Pazartesi, Aralık 30, 2019

İyi Seneler


2018'de bir karar verip hayatımı sadece senaryo yazarak sürdürmeye başladım. Emekli oldum, yayın dünyasından epeyce uzaklaştım ve galiba kendime yeni bir hayat kurdum. Zaman çabuk geçiyor, acı tatlı derler ya, meşekkatli bir dönem geride kalmış... 

Her yıl sonunda neler yapıp ettiğime bakıp, kendime dair yeni planlamalar yaparım... Senaryo yazarak geçmiş yılım... Her bölümün yazımı bittiğinde duyduğum mutluluğu tarif edemem. O kadar yazı, kitap, doktora tezi filan yazdım hepsi hikayeymiş... 

Yukarıdaki alıntı Nazım Hikmet'in bir mektubundan... Bağlamı farklı ama kendime yakın hissettim.

Blutv için 2020 sonuna kadar üç dizi senaryosu teslim edeceğim, biri bitmek üzere... Arada başka işler de olacak gibi, umarım diyorum, 2020 iyi ve sağlıklı geçer... 

Geleneksel yıl sonu temennimi paylaşarak blogu bu sene için kapatıyorum.


Yeni şeyler öğrendiğimiz, neşeli, sağlıklı, tasası az bir yıl olsun. Daha önemlisi iyi insanlar olsun etrafımızda, yokluklarını da göstermesin bize... 
Beraber yürüyelim onlarla...
Hepinize iyi seneler

Pazar, Aralık 29, 2019

"Varım"


Gülümsetiyor bu tür cevaplar... Gülümsemek derken hem beğeniyorum hem de bir parça ergence buluyorum galiba... Amaç da o zaten... Genellikle şairler ve tiyatrocular yaparlar bu çıkışları... Ajitatif, sivri ve akılda kalıcı bir çıkış arıyorlar. Dikkat çekmek veya "konuşulan" bir cevap aramak da denebilir buna... Dost dergisi, Devlet Ana çıktığında bir soruşturma yapmış, çeşitli sanatçı ve entelektüellere romanı sormuş. İlhan Berk, böyle cevaplamış, "okumadım" "beğenmedim, görüş bildirmeyeceğim" dememiş, bir gösteri yapmış... Küçümsemiş, önemsemiş, kendini öne çıkarmış...

Mesele İlhan Berk veya Devlet Ana romanının niteliği değil... İnsanın,  dünyada varolma biçimi, "varım" deme arzusu... Sanat ve sanatçılarda bu his ve tavır meşru sayılıyor ama sanki (artık) onlara özgü filan diyemiyorum.

Vasıfsız çalışanlardan nitelikli iş gücü sahiplerine varıncaya kadar bütün insanlarda, yanılıyor da olabilirim, bana gittikçe öyle gelmeye başladı, kendileri dışında bütün insanları "salak" ve "cahil" bulma iştahı ve gösterisi var. Kimle konuşsanız, kendileri dışındaki herkese bir saydırıyor..."Bu millet" veya "biz" diye başlayan kestirimlerde bulunuluyor, üstelik bu kestirimler erkeklerin (ve erkeklerden öğrenen kadınların) "her şeyi bilme", "öğretme", "doğru olanı seçme" iddiasıyla da karışıyor... Gününü gösteriyoruz, kendimizi gösteriyoruz... Falan filan işte... Performans sanatlarımızdan "o ne yaa..."

Şov mast go on yaşıyoruz.

Cumartesi, Aralık 28, 2019

Altan Erbulak ve Gırgır


1981 yılında Milliyet Sanat, usta ve genç çizerlere Gırgır ile yaşanan yeni dönemi sormuş... Altan Erbulak da genç çizerleri değerlendirenlerden biri... Her zaman olduğu gibi iyimser ve teşvik edici bir cevap vermiş... Ben cevabından ilginç bir bölüm seçtim.

İlk kısım işin pratiğiyle ilgili... Gırgır'ı öne çıkartarak Aral'a hakkını teslim ederek dergi çalışanlarını "başka işe muhtaç etmeden" geçindirmesinin altını çizmiş...Bizatihi kendisi, o tarihte aşağı yukarı yirmi beş yıldır telifle geçinen bir çizer... Pek çok başka işi, örneğin oyunculuğu çizerlikle birlikte sürdürüyor, öyle ya da böyle, tek işle geçinememiş... Hele ki onun döneminde bir çizerin tek bir yerde çalışarak geçinmesi mümkün değil...Dergiler az satıyor ve az sattığı için telifler yeterli değil... Ta ki Gırgır'a kadar...

İkinci kısım, biraz espriyle anlatılmış... Tezgah denmiş, iş yetiştirmek denmiş, genç çizerlerin birlikte çalışırken, çizgilerinin birbirine (aslında Oğuz Aral'a) benzemesini "üzüm üzüme bakarak" deyimiyle betimlemiş... anlıyoruz ki Erbulak, gazetecilikten gelen bir refleksle "iş yetiştirmeyi" ve "iyi telif ödenmesini" yeterli görüyor... Benzemek (veya özgün olamamak) meselesini geçici bir durum olarak sayıyor. Dergi çıkarsa, telifler ödenirse o da düzelir diye bakıyor muhtemelen...

Gırgır'da, Aral'la birlikte çalışmasa ne derdi, nasıl bakardı bilemeyiz ama bence bu düşüncesi  değişmezdi, ısrarla yinelerdi.

Cuma, Aralık 27, 2019

Son Okuduklarım 37


Parisli Bir Burjuvanın Pazar Gezintileri, Maupassant'ın çömezlik döneminde yazdığı "hafif" pazar hikayeleriymiş. Hani daha pek de bilinmezken, denediği ve dikkat çekmek istediği türden işlerden olmalı. Beğenilirse talep göreceğini bilerek yazmış... Eğlenceli hikayeler diyelim... Müşkülpesent, ürkek, müzmin bekar ve yalnız bir memuru Paris çevresinde-kırsalında dolaştırıyor. Dönem mizahının tipik karakteristiğiyle farklı sınıflardan birileriyle karşılaşıyor ve o kontrasttan espri çıkarıyor. Mizahtan çok dil etkileyici... Kıvraklığı, zekası ve oyunbazlığı okutuyor. Plastik Sanatlarımız 1967, anladığım kadarıyla Ömer Uluç için çıkarılmış özel bir kitap... 1967 yılında Varlık dergisinde aralarında  Uluç'un da olduğu çeşitli sanat insanlarının bir "açık oturumu" derlemişler. Kitap iki dilli, diğer yarısı o toplantının İngilizce tercümesi... Konuşulanlarsa altmışlı yılların siyaset algısıyla malul. Tanzimattan bu yana Batılılaşamadık, devlet ne yapmalı, halk bizi anlıyor mu veya anlamalı mı... bir de soyut sanat... O yıllarda hangi dergiyi açsanız, hemen hepsinde konuşulan ortak sorular bunlar... Eğitim sistemimize dahil edilmiş imtihan soruları hatta... Cevabı da yok aslına bakarsanız. Milliyetçi, hafif anti entelektüelist, epeyce de bağıran bir yönü var bu soruların... Katılımcıların kendi aralarında "nezaketle" tartışmalarıysa ilginç... Vesika olarak ayrıca önemli. 80.Yılında Cumhuriyeti Afişleyen Adam İhap Hulusi Görey, bir sergi kitabı-kataloğu gibi... Ender Merter hazırlamış. Grafik sanatımızın, reklamcılık tarihimizin, ilüstrasyon geleneğimizin miladı sayılması gereken İhap Hulusi'nin çalışmalarından örneklerle derlenmiş... Sahafiye olarak aldım-buldum. Metin zayıf, ayrıntılı bir analiz ve tarihsel perspektif içermiyor. Ancak bir başlangıç noktası sayılabilir. İhap Hulusi'nin dünyası, seçkinciliği, reklam algısı, "resmi" istifleme biçimi daha ayrıntılı incelenmeye muhtaç. Modernliği ve sonradan eskimesi de grafik sanatlarımız açısından önemli. Soytarı Aşık, anlaşıldığı kadarıyla 14 Şubat için hazırlanmış bir Gaiman hikayesi. Adamın bu esnaf tarafını hiç sevmiyorum ama anlattığı hikaye güzel. Çizimlerse, nasıl desem, bu kadar "fotoğraf" olan işlerden artık hazzetmiyorum, estetik olarak anlamsız buluyorum. Daha çok çizgi, daha çok çini ve ardışık bir akışkanlık bekliyorum.


Fare ile Dağ, Gramsci'nin karısına yazdığı bir mektupta bahsettiği masaldan ilham alarak resimlendirilmiş. Masal, "iyilik isteyen iyilik yapmalıdır" gibi bir fikre dayanıyor. Herkesin birer birer yaptığı iyilikle sonunda dünyanın değiştiğine şahit oluyoruz. Gramsci söz konusu olunca insan ayrıca dikkat kesiliyor. Cahil, Ferit Edgü'nün cahillikle ilgili söz ve deyişlerinden-aforizmalarından oluşuyor. Her zaman parlak değil ama kibir ve zekayı dengeleyen, haliyle tartıştıran tarafları da var. Zihin açıyor. Bibliyomani, Flaubert'in henüz 14 yaşındayken yazdığı bir hikaye. Borges'in seveceği türden bir sahafı, bir kitap tutkununun "elde etme" arzusunu anlatıyor. İyi başlayan, iyi yavaşlayamayan, finaliyle şaşırtmak isteyen bir hikaye. Gazete okuru mu düşünülmüş filan derken Ayberk'in sonsözünden anlıyoruz ki gerçek bir olaya dayanıyormuş meğer. Final, en baştan belliymiş, Flaubert öncesini yazmış. Hikayeyi okurken Flaubert'in en sevdiğim Fransız olduğunu düşündüm, evet, öyle, kesin kararım. Mary Shelley'in Ölümlü Ölümsüz hikayesi de bir Borges seçkisine girebilir... Bir ölümsüzün aşk hikayesini anlatıyor, türe ilham veren öncü anlatılardan. Siz ölümsüzsünüz aşık olduğunuz kadın yaşlanıyor. Ne dram! Diğer yandan arada Shelley bunu hep yapar, hikayede bir savrulma var, boşa harcanmış bir enerji, vardığı yer itibarıyla gereksiz duran bir bölüm filan... Albümü, öyküden çok Maria Brzozwska resimlediği için aldım. Tasarımları güzel.

Perşembe, Aralık 26, 2019

İhap Hulusi ve gönderilmeyen mektup


Ender Merter'in "80.yılında Cumhuriyet'i Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey" kitabında (Literatür, 2003) rastladım bu mektuba...Yazılmış ama gönderilmemiş...

O tarihte 85 yaşında olduğuna göre 1983'te, Kenan Evren'e gönderilmek istenmiş... Niye vazgeçmiş bilemiyoruz, hali vakti yerinde bir aileden gelmesi, kendine ket vurmasını sağlamış olabilir.. Niye ricacı olacağım demiş olabilir...

Oysa mesele, ricacılık veya hali vakti yerinde olup olmamak değil... Telifle geçinen insanların geleceklerini teminat alamamalarıyla ilgili bir sıkıntı... İhap Hulusi'nin sonradan bir emekli maaşı oldu mu bilmiyorum...bu türden işler yapan herkes gibi yarın korkusu çektiği aşikar. Yarım asır iş üretiyor ve her bir işten sadece bir kere, o işi teslim ettiğinizde telif kazanabiliyorsunuz... O iş defalarca kullanılıyor, siz bundan miniminnacık kadar bile faydalanamıyorsunuz... Telifle geçinen sanatçıların genel sorunudur bu... Halen de adamakıllı çözülebilmiş değil...

Salı, Aralık 24, 2019

Dansöz


Dün akşam Dansöz oyununu seyrettim, Şamil Yılmaz yazmış, Sezen Keser de oynuyor. Zor bir meseleyi anlatıyor, bakma ve göstermeyle ilgili konuşturan-tartıştıran bir metin olmuş. Tek kişilik oyunlar ister istemez oyuncu performansıyla yürür, iyi oynuyor Sezen Keser, iyi çalışmış, oynarken gençleşiyor, tükenmişlikle yaşlanıyor. Oyuna yüksek girmeyi tercih etmişler, tahkiyede yüksek kalmak kolay değildir, oyuncuyu ve seyirciyi zorlayan bir zaafa dönüşebilir çünkü.. Oyun sürerken yükselmek istememişler...O fasıldan eleştirenler çıkabilir. Bu yıl seyrettiğim bir iki iyi oyundan biri.

Gülmecenin İşlevi


Gösteri, Mart 1985.

Pazartesi, Aralık 23, 2019

Yarım Asırlık Film İlanlarından Birkaç İmza...

Kırklı yıllar, Türkiye’de sinemanın yaygınlaşma çabaları ve arayış dönemi olarak adlandırılabilecek özellikler taşımaktadır. Bir önceki yirmi yıl olumlu ve olumsuz anlamda Muhsin Ertuğrul’la anılırken bir sonraki on yıllık dönem Yeşilçam olarak adlandırılacak yerli “film üretim sanayiinin” hem nedeni hem sonucu olacak gelişmelerle yaşanacaktır. Kırklı yıllar, 1938 tarihindeki film üretimine yönelik yasal düzenlemeler ve iyileştirmelerle birarada düşünülmelidir. O dönem üretilen filmler, yeni oyuncu kadroları, teknik ekipler ve yönetmenler, 1938 sonrası ortaya çıkan yapımevleri aracılığıyla piyasaya girebilmişlerdir. Ancak aynı tarihlerde yaşanan dünya savaşı, yerli sinemanın üretimini ve film gösterim sektörünün yaygınlaşarak gelişmesini sekteye uğratacaktır. 1938-1944 dönemi, savaşın getirdiği ekonomik zaafiyetlerine karşın, bir başka açıdan yerli sinemayı etkilemiştir. Savaş nedeniyle Avrupa’dan gerçekleşen film ithalatı seyir değiştirmiş, Mısırlı film şirketleri aracılığıyla film getirilir olmuştur. Avrupa filmlerinin piyasadaki yerini Amerikan ve melodramatik özellikleriyle Mısır filmleri alacaktır. Mısır filmlerinin, seyirciden gördüğü büyük ilgi yerli sinemayı etkileyecek, benzer nitelikte yerli filmler üretilecektir.

Savaşın getirdiği kaotik gelişmelere ve buhranlara karşın, kimi filmlerin sinema seyircisinden gördüğü olağanüstü ilgi, sinema üretimi ve gösterimini ekonomik olarak cazip bir sektör haline getirecektir. Yeni yatırımcıların artışı kadar, reklam, tanıtım ve çeşitli yayınlar aracılığıyla sektörün büyüdüğü de görülmektedir. Herşeyden önce salon sayısı artmıştır, film tanıtımları, Hollywood sayfaları yıldızlara yönelik magazinel haberler gazete ve dergilerde mutlaka kullanılmaktadır. Türün en bildik ve uzun ömürlü dergilerinden biri olan Yıldız'ın bu dönemde çıktığını hatırlatmalıyız. 1944 sonrası bahsi geçen gelişme ve değişimler, bir başka yasal düzenleme ve iyileştirme tarihi olan 1948'e’kadar bir misli artacaktır. Çoğu sinema araştırmacısı, 1948 yılını yerli sinemanın milad tarihi olarak tanımlarken, Lütfi Akad ile yönetmen sinemasını başlatmaktadır.

Sinema üretim ve gösterim sektörünün içinde olan gazete reklamları, fotoğrafın ülke içindeki gelişmemişliği – ve teknik olarak o dönem baskılarında iyi kalitede çıkamaması – nedeniyle çizgi ağırlıklıdır. Gazetelerde çıkan film ilanlarını albeniyle çizebilecek çizer-ressam ya da illüstratör sayısı da fazla değildir. Ratip Tahir ya da Ramiz gibi isimler bu tür çalışmaları hiç yapmamışlardır; gazete ressamlığı, birinci sayfa karikatüristliği ve dahil olunan bürokratik görevlerin yanında bu tür çalışmalar ticarîdir, biraz daha fazlasını söyleyelim apolitiktir ve yalnızca o ürünün satışını kolaylaştıracak bir iş olduğu için küçümsenmektedir. Bu sebeple o dönemin ünlü isimleri, Ulus’ta çalışan Ratip Tahir, Cumhuriyet’te çalışan Cemal Nadir, Tasvir’de çalışan Ramiz, Tanin’de çalışan Orhan Ural ve Salih Erimez film afişi/film reklamı hiç çizmeyeceklerdir. Hatta ilanlarda imzası sıklıkla görülen İhap Hulusi de sinema için çalışmayacaktır. Bu alan daha çok gençlere ve yeni yetişen – maliyeti düşük olan!- bir kuşağa kalmıştır. Ve Anglo-Amerikan tarzı reklamcılık ve tanıtım yapıldığından da olacak, buna en yakın isimler tercih edilecektir. Necmi Erkut, Nezih (?), Refik Epikman (RE), Faruk Alpkurt gibi dönemin çalışan illüstratörlerine rağmen öne çıkan isimler daha çok Türkiye Yayınevi çevresinden çıkacaktır. Yayınevi, çeşitli magazin, sinema ve çocuk dergileri yayınlamakta, bir çok çizeri bünyesinde çalıştırmaktadır. Çizerlerin yaptıkları iş, baskı tekniklerindeki imkânsızlık nedeniyle renkli yabancı çizgi romanların ve illüstrasyonların, birebir kopyalanarak baskıya uygun hale getirilmesidir. Bu uyarlama sürecinin kopyacılıkla ilgili ahrazları olsa da bir çok illüstratör ve çizgi romancının yetişmesini ve kendini geliştirmesini sağlayacaktır. Kopyalanan ürünler ve çizgiler Amerikan ağırlıklıdır. Tüm dünyada çizgi roman, illüstrasyon ve pin-uplarla ilgili olarak sinemada olduğu gibi Amerikan hakimiyeti, Hollywood’la paralel gelişen bir magazinelleşme vardır. Resimlerde kullanılan ögeler, bunların resim içi istifi ve çizgi üslubu “Amerikan” tarzı olarak yaygınlaşmaktadır.

Fotoğrafa yakın gerçekçi tiplemeleri vardır resimlerin, korku, endişe, heyecan ya da nefret türü ifadeler hakimdir yüzlere. Öne çıkartılmış erkek kahraman ve erotizmle anlatılan sevgili-kadın imgeleri resimlerin merkezindedir. Arka planda aksiyona dayalı sahneler – kovalamaca, kavga ya da şiddet yüklü kötüler – görülmektedir. Renkli resimlerde özellikli bir kırmızı-şiddetin ve erotizmin rengi olarak – ve siyah – esrar ve bilinmezliği çağrıştırarak – sıklıkla kullanılmaktadır. Bunun siyah beyaz resimlerdeki karşılığı ise olabildiğince az çizgiyle anlatma uğraşıdır. Taramaların bir acemilik ya da gereksizlik olduğu hakim bir düşüncedir.

Kırklı yıllarda yirmili yaşlarını süren Sururi’nin bu tarzın en ünlü çizeri olduğunu söyleyebiliriz. Sinema reklamları, pin-uplar, kitap kapakları, vinyetler ve karikatürler çizmektedir Sururi. Bedri Koraman ve Şevki Çankaya ile birlikte Anglo-Amerikan çizgi üslubuna, King Features ekolü ve Jack Kirby isminde özelleştirilebilecek desen ve illüstrasyon geleneğinin izleyicisidir. Sırf bu yüzden olacak, döneminde Amerikanvari bulunan Hürriyet Gazetesi yayına başlarken Sedat Simavi, Sururi – ve daha sonra Şevki’yi – gazetesine transfer edecektir. Bedri ise King Features tarzında çizgi roman ve illüstrasyonlar yapmayı Vatan gazetesinde sürdürecek, Hürriyet’in başarısı karşısında yeniden yapılanan Milliyet için, - bir çok çizer gibi - Abdi İpekçi aracılığıyla Ellili yılların ortasında bu gazeteye geçecektir.

Sinema reklamları, film için çekilmiş fotoğraflardan faydalanarak çizilmektedir. Aynı filmin farklı boyut ve kompozisyonlarda reklamları, dağıtımcı firma aracılığıyla sinema sahiplerine gönderilmektedir. Sururi’nin film ilanları da fotoğraflara dayalıdır. Kompozisyonun solunda ya da sağında kullandığı film adının hemen karşısında filmden bir sahne kullanırken, resmin alt tarafı, bir başka sahne ve oyuncu isimleriyle tamamlanmaktadır. Film ve oyuncu isimlerinin kaligrafisi / yazımı da Sururi’ye aittir. Başrol oyuncularının yüzlerinde gölgeler ve taramalar olabildiğince az kullanılırken, kompozisyonun siyah-beyaz dengesi gravür tarzına uygun bir biçimde fon olarak siyah tonlamalarla tamamlanmaktadır. Kimi zaman fon kadar dekoratif olan çeşitli süslemeler de kullanmaktadır kompozisyonda.

Sururi’nin dışında film ilanları çizen isimler, genellikle o dönem tanınmamış ressamlardır. Örneğin Turan Sabri, tarz olarak Sururi’yi izler, ancak onun kadar ince işçiliği yoktur. Atlas Film ve Halk Film için çalışmıştır. Sururi ile aynı kuşaktan olan ve sonraları ün de kazanan Firuz da bu tarzın izleyicilerindendir. Savaş sonrası, Mısır filmlerinin ithaline ağırlık veren Ceylan Film için afiş ve film reklamları çizmiştir. Melodramlara yönelik kompozisyonlarda duygusallığı öne çıkartacak vurgular yapmaktadır. Ancak Turan Sabri’deki sorunlar Firuz için de geçerlidir. Resimlerin siyah-beyaz dengesi iyi değildir, dramatize etki için kullanılan taramalar acemicedir. Sururi’nin yüzleri idealize etmek için kullandığı beyazlığın yerini keder ve mutsuzluk ifadesi çizgiler almıştır. Ancak ne o gerilimli ve kederli ruh hali anlatılabilmektedir, ne de çizgiler yerli yerinde kullanılmıştır.

Aslında Firuz ve Turan Sabri gibi bir çok imza çeşitli aralıklarla film ilanları çizmiştir. Özellikle Reklam Bürosu ve Reklam-Dekor gibi reklamcılık şirketleri aracılığıyla çoğu zaman imzalarını kullanamayan sayısız çizer çalışmıştır. Bunlar arasında Otuzlu yılların Alman grafikçilerinin ve Sovyet dışavurumculuğunun izlerini taşıyan örnekler dahi çıksa da Anglo-Amerikan tarzı hakimiyetini sürdürecektir. Bu biraz çizerlerin Türkiye Yayınevi için yaptığı kopyalardan gelme bir alışkanlığa, Hollywood’un ve King Features çizgi romanlarının yaygınlaşmasına bağlanabilir. Ancak aslolan, bütünlüklü olarak Amerikan tarzının toplumsal hayata nüfuz etmesidir. Politik, yön gösterici ve misyoner özellikleriyle kendilerini tanımlayan ve tanımlanan çizerlerin, bir önceki kuşak tarafından apolitik olarak kabul edilen çalışmalar yapmaya başladıkları bir dönemdir, Kırklı yıllar. Bir sonraki dönem, Amerikan tarzı gazeteciliğin biçim ve uygulamalarını izleyerek bütün gazeteleri peşi sıra sürükleyen Hürriyet’in olacaktır. Resmi görüşün ve yüksek kültürün dışladığı, kolay-ucuz-yoz sayılan – çizgi roman, polisiye, fantastik ya da bilim kurgu türü – anlatılar yaygınlık kazanacaktır. Bu yaygınlaşmanın parlak çizerlerinden biri olan Sururi de, ilginçtir, Ellili yılların ilk yarısında çizgi serüvenini Amerika’da sürdürmek üzere ülkeden göç edecektir. Sururi, Hürriyet gazetesine geçtiği tarihten sonra film ilanları çizmeyecektir. Onun bıraktığı boşluğu birkaç yıl sonra titiz çizimleriyle Mehmet Tekdal dolduracaktır. Ancak Ellili yıllarda fotoğraf kullanımının artması, baskı kalitesindeki gelişmeler ve nitelikli çizerlerin büyük gazetelerde yoğun çalışmalara girmesi film ilanlarının da değişmesine neden olacak, çizgi ağırlığı azalacaktır.

Bu yazı daha önce Geceyarısı Sineması 2001 kış (9) sayısında yayımlanmıştır.

Pazar, Aralık 22, 2019

Veysel toplumcu değildi


Aşık İhsani, halk ozanının "toplumcu" olması gerektiğini anlatırken Aşık Veysel'e bir eleştiri getiriyor, muhalif ozanların, Aşık Veysel'in devlet eliyle öne çıkartılmasından rahatsız olmalarını tahmin ederdim ama yazılı olarak rastlamamıştım. Nurettin Çakın konuşmuş, Dost Dergisi, Mayıs 1966.

Cumartesi, Aralık 21, 2019

Nefretin Bitmeyen Açlığı (2)


1927'de genç bir Yahudi kadın öldürülüyor ve teferruatını ayrıntılı olarak bilmiyorum ama Yahudi cemaati bu cinayeti ve sonrasında yaşananları protesto ediyor, "Adalet İstiyoruz" diye bağırarak gösteriler yapıyorlar. 

Aşağıdaki yazı -hikaye Akbaba'dan, haliyle gösterileri ve adalet isteğini millici bir refleksle hicvediyor. İlginç olan, hikayenin yazarının "seciyesi bozuk" bulunarak Ankara'ya ve Anadolu'ya, milli mücadeleye geçişine izin verilmeyen Yusuf Ziya olması... 

Okurken yaşadığımız hayatın çok değişmediğini de görüyorsunuz... 


Uzun yıllar İstanbul'dan uzak yaşamış bir dostumla Galata'dan geçiyorduk. Ansızın, bir ecnebi bankasının kapısından karşımıza o çıkıverdi:
Ooo... Maşalla, maşalla... Ne var ne yok bakalım?
İyilik... Sizde?
Koltuğundaki kat kat banknotları evlat gibi sinesine basarak kahkaha attı:
Bizde ne olacak?... Parasızlık!...
O sağa yürüdü, biz sola saptık. Arkadaşım sordu:
Kim bu fakir adam?
Meşhur bir Yahudi zengini!...
Üç adım ileride, koltuk değneklerine dayanmış tramvay bekliyordu. Beni görünce fersiz gözlerinin içinde, kansız dudaklarında bir tebessüm büyüdü. Hatırını sordum:
Nasılsınız efendim?...
Boynunu büktü, avuçlarını açtı:
İşte, dedi, gördüğünüz gibi!..
Arkadaşım kulağıma fısıldadı:
Kim bu zat?
Yüzbaşı Ahmed Bey... İstiklal harbinde bir bacağını kaybetti. Şimdi mütekaid... Ailesi de çok kalabalıktır!..

Ada vapurundayız... Beyaz sakallı, üstü başı tertemiz bir zat karşımda ayakta duruyor. Biraz sıkıştık, küçük bir yer açıldı:
Buyurunuz beyefendi...
Kemal-i edeple teşekkür etti ve oturmadı:
Bendeniz alt kamarada yer bulurum efendim, dedi, rahatsız olmayınız...
İki dakika sonra, iskeleyi sarsarak, kadınlara çarparak çil yüzlü, çini gözlü, ağzı kalabalık iki Yahudi oğlanı geldi, iri vücutlarını kucaklarımıza devirerek demin ihtiyar efendinin oturmaya teeddüb ettiği küçücük yere geçti...
Adaya gelinceye kadar, mütemadiyen fıstık yediler, para saydılar, ıslık çaldılar, kahkaha attılar...

Nizam yolundayız... Arkadaşım soruyor:
Şu beyaz köşkte kim oturuyor?
Bir Yahudi zengini!...
Şu saray yavrusunda?
Bir Yahudi tüccar!...
Aman, bu ne cici şey... Kuş kafesi gibi...
Bir Yahudi bankerinindir!...
Ya şu, karşısındaki?
Bir Yahudi kitapçının!...
Arkadaşım birden irkildi:
A... Olmadı... Bu eski kulübenin burada işi ne?
Kolundan tutup çektim:
Gel, dedim... Onda da ben oturuyorum!...

Ertesi gün Şişhane karakolunun önünden geçiyorduk... Uzaktan bir kalabalık sökün etti. Bir kalabalık ki, yuvarlandıkça büyüyen bir çığ gibi, her adımda çoğalıyor!
Genç bir Yahudi kızının tabutunu taşıyan bu azgın kalabalık, tramvayları zorla durduruyor, şoförleri dövüyor, polislere çatıyor ve mütareke günlerinde düşman ordularını alkışlayan o çıngıraklı sesiyle bağırıyor:
Adalet isteriz!:
Gözümün önünden bir anda, Galata'da rast geldiğim, koltukları banknot dolu Yahudi ile İstiklal Harbinde bacağını kaybeden yüzbaşı, vapurdaki o ihtiyar Türk efendisi ile o Yahudi oğlanları, adadaki beyaz köşklerle siyah kulübeler geçti ve ben de bağırdım:
Adalet isteriz!

Cuma, Aralık 20, 2019

Doğum günü vesilesiyle Aziz Nesin


Üç şiir göndermişler üç ayrı dergiye. Oraya, şuraya ve buraya. Askerden şair olmazmış, Aziz Nesin olamamış. Başka bir şey olmuş, yol üstünde. Karınca, masa ve masada daktilo. Hep sıkıntı, hep kepenkleri indirilmiş dükkân, hep dünyanın tekdüzenine isyan ve hep çalışan adam. Derin öfkeli ve meydan okuyan. Atatürk’e kızıp kendine “Nesin sen?” diye soran. Çocuklar ne yiyecek diyerek yazan, umudu dürten adam. Kavgacı koca, kavgacı oyuncu, kavgacı gazeteci. İtirazcı, yangınlı, herkesin tanıdığı aziz. Allah yoktur diyen günün adı. Mizahın gölgesi, iyi geceler, iyi günler diyen öğretmen sesi. Sokağın arzuhalcisi, hayatın tarihçisi, yan yana ve hep üst üste. Edebiyatın devrimci sonbaharı, büyük ve ürküten. Bakakaldık ardından…

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Çarşamba, Aralık 18, 2019

Selçuk Baran


Solgun kadın. Bozkırda bir şehir. Çehov’un kızı. Yavaş yanan ateş. Hüzün uçurtması. Yazılıp yollanmayan İstanbul mektubu. Bulvarda bir pastane, şehrin gençliğini büyüten sohbetler Ataç’tan. Opera’da hayal edenler. Akıp giden cümleler, ne kadar kadın, ne kadar akıllı. Nereye gitse serin. Gün batarken Ankara kiremit kırmızı. Selçuk Baran, romanın kısacık akşamı, az bilinen yokuşu.

Pazartesi, Aralık 16, 2019

Psikolog gözüyle zararlı neşriyat


Çizgi romanlar popülerliklerini yitirdiğinden beri karşıtlık içeren yorumları pek göremiyorum ama... en azından çocukluğum ve gençliğim sırasında öğretmenler, ebeveynler ve hatta sayılı entelektüeller çizgi romana karşıydılar. Çocukları hayal kurmasını engellediğini, çizgi roman okuyan çocukların okumaktan soğuduğu filan iddia ediliyordu. Daha uzun ömürlü olan eleştiriyse çizgi romanların çocukları şiddete yöneltmesiydi. Aşağıda çizgi roman karşıtlığına örnek gösterilebilecek, 70 yıl öncesinden bir yazı var. Yazının önemi, Sabri Esat Siyavuşgil gibi entelektüel ve özgürlükçü bir bilim adamının kaleminden çıkmış olması.

Bize çocukluğumuzda keyifli ve heyecanlı anlar yaşatan kitaplar vardı. Jules Verne'in ve M. Zevaco'nun Türkçe’ye çevrilmiş romanlarını birer birer hatmederdik. Tabii, bizi bu kitaplara, bağlıyan şey, macera zevki idi. Buluğ çağına kadar alâkalarınız, daha ziyade tabiati veya insanları yenen kahramanlarda toplanıyor. Bugünün çocukları, binbir tehlikeden kurnazlığile veya bazusunun kuvvetile kurtulup haksızlığı alteden film kahramanını nasıl alkış alkışlıyorlarsa, biz de bu romanlarda tek başına yüz kişiye saldıran silâhşöre veya icat ettiği acaip bir uçakla gökyüzünde günlerce dolanan mucide öyle hayran olurduk.

Birbirine bağlanıp giden heyecanlı maceralar arasında, gözlerimizin önüne tarih ve coğrafyanın, müsbet bilginlerin en meraklı ve en cazip sayfaları açılıp serilirdi. Meselâ Jules Verne'in Kaptan Hatras'ı bizi kutupların buzlu denizlerinde dolaştırırdı. Her sayfasında, ancak birkaç seyyahın gidip görebildiği o esrarlı diyardan canlı bir tablo seyrederdik. Çin’de bir seyahati okurken insanları ve âdetleri bizim için meçhul, muazzam bir ülkede yasar gibi olurduk. Deniz altında 20.000 fersah seyahat, bizi su altı âleminin binbir nebat ve hay-vanile karşı karşıya getirirdi. Araba ile devrialem, seksen günde devriâlem, balonla beş hafta seyahat ve diğer romanların her birinde, hem yaşımıza has macera hevesi ve zevkini tatmin eder, hem de bilgimizi arttırırdık. Silâhşörlü romanlar, yine aynı derece de heyecanlı vak'alar içinde, bize fasıl fasıl tarih öğretirlerdi.

Elbette ki bu romanların kahramanları ve vak’aları hayal mahsülü idi. Fakat gerek seyahat romanlarında, gerek tarihi sergüzeştlerde dekor hakikate uygun bulunurdu. "Onbeş yaşında bir Kaptan" da gördüğümüz Okyanus adaları, rasifler, yerli ahali romancının uydurması değildi, oraları gezip dolaşmış gemicilerin, misyonerlerin ve tacirlerin bizzat görüp anlattıkları realiteye dayanıyordu. Dumas’nın tarihi romanlarda, mesela Üç Silahşörlerinde, bütün XVII. asır Fransası, tarihi hakikate uygun manzarasile canlanıyordu. Çocuk kafası, bu romanlarda maceradan maceraya atlarken, sayfalar boyunca karşılaştığı hakikatlerle beslenebiliyordu.

Bu romanların resimli olanları da vardı. Her formada, ekseriya tahta üzerine kazılmış, bugünkü zevkimize göre pek iptidai, fakat o zamanlar bayıla bayıla seyrettiğimiz, birkaç resim muhayyilemizin keşfedemediği hususiyetleri babacan bir uslubla canlandırırdı. Amazon nehrinin ağaçlıklı sahillerini, balıkçı gemisine saldıran balinaları adalarda oturan yerli halkın incecik piroglarını, ekmek ağacını, kaplan tuzağını biz hep bu resimlerde seyrederdik. Bu resimleri yapanlar, insanların kıyafetini ve tabiat manzaralarını, hakikatte olduğu gibi aksettirmeye gayret ederlerdi. Nitekim çok sonraları mufassal coğrafya kitaplarını karıştırmak fırsatını bulduğumuz zaman, bu roman resimlerile asılları arasındaki benzerliğe hayran kalmıştık. Tarihi resimlerde de hakikate uymak endişesi hâkimdi. Mesela XVII asrın kadın kıyafetleri, evler ve sokaklar, kilise veya panayırlarda toplanan halk, romanlara hakiki manzara ve ölçüleri içinde girerdi.

İlk büyük harbin sonuna kadar, dünya çocuk edebiyatı, birbirinden tamamile ayrı iki büyük dairede toplanmış gibi idi: Masallar ve romanlar. Masallar, temiz, kıvrak ve sade bir üslup içinde, muhayyilenin bütün fantezilerine yer veren, çok eski ve köklü bir nev’in devamından ibaretti. Henüz uzun romanlar okuma çağına basmamış yavrulara hitap eden bu eserler, körpe çocuk kafalarına tabiat sevgisi ve iyi ahlâk telkin ederlerdi. Romanlar ise, macera mihveri etrafında sıralanmış doğru ve faydalı bilgilerin, hayırlı telkinlerin ve ibret verici neticelerin cazip bir terkibi idi. Fakat ilk büyük harbi müteakip çocuk edebiyatı, hudut ve ölçü tanımayan bir kazanç hırsının kurbanı olmaya başladı. Çocuğun tabii temayülleri, bazı murabahacıların elinde, enine boyuna istismar edildi. Çocuk muhayyilesi, arttıranın üstünde kalan ve zorlandıkça kazanç getiren sağmal bir ineğe döndürüldü. İnsanoğlunun her zaafını kurnazca istismar edip de ileriyi hiç düşünmeyen, sakatlanan kafaların ve bozulan vicdanların azabını duymayacak tıynette bir takım insanlar, genç nesilleri, korkunç bir neşriyat tufanı içinde tabii ve makul inkişafından uzaklaştırdılar, onları hoyratlıktan zevk alan fantaziye düşkün, hakiki bilgiyi hor görüp tabiat üstü hadiselere inanan, uydurma kahramanlara tapan, ölçüsüz, heyecanlanma sistemi bozuk, ahlaki değerlere kayıtsız, ilme bigane, tesadüfe veya şansa bel bağlayan, egoist ve kaba birer mahluk haline getirmeye gayret ettiler.

Resim bu efendilerin elinde müthiş bir tuzak oldu. Yazıyı hazfederek, seri halinde resimlerle çocuk muhayyilesini en korkunç cinayetler, en iğrenç desiseler, tabiatı ve mantığı hiçe sayan manzaralar ve ilmi ihtira süsü verdikleri uydurmalarla perişan ettiler. Bu kötü gıdaların zahiri cazibesine kapılan yavrular, büyüyüp de insan içine karışınca, muhayyilelerindeki bezginlik, tecessüslerindeki uyuşukluk, hatta vicdanlarındaki duygusuzlukla bütün cemiyeti haklı bir telaşa verdiler. Yer yer bu çeşit neşriyatın aleyhinde şikayetler yükseldi, cemiyetin uğradığı zararların bilançosu ortaya kondu, terbiyeciler, ana babalar, hatta Millet Meclisleri harekete geldi. Son zamanlarda yapılan bir araştırma neticesinde, Fransa’daki çocuk suçlulardan yüzde seksen sekizinin bu çeşit neşriyatın tiryakisi olduğu anlaşıldı. Amerika’da resimle roman nevini geniş mikyasta sanayileştirmiş olan magazin sahipleri, nihayet insafa gelerek neşriyatlarına terbiyevi bir mahiyet vermek üzere istişari bir komite teşkil ettiler. Nihayet Birleşmiş Milletlerin terbiye, ilim ve kültür teşekkülü olan Unesco da bu davayı ele aldı.

Şüphesiz, bu gibi neşriyatın sahiplerine kazanç temininden başka bir değeri yoktu. Gerek resim, gerek yazı bakımından harcıalem şeylerden ibaretti. Fakat asıl tehlikeli tarafı, bütün mevzuların çeşitli cinayetler, kanlı boğuşmalar, sadizm seyyareler arasında harb, çete ve korsan vakaları, casusluklara inhisar etmesiydi. Genç ve körpe kafalar, bu resimli hikayelerden adeta hunharlık dersi alıyordu. Aynı zamanda içine ancak birkaç kelimenin sığınabildiği bu resimleri kavramanın kolaylığı, çocuğu tembelliğe alıştırıyor, onda her nevi yazıda resim görmek itiyadını kökleştiriyordu. Çocuk bu alışkanlıkla öyle bir hale geliyordu ki, resimsiz yazılara karşı isteksizlik gösteriyor, kafasını mücerret mevzular üzerinde çalıştırmak kabiliyetini kaybediyordu. Tabii, güzel örneklerden mahrum kaldığı için, meramını düzgün bir dil ile, hatta hatasız bir imla ile ifade etmek itiyadını da kazanamıyordu.

Dava, resimli neşriyatın yasak edilmesi değildir. Yalnız resmin ve yazının daha makul nisbetlerde kullanılması ve her şeyden evvel, bu nevi neşriyatın terbiye, ahlak ve insanlık gayelerine uygun bir mahiyet almasıdır. Çocuğun zihni gelişmesinin birer kilometre taşı olan alakalarına, kendisinin ve cemiyetin hayrını düşünerek cevap vermek icabeder. Macera ve heyecan arayan bir çağa, tabiat ve mantığın kadrosu dışında, fantezi alemini peşkeş çekmek, yalnız bu körpe kafalar için değil, bizzat bu neşriyattan menfaat bekleyenler için de tehlikelidir. Çünkü mutlaka bir an gelecek, en velüd uydurucular bile, her gün daha şiddetli heyecanlar tatmaya alıştırılmış olan okuyucularının arzusunu artık yerine getiremeyecektir. İşte o zaman, pek tabii olarak, bütün bu fantezi dünyası, havası kaçan bir balon gibi sönecek ve ortada yalnız para hırsına feda edilmiş zavallı çocukların hastahanelerde veya hapishanelerde dolaşan hayaletleri kalacaktır.

Memleketimizde de kötü neticelerinden korkmakta haklı olduğumuz bu korkunç neşriyatı önlemek, hocalarla ana babalara düşüyor. Hükümetin alacağı tedbirlerden önce, Okul-Aile Birliklerinin bu istikamette harekete geçmesi çok daha müessir olacaktır.

Yeni Sabah, 24.3.1949.

Pazar, Aralık 15, 2019

Anti medya


[...] Kirlenme vurgusuyla başlayalım. Anti-medya metinlerinin satır aralarında/tamamında biteviye tekrar edildiği gibi her şey kirleniyorsa kim te­miz, dürüst ve samimi kalabiliyor ki? Eğer bir kirlenme varsa, bunun anlamı o döneme dair herkesin böyle bir kirlenmeden nasiplenmesi ya da bizatihi sorumlu olması demektir. Anti-medyacılık, öncelikle bir karşıtlık, kirlenmeye karşı durmak ise, söz konusu edilmese bile eleştiri sa­hibini doğallıkla dürüstlük, samimiyet ve iyiliğin tarafı olarak belirliyordu. Sırf bu yüzden anti-medya duruşu, ideolojik tözü itibarıyla ahlâkçı­dır. Her türlü anti-medya metnini "kazıdığınız­da" altından bir siyasal inanç ya da düşünceden çok ahlâk çıkacaktır.

Bu ahlâki vurgu ise kullanılan dil ve yöntem­lerden çok, sonuçları itibarıyla konuşulabilir. Çünkü anti-medya bizzat içerdiği dil ve söylem itibarıyla terörize ve mağdur edildiğini vurgula­maktan çok iç ve dış düşmanları açığa çıkartan tutanakların, raporların, yeminlerin, örgütlerin, erkeklerin, güçlülerin, “haklı”ların, Emin Çölaşan'ın, Peyami Safa'nın; bizzat iktidarın dilini ye­niden üretiyor. Ne kadar çok bağırırsa o kadar haklı olacağını düşünen, her konuştuğunda va­tan hainlerini, dönekleri, eşcinselleri (!), ajanları, halk düşmanlarını, korkakları, futbolcuları, dün­kü çocukları, artıkları, kadın düşkünleri ve ser­maye uşaklarını afişe eden bir “dil”den söz edi­yoruz. Hal bu olunca, anti-medyanın yarattığı tüm tartışmalarda toplumsal yaşamın esasına iliş­kin konular siyasal değerlendirmeler ışığında ya­pılmıyor. Kamusal polemiklerden, eleştirilerden ziyade kişisel geçimsizlikler ve sosyo-psikolojik etmenler üzerinde duruluyor. Ki tüm bunlar, in­sanların gündelik siyasal faaliyetlerden uzaklaşa­rak, siyaseti en iyi olasılıkla taraftar olarak izle­dikleri medyatik gösteriye eklemlenmek anlamı­na geliyor. Bu önemli husus, çıka(rtıla)n gürültü­nün aksine, anti-medyanın etkisinin daralması sonucunu getiriyor. Diğer yanda, anti-medya, du­ruş olarak sui generis ahrazlar da taşıyor. Anti-medyanın sürekli teyakkuz halinde görünmesine rağmen, karşı tarafın belirleyiciliğine mahkûm olması, ancak onun "konuşması"yla konuşabilmesi önemli bir ahrazdır. Başkalarının suçluluğuyla yaşamak, söyleyecek yeni bir şeyi olma­mak, açıkça enerji kaybetmektir. Hepsinden önemlisi, kendini anti-medya olarak tanımlayan çokluğun yaptığı gibi, anti-medya'ya “ben nerede duruyorum?”un değil “ben kimim?”in cevabı olarak kurulmuş bir kimlik tanımı biçiminde yaklaşılıyor. Az satmak, az satan bir yayında ol­mak, varsıl medyanın dışında yazmak, mevcut eşitsizlik ve ayrımcılıkları alenileştirmek, görü­nür ve konuşulur kılmak demek değildir ki. Hat­tâ herkesin tespit edebileceği biçimde kimi -ya­yınlar merkez dışında görünmelerine rağmen merkezkaç siyasî akımlar konusunda devletin kolu kanadı olabilmektedirler.

Bu noktada muhalif bir tavrın hayatî -ve birbir­leriyle bağlantılı- iki özelliğinden bahsetmek ye­rinde olacaktır. Öncelikle, herhangi bir muhalif hareketin bekasının söylemsel direnişin yanında/arkasında belirli bir hareket/düşünce/inanç ta­şımasıyla garanti edildiğini düşünüyorum. İkinci­si, ilkine bağlı olarak daha önemlidir, o hare­ket/düşünce ya da inancın karşı çıkılan “her şey”e alternatif olabilmesidir. Bu “sine qua non” özel­likler muhalif duruşların içeriklerini anlamlandır­mamızı da kolaylaştırabilir. Zira çoğu söylemsel direniş yönteminin arkasında bir hareket, düşün­ce ya da inanç -İslâm ya da Kemalizm gibi- görebilmek mümkün. Ve bunun nasıl bir muhalefet olduğu sorusu -sistem içi olmak, hizip yapmak vs.- tamamen ayrı bir konu. Bizim problemimiz anti-medyanın bir hareket/düşünce/inanç oluştu­rup oluşturamadığı ve eğer oluşturuyorsa bunun alternatif olup olamadığı. Anti-medyanm yanında ya da arkasında böyle bir hareket/düşünce/inanç ya da eylemsel bir birliktelik olmadığı ortada. Al­ternatif olabilmenin yolu ise mevcut koşullardan farklı bir toplumsal özgürleşim/dönüştürme esası­na dayalı ekonomik-sosyal çözüm önerileri ürete­bilmek olsa gerek. Var olan muhalif kesimlerin al­ternatif oluşturamamaları da aynı gerekçelerle malûl. Anti-medya “hareketi” ise bir alternatif de­ğil, dışlanan ya da dışarıda kalmayı seçen muhalif grupların direnişi için kullanılan ortak bir servis aracıdır. Anti-medya, bir yöntem olarak mir-î maldır. Açarsak, iktidara veya varsıl medyanın kaygan zeminine karşı durmak illa ki solcu ya da “devrimci” olmayı gerektirmiyor ki! Örnek olsun diye LeMan ya da Cumhuriyet ile Yeni Şafak gazete­sinin anti-medya tavırlarını karşılaştırarak önemli benzerlikler ve denk düşen tespitler yakalanabilir. Bunların pek konuşulmadığını, aksine “adama şunu söyledik, alaşağı ettik, iyi geçirdik”ten öte geçemeyen anti-medya tavrının abartılarak muha­lif paradigmada merkezileştirildiğini düşündü­ğüm için söylüyorum. Ayrıca küçümsemiyor, dö­nemler itibarıyla gerekliliğine inanıyorum. Aynı yollardan geçen her yeni yolcunun medya'ya, yükselen değer ve tüketim savunucularına “karşı durmadan” kendi muhalif kişiliğini oluşturama­yacağı rahatlıkla söylenebilir.

İyimser bir yaklaşımla, anti-medyanın zaman içerisinde ayrışarak, ayıklanarak özgün dilini ve hareketini yaratacağını da düşünmek mümkün. Ancak bugün için sürekli bağırarak konuşan, doğruların muhafızı olabileceği zehabına kapıl­mış, kendi doğrularını yaratamayan ukala kaka­van bir üslûp ve daha ileri gidemediği için güdük bir istihza kılığına bürünmüş anti-medya'dan da hoşnut değilim. Tanımlanmış, adı konulmuş, meramını, niyesini, nedenini, durduğu yeri dil­lendiren bir anti-medya tavrı, muhalif kesimlerin duruşuyla1 ilgili turnusol kağıdı işlevi görebile­cektir. Halihazırdaki şartlarda ise kimin nerede durduğu, kimin bizden, kimin kim bilir nereden olduğu anlaşılamayarak iş, daha bir muğlaklaşıyor. Belki bu yüzden açık-gedik arayan, buldu­ğunda affetmeyen, "öteki"ne dünyayı zindan eden, mezhep ve forma farkı/aşkı gözetmeyen, başka bir kirlenme de yaşıyoruz.

[1997 yılında yazdığım bir yazıdan bölüm]


Cumartesi, Aralık 14, 2019

Yılmaz Güney


Denize doğru coşan ırmaklar gibi kalabalıklar, meydanın kalbine, devletin ezberine. Hepsi Yılmaz’ın aklında, omurgasında. Adanalı. Irgatbaşı’nın oğlu. Soyadı Yeşilçam’dan. Perdede deliduman. Çirkin Kıral’ı İstanbul’un, gelen trenlerin, karanfil sapının, yalınayakların… Çok bilinmezli eşitsizlik... Umut, kirli bir ünlem merhametsizliğe, başka bir sinema, başka bir motor. Hapishane voltasında öyküler ve bulutlar. Arkadaş, yeni bir selam şehri kuşatanlara. Sonra külhani kurşunlar, ceket omuzda, ışıl ışıl pavyonlar. Olmasaymış, olmuş, katil de edermiş alkışlar. Sonra toprağın filmleri, her film taşımaz onca yükü. Yılmaz Güney, kendini doğuran esmer cümle. Büyük ağaçlar karanlıkta büyür.

Görsel: Deniz Karagül

Cuma, Aralık 13, 2019

Bir yol vardı

https://www.deviantart.com/kyomu/art/The-Road-to-Tomorrow-76709974
Funda'nın beraat kararında şöyle geçiyor: “yüklenen fillin kanunda suç olarak tanımlanmamış olması sebebiyle…”Bu kadar basitti, biliyorduk, biliyorlardı.

Herkes ama istisnasız herkes, ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Nefret söylemi dışında kapsamı, kişilere, zamana, içeriğine göre farklı değerlendirilemez. İfade özgürlüğü, eleştiri özgürlüğünü güvence altına alır.

Unutuluyor, hatırlayalım: bütün eğitim hayatımız, sayısız cahil ve hödük öğretmene, ceberrut müdürün, sevimsiz bir müfredatın bize yaşattığı vasatlığa rağmen çoğulculuğa ve ifade özgürlüğüne  dayalıdır. Bize bu öğretilir. Öğrenciler aralarında tartıştırılır ve farklı fikirlerin kabul edilmesi öğretilir.

Mesela meclis fikri yine bu ideale dayalıdır. Aynı olmak değil, farklılıklarla yanyana olabilmek düsturunun o meclise güç vereceğine inanıldığından demokrasi düşüncesine varılmıştır. Bunlar, inanın ilkokul kitaplarında çocuklara anlatılıyor. 

İş nutuk atmaya, hatipliğe gelince bunları tek tek konuşuyoruz zaten. Mesele fiiliyat mı desem, sahicilik mi, o noktaya geldiğinde, rotamızı tahakküm edenin diline ve kararına göre tornistan ediveriyoruz.

E burda yol vardı, niye uğraştık bu yol için denmiyor, o yola duvar örüyoruz.

Gözü açıklık mı, pragmatizm mi, cehalet mi, kendinden memnun olmak mı, akıldan korkmak mı...  Say say bitmez, galiba cevabı yok bunun. O yola örülen duvarı şehvetle, sırat köprüsüne yaklaşırcasına övmeye başlıyoruz.

Malum, işler tersine döndüğünde pişman da olacağız. Yazık, tüh tüh, gaflet, o zamanın zihniyeti filan diyip geçeceğiz...

Fikren ve zihnen ilkokul düzeyinde bir başlangıç noktasından söz ediyorum. Kibirle değil hatırlatarak konuşmaya çalışıyorum.

Perşembe, Aralık 12, 2019

Beraat



Funda beraat etti. 2017’de şubat ayının başında pek çok arkadaşım gibi haksız bir kararla üniversiteden atılmıştı, yetmedi üstüne bir de ceza davası açmışlardı. Bu kadar zaman Funda da akademisyen arkadaşlarıımız gibi işsiz kaldı, mesleğini yapamadı, maaşını alamadı, yurt dışına çıkamadı, başka bir işte çalışmasına izin verilmedi.

Bu günler geçer, ileride bu yapılanlar mutlaka ama mutlaka utanarak anlatılacak diyorduk. İnsan, bu akılsız ve kalpsiz zamanı atlatmanın yollarını arıyor, buluyor, kolay kolay vazgeçmiyor…

Üç yıl olacak, daha bitmiş filan da değil,  hadi zaman geçti, bir şekilde geçti diyelim, bu kadar insan, haksız yere savruldular, hayatları tarumar oldu, oradan oraya sürüklendiler, yurt dışına kaçtılar, hezeyanlar yaşadılar, dünyaya küstüler, intihar ettiler,  birbirlerine dargın düştüler… intikamla dolup taştılar… Söyleyip geçiyoruz, bu insanlar nasıl geçindiler hiç akla gelmiyor… hakikaten anlatılır gibi değil…

Süreç başladı, “yarın” görevlerine de iade edilecekler, tazminatla birlikte birikmiş maaşlarını alacaklar… Mahkemenin beraat vereceğini, kimsenin suçlu olmadığını herkes ama herkes, daha ilk günden biliyordu, siyasi bir karardı, rüzgar öyle esti böyle esti… Bu noktaya geldik…

İnsan, en temel soruları unutuyor, atlıyor, insafı, vicdanı geçtim… biz bunları niye yaşıyoruz, niye yaşadık? Kime ne kazandırdı, ne oldu yani? Cevabı var mı bunun? Vallahi yok, ne desek az, ne desek laf…Ne desek saçma ve ayıp…

Merak eden için 8 Şubat 2017 yazım

Salı, Aralık 10, 2019

Kitap nasıl okunmalı?


Virginia Woolf sormuş: Kitap nasıl okunmalı?... İçgüdülerini takip et, kendi aklını kullan, kendi sonuçlarına ulaş ve hiçbir tavsiyeye uyma... diye başlamış. Doğru ve güzel bir başlangıç noktası...

Pazar, Aralık 08, 2019

Nefretin Bitmeyen Açlığı (1)


[Nefretin Bitmeyen Açlığı başlığı altında tarihimizden, özellikle popüler kültürümüzden ırkçı ve ayrımcı metinleri alıntılayacağım. Okuyana ilk not olsun.]

Sureten vatandaşlarımızın en tehlikesizi gibi görünen Yahudiler, hakikatte en tehlikelisidir. Gerçi bu millet Ermeniler gibi komitacılığa özenmez, Rumlar gibi eski Bizans rüyasıyla sayıklamaz, Türkler gibi çifte çubuğa rağbet etmez. Fakat, para getiren her iş ellerindedir. O ellerde ki, tuttuğu şeyi bir daha bırakmaz. Tıpkı konduğu yere yapışan at sineği gibi!...

Ankara'dan gelen bir yolcu anlatıyordu: Orada bir  Yahudi'nin barı ve sineması varmış. Bir gece ahali, haklı bir infial ile bu sinemanın perdesini parça parça etmiş;  Yahudi aldırmamış! Piyanosunu enkaz haline koymuş;  Yahudi aldırmamış!... Anaforcular her yerde olduğu gibi yiyip içip savuşmuşlar,  Yahudi aldırmamış!... Nihayet Ankara'ya müthiş bir sıtma musallat olmuş, öyle bir sıtma ki, ağası, efendisi, beyi, paşası, herkes muzdarip, herkes müşteki... Kimi seyahate çıkıyor, kimi İstanbul'a kaçıyor. Yalnız terinden kımıldamayan, seyahate çıkmayan, İstanbul'a kaçmayan bir kişi var: Yahudi!...

Meşhur meseldir, bezirgana: Cehenneme gider misin? diye sormuşlar, gözlerini açıp: Maaş kaç? demiş. Ankara'nın bu meşhur Yahudisi de galiba maaşından memnun. Artık meclisin açılmak üzere olduğu artık meclisin açılmak üzere olduğu böyle bal alacak bir zamanda, sıtma değil ya, Hazreti Musa emretse onu yerinden kaldıramaz!...

İstanbul'da da öyle değil mi?... Gazetelerde kopan kıyamete bakınız: Maarif vekaletinin kabul ettiği milli kıraat, milli kimya, milli hikmet, milli hesap, milli hendese gibi bütün mektep kitaplarının tabı, Kanaat Kitabhanesi'nin adı Türk'e benzeyen İlyas Efendi imiş!...

Muhterem Yahudi vatandaşlarımızın, orta bir hesap ile bu işte 400 000 lira kazandığını duyunca, Kanaat'e hayran oldum. Koca bezirgan dükkanına ne güzel isim bulmuş!

Kendi kendime düşünüyorum: Keşke yeryüzünde bir Yunan devleti olacağına bir Yahudi devleti olsa idi de şu mübadele işini onlarla yapsa idik... Zira Yahudiler, Rumlara, Ermenilere benzemez. Kalpak giyerler, bayrak asarlar, dua ederler... Ta ki bizim keselerimizi boşaltıp kendi keselerini dolduruncaya kadar!

Zamanın şeyhülislamı, bir gün Tellal Mişon vasıtasıyla Süleymaniye civarında oldukça muhteşem bir konak satın alır. Ertesi gün efendi hazretleri Mişon'u huzuruna çağırıp: Bezirgan, der, hizmetinden çok memnun kaldım. Mükafat olarak ne yapsam azdır. Sana cennet-i alada 20 dönüm arazi veriyorum!...

Efendim, orası çok mübarek, çok havadar yerdir. Geliniz şu 20 dönümün 10 dönümünü ehven fiyatla size satayım!

Filhakika Yahudi için her şey, her şey paradır. Hatta cennet bile!...

[Yazı, 25 Eylül 1924'te Akbaba'da yayımlanmış, Akbaba imzasıyla çıkmış, üslubu nedeniyle Yusuf Ziya'nın (Ortaç) yazdığı tahmin edilebilir. Görsel ise 1942 yılından Cemal Nadir'in çizdiği Yahudi karşıtı bir kapaktan ayrıntı.]

Cumartesi, Aralık 07, 2019

Ulusal Çizgi Roman Ödülü Adayları


Aydın Doğan Ulusal Çizgi Roman Ödülü için aday listesi açıklandı. Benim de jürisinde olduğum yarışmanın ilkinde bir defaya mahsus olmak üzere geriye doğru bir beş yıllık dönemin içinden adaylar belirlendi.

Adaylar şöyle:

Kebenin Gölgesinde, Ege Avcı, Arka Bahçe Yayıncılık, 2018
Gozo ve Sagre, Uğur Erbaş, İletişim Yayınları, 2018
Merveler ve İnsanlar, Tolga Hırsova, Karakarga Yayınları, 2018
Ve Sinem, Cihan Kılıç, Mürekkep Yayınları, 2015
Metin Annesini Arıyor, Oky-Memo Tembelçizer, Marmara Çizgi, 2018
Tepe, Fırat Yaşa, Karakarga Yayınları, 2016
İstanbul Odyssey, Doğu Yürür, Arka Bahçe Yayınları, 2014.

Sonuçlar yanılmıyorsam mayıs ayı içinde açıklanacak.

Anadolu Ağızlarından (43)


Cıngan: Çingene.
Güğüldemek: Çocuğun konuşmaya başlaması.
Eyinnik durmak: Rahat durmak, yaramazlık yapmamak.
Oynaşmak: Kadınla erkeğin nikahsız yaşaması.
Kabakuşluk: Öğleden önceki bir iki saatlik zaman.
Tölümünü bilmek: İşin ustası olmak, kolayını bilmek.
Koşam: Avuç.
Şuncaz: Şu kadarcık.
Zot: İnatçı.
Zot zot konuşmak: İnadına ters ters konuşmak.
Yalın yalburdak: Gelişigüzel yapılan iş için kullanılır.


Fotoğraf: Nizami Çubuk

Cuma, Aralık 06, 2019

Son Okuduklarım 36


Kate Chopin , bildiğim bir yazar değildi, keşfetmek için okudum. Uyanış yayımlandığı dönemde cinsellikle-ahlakla ilgili cesareti nedeniyle tepki çekmiş bir romanmış. Bugün okurken neye cesaret etmiş diye bakıyorsunuz.  Evli bir kadının cinsel uyanışını ve aldatmasını anlatıyor diyelim...Roman, temposu ve "eve" kapanışı bakımında Viktoryen edebiyatının bir parçası gibi...İlginç ama beklentimin altında kaldı. Bir Maskenin İtirafları, edebi olarak nitelikli bir iş, yukarıda cesaret dedim, o bakımdan zamanını aşan bir roman. Bir ergenin eşcinselliğini keşfedişini anlatıyor. Kıvranması, savrulması ve itirafı da denebilirdi. Cahillikler Kitabı-Hayvanlar Alemi, bu tür kitapları, önemsemiyor gibi yapıyorum ama mutlaka elimin altında tutuyor, iki arada bir derede okuyorum. Malumatçı, ilginçlik arayan ve abartan bir yönü var...Galiba diyorum, ansiklopedist tarafıma iyi geliyor ve bu abartma eğilimi hoşuma gidiyor. Kitap, hayvanlarla ilgili kısa yazılardan, genetik özelliklerinden bahsediyor.   Joker, Tuna'nın okulda okumak için aldığı çizgi romanlarından. Albüm, bir yan karakterin Joker'i anlatması fikri üstüne kurulu. Joker izlenimlerini okuyoruz. Batman ancak finalde ortaya çıkıyor ve alışılageldiği üzre "kazanıyor". Bütün hikaye o galibiyet cümlesine gelmek için yazılmış gibi olmuş... Joker'in derinleşmesini beklerken... kadı ekmeğini yemeyen karınca misali es geçmişler.


Hatıran Yeter, Rewhat'ın sanıyorum Ot dergisinde yayımlanan işlerinden derlenip toparlanmış. Kitabı tasarım olarak beğendim. Başta mizah dergileri olmak üzere geniş ölçekli yayınlarda çıkan çalışmaları albümleştirirken yayıncılar kitabevlerindeki rafları pek hesap etmiyorlar. Formatlar bir türlü akla getirilmiyor, öyle ki kitaplar neredeyse sunulamıyor. Tasarım iyi demem bundan. Hatıran Yeter için Rewhat'ın kahramanı kendisi olan kırık aşk hikayeleri olarak nitelenebilir. Kederli, hafif ölçek Bukowski'li, isyanlı, geceli, ya masada ya yatakta geçen, kenarda geçen, güzel kadınlı, terk eden kadınlı, başkasına yar olan kadınlı hikayeleri veya... Hemen hepsi sarhoşluk, parasızlıkla yenilmişlik, göstermekle saklanmanın hazzını ve öfkesini taşıyorlar. Böyle bir edebiyat var, hep vardı, tasarlanmış bir samimiyet, sahicilik ve meydan okuma iddiası taşıyordu. Rewhat, mizah dergilerinden bildiği bir damarı iyi anlatmış... Daha doğrusu iyi resmetmiş, çizgisi açık ara metinlerinden daha iyi... Yazdığında ise hayat dersi çıkarmak isteyen, sürekli kendini hissettiren yazarlara öykünüyor. Ya da bu dergilerde nefes alıp verdiği için ev sahibi gibi görüyor kendini. Farkında olmadan, kendiliğinden böyle yazıyor. Anılarda Ankara, Koray Özalp'in kartpostal koleksiyonundan çıkmış. Ankara'yla ilgili resimlere yazdığı açıklayıcı notlardan oluşuyor kitap. Dededen kalma epey kartpostalım vardır, üstüne zamanında ben de topladım, üstelik bunca yıldır izlerim bu yayınları ama bu kitapta ilk kez gördüğüm kartpostallar oldu. Ankara meraklısı için ilginç bir albüm diyelim. 100 İllüstrasyonla Türk sinemasının 100.Yılı, Bant Mag üretimi bir albüm. Yirmi genç çizerin Yeşilçam ve memleket sinemasını dair yorumlarından oluşuyor. Bütün derlemeler gibi inişli çıkışlı, buluşlu ve yeknesak tarafları var. 2014 yılında çıkmış, zor da olsa buldum. Bu türden ilüstrasyon albümleri hiç ölçüsünde yapılmadığı-denenmediği için önemli bir çaba. Ucubeler, Gerritsen'in daha önce okuduğum uzun öyküsüne göre daha "kısa" ve atmosfersiz (iddiasına rağmen) buldum. Polisler açısından bir psikolojik derinlik ve sıkıntı olmalıymış, hiç başvurulmamış.


Krizantemler, kırsalda, süregiden gündelik hayatının içinde çiftçi bir kadının, yaşlı bir tamirci esnafıyla karşılaşmasını anlatıyor. Başka hayatı, cinsiyet rollerini, arzularını güzel betimliyor. Kısacık bir şey ama diyorsun ki evet, her "karşılaşma" zihin açıcı olabilir, fark edersek... Steinbeck, on beş yaşımda sorulsaydı, kimsenin de sorduğu yoktu tabii de, benim için dünyanın en iyi iki yazarından biriydi. Güçlü, sert, çalışan, cesur taşralıların hikayecisiydi...Aradan o kadar yıl geçmiş, okurken tekrar hissettim, iştahlı ve zihin açıcı, insana okuma hazzı veren büyük bir yazar Steinbeck... Hellboy Kış Özel Sayısı, malum, birkaç kez yazdım galiba, Mignola'ya zaafım var, ironisini, anlatım "edasını", öyküyü kurma biçimini seviyorum. Sayı, üç kısa hikayeden oluşuyor. Yan öykü gibi durması ve grotesk karakterleriyle ikinci hikayeyi beğendim. Gecenin Yaratıkları, iki kısa Neil Gaiman senaryosundan çıkan çizgi romandan oluşuyor. Dili ve muamması-işleyişi bakımından ilki sahiden başarılı. Tuhaf bir melankolisi de var, kedilerle ilgili olduğundan olabilir, daha sahici ve tekinsizliği tanıdık geldi bana. İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, akademik bir makale derlemesi... 6-7 Eylül Olayları, 1964 Sürgününe göre daha fazla bilinir, konuşulur ve hatırlanır... Cumhuriyet tarihinin azınlık vatandaşlarına uygulanan, sonu bu topraklardan kovulmaya varan, sahiden dramatik olaylarından biri, belki de en önemlisi... Daha ziyade siyasetle ve Kıbrıs olaylarıyla ilişkilendirilmesine rağmen esasen ekonominin Türkleştirilmesi biçiminde okunması gerekiyor. Sonuçta Rum vatandaşlarının mal varlıkları ve gelirlerine, kurdukları, vergisini ödedikleri iş yerlerine el koyuluyor çünkü.
Related Posts with Thumbnails