruya, on iki kuruş kazanabiliyorum, ama otuz iki dişin boğazına yetiştiremiyorum, diye cevap verdim. O kişi bana bir şey daha sordu: ‘Niçin kalkmadın erkenden?’ Ben de ‘Erkenden kalktım ama eller aldı,’ dedim. Yani niçin erken yaşta evlenmedin de erkek çocuğun olmadı ve yaşlılığında rahat etmedin, demek istedi. Ona erken evlendim, ama kızım oldu, o da gelin oldu gitti, dedim. Sonra benim bu halime acıyan adam, ‘Sana bir kaz yollasam yolar mısın?’ diye sordu. Ben de ‘Hay hay, ustasıyım,’ diye cevap verdim. İşte şimdi o adam seni bana gönderdi, sen eğer kaz olmasaydın buralara kadar gelmezdin.”

Çiftçi bütün parayı alır. Vezir sevine sevine padişahın yanına gider. Padişahla çiftçi arasında geçen konuşmadan ne anladığını efendisine anlatır.

Padişah:
“Sen eğer o ihtiyarın yanına gidip kaz gibi yolunmasaydın, bana bunları söyleyemezdin,” der ve veziri yine de görevinden alır.

Çiftçiye de bir kese altın gönderir.


[Sevdiğim bir masal, yıllar önce derlediğim Anadolu Masalları kitabıma da katmıştım.]

Pazar, Ocak 26, 2025

Fransızca

Altmışlı yıllara kadar Fransızların etkisindeyiz, az şey değil, sadece bize mi,  tüm dünyaya milliyetçiliği öğretmişler, "vatan millet Sakarya ve Paris kafeleri"... Kime sorsan yalan der, geçer gider de neyse... 

Okullarda öğretiliyor, gazetecisi, öğretmeni herkes Fransızca "biliyor", mösyöler, matmazeller dilimizde pelesenk, Amerikalıları bile Fransızlardan öğreniyoruz... Yukarıdaki kareler, otuzlu yıllarda bizde yayımlanmış Mandrake'den...Bir Fransız dergisinden bize devşirilmiş...Yani İngilizceden, orijinalinden değil Fransızcadan tercüme edilmiş... 

Biz o yıllarda, Fransız çocuk dergilerini izliyor, orada ne varsa yineliyor ve illa ki yerlileştiriyoruz. Amerikan çizgi romanları, örneğin Flash Gordon bizde Baytekin adıyla yayımlanıyor, X-9 Amerika'da bir Türk polisi oluyor filan...Aman çocuklarımız kandırılmasınlar, yok yere hayran olmasınlar korkusudiyelim biz buna...

Yukarıdaki diyaloğu okuyunca meğer dedim Fransızlar da bunu yapıyormuş. Mandrake "Hayret ne çabuk Fransızcayı öğrendi" diyor...Adam Amerikalı, onu da mı Fransız yapmışlar acaba diye merak ettim
 

Related Posts with Thumbnails