Çocukluğumda, okullar kapanıp yaz tatili başladığında, erkek çocuklar
sanat öğrensin diye işe koyulur, bir ustanın bir meslek erbabının yanına
çırak verilirdi. Çocuk aylaklık yapmasın, boşa vakit geçirip kendini
kurcalamasın, üç beş kuruş kazansın, para nasıl kazanılırmış anlasın,
istikbalde bir mesleği olsun diye yapılırdı bunlar. Memur ailelerinin
zanaatkârlığa gönül indirmediğini, çocuklarını elaleme teslim
etmediğini, kirin pasın içine sokmadığını hatırlıyorum. Ben, küçük
yaştan itibaren çalışan şanssız çocuklardan biriydim. Henüz on yaşımı
bile doldurmadan, tezgâhtarlık ve çıraklık yapmaya başlamıştım ama annem
ve babam, yine de beni aylak, gözü sokakta-aklı oyunda sayıyor, ailemi
ve evimi düşünmediğim için sorumsuzlukla suçlayabiliyordu. İnsanların
çocuklarına sevgilerini gösteremedikleri, onlardan bir an evvel
büyümelerini istediği yıllardan söz ediyorum.
“Eti senin, kemiği bizim” denerek, çocukların bir ustaya emanet
edilmesi, o günlerde makbuldü, herhangi bir endişeyle karşılanmıyordu.
Ustalık öğrenmek, bir işten para kazanabilecek tecrübeye sahip
olabilmek, her şeyden daha önemliydi. Altın bilezik derlerdi, devir
kötüydü, “Sen yine okulunu bitir ama bir şeyler ters giderse bir
mesleğin olmalı” deniyordu. Yetmişli yıllarda, bu yaşta çocuk niye
çalışsın demek, kimselerin aklına gelmiyordu. Çocuklar sahiden de erken
büyümek zorundaydı. Hafta sonları, yaz tatilleri, bayramların ikinci
günü, şu, bu... Yıllarca hep çalıştım, okulun açılmasını, tatile
gireceğim diye sevinerek, gün be gün takvimden sayardım. Yaşıtlarım,
okul açılacak tatil bitecek diye karalar bağlarken ben... Geceleri
sevinçten uyuyamıyordum.
Gönülsüz çalışmamı, aklımın başka işlerde olmasını hesaba katıyorum,
üzerinden yıllar geçmesini de ekliyorum, kendi adıma şunu
söyleyebilirim: Lamı cimi yok, ben dikiş makinesinden anlarım. Ufak
tefek tamirini hâlâ yapabilirim. Hayatımın en az on yılı, o makinelerin
arasında geçti.
İlk ustam Mıstık abiydi. O sevimli adlandırmadan tahmin edebileceğiniz
gibi, ilkokulu bitirince ustanın yanına verilen çocuklardan biriydi.
Koca adam olmuştu, kimse ona Mustafa demiyordu, benim gibi sonradan
kervana katılan daha küçük bir çocuk için o ancak Mıstık abi
olabiliyordu. Yeryüzünde tanıdığım en şahane insanlardandı. İzbe ve
kirli bir bodrumda, bir yandan dikiş makinesi tamir ediyor, diğer yandan
seyrettiği filmleri bir deftere yazıyor, yanlarına notlar düşüyordu.
Elbise dolabının içine zulaladığı çizgi romanları vardı. Başka bir
hayatı arzulayan, içinde bulunduğu cendereden kurtulmaya çalışan farklı
biriydi. Düzgün konuşan, garip kültürel ilgileri olan, çalışkan ve
ölçülü bir usta oldu.
Bugün dikiş makineleri, o günlerdeki kadar satmıyor; eskiden illa ki
çeyize dâhil edilirdi, düğün alışverişlerinin olmazsa olmaz bir
parçasıydı. Kız tarafı-oğlan tarafı birlikte alışverişe çıkar, makine
beğenirlerdi. 391 mobilyalı Yoknaz 298 mi alalım, yoksa 452 mobilyalı
tam-devirli 1288 mi? “Hele, de bakalım oğlum, hangisi iyi bunların?”
Dikiş-nakış kursları olur, makine yedek parçaları çok yerde satılır,
Ankara’da Ulus’ta adım başı tamircisine rastlanır, evlere servise
çıkılırdı. Mıstık abi, Nurettin Usta, Erol amca, hatta abim o
ustalardandı. İnsanlar, makineleri ahşap mobilyalarından çıkartarak
getirir, tamire bırakır, üç beş gün sonra gelir alırlardı. Telefon
yaygınlaşınca haber verir olmuştuk, “Teyze makineniz tamir oldu, gelip
alabilirsiniz”. İnsanlar, tamir bedeli için mutlaka pazarlık ederlerdi. O
yıllardan kalma bir önyargımdır, Çankırı ve Kızılcahamamlılar kadar
pazarlık yapan görmedim mesela. “Ustacım sanatkâr adamsın, hakkını
verelim, bak vermeyelim değil ama bu para da çok, yapma etme”. Laf bol,
para konuşturur insanı. Versene işte, adam çalışmış hakkını istiyor.
İlla ki eksiltecekler.
Bu sanatkâr vurgusu, o yaşlarda oldum olası aklımı karıştırırdı. Biri
sorsa, sanat nedir, anlatırdım. Vallahi anlatırdım, resim sanatı, opera,
teotora, bıy bıy sıralardım... Ama işin içinde olunca karışıyordu işte.
Kunduracı dayının arkasında, “Sanatçının elinin kiri, bir toplumun
aynasıdır” yazıyordu. Samanpazarı’nda zurnacıların toplaşıp iş beklediği
kahvede, “Sanatçı adam ağlar abicim, içlidir yani” diyorlardı. Sanat
nedir ve zanaat nerde durur, anlatacak değilim. Zanaatkârların,
kendilerini sahiden sanatçı saymaları, ruhlarını aynı terazide
okkalamaları hoşuma giderdi. Tıkır tıkır çalışan makineye bakıp “Gel de
şu adama sanatkâr deme” derlerdi. Her sanatın zanaat içeren, tekrara ve
tecrübeye dayanan bir yönü var. İcrayla rengini bulan, çalışmayla
koyulaşan bir yön bu. Tamire gelen dikiş makinelerinin dertleri üç aşağı
beş yukarı aynıydı. Bir sorunla yüzlerce kez karşılaşınca çözümünde
ustalaşıp süratleniyordunuz. Asıl ustalık, istisnai bir dert olduğunda
deva olabilmekte, aynı pratikliği ve sürati gösterebilmekteydi. Onu
yapabilen adama usta deniyordu. Yedek parçası olmayan bir makineye yeni
bir aksam uydurabilmek, bilinmedik -o günler için korkutucu olan-
elektronik bir alete reçete yazabilmekti mühim olan.
Malumatın internet yoluyla ulaşılabilir olduğu bir çağdan-bugünden
bakarak o devirleri anlayabilmek kolay değil. Şimdilerde, kimse bir şeyi
tamir ettirmeye kalkışmıyor, astarı yüzünden pahalı hale geldiğinden,
elektronik eşyalar arızalanınca çöpe atılıyorlar. Eskisi kadar
tamirciye, zanaatkâra rastlamıyorsunuz. Çocukları bir ustanın yanına
çırak verme işi de tavsamış durumda. Sanat okullarından öğrenciler staj
filan denilerek çalıştırılıyor artık. Mahalle aralarında, büyük
şehirlerin geleneksel pazarlarında tek tük görebiliyorsunuz
zanaatkârları. Ulus’ta Suluhan’ın eşiğinde bileyciler, anahtarcılar,
sobacılar toplaşmışlarsa da, mesela daktilo tamircileri, kazancılar,
dökümcüler ya kaybolup gittiler ya da geleceği belirsiz bir yola
girdiler. Ustadan çırağa geçen zanaatkârlık yerinde bile saymıyor
çoktandır, ustadan sonrası Allah kerim… Sadece fotoğrafçıları düşünün,
nasıl azaldılar, nasıl teknolojiye yenildiler…
1989 sonrasında, Berlin Duvarı yıkılıp, Soğuk Savaş bittiğinde, hayat o
denli süratlendi ki, gündelik hayata faş eden teknoloji hafıza
taşlarımızı öyle bir yerinden oynattı ki...
Doksanlı yılların başında kesip biçip yapıştırıyor, fotokopiyle
çoğaltarak fanzinler yapıyordum. Bu yazıyı, o yıllarda hayal bile
edemediğim bir internet mecmuasında yazıyorum. Yaşlı adam gibi
konuştuğumun farkındayım. Gülmeyin! Sahiden de bir asır geçmiş kadar
alelacayip noktalara savrulduk. Matbaalarda el üstünde tutulan
dizgiciler, klişeciler, mizanpajcılar, takdirle anlatılan, iyi paralar
kazanan ustalar tarih oldular.
Nostaljiyle işim olmaz, özlemiyorum o günleri.
Ama şuna yanıyorum, aklıma geldikçe göğsüm daralıyor, kafamda çın çın
ziller çalıyor. Bütün yaşıtlarım, avare avare fili kulağına denk
gezinirken, ben ıkına ıkına çalışıyordum. Ne oldu? Dikiş makineleri
hikâye oldu.
Boşa geçen çıraklık yıllarım için ne yapsam, kime başvursam?