Cuma, Ekim 27, 2023

Kadın Aklı


Yüz yıl kadar önce Amerika’nın ve sinemanın ulaştığı her ülkenin en çok tanınan dinozoru Gertie’ydi. 1914 tarihli aynı adlı animasyonun kahramanı olan dişi dinozor, o yılların deha olarak adlandırılan çizgi romancısı Winsor McCay’in çizgileriyle hayat bulmuştu. O kısa filmdeki hikâyeye göre McCay, George McManus, Roy McCardell gibi bir grup çizer ve mizahçı, araba gezisi sırasında doğa tarihi müzesinde konaklamak zorunda kalıyor, akşam yemeği yenirken McCay dostlarına Gertie’yi anlatan bir animasyon çiziyordu. Gertie, bir sirk hayvanı gibi ayaklarını kaldırıp indiriyor, müziğe tempo tutuyor, huysuzluk ediyor, oburluk yapıyordu. Dinozorun olağanüstü büyüklüğü ve modern animasyon tekniği, günün seyircisine yeni ve şaşırtıcı gelmiş olmalı.

McCay, uzak görüşlülüğü ve olağandışı olanı gerçekmiş gibi gösterebilme mahareti nedeniyle bilerek seçilmiş bir isim. Uzak diyarlar, egzotik mekânlar, hiç bilinmeyen bölgeler, ıssızlık, tekinsizlik, her anlamıyla ‘cangıl’, McCay gibi öncü isimlerle kendini vareden çizgi roman dünyasının hısım akrabalarıdır. Buzlar altında yüzlerce yıl uyumuş bir adama, kocaman uzay gemilerine, Marslı bir kadına, vampirlere ve uçan adamlara rastlarız hikâyelerinde. Sanıyorum Fellini, çizgi romanı diğer sanat türlerinden ayıran en temel farkın daima olağanüstü hikâyelere sahip olmasıdır demişti. ‘Hiç olur mu a canım çok mantıksız’ denmez çizgi romanlara örneğin… Çocuksu bir abartı, fantastik bir aura, rasyonelliği kapı dışarı eden bir inanç hâkim oluverir anlatıya, yadırgamayız… Gertie’yi, McCay’in resmetmesi anlaşılır bir tutum bu sebeple. Sinemada ya da romanda bu olağanüstülük yok diyemem. Sanatın hayatla ve rutinlerle ilişkisinde ve kendini varederken kurduğu düzlemde olağandışı bir seyir kurma arzusu zaten vardır. Bir genelleme yaparsak ve bu genellemeyi diğer sanatların geneliyle kıyaslarsak, çizgi romanların olağanüstülüğün eşiğine daha yakın durduğunu iddia edeceğim.

Tardi’nin ünlü dizisi, tam adıyla, Adèle Blanc-sec’in Olağanüstü Maceraları, Gertie’yi çağrıştıran biçimde, 136 milyon yıllık bir dinozor yumurtasının çatlamasıyla başlıyor. Hikâye tarihiyle sene 1911, o olağandışı yaratık-kuş Paris semalarında dehşet yaratarak gezinirken Tardi, takıntılı ve komik erkeklerin hâkim olduğu bir şehir ve hayat manzarası çiziyor bize. Tardi, Türkiye’de çok bilinmemekle birlikte, kendi adıma hemen sayabilirim, yaşayan en büyük çizgi roman ustalarından biri. 1946 doğumlu, Fransa’nın güneyinde doğmuş, çeşitli hikâyelerinde şiveli konuşan Marsilyalıları, Lyonluları anlatması tesadüf değil. Çizgi romana altmışlı yılların sonunda Pilote dergisi çevresinde başlamış. O çevrede yer alan gençlerin, Christin ve Giraud gibi birlikte çalıştığı isimlerin ortak özelliği, anaakım çizgi roman anlayışının dışına çıkmalarıydı. Nasıl bir hikâyeci olduğunu bu başlangıç noktası açıkça beyan ediyor aslında. Tardi, o yıllarda, pek çok yaşıtı gibi Herge’in ligne clair (açık berrak) çizgi tarzını kullanan, fotoğraf ayrıntısında arkaplanlar tercih eden, komikleştirerek çizen biriydi. Yetişkin okurlara yönelik siyasi dertleri olan çalışmalar yapmak istiyordu. Bu iki eğilimi yıllar içinde nerdeyse hiç değişmedi. Leo Malet, Louis-Ferdinand Celine gibi iyi edebiyatçılardan uyarlamalar yaptı, piyasa beklentilerinin aksine siyah beyaz çizmeyi yeğledi. ‘Sanat’ çizgi romanı yapmak istemiyordu ama anaakım çizgi romanın okurlarını da hedeflemiyordu. O yüzden olabilir, gelenek ve modern arasında kaldı hep, ikisine de dâhil olmadı sanki… Her zaman şehre yeni gelmiş bir göçmen gibiydi, diğer yandan şehri, şehrin sahiplerinden daha iyi tanıyordu.

Adèle Blanc-sec, onun popülerlik kazanmış çalışmalarından biri (1976-2007). Dokuz albümlük diziyi yayın efsanesi A Suivre dergisinden hatırlayanlar çıkacaktır. Yakın tarihli global rağbetini ise Luc Besson’un yaptığı film uyarlamasına borçlu. Tardi, İngilizceye birkaç kez tercüme edilmekle birlikte Amerika’daki düzenli sayılabilecek yayını bile filmin etkisiyle yakınlarda gerçekleşti. Adèle Blanc-sec, Tardi’nin çok sevdiği, kimileri dokümanter nitelikli başka çalışmalar da yaptığı, 1910’larda geçiyor. Çizgi romanlar genellikle erkek anlatıları olduğu için kadın kahramanlar (heroine) sayıca azdır. Adèle, erkek kahramanlardan geri kalır biri değil. Onu tanımlarken külliyen ahmak, saplantılı, iyi ya da kötü ‘eksik’ erkeğin arasında ne yaptığını bilerek yaşayan bir maceraperest demek gerekiyor. Tardi’nin ironik üslubunda hemen tespit edilecek bir ayrım bu. Çevresini komikleştirerek öyle bir ucubeleştiriyor ki, kahraman neredeyse hiçbir şey yapmadan, daha en baştan sivriliyor.

Adèle’nin ilgi çekici olan bir yönü var, Fransa’da erkek düşmanı anlamında ‘misandrist’ sayılıyor. ‘Yahu altı üstü çizgi roman, abartmışlar’ demeyin, konuşuluyor işte, toplumlar spekülasyona ihtiyaç duyar, ne desek boş, geçerken Žižek’e selam gönderelim. Cinselliğe ve dair tutkulara çizgi romanda değinilmesine rağmen aseksüel bir kahraman Adèle, erkeklerle yakınlaştığını görmüyoruz. Arada bir banyoda yıkanırken, küvette otururken, düşünürken çıplak resmedildiği oluyor o kadar… Ne aşk ne de bir cinsel çağrışım içeren bir temayülle faş edilmiş değil. Şapşal erkekler arasında akıl yürütürken, cesaret gösterirken, sigara tellendirirken izliyoruz onu. ‘Kadının fendi’ denir ya, öyle işte, suyun yatağını bulması gibi sessizce ve bazen kasıtlı bir hırçınlıkla erkekler arasından sıyrılıp çıkıyor, yolunda ilerliyor. Kimi yönleriyle George Sand’i andırdığını düşünüyorum. Tardi’nin eski ile yeni arasında kaldığını söylemiştim yukarıda. Adèle’nin dizi başlığında geçen olağanüstülük de böyle bir şey. Bir yanda dinozorlar, maymunlar, mumyalar diğer yanda başka türden bir karakter derinliği, kadın aklı… Olağanüstü bir çizgi roman işte…

[Bu yazı, daha önce 23 Ekim 2010 tarihinde Radikal Kitap'ta yayımlandı.]

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails