Perşembe, Eylül 30, 2021

Serüven, Tünel, Taxi, Lokomotif


(...) eskileri tararken, bütünüyle aklımdan çıkmış bir eskiz buldum. Hikayesi de eski... 1991 yılı Temmuz ayında, Tünel'deki Rr (Resimli Roman) dergisine gitmiştim. Derginin yayın hazırlıkları sürüyordu. Bana dergi için gelen çizgi romanları göstermişlerdi. Sonra gide gele, odalardan birinde bir eskiz kutusu görüp onu karıştırmıştım. Çöpe atılmak üzere duran karalamalardı. Bir kısmını onların izniyle almıştım. Dergi için isim ararken epey kağıt karalamış, logo eskizleri de yapmışlardı. 

Bugün, o zaman düşünülen isimlerden biri olan Serüven için yapılan logo tasarımını görünce çok şaşırdım. Eski bir dostla karşılaşmış gibi oldum aslında... Anılar, yarım kalan denemeler, uzun konuşmalar aklıma geldi. Herneyse Serüven logosu eskiz olarak hoşuma gitti ama sayfayı bütünüyle paylaşayım istedim. Kim çizmiş bilmiyorum ya da geçmiş zaman, söylediler de unuttum. Sarkis Paçacı'nın çizgilerine benziyor, kimbilir Sahir Erdinç de olabilir...

Çarşamba, Eylül 29, 2021

Yannış tercih

Yelpaze dergisini çok sevdiğimi, annemden kalan, babaannemde duran dergileri çocukken yıllarca karıştırdığımı galiba daha önce yazdım. Karıştırdım derken, içinde çizgi romanlar olurdu, onlara bakardım, okurdum diyemiyorum, çok dahil olamıyordum demek daha doğru... 

Evet, çizgiler büyüleyiciydi, enfesti, gel gör ki, benlik de sayılmazdı, şöyle bir serüven çizseler, kim bilir negzel olurdu,  aşk meşk nedir be diyordum içimden...Sonradan kızsal meseleler filan denmeye başladı gençlik argosunda... Tam öyle bir şeydi, o güzelim çizgiler, soap opera olunca heder oluyordu sanki.

Çocukken hepimiz az ya da çok anladığımızı, sonra da anlamak istediğimizi okuyoruz... Bir şey gelişecekse, yani zevklerin niteliğinin değişmesi ve çeşitliliklerden haz almaksa mesele, sonradan, ilk beğenilerin üstüne koyarak varolabiliyor. 

Farklılıkları anlamak, kabullenmek, empati kurmak "ha diyince" kazanılan bir şey değil, zaten o sebeple büyümek zor diyoruz. 

Salı, Eylül 28, 2021

Genççler...

Şükrü Çankaya'nın Asi Gençlik kitabının takdiminden, son paragraf benzersiz güzellikte: " Bilhassa yüksek öğrenim gençliği, ilmin eri, kültürün seferberi ve milli ahlakın sahibi olarak kalacaktır. Bu sebeple; hür,  müteşebbis, ferdi muhtariyete haiz ve sosyal sorumluluğu müdrik, zeki, kabiliyetli, dinamik, uyanık, kültürlü, yapıcı, zinde, kuvvetli, vakur, çalışkan, milli terbiye, ahlak ve vicdan ile mücehhez; ince ruhlu, duygulu, saygılı, namuslu, dürüst, iyi özlü, doğru sözlü, kiyaset, feraset ve hamaset ile yüklü, kamu yararına hadim, adil ve efendi bir gençlik yarınlarımız olacaktır."

[Amin]

Pazartesi, Eylül 27, 2021

Rıfat bey

Muallim. Sınıf’ın şairi. Komünist. Sanatoryumdaki veremli arkadaş. Hür Markopaşa serüveni ve hiç de öyle olmadı açıklamaları Aziz Nesin’e. Yarım asır süren husumet ve rekabet. Karartma geceleri, Parmaksız Hamdi, dayak ve tecrit komünistlere. Kırkların cadı kazanını anlattı yıllarca. Yangın sonrası bir ormandı İstanbul. Gazetelerde musahhih ve Dolmuş’ta stepne. Gizli, saklı, yasaklı. Ya tan yeri ağarırken ya zifiri karanlıkken. Toplumcu şiirle değil mizahla hatırlandı. Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı’nın adı hatırlanamayan yazarı. Bir yanı gururlu, bir yanı gücüne gidiyor. 

 

Pazar, Eylül 26, 2021

Büyümek isteyen çocukların yürek gümbürtüsü


“İlk örnekleri şöyleydi”, “evvela Avrupa’da başladı” filan diyerek lafı çevirsek de şu gerçeği değiştiremeyiz: Çizgi roman, hemen tüm popüler sanatlar gibi Amerikalıdır, o etkiyle yaygınlaşmıştır. 1930’lu yıllarda neredeyse dünyanın her ülkesinde yayımlanan Amerikan çizgi romanları, kimileri ileride ünlü birer yazar-çizer olacak tüm çocukları etkilemiş, ülke çizgi romanları o ürünleri taklit ederek gelişmiştir. Sadece Avrupa’da tek tek ülkelerin çizgi roman tarihlerine bakarsanız, istisnasız her yerde ilk denemelerin, Amerikan çizgi romanlarını temel alarak hayranlıkla geliştirildiğini görebiliyorsunuz. Bu durum, Türkiye için de geçerli, Fransa veya İtalya için de… Çizgi roman, o yıllarda, tüm dünyayı etkileyen Amerikanlaşmanın önemli bir itici gücüydü demek istiyorum. Amerikanlaşma, genellikle Hollywood ile hatırlanır; oysa çizgi romanlar çocuklara yönelik hikayeleriyle aynı bağlamda daha başka bir etki yaratırlar. İroniktir, ilk dönemlerinde yayımlandıkları kültürlerde nasıl adlandırılacakları bilinemediği için en çok sinemaya benzetilmişlerdir. Bizde de 30’lu yılların çocuk dergilerinde “sinema romanı” adıyla takdim edildiklerini biliyoruz. Çocuklar dergide okudukları Baytekin’i (Flash Gordon), Jungle Jim’i (Avcı Baytekin), sinemalarda ayrıca seyrettikleri için bu adlandırma seçilmiş olmalı. 

Bu bakımdan İtalyanlar bize benziyorlar, üstelik çizgi roman üretmeye başladıklarında bu sinema büyüsünü işin içine isteyerek katmışlardır. Altını özellikle çizelim; İtalyanlar, çizgi roman üretiminde Hollywood’u modellerler. Kahramanlarını ünlü oyunculardan seçer, Robert Redford, Daniel Day Lewis, Audrey Hepburn gibi oyuncuların başrolde olduğu çizgili seriyaller üretirler. Hikayeleri, tahkiye dengeleri, gerçeklikle ilişkileri, tempoları Hollywood senaryolarını andırır. İtalyan çizgi romanları, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yayımlandığı için bu yaklaşım bizi de etkilemiştir. Bugün çoğu okur için çizgi roman denildiğinde İtalyan kökenli, kurgu ve görsel devamlılıkları Hollywood’a öykünen ve Amerikanvari olan westernler akla gelir. Onlardan biri olan Zagor’un ünlü yaratıcı çizeri Gallieno Ferri, geçtiğimiz ay 87 yaşında vefat etti. Bizde de sevilen, hayranları olan biriydi. Birkaç yıl önce, Türkiye’ye gelmiş, imza günü yapmış, televizyonlara çıkmıştı. 

Ülke çizgi romanlarının sanat algısı, üretim ve tüketim biçimleri daima farklıdır. Nitelik-nicelik dengesi farklı bir mantıkla kurulduğundan Amerikan ve Frankofon piyasasında çizgi romancılar yılda yüz sayfa çizmeyebilirler, bu durum hiç de garipsenmez... İtalyanlar, kısmen Latinler ve Japonlar dışında, çok sayfa üreten çizgi romancılara rastlamak pek mümkün değildir. Japonlar için çok sayfa çizmek itibar ölçütüdür, Frankofonlar için nitelik kaybı ve vasatlaşma… Türkiye’de, uzun yıllar önce, 1955-85 yılları arasında, gazetelerde çalışan çizgi romancılar günbegün süren üretimler yaptılar. Yine de, nicelik olarak sanıyorum herhangi bir memleket çizeri Ferri kadar çok sayfa çizmemiş, yakınına dahi yaklaşamamıştır. 20 bin sayfanın üzerinde üretim yapmış bir çizerden söz ediyoruz. 1929 doğumluydu ve yanılmıyorsam son çalışmasını, geçen yıl, Zagor’un 600. sayısı için çizmişti. 22 yaşından beri çizen biri var karşımızda, akla mantığa uymayan olağandışı bir çalışma hikayesi Ferri’nin hayatı. Çok çizmek, masanın başından kalkmadan çizmek, hastalanmadan, gündelik hayata bulaşmadan, ne olursa olsun çizmek… Günde üç ya da dört sayfa yetiştirmeye çalışarak çizmek… Piyasa mantığı belliydi, o dönemin bütün üreticileri çok çizmek ve çok yazmak zorundaydı. Önemli olan devamlılıktı, Zagor’un yaşamasıydı, derginin çıkmasıydı vs. Pek çok şey söylenebilir ama bu çalışma temposu kabul edelim, tarif edilir gibi değil. 

Zagor’un çıkışındaki fikir, aslına bakılırsa dönemi için göz alıcı parlaklıkta değildir. Tarzan ile Robin Hood karışımı bir westerndir, tip olarak Robert Taylor modellenmiştir, edebiyata değil sinemaya bakılarak bir hikaye tahayyül edilmiştir… Dergiyi İtalya’da çoksatar yapan, başka dillere tercüme edilmesine sebep olan şey, bana kalırsa, en azından başlangıçta bu aura değildi. Ferri’nin garip bir dinamizmi vardı, iyi çizer olabilirsiniz ama sayfa üzerinde, karakterlerinize bir hareket katabilmek özel bir yetenek ister. Deseniniz, çinilemeniz ilginçtir ama kare içinde bir yerden bir yere doğru evrilen bir akışkanlık kurmak, jestleri ve mimikleri buna göre istiflemek kolay değildir. Zagor’un çizgi roman olarak asıl gücü, aksiyonunu gösterebilmesiydi; ağaçtan ağaca atlıyor, baltasını savuruyor, mutlaka birinin peşine düşüyor, dere tepe düz gidiyor, yakalıyor, şaşalı biçimde kötü adamı tepeliyor ve naralar atarak evine, Darkwood ormanlarına geri dönüyordu. Sahneler sürekli değişiyor, iş diyaloglara kaldığında, araya mutlaka bir bağırış çağırış, bir kavga katılıyor, her şey hareketli bir kamerayla kıpır kıpır resmediliyordu. Böylesi bir aksiyonu ancak Ferri kadar temposu yüksek bir çizer var edebilirdi. 

Ferri, kendi kuşağının bütün üreticilerine benzer biçimde 30’lu yıllarda okuduğu Amerikan çizgi romanlarını, çizer olarak Alex Raymond’u izleyen, onlardan ilham alan biriydi. Zagor’un sonu kavgayla biten, yumruklarıyla etrafındakileri metrelerce ileriye savurduğu hararetli bir öfkesi vardır. Ferri, bu çocuksu heyecanı, o dehşetli patlamayı -hiç abartmıyorum- bayılarak çiziyordu. Siyah beyazın dağılımı, çininin şiddetlenmesi, fırçanın belirginleşmesi, bir kareden diğerine geçen süratli ardışıklık, dizinin her zaman en başarılı sahneleri oldu. Bu kadar hızlı çizen, bu kadar çok çizen birinden deha ölçüsünde biriciklik beklenemez. Önceleri daha yavaş ve uzun soluklu çizse, daha farklı bir çizer olabilirdi gibi gelirdi bana. Sonradan anladım ki, hayır, Ferri böyle çiziyordu, Zagor’un öfkesi gibi patlayarak, hafiften delirerek, yumruklar savurarak… Ferri, başka türlü bir tempo bilmiyordu. Bir okur ve seyirci olarak nasıl büyülendiyse, o ruhu arayarak, o ruha adanarak çizdi. Büyümek isteyen çocukların yürek gümbürtüsü, kağıttan sinemasıydı. Ferri, çizgi dünyasının sinemasal heyecanıydı. [2016]

Sabit Fikir

Cumartesi, Eylül 25, 2021

Pulp estetiğine bir örnek

Sevdiğim bir kapak... Pulp estetiğinin nitelikli bir örneği. İsim "ürkünç", spottaki iddia ise tek kelimeyle merak uyandırıcı "1965'in en korkulu macera romanı..." Altına itibarlı bir derginin ismi yazılmış...Okuru çağırıyor, heyecanlı ve zamanın en iyisini okuyacaksın çağrısı bu...

Trençkot pardösülü biri kadın üç kişi karanlıkta, köprüde, gece ışığının altında buluşmuşlar, yüzü görülmeyen biri diğer ikisine silah doğrultmuş. Polisiye estetiğinin klişeleri öne çıkartılmış demek gerekiyor. Sahneyi gördüğümüz açı, hele o günler için yeni ve muammayı artırıcı türden istiflenmiş. Karanlık, renk olarak mavimsi-tramlı kurulmuş... Amaç, merak uyandırmakmış, bunu da başarmışlar.

Perşembe, Eylül 23, 2021

Türkler ve Bira

Julia 76'da rast geldim bu kareye... Türklerin iyi bira yapması ve satması, bana da denk geldi, yabancıları şaşırtıyor...Nasıl olur filan diye sorulunca, uzun uzun anlatmak zorunda kalıyor insan. 

2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı'nda yaptığım çizgi roman sergisinde çizdiklerimize bakıp, erotizme ve underground eğilimlerimize şaşıran çok oluyordu. Çok kalabalık ve halka açık bir yer olduğu için herkes bir şey soruyordu, Müslüman bir ülkede öylesi bir sertliğe yasalar nasıl izin veriyordu, çizerleri öldürmüyorlar mı filan, hatta birisi ellerini keserler diye düşünmüştüm demişti... 

Laf lafı açınca, biz bira da içiyoruz biliyorsunuz değil mi diyordum, hiç o taraftan düşünmedikleri için anlamıyor, birada ne var ki filan diyorlardı...

Bazen insanların şaşırmadıklarını, şaşırır gibi yaparak zeka gösterisine giriştiklerini düşünüyorum. Hayat, klişeler içerir ama daima o klişelerin dışında da gelişir. Kaçamaklar, nişler, oksijenler, vitaminler ancak böyle varolabiliyor. Kesin cevaplar bizi rahatlatıyor ama içteniçe biliyoruz ki, tek bir cevap ve tek bir gerçek yok... 

Julia'daki karakter, komplocu bir dille Türklerin içmedikleri halde neden bira sattıklarına dair bir yorumda bulunuyor: (Müslüman olmayanlardan) intikam almak için...demek istiyor galiba. E sert bir çağdayız. 

Çarşamba, Eylül 22, 2021

Es

Hikmet Feridun Es, bizim ilk uluslararası gazetecilerimizden... Ben nedense onu, Afrika'dan röportajlarıyla, Jungle Jim şapkasıyla hatırlıyorum, çocuk aklımda, o "resim" bana daha heyecan verici gelmiş olmalı... Es, gazeteciliğe üniversiteyi terk ederek başlıyor, orman mühendisi olacakken, magazin muhabiri olup çıkıyor. 

Akıllı ve cevval biri, kana girici olmalı, ağzı laf yapan, girişken, o yılların en önemli teliflerini ödeyen Sedat Simavi'yle çalışmaya başlıyor, cumhuriyet tarihinin en iddialı dergilerinden birine Yedigün'e Amerika'dan, Holivut'tan haberler geçiyor. Bugünden bakıldığında matrak elbette ama devrin dünyaya kapalı Türkiye'sinde "akıllara ziyan" bir merak uyandırıyor Es... Amerikan filmlerinin şaşalı oyuncularının eline Yedigün'ü tutuşturarak fotoğraflar "çekiniyor". Bence uzun seneler Yedigün'ün, sonra Hürriyet'in tiraj getiren-lokomotif yazarlarından biri oluyor. "Şimdi nereye gidecek, ne maceralar yaşayacak" denilen biri. 

Kore'de savaş muhabirliği yapıyor, ilk kadın savaş muhabiri ve fotoğrafçısı sayılan Semiha hanımla evleniyor, say say bitmez, çok hikayeleri var. Yıllar geçtikçe tonton bir gezgine, sohbet yazıları yazan birine dönüşmüştü, mizah dergilerinde, hafta sonu ilavelerinde gülücüklü yazıları olurdu filan... Es, anlatılması gereken "film olur" denilen popüler simalarımızdan... Bir süredir, neye elimi atsam karşıma çıktı, yazayım istedim.

Salı, Eylül 21, 2021

Kumdan Kale

Albüm güzel, muamması enfes, Shyamalan niye yükselmiş, grafik roman neden sinemaya uyarlanmış okurken anlıyorsunuz. Sonradan filmi seyrettiğim için şunu da not düşeyim: hikaye, film için kısa, Holivut için de karanlık ve muğlak... haliyle evirip çevirmişler. Bu türden mukayeseleri sevmiyorum ama eserin orijinali, uyarlamasının epey önünde "duruyor."

Pazartesi, Eylül 20, 2021

Ahmet Rasim

Gıbrıslı. Babasız, hep babayı arayan. Ahmet Mithat’ın talebesi. Hüseyin Rahmi’nin hempası. Kırkmeraklı. Ucuz romancı, muhabir, gececi, şehirci, mahalleci, gelenekçi, eski zaman tarihçisi. Eşkâl-i zaman. Ahmet Rasim, Evliya Çelebi olmak isteyen İstanbul gazetecisi.

Cuma, Eylül 17, 2021

Yargı magazini

Yetmişli yıllardan bir yargı haberi, hakim idam kararı verdiği için kalemini kırmış: "Reis kırdığı kalemi saklayacak" 

Önce "saklayacak" vurgusu ilgimi çekti, niye saklasın ki diye düşündüm, insan hatırlamak değil unutmak ister gibi geldi. Halbuki ilk kez duymuyordum bunu, önceden böyle düşünmemişim. 

Sonra habere baktıkça şunu farkettim, eskiden vardı, şimdi yargı magazini yapılmıyor, mahkemeler "konuşulmuyor", "haberleştirilmiyor", bunun nedenini ülkenin içinde bulunduğu kutuplaşmaya ve gazetesizleşen medyaya bağlayabiliriz elbette.

Perşembe, Eylül 16, 2021

Hızırbey için

Eğitimli ve sanatçı bir aileden geliyordu, belki o yüzden çaresizlikle ve o açlıkla çalışmadı, ancak geç yaşında çizer olarak ilgi çekebildi. Pulp evrenini iyi bilirdi, Salata mizahına ve trash abartısına yatkındı, westernler ve kılıçlı kahramanlar… Yetmişli yıllarda yaşıyordu. Bir fikre takılır ve onu günlerce konuşurdu. İddiacıydı, tersini söylemeyi severdi. Yaman adam derdi birine, oo yaman adam… Ya da süzme salak… Bir sigara, sonra bir sigara daha… Çizerliği kadar koleksiyoncuydu, yıllarca topladı, sattı, tekrar topladı ve tekrar sattı. Kırgındı ve kırıktı, bütün kırgınları küçümser, bütün kırıklara gülerdi. Fikren kavga etmediği azdı, ben etmedim ama arkamdan da konuşurdu veya biri konuşursa beni korurdu. Kıblesi kahramanlığıydı. Yaman adamı olmak istiyordu ucuz romanların. Ben tek siz hepiniz diyordu aslında karşılaştıklarına. Uzun uzun konuşurdu, sahiden uzun uzun…Bir romana veya bir şeye başlardı, bitiyor derdi, başladı mı bitti mi bilemezdik, vazgeçerdi, yarım yarım, ya da arkaik, yarım asır önce yazılmış gibi…Gülerdi kendine, sonra başka gaileler, çekilir mi bu hayat, ağzında çakıltaşı var gibi, ree’leri tıngırdatarak…Hoşçakal Talat abi

Çarşamba, Eylül 15, 2021

Günün plağı

Hatırlayan olabilir, Hurşid Yenigün orkestrası vardı, galiba diyeceğim seksenli yıllar en popüler zamanlarıydı, düğün orkestrası gibi neşeli-oynak havalar çalarlardı. Orkestranın plak kapaklarında, bana hep  ilginç gelmiştir, Gırgır çizerlerini tercih etmişlerdi. 

Yukarıdaki çizimler İlban Ertem'e ait, İlban abi başka kapaklar da çizmişti, hele bir tanesinde o devrin popüler çizgi kahramanlarından birini, kendi çizdiği Küçük Adam'ı dahi kullanmıştı. 

Gırgır'ın popülerliğinden faydalanmak mı yoksa "ruh" olarak benzettikleri için mi o komik çizgileri tercih etmişlerdi, o fasıl belli değil.

Türün meraklısı veya toplayıcısı değilim ama plak kapaklarındaki çizgi romancı ve karikatürcülerle ilgili bir çalışmanın eksikliği duyuluyor, ucundan kıyısından dahi bir döküm yapılmadı gibi geliyor bana...

Salı, Eylül 14, 2021

Sevim hanım

Karaca’nın annesi. Manken. Voyeuse ve flaneuse. Fısıl fısıl konuştu kendisiyle. Bulanık ve kaypak sözcükler, soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı. Evhamlı kadınlar, âşık kadınlar, alkolü seven kadınlar. Naifliğin katili, dünyayı anlayan sert erkekler. Tevratlı dizeler. Pera my Lord. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, erken bunamışlara. Yedi cüceli eve. Sevim Burak, perdeye iğnelenen sayfaların yazarı. Türkçenin Yanıksaray’ı.

Pazartesi, Eylül 13, 2021

Son Kuvvacı Aşısı

Uzunca bir zamandır, aşı karşıtlarını izliyorum. Öfkeleri, patlamaları, mutlak haklılıkları (!), herkesi yalancı saymaları, kimselere inanmamaları, kibir ve iddiacılıkları bana "enteresan" geliyor. 

Azınlıkta olmak, bir ruh hali olarak insanı bir meşruiyet arayışına itiyor. Herkes tarafından kabul edilen bir temele, geçmişe veya "doğruya" ihtiyaç duyuyorsunuz. 

Malum, Atatürk, popüler kültürümüzün en güçlü ikonu. Herkes, inancına ve hayat tarzına göre onu yorumluyor, kendini sağlama alıyor. O sebeple Atatürk'ün ve ona bağlı referansların aşı karşıtları tarafından kullanılması garip değil. 

İlginç sayılabilecek kısım şu, aşı karşıtları emperyal bir işgale direndiklerini söylüyorlar... Hemen her ülkedeki aşı karşıtları, ilaç tekellerini yeni bir global güç olarak niteliyor, kendilerini değil memleketlerini savunduklarını haykıra haykıra  iddia ediyorlar. 

Bizdeki Aşı karşıtlarının Kuvayı Milliye vurgusu da buradan elbette...

Not: İroni yaptığımı düşünmeyin, genç bir televizyon yöneticisi bana "geleceğin ve Türkiye'nin tik tok'ta" olduğunu söylemişti, saçma dememiş ona da bakmıştım, derli toplu insan manzarası görmek her zaman mümkün olmuyor. Askerde üniversite mezunlarıyla karşılaştığımda şaşırmış ve dehşete kapılmıştım. Artık genç değilim, haliyle o kadar dehşete kapılmıyorum ama manzara karşısında  şaşırıyorum elbette.

Cuma, Eylül 10, 2021

Yeni bi "birey"

Günlük çalışma hayatıma dair çok nadir de olsa paylaşımlarım oluyor. Ofise yeni bi "birey" katıldı, tanıştırayım istedim. 
 

Perşembe, Eylül 09, 2021

Soytarı Kişot

Milliyet Çocuk (1974), Don Kişot'a "Soytarı Şövalye" demeyi uygun bulmuş, kapak duyurusunda "Soylu, eli açık, aynı zamanda da sersemce davranışları olan şövalye!" denmiş. Sersemce nitelemesine, hadi olabilir diyelim de, işi oradan "soytarıya" getirmek, e matrak tabii... Çocuksu ve sevimli görünecek bir vurgu olacağını düşünmüş olmalılar. 

Soytarı ya!

Çarşamba, Eylül 08, 2021

Rum Evi

Bilenlere garip gelmeyecektir, Ege kıyılarında, özellikle yüz sene öncesinden kalma evlerin olduğu yerlerde, emlakçılar adıyla sanıyla "Rum evleri" satıyorlar. Bir iki yerde gözüme ilişti, birinin fotoğrafını çektim. 

Malumunuz, yüz yıl önce diyelim, Türkiye ile Yunanistan arasında din temelli bir nüfus mübadelesi, değiş tokuşu oldu, Müslümanlar buraya Ortodokslar oraya gitti. Her göç, haliyle trajiktir ve mağdurlarına keder, faillerine lanet bırakır, iki üç kuşak sıla hasretiyle ömrünü sürdürdü. 

Bunu niye yazdım, memleketin tarihi, Rum deyince deliren  zamanlar yaşadı, şimdi Rum evine ilana çıkılıyor, e güzel...Ne demeli, Rum kalmadı ondan mı? Yoksa para bir cepten giriyorsa, diğer cepten "ideoloci" çıkıyor mu...

Gecikmiş bir 6-7 Eylül yazısı gibi oldu. Aktüeli de şey ederim yani...etmem değil.

Salı, Eylül 07, 2021

Soluk soluğa

Bir vapur gezmesinde üç kuruşluk serüven romanı. Belmondo, biraz aşık, biraz "kalın". Galata köprüsünden suya atlayan abi. Güneşli havası sinemanın, en matrağı yalpalayanların, yarım cıgarası. Sevgili dostum Jan Pol, her yerde gece olur ama sen aydınlatıyordun geceyi. Kırlangıçlar artık daha "nefessiz". Hoşçakal.

Pazartesi, Eylül 06, 2021

Osman Şahin

Köylü çocuğu, köy öğretmeni. Beden hocası. Fırat’ın suyu. Baş dönmesi, kirlenen renklerin cümlesi. Doğu masalı, kırmızı yel, kurumuş dudaklar, güneş hep tepede. Ovada mavzer sesi, köyde ağa sofrası. Yaşar Kemal kilimi, Yılmaz Güney fotoğrafı. Deliren zaman, epik hikâyeler. Üstü başı toz toprak, yekinir yürür kamera. Senaryo, Osman Şahin. Seksenlerin konuşulan yazarı. Hakkını alamayan kısa çöp. Unutulmuş vakitlerin unutulmuş yazarı, üç kere, beş kere. Otları çiçekleri. 

 

Pazar, Eylül 05, 2021

Yanıyorum usta! Nerede benim çocukluğum?


Çocukluğumda, okullar kapanıp yaz tatili başladığında, erkek çocuklar sanat öğrensin diye işe koyulur, bir ustanın bir meslek erbabının yanına çırak verilirdi. Çocuk aylaklık yapmasın, boşa vakit geçirip kendini kurcalamasın, üç beş kuruş kazansın, para nasıl kazanılırmış anlasın, istikbalde bir mesleği olsun diye yapılırdı bunlar. Memur ailelerinin zanaatkârlığa gönül indirmediğini, çocuklarını elaleme teslim etmediğini, kirin pasın içine sokmadığını hatırlıyorum. Ben, küçük yaştan itibaren çalışan şanssız çocuklardan biriydim. Henüz on yaşımı bile doldurmadan, tezgâhtarlık ve çıraklık yapmaya başlamıştım ama annem ve babam, yine de beni aylak, gözü sokakta-aklı oyunda sayıyor, ailemi ve evimi düşünmediğim için sorumsuzlukla suçlayabiliyordu. İnsanların çocuklarına sevgilerini gösteremedikleri, onlardan bir an evvel büyümelerini istediği yıllardan söz ediyorum.
 
“Eti senin, kemiği bizim” denerek, çocukların bir ustaya emanet edilmesi, o günlerde makbuldü, herhangi bir endişeyle karşılanmıyordu. Ustalık öğrenmek, bir işten para kazanabilecek tecrübeye sahip olabilmek, her şeyden daha önemliydi. Altın bilezik derlerdi, devir kötüydü, “Sen yine okulunu bitir ama bir şeyler ters giderse bir mesleğin olmalı” deniyordu. Yetmişli yıllarda, bu yaşta çocuk niye çalışsın demek, kimselerin aklına gelmiyordu. Çocuklar sahiden de erken büyümek zorundaydı. Hafta sonları, yaz tatilleri, bayramların ikinci günü, şu, bu... Yıllarca hep çalıştım, okulun açılmasını, tatile gireceğim diye sevinerek, gün be gün takvimden sayardım. Yaşıtlarım, okul açılacak tatil bitecek diye karalar bağlarken ben... Geceleri sevinçten uyuyamıyordum.

Gönülsüz çalışmamı, aklımın başka işlerde olmasını hesaba katıyorum, üzerinden yıllar geçmesini de ekliyorum, kendi adıma şunu söyleyebilirim: Lamı cimi yok, ben dikiş makinesinden anlarım. Ufak tefek tamirini hâlâ yapabilirim. Hayatımın en az on yılı, o makinelerin arasında geçti.

İlk ustam Mıstık abiydi. O sevimli adlandırmadan tahmin edebileceğiniz gibi, ilkokulu bitirince ustanın yanına verilen çocuklardan biriydi. Koca adam olmuştu, kimse ona Mustafa demiyordu, benim gibi sonradan kervana katılan daha küçük bir çocuk için o ancak Mıstık abi olabiliyordu. Yeryüzünde tanıdığım en şahane insanlardandı. İzbe ve kirli bir bodrumda, bir yandan dikiş makinesi tamir ediyor, diğer yandan seyrettiği filmleri bir deftere yazıyor, yanlarına notlar düşüyordu. Elbise dolabının içine zulaladığı çizgi romanları vardı. Başka bir hayatı arzulayan, içinde bulunduğu cendereden kurtulmaya çalışan farklı biriydi. Düzgün konuşan, garip kültürel ilgileri olan, çalışkan ve ölçülü bir usta oldu.

Bugün dikiş makineleri, o günlerdeki kadar satmıyor; eskiden illa ki çeyize dâhil edilirdi, düğün alışverişlerinin olmazsa olmaz bir parçasıydı. Kız tarafı-oğlan tarafı birlikte alışverişe çıkar, makine beğenirlerdi. 391 mobilyalı Yoknaz 298 mi alalım, yoksa 452 mobilyalı tam-devirli 1288 mi? “Hele, de bakalım oğlum, hangisi iyi bunların?” Dikiş-nakış kursları olur, makine yedek parçaları çok yerde satılır, Ankara’da Ulus’ta adım başı tamircisine rastlanır, evlere servise çıkılırdı. Mıstık abi, Nurettin Usta, Erol amca, hatta abim o ustalardandı. İnsanlar, makineleri ahşap mobilyalarından çıkartarak getirir, tamire bırakır, üç beş gün sonra gelir alırlardı. Telefon yaygınlaşınca haber verir olmuştuk, “Teyze makineniz tamir oldu, gelip alabilirsiniz”. İnsanlar, tamir bedeli için mutlaka pazarlık ederlerdi. O yıllardan kalma bir önyargımdır, Çankırı ve Kızılcahamamlılar kadar pazarlık yapan görmedim mesela. “Ustacım sanatkâr adamsın, hakkını verelim, bak vermeyelim değil ama bu para da çok, yapma etme”. Laf bol, para konuşturur insanı. Versene işte, adam çalışmış hakkını istiyor. İlla ki eksiltecekler.

Bu sanatkâr vurgusu, o yaşlarda oldum olası aklımı karıştırırdı. Biri sorsa, sanat nedir, anlatırdım. Vallahi anlatırdım, resim sanatı, opera, teotora, bıy bıy sıralardım... Ama işin içinde olunca karışıyordu işte. Kunduracı dayının arkasında, “Sanatçının elinin kiri, bir toplumun aynasıdır” yazıyordu. Samanpazarı’nda zurnacıların toplaşıp iş beklediği kahvede, “Sanatçı adam ağlar abicim, içlidir yani”  diyorlardı. Sanat nedir ve zanaat nerde durur, anlatacak değilim. Zanaatkârların, kendilerini sahiden sanatçı saymaları, ruhlarını aynı terazide okkalamaları hoşuma giderdi. Tıkır tıkır çalışan makineye bakıp “Gel de şu adama sanatkâr deme” derlerdi. Her sanatın zanaat içeren, tekrara ve tecrübeye dayanan bir yönü var. İcrayla rengini bulan, çalışmayla koyulaşan bir yön bu. Tamire gelen dikiş makinelerinin dertleri üç aşağı beş yukarı aynıydı. Bir sorunla yüzlerce kez karşılaşınca çözümünde ustalaşıp süratleniyordunuz. Asıl ustalık, istisnai bir dert olduğunda deva olabilmekte, aynı pratikliği ve sürati gösterebilmekteydi. Onu yapabilen adama usta deniyordu. Yedek parçası olmayan bir makineye yeni bir aksam uydurabilmek, bilinmedik -o günler için korkutucu olan- elektronik bir alete reçete yazabilmekti mühim olan.

Malumatın internet yoluyla ulaşılabilir olduğu bir çağdan-bugünden bakarak o devirleri anlayabilmek kolay değil. Şimdilerde, kimse bir şeyi tamir ettirmeye kalkışmıyor, astarı yüzünden pahalı hale geldiğinden, elektronik eşyalar arızalanınca çöpe atılıyorlar. Eskisi kadar tamirciye, zanaatkâra rastlamıyorsunuz. Çocukları bir ustanın yanına çırak verme işi de tavsamış durumda. Sanat okullarından öğrenciler staj filan denilerek çalıştırılıyor artık. Mahalle aralarında, büyük şehirlerin geleneksel pazarlarında tek tük görebiliyorsunuz zanaatkârları. Ulus’ta Suluhan’ın eşiğinde bileyciler, anahtarcılar, sobacılar toplaşmışlarsa da, mesela daktilo tamircileri, kazancılar, dökümcüler ya kaybolup gittiler ya da geleceği belirsiz bir yola girdiler. Ustadan çırağa geçen zanaatkârlık yerinde bile saymıyor çoktandır, ustadan sonrası Allah kerim… Sadece fotoğrafçıları düşünün, nasıl azaldılar, nasıl teknolojiye yenildiler…

1989 sonrasında, Berlin Duvarı yıkılıp, Soğuk Savaş bittiğinde, hayat o denli süratlendi ki, gündelik hayata faş eden teknoloji hafıza taşlarımızı öyle bir yerinden oynattı ki...

Doksanlı yılların başında kesip biçip yapıştırıyor, fotokopiyle çoğaltarak fanzinler yapıyordum. Bu yazıyı, o yıllarda hayal bile edemediğim bir internet mecmuasında yazıyorum. Yaşlı adam gibi konuştuğumun farkındayım. Gülmeyin! Sahiden de bir asır geçmiş kadar alelacayip noktalara savrulduk. Matbaalarda el üstünde tutulan dizgiciler, klişeciler, mizanpajcılar, takdirle anlatılan, iyi paralar kazanan ustalar tarih oldular.

Nostaljiyle işim olmaz, özlemiyorum o günleri.

Ama şuna yanıyorum, aklıma geldikçe göğsüm daralıyor, kafamda çın çın ziller çalıyor. Bütün yaşıtlarım, avare avare fili kulağına denk gezinirken, ben ıkına ıkına çalışıyordum. Ne oldu? Dikiş makineleri hikâye oldu.

Boşa geçen çıraklık yıllarım için ne yapsam, kime başvursam?

Cumartesi, Eylül 04, 2021

Eyüplü Halit

Eyüplü Halid'in Maceraları, gazetelerde kalmış bir tefrikaymış, ünlü bir dolandırıcı, bir kadın "avcısı" olan Halid yaşadıklarını anlatmış, bir gazeteci de anlatılanları derlemiş. Ne kadarı gerçek ne kadarı gazetecinin "edebiyatıymış" bilemiyoruz. Vakti zamanında hatırı sayılır bir kötü şöhreti varmış Halid'in. Gazetelere haber olduğu için sadece okurları değil, polisleri bile etkilemiş, öyle anlaşılıyor.  Bir şehir efsanesi gibi anlatılıyormuş, şöyle kandırmış böyle kandırmış falan filan...

Büyük savaş sırasında yani sansürün olanca şiddetiyle yaşandığı, her tür cinayet, intihar ve ölüm haberinin yasaklandığı, halkın moralini bozacağı endişesiyle "tahdite tabii tutulduğu" bir evrede neşredilmiş-yayımlanmış. Bu da o yıllar için ayrı bir "cazibe" katmış olabilir anlatılanlara. 

Eyüplü Halit'in asıl ilginç kısmı her defasında kandırmayı başarabilmesinde değil bir "life style" günlüğüne benzemesinde, beyfendinin seyyah olarak hazcılığı, oradan oraya sürüklenen havailiği,  palavracı ahlakçılığı filan.

Bu tür kitapları seviyorum, seriyi takip edeceğim.

Cuma, Eylül 03, 2021

Seviyorum

Betty Blue'yu,
babama benzeyen adamı,
trash sakaletini,
fanları,
Metropolis'i
aşkı,
ustaları,
okumayı,
o kederli kadını,
isyankarları seviyorum.

Perşembe, Eylül 02, 2021

Yannışlarla büyümek

Çocukken, on ya da on iki arasında mesela, birisi sorsa, bilmiş bilmiş, Asteriks ile Red Kit'i aynı "kişiler" üretiyor derdim. Yanlış tabii, iki ayrı çalışmanın tek ortak noktası senaristleri olan Goscinny... Neden böyle düşündüğümü, bu kanıya nerden vardığımı bilmiyorum ama o yıllarda "aynııı" diyecek ve hışımla iddia edecek kadar ısrar edebilirdim.

Geçtiğimiz hafta bu yanlış bilginin kaynağını keşfettim ve hoşuma gitti. Meğer, çocukken okuduğum Milliyet Çocuk yapıyormuş bu hatayı, bakınız Romalılar, Red Kit'in logosuna iliştirilen yasal telif hakkı ibaresi yanlış yazılmış, öyle anlaşılıyor ki, Asteriks ile karıştırılmış...Ben de oradan, her yazılanı doğru sayan bir masumiyetle hede höde kostaklanması yapıyormuşum...

Neymiş, gerçekler gizlenemezmiş, er ya da geç ortaya çıkarmış. 
Dağılabiliriz.

Çarşamba, Eylül 01, 2021

Behçet Necatigil

Her zaman öğreten adam. Şair dostu, mektup arkadaşı. Çook kitap okuyan yazar. Şiirin üç evresi. Gurbet, hasret ve hikmet. Arama, bulma ve kendi sözünü söyleme. Orta sınıfın dertleri. Evlerin, ailelerin ve akşam masalarının dizeleri. Eski sokak. Kolonya kokan beyler, hanımlar. Yarı aralık kapılar, bitmeyen cümleler, ucu açık sorular, yana doğru açılan küçük meseleler. Behçet Necatigil, Türkçenin isimler ve eserler sözlüğü. İnceliklerin beyefendisi.

 

Related Posts with Thumbnails