Salı, Ekim 31, 2023

Şişmanlar

Kırklı yılların ikinci yarısında Markopaşa ile popülerleşen bir mizah gazeteciliği başlıyor, öncesi yok değil ama satan bir formül bulunduğu için 1946-50 arasında ellinin üzerinde yayın çıkıyor. Bir gazete yaprağının ikiye katlanmış halini düşünün, hepi topu dört sayfa olan ucuz mı ucuz yayınlar bunlar, ismi aldatmasın, o yıllarda dergi değil gazete deniyor bu formata... 

Necip Fazıl da o hengamede üç sayı süren Borazan isimli bir mizah gazetesi çıkarıyor, pek parlak bir deneme değil ve ayrıca Büyük Doğu'da yaptıklarından bir farklılık içermiyor. Niye kalkıştığını bilebilmek mümkün değil... Para kazanmak için  veya çok ilgi gören bir mecrada kendini göstermek arzusu olabilir... Ne ki, vazgeçmiş, hayal ettiğini bulamamış ve arkasını getirememiş... 

Kişisel olarak kahreden, mutlaka büyük sözler etmek isteyen, hayran arayan narsistik kişiliklerin mizah yapamadıklarına inanırım. Birini veya bir şeyleri aşağılayarak hicvedebilirler ama bu mizaha yetmez-yetmiyor. Daha da ileri gideyim, empati kuramayanların mizah duygusuna sahip olmadıklarını düşünürüm. Okuyanı ve izleyeni güldürebilir ama tahkir veya tezyif için mizah gerekmiyor, hasmanelik yeterli oluyor ve çoğu zaman mizahtan çok nutuk atmaya giriyor yapılanlar...

Yukarıdaki görseli, Borazan'dan aldım... Necip Fazıl esprisi diyelim. Devrin başbakanı Recep Peker ile  eşi olabilir, yanındaki kadını hicvetmek istemiş...Esprisi "fotoğrafla karikatür" yazısında... Artık kiloları mı eleştirmiş, kıyafetleri mi belirsiz... Mahkemeye verilse, Necip Fazıl bunu bir gösteriye dönüştürürdü ama ima ettiği şeyi açıklar mıydı emin değilim. 

Eğer şişmanlıksa alay edilen, bugün, böylesi bir espri, kilo ayrımcılığına giriyor, pek çok demokratik ülkede suç sayılıyor... 

Özal'a "Çankaya'nın şişmanı işçi düşmanı" diye bağırılırdı, Necip Fazıl alay ederken yalnız değildi demek istiyorum, solcular eliyle patronlar ve kötü adamlar aşırı kilolu karikatürize edilirdi, yoksullar zayıftı zenginler tombul, biliyoruz ki şimdi öyle değil, parası olanlar yağlarını aldırabiliyor, ameliyatla bacaklarını, kalçalarını, bellerini ve yüzlerini inceltebiliyor...Fitnısa gidip, spor hocalarıyla treyning yapabiliyorlar...

Geçenlerde yukarıdaki fotoğrafı buldum, altmışlı yıllar olmalı, Eskişehir plakalı arabasının tamponuna ayağını dayamış mayolu, hafif göbekli kadının özgüvenine bayıldım. Sonra şunu düşündüm, bu fotoğraf bugün sosyal medyada paylaşılabilir miydi, paylaşılsaydı nasıl karşılanırdı? Evet, alay edilirdi, bundan rahatsız olanlar savunmaya geçerdi şu bu... Hepimiz sayısız örneğini gördüğümüz için az çok tahmin edebiliriz sonuçlarını... Uzun vadeli sonucunu ise zaten yaşıyoruz, kiloluysan fotoğraf paylaşamıyorsun... İnsanlar sürekli perhiz yaparak mı yaşıyorlar yoksa fit görünümlü fotoğrafların hayaliyle mi nefes alıp veriyorlar işin ucu kaçmış durumda...  

Pazartesi, Ekim 30, 2023

Çizgilere Derkenar 31

Ellili yıların sonu, muhtemelen Taş Karikatür sayılarından birinin arka kapağı, Suat Yalaz, artık nedense çalışmasını Rodriguez diye imzalamış... Bunu niye yaptığını bilemiyoruz, belki bir dergi içi espri olabilir, belki bir tür protesto, belki bir yabancı karikatüriste ait espriyi kendince yeniden çizdiği için filan yapmış bunu... 

Lunaparklarda böyle panolar olurdu, fotoğraf çektirirdin, çizgiyle ilgili biri olduğum için, hele çocukken resmedilmiş her şeye uzun uzun bakardım. Eskiden duvar resimleri filan da yapılırdı, kebapçılarda kahvelerde rastlardık. Nerdeyse tamamı garip bir özgüvenle çizilmiş kötü resimler-şelaleler-dağlar manzaralar olurdu. Derinlik-perspektif yapılamazdı, eller ayaklar kötü çizilir, ilginç renkler seçilirdi filan... Tabelacılık mesleğinin bir parçasıydı duvar ressamlığı... Akademili olmayan her karikatürcü ya da çizgi romancının tabelacılık işlerine bulaşması tesadüf olmasa gerek...

Ömer Göksel'in en iyi işi olabilir, beğenerek okudum, akıllı ve okurunu konuşturan bir espri düzlemi kurmuş... Daha çok albümün ölçülerine takıldım diyelim, dört parmak büyüklüğünde bir kitap çünkü... Tabii ki olabilir ama şunu unutmamak ve baştan düşünmek gerekiyor, bu albümler rafta nasıl sunulacaklar... Ortalamanın dışına çıkan büyük ya da küçük kitaplar, ne kadar güzel ya da hoş olsalar da kaybolup gidiyor, standartlara uymadığı için "yer bulamıyorlar" ve bu durum doğrudan satışlarını etkiliyor... Sunulamayan şey satamıyor...

Pazar, Ekim 29, 2023

Cumartesi, Ekim 28, 2023

Grev ve ben

Geçen yukarıdaki fotoğrafı satın aldım, 1960'ların sonundaki Singer Grevi ile ilgili... Üstelik fotoğrafın arkasında yıllarca çalıştığım yayınevimin damgası var, İletişim'in arşivinden çıkmış... Nasıl düşmüş bilemiyorum ...

Asıl anlatacağım ise şu, bu grev benim ve ailem için önemli...  Henüz ben yokum, babam ve yakın arkadaşları bu grevi yaşıyorlar, Ankara'dan Bolu'ya zoraki gönderilmişler, aylarca maaş alamıyorlar ve en sonunda tazminatları ödenerek işten atılıyorlar. Annem, babam ve üç yaşındaki abim, sıkıntılı günler geçirmişler, öyle ki annem hamileymiş ve üzüntüden düşük yapmış... 

Bu noktada ben devreye giriyorum, annem düşük yapmasa giremeyecekmişim!

O "çocuk" düşmese, yüzde yüz ben olmayacaktım, bizimkiler üçüncüye, hele arka arkaya çocuğa hayatta girmezlerdi. Biraz danaya girmek gibi oldu ama... işte ne zaman "durumlarını"toparlamışlar, bir yıl sonra pat diye ben girmişim devreye...

Makara yapıyorum ama Singer Grevi olmasa ben doğamazdım diye yıllardır konuşurum. 

Cuma, Ekim 27, 2023

Kadın Aklı


Yüz yıl kadar önce Amerika’nın ve sinemanın ulaştığı her ülkenin en çok tanınan dinozoru Gertie’ydi. 1914 tarihli aynı adlı animasyonun kahramanı olan dişi dinozor, o yılların deha olarak adlandırılan çizgi romancısı Winsor McCay’in çizgileriyle hayat bulmuştu. O kısa filmdeki hikâyeye göre McCay, George McManus, Roy McCardell gibi bir grup çizer ve mizahçı, araba gezisi sırasında doğa tarihi müzesinde konaklamak zorunda kalıyor, akşam yemeği yenirken McCay dostlarına Gertie’yi anlatan bir animasyon çiziyordu. Gertie, bir sirk hayvanı gibi ayaklarını kaldırıp indiriyor, müziğe tempo tutuyor, huysuzluk ediyor, oburluk yapıyordu. Dinozorun olağanüstü büyüklüğü ve modern animasyon tekniği, günün seyircisine yeni ve şaşırtıcı gelmiş olmalı.

McCay, uzak görüşlülüğü ve olağandışı olanı gerçekmiş gibi gösterebilme mahareti nedeniyle bilerek seçilmiş bir isim. Uzak diyarlar, egzotik mekânlar, hiç bilinmeyen bölgeler, ıssızlık, tekinsizlik, her anlamıyla ‘cangıl’, McCay gibi öncü isimlerle kendini vareden çizgi roman dünyasının hısım akrabalarıdır. Buzlar altında yüzlerce yıl uyumuş bir adama, kocaman uzay gemilerine, Marslı bir kadına, vampirlere ve uçan adamlara rastlarız hikâyelerinde. Sanıyorum Fellini, çizgi romanı diğer sanat türlerinden ayıran en temel farkın daima olağanüstü hikâyelere sahip olmasıdır demişti. ‘Hiç olur mu a canım çok mantıksız’ denmez çizgi romanlara örneğin… Çocuksu bir abartı, fantastik bir aura, rasyonelliği kapı dışarı eden bir inanç hâkim oluverir anlatıya, yadırgamayız… Gertie’yi, McCay’in resmetmesi anlaşılır bir tutum bu sebeple. Sinemada ya da romanda bu olağanüstülük yok diyemem. Sanatın hayatla ve rutinlerle ilişkisinde ve kendini varederken kurduğu düzlemde olağandışı bir seyir kurma arzusu zaten vardır. Bir genelleme yaparsak ve bu genellemeyi diğer sanatların geneliyle kıyaslarsak, çizgi romanların olağanüstülüğün eşiğine daha yakın durduğunu iddia edeceğim.

Tardi’nin ünlü dizisi, tam adıyla, Adèle Blanc-sec’in Olağanüstü Maceraları, Gertie’yi çağrıştıran biçimde, 136 milyon yıllık bir dinozor yumurtasının çatlamasıyla başlıyor. Hikâye tarihiyle sene 1911, o olağandışı yaratık-kuş Paris semalarında dehşet yaratarak gezinirken Tardi, takıntılı ve komik erkeklerin hâkim olduğu bir şehir ve hayat manzarası çiziyor bize. Tardi, Türkiye’de çok bilinmemekle birlikte, kendi adıma hemen sayabilirim, yaşayan en büyük çizgi roman ustalarından biri. 1946 doğumlu, Fransa’nın güneyinde doğmuş, çeşitli hikâyelerinde şiveli konuşan Marsilyalıları, Lyonluları anlatması tesadüf değil. Çizgi romana altmışlı yılların sonunda Pilote dergisi çevresinde başlamış. O çevrede yer alan gençlerin, Christin ve Giraud gibi birlikte çalıştığı isimlerin ortak özelliği, anaakım çizgi roman anlayışının dışına çıkmalarıydı. Nasıl bir hikâyeci olduğunu bu başlangıç noktası açıkça beyan ediyor aslında. Tardi, o yıllarda, pek çok yaşıtı gibi Herge’in ligne clair (açık berrak) çizgi tarzını kullanan, fotoğraf ayrıntısında arkaplanlar tercih eden, komikleştirerek çizen biriydi. Yetişkin okurlara yönelik siyasi dertleri olan çalışmalar yapmak istiyordu. Bu iki eğilimi yıllar içinde nerdeyse hiç değişmedi. Leo Malet, Louis-Ferdinand Celine gibi iyi edebiyatçılardan uyarlamalar yaptı, piyasa beklentilerinin aksine siyah beyaz çizmeyi yeğledi. ‘Sanat’ çizgi romanı yapmak istemiyordu ama anaakım çizgi romanın okurlarını da hedeflemiyordu. O yüzden olabilir, gelenek ve modern arasında kaldı hep, ikisine de dâhil olmadı sanki… Her zaman şehre yeni gelmiş bir göçmen gibiydi, diğer yandan şehri, şehrin sahiplerinden daha iyi tanıyordu.

Adèle Blanc-sec, onun popülerlik kazanmış çalışmalarından biri (1976-2007). Dokuz albümlük diziyi yayın efsanesi A Suivre dergisinden hatırlayanlar çıkacaktır. Yakın tarihli global rağbetini ise Luc Besson’un yaptığı film uyarlamasına borçlu. Tardi, İngilizceye birkaç kez tercüme edilmekle birlikte Amerika’daki düzenli sayılabilecek yayını bile filmin etkisiyle yakınlarda gerçekleşti. Adèle Blanc-sec, Tardi’nin çok sevdiği, kimileri dokümanter nitelikli başka çalışmalar da yaptığı, 1910’larda geçiyor. Çizgi romanlar genellikle erkek anlatıları olduğu için kadın kahramanlar (heroine) sayıca azdır. Adèle, erkek kahramanlardan geri kalır biri değil. Onu tanımlarken külliyen ahmak, saplantılı, iyi ya da kötü ‘eksik’ erkeğin arasında ne yaptığını bilerek yaşayan bir maceraperest demek gerekiyor. Tardi’nin ironik üslubunda hemen tespit edilecek bir ayrım bu. Çevresini komikleştirerek öyle bir ucubeleştiriyor ki, kahraman neredeyse hiçbir şey yapmadan, daha en baştan sivriliyor.

Adèle’nin ilgi çekici olan bir yönü var, Fransa’da erkek düşmanı anlamında ‘misandrist’ sayılıyor. ‘Yahu altı üstü çizgi roman, abartmışlar’ demeyin, konuşuluyor işte, toplumlar spekülasyona ihtiyaç duyar, ne desek boş, geçerken Žižek’e selam gönderelim. Cinselliğe ve dair tutkulara çizgi romanda değinilmesine rağmen aseksüel bir kahraman Adèle, erkeklerle yakınlaştığını görmüyoruz. Arada bir banyoda yıkanırken, küvette otururken, düşünürken çıplak resmedildiği oluyor o kadar… Ne aşk ne de bir cinsel çağrışım içeren bir temayülle faş edilmiş değil. Şapşal erkekler arasında akıl yürütürken, cesaret gösterirken, sigara tellendirirken izliyoruz onu. ‘Kadının fendi’ denir ya, öyle işte, suyun yatağını bulması gibi sessizce ve bazen kasıtlı bir hırçınlıkla erkekler arasından sıyrılıp çıkıyor, yolunda ilerliyor. Kimi yönleriyle George Sand’i andırdığını düşünüyorum. Tardi’nin eski ile yeni arasında kaldığını söylemiştim yukarıda. Adèle’nin dizi başlığında geçen olağanüstülük de böyle bir şey. Bir yanda dinozorlar, maymunlar, mumyalar diğer yanda başka türden bir karakter derinliği, kadın aklı… Olağanüstü bir çizgi roman işte…

[Bu yazı, daha önce 23 Ekim 2010 tarihinde Radikal Kitap'ta yayımlandı.]

Perşembe, Ekim 26, 2023

Hürmüzz kız nerdesin?


Görünen o ki, Sadık Şendil, önce kadına bir isim vermiş, sonra da sayıyı "yedi"ye düşürmüş (!)... Hürmüz'ün neşesinden, hahaytından eser yok tabi kapakta... "Her zaman gamlıyım, her zaman üzgün"ü dinliyor gibi yeis içinde... Münif Fehim, melankoli sever...

Pencereden gözüken beyfendi de İhap Hulusi'nin Kulüp rakısından çıkmış gibi... Şarapla liköre sırtarıyor sanki...

Salı, Ekim 24, 2023

Ajda Saçlar

Seksenli yıllardan bir düğün fotoğrafı, salonun gedikli fotoğrafçısı masa masa dolaşıp yevmiyesini çıkartmaya çalışmış, sahaflara düştüğüne göre, ya satamamış ya da satmış satmasına da, satın alanlardan biri, artık ne olduysa fotoğraftan vazgeçmiş... Fotoğraflar, sahaflara düşünce, insanlar hüzünlendiklerini gösteriyorlar, "çok yazık" der gibi bir hisle cümleler kuruyorlar. 

Seksen küsur yaşımdaki annemde olan fotoğraf albümlerini düşünüyorum da, handiyse her bir resimde tanımadığım dünya kadar akraba-hısım var, ileride ne yaparım ben de bilmiyorum, düşünün o kadar da meraklıyım. Babamdan bir sürü fotoğraf kaldı, çoğuna sosyal tarih ayrıntısıymış gibi bakıyorum, oysa babam, onlara bakarken kederle bir şeyler anlatırdı, "şu çocuk şöyleydi", "bu öldü", "onun ismini hatırlamıyorum" gibi gibi...Demem o ki, kıymet bilmezlik olmayabilir bu, insanlar anasını babasını ayırıp, hatırlamadıkları ve kim olduğunu bilmedikleri insanların fotoğraflarını elden çıkarabilirler, bana gayet normal geliyor. 

İki genç kadın, görünen o ki, düğün için allanıp pullanıp süslenmişler, kuaföre gitmişler, mahcup, ürkek, mesafeli, cicili bicili hanım hanımcık oturuyorlar... Herhangi bir düğün orkestrasının volümünün- höparlörünün makul ölçülerde kurulmadığı-olmadığı düşünülürse bas bas bağıran bir gürültü içinde ölçülü bir tedirginlikle aralarında fısıldaşıyorlar. 

Seksenli yılları mutlu geçirdim diyemem, ondan olabilir, modasını frapan, üslubunu yavan ve bütün iddiasına rağmen heyecansız bulurum. Daha doğrusu memlekette bir karşılığı yoktu bence, punk etkisi bünyemizde görülmedi diyelim... Genç kadınların saçlarına o yıllarda Ajda ve Serpil Çakmaklı saçı filan denirdi, öyle tarif edilirdi. Ajda Pekkan, Simon le Bon havasında giyinir, saçlarını New Wave tarzında biçimlendirirdi. Kuaförlerin Duran Duran'ı filan bildiği yoktu elbette... 

Yukarıdaki genç kadınlara, özellikle soldakinin saçlarına takıldım, tüm dünyada sadece kadınları değil erkek saç kesimlerini belirleyen bir tarzdı aslında... Bizde erkekleri bir moda olarak etkileyen karşılığı var mıydı, yoktu, sıradan insanlara ulaşamadı, popülerleşmedi, belki diyorum, Prekazi saçları onun türeviydi, futbolculardan etkilenerek ağır aksak ve ünisex değil çok erkek bir biçimde yaygınlaşmıştı, ancak o kadar olabiliyordu galiba...Ben, "American Boys" saç kestirmiştim de bir kadın hoca tahtaya kaldırıp, "sen hayırdır, değişik" filan diye aklınca rezil etmişti beni... Bir erkeğin düğündeki genç kadın gibi saçını kestirmesi, tam karşılığı bu olduğu için yazıyorum, ibnelik gibi bir şeydi...

Pazartesi, Ekim 23, 2023

Çekdiklerimiz

1939 yılından Cemal Nadir imzalı bir Akbaba kapağı... Arada yazıyorum, yineleyeyim, espri derginin sahibi olan Yusuf Ziya Ortaç'a ait olabilir... Hatıralarından ve aralıklarla yaptığı açıklamalardan anladığımız kadarıyla kapak esprilerini genellikle Ortaç veriyor, birine çizdiriyor. 

Bir başka nedenle Cemal Nadir'e ait bir espri olmayabilir, zira mesleki olarak rekabet ettiği Ramiz'in Tombul Teyze serisi tam da bu espriye dayanıyor, bu kadar da kör gözün parmağı olamaz sanki...

Gelelim espriye, fiziksel karşıtlıklar, hele ilk yıllarda karikatürün doğal kaynaklarındandı... İştahlı, obur, doymak  bilmez, çok çok kilolu birinin karşısına mızmız, iştahsız, bir deri bir kemik birini koymak, bunları kadın ve erkek olarak seçmek bilinen karşıtlıklardandı... Güzel bir kadının kocası yaşlı ve çirkin olurdu, ya da yakışıklı erkek bir "kocakarı" ile evlenirdi gibi... İnsanlara görür görmez anlayacakları bir klişe resmedilirdi yani. Hatırlayın, Haldun Taner "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı"nı yazmıştı vs vs. Gargantua bunu anlatırdı, karnavalların başında kiliseyi temsilen avurtları çökmüş, sıska mı sıska çelimsiz biri seçilir, sembolik olarak öldürülür, ancak ondan sonra vur patlasın çal oynasın misali yemeye içmeye ve "sevişmeye" başlanırdı. 

Kapaktaki espri, "bütün erkeklere ithaf" açıklamasıyla verilmiş, biçare erkekler biteviye çalışıyor, mazarrat olan kadın türü yiye yiye onları sömürüyor denmek istenmiş... Benzer bir espri fabrikatörle işçiler arasında kurulurdu. İşçi meteliksiz, cansız, güçsüzken fabrikanın sahibi variyetli, ensesi kalın, göbeği taşkın, yağlı ve semiz bir halde purosunu içip viskisini yudumlardı filan... Benziyor değil mi? 

Bu karikatürün yayımlandığı yıllarda hiç akla gelmezdi, bugün sadece ve sadece kadınların ezildiğini düşünen ve savunan görüşler var, etki tepki meselesi, kapaktaki espriyi yaygınlaştıran erkek aklının bunda payı var elbette. Ondan sebep karikatürü basit bir şaka gibi göremeyiz artık, kadınları evde tutup, sonra da onları yiyiciliğe indirgemek, şişkolukla küçümsemek filan... Kaybeden ve kaybolan esprilerden...

Pazar, Ekim 22, 2023

Biz büyük işler yapıyoruz

Beş yıl oldu, ofise taşınırken hemen yan binada tadilat işleri yapan bir dükkana girdim, işte kombiden banyoya giden sıcak su borusu ters bağlanmış, küçük bir kırıp dökme, sonra sıva ve boya işi var, sordum yapar mısınız diye... Dükkan sahibi, "biz öyle küçük işler yapmıyoruz" dedi, anlamadım, "bizz" dedi, "büyük işler yapıyoruz, uğraşamayız", hafif şaşırarak çıktım. 

Dükkan, ara sokakta bir yerde, eski bir apartmanın altında, en fazla üç metre eninde içeriye doğru beş metre derinliğindedir, girişte bir masa var, raflarda seyrek malzemeler filan... Hani öyle büyük işlerin çevrildiği bir yer değil, her sabah ve akşam önünden geçiyorum, büyük işler yapıyoruz diyen adamı, masaya yayılarak uyurken o kadar çok görmüşüm ki... şaşırmam o yüzden...

Üstelik küçük yaştan bellemişim, küçük iş büyük iş olmaz esnaflıkta, bazen bir olur bazen beş, seçmeyecek, kibirlenmeyecek, müşteriyi boş çıkarmayacaksın, e bi de komşuyuz... 

Neyse, o işi, kırık dökmeye gerek kalmadan başka bir ustaya yaptırdım, tesadüf bu ya, o uyuyan adam, benim Nevzat ustanın eniştesi çıktı, konuşmuyorlarmış ama akrabalarmış filan, "evet" dedi "onlar büyük işler yapıyorlar", hayret etmekle birlikte üstelemedim. 

Takıldım tabii, o kadar zaman oldu, dükkanın önünden her geçtiğimde mutlaka dönüp bakıyorum, benim Nevzat ustanın eniştesi ya uyuyor, ya eprimiş tumanını çekiştiriyor, ya da büyükçe bir cam bardakla çay içiyor, ancak o kadar, başka bir halini görmedim, telefonla konuşurken görmedim, dükkana giren çıkan müşteri görmedim, büyük işlerin koşuşturmasını görmedim... Hani büyük işin bir getirisi olur, arabası değişir, kıyafeti değişir, tabelası cilalanır, yok yahu bir numarası...  

Bence benin Nevzat ustanın eniştesi çalışmıyor, değil büyük iş, herhangi bir orta ölçekli iş yapmıyor... Kıt kanaat geçiniyor. 

Matrağa vurarak anlatıyorum ama bu enişte beye artık nasıl bilendiysem-koşullandıysam, zihnimdeki klişelerden biri oldu. Senaristiz ya, sektörden birileri  çıkıyor karşıma, büyük işlerden söz ediyorlar, ikna etmek ve cezbetmek için konuşuyorlar ama hepsi gevezelik, olduğu da yok, olmuşluğu da yok. Ha evet, inanan çıkıyor, çünkü insanlar inanmak istiyorlar, o zamanlarda aklıma bizim enişte geliyor, yüzümde muzip bir tebessümle gülüp geçiyorum.

Cumartesi, Ekim 21, 2023

Maurice Horn

On altı on yedi yaşımdan beri hayalimdi, çizgi romanla ilgili bir kitap yazmak istiyordum, ne ki, nasıl yapacağımı çok bilmiyordum, iştahımdan ve merakımdan başka bir sermayem yoktu. Şunu biliyordum, benden önce yazılmış kitaplara, makalelere, haberlere ulaşmalıydım. Memleketteki üretimlerle ilgili bilgi zaten mevcut değildi ama dünyadaki öncülerle ilgili bir malumat da bulamıyordum. Tek başınaysanız, akademik bir eğitiminiz yoksa, her şeyi el yordamıyla yapmak zorundasınız.

Şimdi çok anlaşılmıyor, google var, her yerden kitap satın alınabiliyor, bulunabiliyor, herkes herkese daha kolay ulaşabiliyor...Yurt dışından kitap ve dergi getirebilmek için ne kadar uğraştığımı düşünüyorum da, tam bir trajediydi...Gerçekten yokluktu, kırıntılarla idare ediyorduk.  Yazışmalar yaptığım için biliyorum, geri dönüşler aylar sürebiliyordu. 

1985-1989 aralığında sanat dergilerinde muhtemelen birbirlerini izleyerek (taklit ederek) çizgi roman dosyaları yayımlandı. Günlerce dergileri evirip çevirmiş, çıkan her yazıyı hatmetmiştim. memleket çizgi romanıyla ilgili yazıların nerdeyse tamamı izlenimsel, nostaljik yazılardı, yalan yok, biraz da ergen cesaretiyle daha iyisini yazabilirim gayreti verdi bana. 

Derken... diyeceğim, iddialı bir kitapla karşılaştım. Maurice Horn'un ünlü çizgi roman ansiklopedisine, Ankara'da Cinnah Caddesinin başındaki Amerikan Kültür'ün Kütüphanesinde rastladım. On dokuz yaşında falanım, yaşadığım heyecanı anlatamam, hemen kopyasını çektirmiş, fotokopi ucuz ve yaygın bir şey olmadığı için bütün paramı harcamıştım. Görselde gördüğünüz üç siyah cilt, sağda duran orijinal kitabın fotokopiden yapılan kopyaları... O kadar önemliydi ki, ciltleyip saklamış, yeri geldikçe kullanmıştım.

Horn, çizgi romana ve karikatüre tüm dünyada itibar katan bir isimdi, derlediği kitaplar pek çok bakımdan halen aşılamadı. Günümüzde ansiklopedi denilen şey cazibesini kaybetti ama o yıllarda, yetmişli yıllardan söz ediyorum, o birikimin akademik bir karşılığı vardı, çok çok önemliydi. Geçen hafta sahaflarda kitabın orijinalini bulunca hemen satın aldım... Garip bir his, aşağı yukarı otuz yıllık kopyalar böylelikle boşa çıkmış oldular...

Söylemesem olmaz, ansiklopedinin girişinde güzel toparlanmış betimleyici bir çizgi roman tarihi makalesi vardır. İlk okuduğumda, bizde yayınlanan pek çok yazıda bu makalenin alenen çalındığını, kaynak gösterilmeden kullanıldığını keşfetmiştim. İngilizceden çevrilmiş, altına imzaları atılmıştı, hırsızlık cesaret ister, çalar gidersiniz, böylesi bir hırsızlıksa, ki bunun adı intihaldir, er ya da geç ortaya çıkar, Sinan Gürdağcık mesela bunu yapmıştı, Bravo'da çıkan yazısını okumuş, cidden büyük saygı duymuştum, meğer Maurice Horn çevirisiymiş, o yaşta, o kıtlıkta ve o kapalılıkta nerden bileceğim... Aşağıdaki görselini paylaştığım dosya da aynı yazıdan apartılmıştı. Yıllarca güzel yağmalandı Horn... Diğer yandan en azından benim gibi pek çok insana ilham, sayısız araştırmaya kaynaklık etti. 

Cuma, Ekim 20, 2023

Plauen ve Nadir

Plauen, Alman bir karikatürcü, Nazi karşıtı görüşleri nedeniyle hapse atıldığı, büyük savaş sırasında  hücresinde intihar ettiği söyleniyor (1944), bildiğim bu kadar... Baba & Oğul, en popüler çalışması. Bizi ilgilendiren kısmı, Cemal Nadir'in onun çizgi ve esprilerinden ziyadesiyle etkilenmiş olması... Karikatür ve çizgi romanımızın öncü ismini taklit ölçüsünde ilham vermiş birisi haliyle ilgimi çekiyordu. 

Galiba, Selma Emiroğlu, bir konuşmasında bu ilhamı gayet rahat bir dille anlatmıştı, Cemal Nadir ile birlikte çalıştığı yıllarda değil de, muhtemelen Almanya'ya göç ettiğinde, çok daha sonra keşfetmiş ve şaşırmış olmalı...Şaşırmamak elde değil... Baba & Oğul, Cemal Nadir'in Dede ile Torun'una fazlasıyla benziyor, ilgilisi üzerine çalışabilir... 

Bilmiyordum, yakınlarda çocuk kitabı olarak dilimizde de yayımlanmış, önsözde Plauen'in intihar ettiğini özellikle belirtmemişler, özen etiği ve çocuk eğitimi diye düşünüp insan olabilir diye düşünüyor, oysa, içerdeki pek çok espri, günümüz pedagojisine uygun değil, onu pek umursamamışlar. 

Plauen, günümüzde çocuk edebiyatının bir parçası olarak hatırlanan ve kullanılan bir isim, yazının sonunda kapağını paylaştığım İngilizce kitap (2022), çizimlere sonradan eklenmiş betimleyici cümlelerle revize edilmiş bir örneği... Bizdeki Cin Ali'yi hatırlatan biçimde okumayı kolaylaştırmak ve pekiştirmek için yeniden düzenlenmiş. 

Plauen'in espri dünyası sessiz sinemadan bildiğimiz biçimde slapstick bir üslup içeriyor. Hemen anlaşılabilecek ölçüde yalın çizilmiş, ardışık olarak birbirini izleyen beş altı kareden oluşan, fiziksel temas ve harekete dayalı bir komiklik içeriyor. Hikaye esprisi mutlaka eylemlerle performe ediliyor... Muzip,  aventüriye, meraklı ve yerinde duramayan iki karakterin "eylemlerini" okuyoruz. 

Sessiz sinemayı anlıyorum, oyuncular konuşamadıkları için hikayeyi abartılı jest, mimik ve hareketlerle görselleştiriyorsun... Sinema büyük ilgi çektiği için ilk çizgi romanların sinemayı taklit etmesini de anlayabiliyorum... Örneğin bizde de çizgi romana (komik şeylere) isim aranırken "sinema romanı-hikayesi" denmiş ilk yıllarda...  Bu taklit, bütünüyle kötü olmuş diyemeyiz, balon ve anlatımcı yazılara başvurmadan çizmek, görünen o ki, ardışıklığı güçlendirmeyi sağlamış... Kare içinde aksiyonu belirleyen çizgisel bir akışkanlık kurulabilmiş... 

Cemal Nadir'in Plauen'i taklit etmesini, ilham almasını, beğenmesini de anlayabiliyorum, çünkü Plauen modern, çünkü akışkan çizgilere ve zamanının ilerisinde akıllı esprilere sahip... Fotoğrafla yarışan bir resimsilik değilmiş istediği, Ramiz Gökçe bunu ondan daha iyi yapıyormuş zaten... Hareketi arıyormuş... 

Perşembe, Ekim 19, 2023

Yeni cilalanmış parkelere...


Değerli ressam Yüksel Arslan'ın bir "hayranıyla" yaptığı mektuplaşmaları derlemişler, GaleriNev'den çıkmış, kısacık bir şey, bilmiyordum, yeni keşfettim, iddialı cevapları var... İddialı derken, Arslan üslup olarak şaşırtmayı seviyor, önemsediğini ve önemsemediğini mutlaka yüksek sesle vurguluyor. Kendisini de coşturan bir neşesi ve öfkesi var. 

Kitapları, resimlerden ve diğer sanatlardan daha fazla önemsediğini sürekli tekrar ediyor örneğin...Bir feylesof seçtiğini, onu ve onun hakkında yazılmış her şeyi okuyarak tükettiğini anlatıyor. Sergilere ise kerhen gidiyor, üstü körü geziyor, o denli önemsemiyor filan... 

Sürnormal bir mizah. Adabımuaşerete atılan bir yumruk. Huzursuz edici bir edepsizlik. Niçe kırbacı ve Marx'ın sakalı... Bitimsiz bir arture arayışı! Hepsinden çok temaşa ihtiyacı...

Yukarıdaki alıntıyı (görseli kastediyorum) bu sebeple seçtim: "Umurumda değil diye bağırıyor." 

Edebiyatçılardan biliyorum, yaşıtlarını, dönemdaşlarını okumayan çok sayıda romancı-hikayeci tanıyorum, bile isteye okumamaktan söz ediyorum, bunun içinde azımsamak, yok saymak, uzak durmak gibi hisler var... Narsistik bir meydan okuma ve körleşme denebilir buna... Çetin Altan derdi galiba, "İnek süt içmez" misali de sayılabilir...

Üniversitede çalışırken, yakınlarda ölen bir hocam vardı, şöhretli bir sosyologtu, onu hiç okurken görmedim, bir gün dekanlık, öğrencilere verilmek üzere, dersleriyle ilgili kaynakça ve okuma önerileri istedi. O da bölüm toplantısında Tommiks'ten, bir gazete haberinden, eski bir şarkıdan, Cin Ali'nin bir bölümünden filan söz ederek kaynak metinlerini anlatan bir gösteri yaptı. Salaklıkları, eksikleri, yavanlığı, yeknesaklığı gören ve yaşayan bizler için tatlı bir isyandı yaptıkları, sempati duyuyorduk. 

Malum, aptallığın teşhirinin bir eğlenceye, teatral bir gösteriye dönüştürüldüğü bir devirdeyiz. Twitter en çok bu işe yarıyor sanki... Salaklıkları anlatan, hayır öyle değildi diyen, önüne gelene cahil diyen bilmemne hoca gibi birileri var hayatımızda...Nasıl yargı dağıttı, nasıl haddini bildirdi, nasıl "dövdü" diyerek gösteriler seyrediyoruz onlardan...

Yüksel Arslan'ın sürreal patakütelerini keşfeden Andre Breton, olağanlaşan gösterileri  bizim gibi, bizimle birlikte yaşasaydı, bugün hayatta olsaydı, hayır günümüzü yirmili yaşlarda yaşıyor olsaydı ne olurdu diye düşündüm. Cevabım yok. 


Çarşamba, Ekim 18, 2023

Sen neler yapıyorsun?

Çizgi: Berat Pekmezci

Arka Masa

Bir eğlence mekanı fotoğrafı, muhtemelen gündüz vakti yapılan bir kutlamadan, bir "söz" ya da nişandan... Belki bir uğurlama, belki bir karşılama... 

Malumunuz, bu tür günlerde, kimin nerde oturduğu düşünülür, ortaya-sahneye yakın yere daha cıvıltılı isimler ve fıkırdayacak gençler yanyana yerleştirilir... Teyzeler, amcalar bir sonraki halkaya, en sona da gürültünün olabildiğince uzağına yaşlı babaneler, ananeler istiflenir. "O gürültüyü gafası kaldırmıyordur guzumm..."

Fotoğraftaki iki nene, anlaşılan o ki, benzer biçimde torunlara yakın ama sahneye uzak bir masaya oturtulmuşlar. Yetmişli yıllar gibi duruyor, moda insan yaşlandıkça o denli kolay değişmiyor, birörnekleşiyor, kıyafetlere bakıp yanılıyor olabilirim demek istiyorum, altmışlı yılların ikinci yarısı da olabilir, daha eski değil...

Masadaki tekel biralarından birini teyzelerden biri içmiş, sanki diğeri de içmiş ama tam anlaşılmıyor... Nasıl da değişiyor-değişti dünya-memleket... Şu resme ve şu ayrıntıya şaşırabiliyoruz. 

Benim büyüdüğüm yerde bir yazlık gazino vardı, halen de semt o isimle, Gazino diye biliniyor... Gökçek, Keçiören Belediye Başkanı olur olmaz, maşallah orayı kapattı, el koydu, değiştirdi şu bu, bir şey yaptı işte... Seksenli yılların ortası. 

Semte bir sayfiye havası veren, bir uçarılık katan  o işletme böylece kapandı, ki çevrede üzüm bağları, şarapçılar ve şarap depoları filan bile vardı, Müslüman Ermeniler'i saymıyorum. Hiç olmamış gibi hepsi kaybolup gittiler. Demem o ki, özel günlerde şarap veya bira içen teyzeleri ilk kez o yıllarda gördüm. Erkeklik kültürü, içki içen kadınlara şaşırmamızı öğrettiği için kırkırdayarak-dikkat kesilerek bakardım onlara: "Sarhoş olur bunlar hahay..."

Depreştirdi mi, gamlandırdı mı tam tarif edemem ama fotoğraf beni hüzünlendirdi, iki teyzenin ayrı yörüngelerdeki meyusiyetleri, hayata yeni başlayan hemen önlerindeki bebelerin gürültücü tepinmeleri filan... Arkadaki garsonun zağlı zorlu kalınlığı, daha gerideki boş masaların kasveti, resmin renksizliği... 

O gün, mutlaka bir eylül günü olmalı. 

Salı, Ekim 17, 2023

Birazcık nostalji

Birazcık nostalji yapacağım, aslında sosyal medya insanı buna zorluyor, nostaljik  tüketim olduğu için, sana her gün geçmişini hatırlatan gönderiler hazırlıyor, "bak diyor, anımsadın mı, şu kadar zaman önce şöyle bir şey olmuştu" Görüp geçiyordum, bu defa yapamadım, hatırama yükseldim diyelim.

2011 yılında, Mor Menekşeler isimli bir senaryom dizi olarak yayımlanmıştı (17 Ekim), hayatımı değiştirdi, çok istediğim, hayalini kurduğum bir şeydi senaristlik. Hayatımı değiştirdi dedim, söyleyip geçiyorum, bunu çok istedim, değiştirsin diye çok çalıştım. Üstelik bunu ekiple filan değil tek başıma yazdım, arada birileri olsun diye uğraştım ama bir türlü olamadı. 29 bölümün yükünü tek başıma çektim.

Şöyle anlatayım, senaryo yazarken, İletişim'de editör olarak çalışıyordum, her ay en az iki kitabı yayıma hazırlıyordum, türlü türlü işlerim vardı. İki ayrı üniversitede üç ayrı ders veriyordum. Derslerden ikisi, yüksek lisans ve doktora dersleriydi, sonuncusu lisans dersiydi ve haftada iki kere yineleniyordu. Gerçekten çok yorucuydu, lisans derslerinin bitiminde bildiğiniz  kilo kaybediyordum. Çok çok sayıda insanla uğraşıyordum. Rejiden sürekli telefonla aranırdım, kavgalar olurdu, revizyonlar, ikmaller, talepler, yayınevinden işler çıkardı, öğrenciler, eş dost telefonları...Galiba düzenli olarak bir yerlere de yazı yazıyordum. 

Tek tek sıraladığıma bakmayın, mutluydum, başediyordum, hiç sızlanmadım, 42 yaşımda hayal ettiğim işin kıyısında olduğumu bilerek çalıştım. Daha tempolu, daha odaklı biri oldum, özgüvenimi artırdım, her koşulda çalışabilmeyi öğrendim. İnsan teki, mutluysa başka türlü yaşayabiliyor, kendini yeniden kurabiliyor, onu artık biliyorum. 

Hatırama yükseldim dedim, burada keseyim... Dizide Zafer Algöz'ün canlandırdığı Yorgancı İshak'tan bir alıntı yaparak bitireyim:

"Sana bir şey diyeyim mi Ömer. Bana akıl soruyorlar, nasihat istiyorlar. Bir kaçını söylüyorum. Bir gün şunu fark ettim. Vakti zamanında o nasihatlere sahiptim, sonra baktım ki o nasihatler benim sahibim olmuş. Artık düşünmeden söyler oldum onları. Kesin konuşayım, doğrusu budur diyeyim istiyor insanlar. Hayat böyle değil oğlum. Hep sınayacaksın kendini. Sınamazsan doğru bildiğin bile akıp gidiyor avucundan. Bakma öyle!"

Pazartesi, Ekim 16, 2023

Bir dakika

Yukarıdaki fotoğraf bir dönem Amerika'da yaşamış-orada sergiler açmış karikatürist Faruk Alpkurt'a ait... Bir portre çizerken-çalışırken çekilmiş...bence 1945-55 yıllarından... Arkadaki panodaki İngilizce ve Türkçe ibare ilginç..."Bir dakikada karikatürünüz çizilir" denmiş... 

Amerika'daki benzerlerinden ilham aldığı tahmin edilebilir, Alpkurt'un bizdeki ilk-öncü isim olduğunu da düşünüyorum, daima bunu yaptı çünkü, esprili bir karikatürünü, bir bantını hatırlamıyorum, daima portreler çizdi...

Dakika vurgusu ve iddiası önemli... Bu kadar kısa sürede sizi çizebiliyorum demek bir sanatçı meydan okuması olarak görünebilir, yalnızca o değil... 

Şöyle anlatayım, bu fotoğraftan çeyrek asır sonra bile vesikalık fotoğraf çekimi en az yarım saat sürerdi, çekilmiş-basılmış fotoğrafları neredeyse bir hafta sonra alabilirdik... 

Yani bir dakikada çizilir derken ben süratliyim, fotoğraftan hızlıyım demek istiyor.

Biliyorsunuz, yüz yıl önce fotoğrafın yükselişi, sadece sanat tartışmaları yaratmadı, maddi sonuçları oldu, örneğin portrecilikle geçinen sokak ressamlarını "bitirdi", günbegün yaptıkları işi ucuzlatmalarına neden oldu, genç kuşaklar için bir meslek olmaktan çıkardı... Cazibesini yitirdi, fotoğrafla rekabet edemezdi-edemedi... Fotoğraf o kadar yaygınlaştı ki resmi evraklarda bir şart olarak kullanılır oldu, kimliklere dahil edildi vesaire...

Alpkurt'un iddiası elbette romantik bir iddiaydı, zamanelikle baş etmek mümkün değildi, bugün böylesi karikatür çizenler yok değil, süratinden çok, esprisinden, yorumundan, komikleştirmesinden dolayı ilginç ve cazibeli olabiliyorlar...Olabileceği de, doğrusu da o zaten... 

Cumartesi, Ekim 14, 2023

Faydalı Bilgiler Ansiklopedisi 3


Fabrika bacaları ve o bacadan çıkan duman, seksen-yüz yıl önce modernliğin ve zenginliğin ifadesi olarak görülürdü. Fabrika sayısı insanları mutlu ederdi, dumanı tüten bir fabrika “Çalışan Türkiye” demekti ve geleceğe iyimser bakabilmeyi sağlayan iştah açıcı bir olmazsa olmazdı… Yukarıdaki kapakta Hoca minarelerin şerefesini soruyor. Eski karikatürlerimizde ekseriyetle iki adam konuşur, ilki sorar, ikincisi muzipçe lafı yapıştırırdı. Şerefesi yok ama şerefleri var denerek, dinle modernlik arasında dualistik bir ayrım ve üstünlük kuruluyor.


İkincisi,  bir yeni yıl mesajı içeriyor, “ben gelirken bunlar yoktu, ne tuhaf” bir yılda ne çok fabrika yapılmış, ne çok gelişmişiz iyimserliği taşıyor. Fabrika bacalarına ilişkin methiyeleri ve şiirleri derlemek gerekiyor aslında. Şimdilerde kirlenmenin, zehirlenmenin ve baştan ayağa umutsuz bir geleceğin sembolü olan bacaların vakti zamanında nasıl sevinçle karşılandığını bilmek tuhaf çünkü…


1937’deki kapak da ilginç, espride yine söz oyunu yapılmış, “o fabrikalarla kendine top mu yapacaksın” diyen yabancı paraya/ sermayeye “hayır, size top attıracağım” diye cevap yetiştiriyor Türk Lirası. Fabrikanın gücü, gücün silah üretimini çağrıştırdığını da ekleyelim.  “Fabrikası çok olanın, ordusu da ekonomisi de güçlüdür”. Dönemin, savaş arifesi olduğunu, Nazi propagandasının tüm dünyayı olumlu ve olumsuz anlamda etkilediğini hatırda tutalım.


Fabrika bacaları bir karikatür klişesi/sembolü olarak o kadar çok ve çeşitli biçimlerde kullanıldı ki… Son kapağı siyasi bir çekişmenin göstergesi olması sebebiyle seçtim. Eski yıl, yeni yılı temsil eden çocuğun elinden tutmuş, içeri girebilecekleri boş bir baca (deliği) arıyorlar. Noel Baba ya da çocukları getiren Leylek esprisini andırıyor ama asıl vurgu, bacaların üzerini kapatmış grev sözcüleriyle ilgili. “Burası Türkiye”, diye başlayan cümle esas olarak grev karşıtlığı içeriyor. Çalışanların hak araması değil, o bacalardan duman çıkmamasından endişeleniliyor. Eski yıl, bıkkın ve bezgin bir halde, üzülerek anlatıyor olup bitenleri. 

Hava kirliği ve fabrika atıklarıyla ilgili zarar ziyan eleştirileri, bizde son çeyrek asırda ortaya çıktı. Daha öncesinde, önemsenmeyen bir konuydu, popüler kültürde ara sıra değiniliyor, çocuksu bulunuyordu. Memleketin daha önemli sorunları vardı, bugün çok değişmese de fabrika bacaları artık sevimsiz birer imgeler. Eskisi gibi insanların göğsünü şişirip, toplumları gururlandırmıyorlar.

Cuma, Ekim 13, 2023

Mahmut Cuda'nın Nasrettin Hoca'sı


Bir süredir Mahmut Cûda resimlerine bakıyor, yazılarını okuyorum. Bildiğim bir ressamdı ama bu kadar üstünde durmamıştım, Kırklı yıllarda çıkan Yeni Adam kapaklarından bir fikrim vardı, olağandışı işleri de vardı, bugün için kimselere ilginç gelmeyecek yorumları da...

Epeyce haksız biçimde ondan "Natürmort ressamı" diye bahsedilir...Çok ilginç çalışmaları var ama  benim asıl ilgimi çeken karikatür ve eskizleri...kapakları...

Geçtiğimiz günlerde 1958'de çıkmış, ucuz kitaplardan birinde, bir Nasrettin Hoca fıkraları derlemesinde çizgilerine rastladım. 

Cûda'nın ilginçliği şu, ilüstrasyon ve karikatür  geleneğimizle (hiç ölçüsünde) ilgilenmemiş olması, onlardan ilham almaması... Farklı ve özgün olan yanı da o zaten... Gazetelerden veya dergilerden yetişme biri değil... Çok küçük yaşta yurt dışına gönderilmiş, Almanya'da ve Paris'te yıllar geçirmiş, düşünün 21 yaşında ülkeye geri dönmüş. Liselerde öğretmenlik filan... Bütün dünyası resim ve ressamlar... Gazeteci çevreleriyle alakadar olmuyor...

Yeni Adam yazıyor yukarıda ama derginin sahibi Baltacıoğlu'nun yazdıklarından anlıyoruz ki, telif için yapmıyor bunu... Hatta öyle ki, askere gittiğinde, madem Cûda yok, onun "menfaatsiz yardımlarının hatırasına saygı" göstereceğiz diyerek kapakta (o askerden dönene kadar) ilüstrasyon kullanmıyorlar.  

Nasrettin Hoca yorumlarına bakın... Bizim bildiğimiz komik çizgili bir Hoca değil karşımızdaki... Daha gerçekçi duruyor...Daha sakin ve mesafeli bir mizahi ton aramış sanki...













Perşembe, Ekim 12, 2023

Eksik düğmeler

"Bizim memlekette san'atın ve san'atkarın muayyen [kesin, belirli] bir üniforması var: Şarlo'nun kıyafeti" demiş Yusuf Ziya...7 Mayıs 1931 diye yazmışım defterlerime, neresi belli değil, muhtemelen Akbaba'nın başyazısından. İşte "eğer ceketinizde üç düğmeniz eksikse alelade bir şairsiniz. Beş düğmeniz eksikse epeyce kuvvetli bir sanatkarsınız. Hiç düğmeniz yoksa, tıraşınız bir karış uzamışsa üstatsınız"... Abartacak ve kanırtacak ki dikkat çeksin... "eksik düğmeler bu san'at üniformasının rütbeleri, apuletleri... Sanatkârın san'at derecesi onlardan belli olacak."

Bugünden bakınca güzel uydurulmuş bir yazı gösterisi aslında, "boş yapma" diyorlar ya şimdi, boş yapan bir yükselme...Laga luga...Hadi yazının iddiası doğru diyelim, sahiden var böyle birileri, ütüye, cilaya, kol düğmelerine, kravata, şapkaya şekile şüküle takılmayan [takılmamayı tercih eden] insandan sanatçı olamaz mı, laf-ü güzaf, tabii ki asıl üniforma Ortaç'ın kafasında...Hemen her yazısı anti-entelektüelizm'in "alevli" bir örneği olarak kullanılabilir.

Üniversite ilk sınıfta HCIV 101 dersinde rahmetli Engin Özgen Hocayı ilk gördüğümde şunu düşünmüştüm, keçi sakallıydı ve popüler kültür o sakalı Yahudilere, kötü adamlara, kibirlilere (sonradan entel denilen yarı aydınlara) yakıştırıyordu, arkeoloji alanının önemli isimlerindendi, o vasat yakıştırmayı ciddiye almıyordu, hesaba katmıyordu, sırf o yüzden daha ilk anda bana cesur gelmişti... Bakmayın şimdilerde, Orta Anadolulu Aleviler, Halktv izleyen abiler filan keçi sakal bırakıyorlar ama eskiden daha azdı, sosyal hayatta iddialı olmayı gerektiriyordu. 

O yıllarda bıyıklıydım, bütün hocalarım bana o bıyıkla diplomat olamayacağımı söylerdi, sınavı kazanamazmışım, bıyıklıları elerlermiş filan... Bıyık, modern değildi, taşraydı, Asyaydı şu bu... Atatürk bıyıklarını kesmişti... O kadar saçma geliyordu ki söylenenler. Şimdi sakallıyım, ilk bıraktığımda anneme, "Levent AKP'li mi oldu" filan diye sormuşlar... Laf uzamasın, hep beraber yuvarlanıyoruz işte, eksikti fazlaydı, meseleydi değildi geçiyor ömrümüz... 

Çarşamba, Ekim 11, 2023

Ödüllere karşıyım ama...


 

Yıllar yıllar boyunca

Yetmişli yıllardan, Milliyet'te yayımlanmış bir Bedri Koraman bantından kesit...Ben finaldeki espriye takıldım. Koraman, "bir karikatürcü" olarak sağcıların iktidarda-hükümet olmasını mesleki bir ilgi ve coşkuyla karşılıyor. Hoş, ne zaman solcular iktidar olabildiler ki, ne kadar zaman falan filan, o bahsi geçelim...

Bu espri, ellili yılların karikatürcüleri tarafından çok kullanılırdı, bir iki defa daha yazmış olabilirim, örneğin Oğuz Aral, defalarca ve ısrarla, Batı'da mizahın öldüğünü, çünkü oralarda sıkıntı olmadığını (mizahın sıkıntıdan çıktığını) iddia ederdi. Neden böyle düşündüğünü, her toplumun kendine göre sıkıntıları ve mizahı olduğunu anlayamamasına akıl sır erdirememişimdir.  Sen nasıl bir Alman'ın güldüğü şeyleri anlayamıyorsan o da seni anlamıyor, çünkü yerel kere yerel bunlar...Gırgır'ın bir dünya fenomeni olduğuna bizden başka inanan yok...

Belki kapalı bir toplum olmamızdan, kendimizden başka kimselerle ilgilenmemizden, dil bilmememizden, empati kurmamamızdan filan olabilir bunlar... Ne var ki, kendini abartma halinin getirdiği bir küçümseme  içerdiği aşikar... 

Koraman'ın esprisine dönelim, sağcılar işimi kolaylaştırıyor, malzememi çoğaltıyor demek istiyor. Bu popüler bir espriydi ve içinde kültürel bir aşağılama içeriyordu, cahildir bunlar, okumazlar-bilmezler şu bu noktasına varıyor çünkü.... Gide gele, yıllar yıllar boyunca, bu espriyi yineleyenlere kendini iyi hissettiren ve hatta kutsayan bir eğilim oluştu... 

Dün sosyal medyada gördüm, Sıvas'a hızlı tren seferlerinin başlamasıyla ilgili birisi (haliyle kendini İstanbullu sayan birisi) espri yapmış, "insan niye Sivas'a hızlı gitmek istesin ki" filan yazmış, gülmüş eğlenmişler... 

Koraman'ın ironik tutumu ve sarkastik tebessümü bu espride yaşıyor gibi geliyor bana...

Salı, Ekim 10, 2023

İcra memuru

Seneler önce geçmişte icra memurluğu yapan biriyle tanıştım, yaptığı işi anlatmıştı, bilmeyebilirdim, durduk yere demiştim, yaptığı işten utanıyor ki, bana anlattı. Gülerken, güldüğü görülmesin diye eliyle ağzını kapatıyordu, kırılgan biri gibiydi ya da öyle gözükmek, “ben icra memuru olarak yaşamak zorunda kaldım” demek istiyor, bu bana nasıl yapılır, nasıl acı çektim diye bana kendini resmediyordu. Sonradan anladım ki, sadece bana değil, herkese anlatıyormuş, aynı edayla, aynı buruklukla…

Bir insan niye icra memuru olur? Soru saçma gelebilir, ekmek parası hepimizi türlü türlü işler yapmaya sevkedebiliyor. Uzaktan bakınca bunu söylemek mümkün, haklı bir gerekçe… gerçi biraz yakından bakınca farklı düşünebiliyorsunuz, icra dairesinde bir sürü memur var, herkes olmuyor, herkes seçilmiyor, herkes emekli olacak kadar devam etmiyor... Sonuçta içlerinden özellikli birilerini seçiyorlar, yapabilecek olan, zinhar yapamayacak olan var çünkü…

Borcu olanın kapısına dayanıp, ağlayana, yalvarana aldırmadan alacağı tahsil ediyorsunuz, ne var ne yok misliyle götürüyor, soğuk bir yüzle bir gösteri yapıyor, eşe dosta, konuya komşuya insanı rezil ediyorsunuz. Sizden tam da bu isteniyor, ağlamalar, inlemeler, yalvarmalar berhava olmak zorunda… Şöyle mi öğretiliyor acaba, “yılmayacak, affetmeyecek, vazgeçmeyecek, acımayacaksın, ha evladım, durmayacak vuracaksın gözünün üstüne…”

O sebeple asıl mesele icra memurunu seçmekle başlıyor, böyle bir işi yapacak birini bulmak, o karakterde biriyle yola çıkmak zorundasınız, yolda bunalacak, koyverecek, yalpalayacak, borçluyla empati kuracak biri olmamalı … Ta en baştan, yıllarca çalışacak, (sevmiyor görünse de) işini sevecek doğru bir memur bulunmalı.

Sahiden “edebi” olarak düşündüm bu meseleyi… İcra memurunu seçen amirin yerine kendimi koyarak düşündüm. Nasıl birini seçmeli dedim. Sahiden narsist, empati yoksunu biri olmalı değil mi? O fasıl tamam, hep kandırıldığını, hep haksızlığa uğradığını düşünmeli, dünyaya karşı kendini alacaklı gibi hisseden, her ne olursa olsun mağdur olan bir adamdan çok güzel icra memuru çıkar diye düşünüyorum. Nitekim çıkıyor da… Narsistik kişiliklerle karşılaştığımda aklıma icra memurları geliyor.

Pazartesi, Ekim 09, 2023

Ne güzel şehit olacaklar

Mahallede sevdiğim, sahiden ölçülü, temiz kalpli bir esnaf var, alışveriş için dükkânına girdiğimde içeride aksanı nedeniyle yabancı olduğu anlaşılan genç bir kadın gördüm, esnafla aralarında hararetli bir konuşma  sürüyordu. Esnaf, hah dedi, "Levent Abi bilir..." Kadın Hamas nedir dedi, ben de biraz anlattım. Kadın, "bu İsrail Filistinlileri öldürmüyor muydu" dedi, biraz durup "o zaman iyi olmuş" diye ekledi... Ben de "siviller, masum insanlar ölüyor, o iyi değil" dedim. Kadın, kırık dökük "mecbur olacak o kadar" dedi.

Evden dışarı çıkmadığım ve çok az insan gördüğüm için olabilir, sahne bana fantastik geldi, düpedüz şaşırdım, Moldovalıymış, yirmili yaşlarda tiril tiril giyinmiş büyük ihtimal Hıristiyan bir kadın, İsrail'de olup bitenleri, masumların katledilmesini meşru gören bir tonda konuşuyordu benimle. Türkçesi-şivesi, Orta Anadolulu gibiydi,  eşinden-sevgilisinden bu vurguları kapmış olmalı, Kızılcahamamlı bir kadınla sohbet ediyor gibi hissettim. Buraya kadar olabilir diyebilirsiniz, kadın şunu söyleyince kanım dondu, Hamas militanlarını kastederek "Ne güzel şehit olacaklar, keşke ben de şehit olabilsem."

Konuşmaya devam edemedim. Sen hangi ara bu öfke seline salça oldun be arkadaşım demek istemedim. Ayaş domatesimi alıp çıktım dükkandan. Lisede ilginç bir tarih hocamız vardı, her şeyin bir bedeli var diyerek zahmetsiz zafer, bedelsiz mağlubiyet, risksiz savaş yoktur filan diye diye savaşları anlatırdı. Büyük laflar, bütün ergenler gibi beni de etkiliyordu. aklımda kalmış.

Beypazarı'nda pazardan alıç alacağım, satıcı kadın, "pahalı çünkü, ayı gelecek-saldıracak diye korka korka topluyom ben onları" diye işin bedelini, riskini ve maliyetini açıkladı. Matraktı. Haklısın diyerek satın aldım.

Eve dönerken, Moldovalı kadın, nasıl böyle düşünüyor diye fikir yürütmeye başladım. Yahudileri sevmiyor olabilir, Müslüman olmuş olabilir, çevresindekilerin fikirlerini yineliyor olabilir, güce tapıyor olabilir filan diye bir sürü şey sıraladım kendimce...Bir cevap bulamadım.  Türkiye'desin ve yabancısın, yerli ve milli intikamcı gibi konuşmanı gerektirecek bir zorunluluğun nasıl olabilir, dışlanmaktan mı korktun, benim seninle aynı fikirde olacağımı mı sandın? Nedir bunun zahmeti ve maliyeti? Nerden çıktı bu şehitlik meselesi? Niye?

Popüler tartışmalarda tarafların kararlarını etkileyen değerler o kadar karışık ki, her zaman çok anlayamıyoruz... Ayılardan korkmak kadar anlaşılır olmayabiliyor...

Related Posts with Thumbnails