![]() |
Bu yaşıma kadar, çektiği sıkıntılar yüzünden ahalinin sokağa döküldüğünü birkaç istisna dışında hiç görmedim. Hal bu olunca, gel zaman git zaman, aynı soruya takılıp kaldım: İnsanlar nasıl katlanıyor? Neden isyan etmiyorlar?
Hayat yorucu, dünyayla kurduğumuz ilişki çoğu zaman pek fena. Maddi sıkıntılar, yenilgiler, kayıplar, türlü belirsizlikler… Her biri insanı tek başına korkutmaya, içine kapatmaya, yılgınlaştırmaya yeter de artar bile. Hatta “normal” olan, korkup geri çekilmek, dayanamamak. Ama biz (mecazen söylüyorum ) ölmüyoruz, kaçmıyoruz, göçmüyoruz ve bir biçimde yaşamaya devam ediyoruz.
Peki ne oluyor da devam edebiliyoruz? Nasıl oluyor da yıkılmıyoruz ya da her sabah, nasıl olup da kaldığımız yerden yeniden başlıyoruz?
İşin bir tarafında herkesin bildiği bir mekanizma var: Her şeyin bir gün daha iyi olacağına dair bir iyimserlik… Daha doğrusu, temenni ve umut. Hayal kuruyoruz. Bu hayal, başlangıçta, hayatta kalmanın bir tekniği gibi çalışıyor: “Bu böyle gitmez” diyebilmek, bugünün ağırlığını taşımayı mümkün kılıyor.
![]() |
Bu yüzden popüler kültür meselesini hafife alamıyorum. Popüler kültür, “zaten olan”ı parlatıp kader gibi sunan bir uyuşturma alanı olabildiği gibi, tam tersine, mevcut olanın içindeki imkânı görünür kılan bir mücadele eksenine de dönüşebilir. Mesele yalnızca “katlanmayı” öğreten anlatılarla oyalanmak değil, mevcut durumu yadırgatan, daha iyiye ve daha doğruya dair bir imkânı gösteren hikâyeler kurabilmek. Umut, şekere dönüşünce diş çürütüyor ama damarı bulunca güç veriyor.
Üniversitede çalışırken uzun süre bu damarı sözlü kültürde aradım. Özellikle fıkralarda ve deyişlerde… Otoriteyi ve baskıyı deşifre eden, maddi ilişkileri görünürleştiren, insanın dayanma gücünü artıran o küçük “çıkışlar”la uğraştım. Çünkü umut etmenin de, yadırgatmanın da bir tarihi olduğuna inanıyorum. Yoktan var olmazlar. Birikerek gelirler, dilden dile, kulaktan kulağa taşınırlar.
Nasrettin Hoca’nın karşısındaki Timur, her birimizin hayatında bir biçimde duruyor. Kimi zaman patron, kimi zaman öğretmen, kimi zaman aile büyüğü, kimi zaman “düzen” diye özetlediğimiz o ağır şey… Korkarak, kaçarak, kurnazlıkla (sözcüğü çekinerek kullanıyorum) direniyoruz. Direnmek dediğim şeyi her zaman yüksek sesli bir meydan okuma olarak görmeyelim. Bazen küçük bir ima, bazen utancı karşı tarafa iade eden tek bir cümle, bazen “bunu normalleştirmiyorum” diyen bir mimik de olabilir.
Hayatı dönüştüren şey elbette siyasi eylemlerdir. Ama eylemin de bir beslenme hattı vardır: hafıza, dil, mizah, tersine çevirme, ad koyma, utancı karşı tarafa iade etme… O kaynakları bulmak, hatırlatmak, yenilemek bana kalırsa siyasi mücadelenin tali değil, asli parçalarından biridir. Çünkü bazen insanı ayakta tutan şey “büyük teori” değil, doğru yerde söylenmiş tek bir cümledir. Bazen de tam vaktinde patlatılmış tatlı bir espri: Bir anlığına nefes aldıran, insanı kendine getiren bir şey.
İşten güçten fırsat bulsam, tam da bu hat üzerinde “ben buna razı değilim” demenin yollarını bulmuş sözlü kültür deyişlerini çalışacağım.
![]() |



3 yorum:
Bugün iyileşme varsa bile endüstriyel iyileşme var. Kimse kimseye iyi gelmiyor, hiçbir şey iyileştirmiyor, derman olmuyor. Her şey iyileştirme için satılıyor, alınan hiçbir şey iyileştirmiyor, çünkü iyileşme sürecinde daha, daha iyisi çıkıyor satılan şeyin.
Yazı yarım kalmış gibi?
Bir çıkış varsa, içimizde olabilir mi acaba ? Birinin birine iyi gelmesi gerekir mi ya da ? Kendimize ''iyi gelmenin'' yollarını arasak belki birine iyi geliriz diye düşünüyorum :)
Yorum Gönder