Cuma, Temmuz 11, 2025

Tozun içinde bir dıngırtı

On iki yaşımda filan darbuka çalmaya heves ettim, babam, “çingene mi olacaksın lan” filan diyerek yılanın başını daha ilk günden eziverdi. Ama işte o yaşlarda, ne istesen “olmaz” diyorlardı. Bir gıdım anlamasam da, para biriktirip bir bongo alırsam, çalarak ilerleyebileceğimi hayal ediyordum.

O yılların Ankara’sında, Anafartalar Caddesi’nden Samanpazarı’na doğru çıkarken, sağlı sollu sazcılar vardı. Bir gün, Mıstık abiyle öğlen tatilinde oralara yürüdük. Vitrinlere bakıyorum, bir şey niye pahalı, niye ucuz, elbette fikrim yok. Ne görsem bir gümbürtüyle seyreyliyorum. Dükkanlardan birinden de bi “dıngırtı” geliyor. Bakıyorum ya, saz çalan beyabi, sebepsiz el etti, “gel hele, gelin hele, çay içer misiniz” filan dedi galiba…

Hafif tırsarak, gönülsüz girdim içeri. Dükkân nasıl havasız, nasıl dumanaltı... Kirloz kere kirloz… Güneş vurduğundan, tozları görüyorsun, uçuşuyorlar. İşte iliştik taburelere, beyabiyle iki sohbet ettik. Kalın bir cuara içiyor, puro desen puro değil… Babama aldığımdan Maltepe ve Samsun biliyorum, dedemden Birinci biliyorum, ama bu ne sigarası, hiç akıl erdiremiyorum. Gehgeh gülüyorlar. Toros Pastanesi’nden tulumba tatlısı vardı galiba, bize de ikram ettiler. Beyabi dın dın bir türkü çaldı, söyledi. O çalarken dinleyenler gözlerini yumuyordu.

O yaşlarda türkü filan hiç ilgimi çekmezdi, ne çaldı, ne söyledi, anlamadım bile… Neyse, işe döneceğiz, kalktık çıktık mekândan. İçimdeki Zagor “oh be” filan demiş bile olabilir. Yürürken Mıstık abi, “O kim biliyon mu?” dedi, bir de isim söyledi, ama bildiğim biri değildi…

Yıllar yıllar sonra, o sazcının Neşet Ertaş olduğunu idrak ettim diyelim. Geçmiş gitmiş, sazı sözü, “gönülüme”, dokunamamıştı… Benim aklımda, gördüğüm ilk esrarlı sigara içen adam olarak kalmıştı. Mıstık abi, “Esrar içiyorlardı, babana söyleme sakın, kızar bana,” demişti. Tırsmıştım. Konu o dakkada kapanmıştı.

Hayat değişti diyoruz ya… Bugün, küçük bir çocuğun yanında esrar içen bir “sanatçı,” mutlaka linçlenir. Bu hatırayı kime anlatsam en çok buna dikkat kesiliyor…

Perşembe, Temmuz 10, 2025

Çileden çıkma

Çileden çıkmak” — tatlı bir deyim. Bir tür sınır aşımı nitelemesi, hem bir kırılma hem de ironi içeriyor. Genellikle öfke patlamasını tarif ederken kullanıyoruz; birinin “kontrolden çıkması”, artık kendini tutamaz olması… İtiraf edelim, tarafı olmadığımız sürece bu “çıkışlar” bize epeyce eğlenceli geliyor. Kavga izlemek, sinir krizi anına tanık olmak, hele bir de kameralara çekildiyse hoşumuza gidiyor… Seyirlik gösteri faslından sayıyoruz.

Cemiyet (!), bu taşkın halleri bastırmak için çeşitli mekanizmalar geliştirir: Okullar, polisler, mahkemeler, kitaplar, psikologlar, ilaçlar, telkinler…  En iyimser olanı bile, “Ne gerek vardı şimdi buna?” diyerek bizi sağduyuya davet eder. Öfkemizi kontrol edemezsek cezalandırılırız elbette. Tecrit ediliriz, hapsediliriz, hatta “tedaviye” zorlanırız. Uygarlık, çileden çıkan bireyden hoşlanmaz. Onu düzenin tehdidi olarak görür.

Ne zaman çileden çıkarız? Dikkat edin, hiddet göstermiş herkes asıl olarak şunu vurgular: “Yapmamasını söyledim, bir kez daha yaptı…” Bu tekrarlanan eylem, tahammül sınırının ihlalidir. Edebiyat da bu eşiği sever, hatta özenle işler. Çünkü o hiddet kontrolsüz olamaz; karakter, koşullar değişmediyse, kaçınılmaz biçimde isyan eder.

Raskolnikov’un baltaya sarıldığı anı hatırlayın, Uğultulu Tepeler’de Nora’nın kapıyı çarpışı, Gregor Samsa’nın sessiz dönüşümü… Hepsi çileden çıkmanın farklı biçimleri. Zavallı Behlül çareyi kaçmakta bulur. Bu karakterler öfkeye teslim olmazlar, o öfkeyle bir sınırı geçerler. Ve bazen, ancak bu patlamayla kim olduklarını hatırlatırlar bize.

Çileden çıkmak tek başına kötü bir şey değil. Aksine, ekseriyetle bir değişim enerjisi taşırlar. Sınırlara çarpmanın, haksızlığa tahammül edememenin bir dışavurumudur. Toplumu da, kişiyi de dönüştürebilir.

Hep aklı başında, hep ölçülü biri… Ne yalan söyleyeyim, bana biraz tatsız gelir. Öyle hayatı da öyle edebiyatı da pek yavan bulurum. Hiç çileden çıkmamış bir karakter, ruhsuz gelir bana. Edebiyat biraz da isyandır zaten — iyi yazı, gayet güzel bir vicdani çığlıktır: “Terazin nerde ey hayat” diye bağırır “yukarıya”…

Ne ki, bir de çileden çıkmış gibi yaşayanlar var. Sürekli öfkeli, sürekli siniri tepede, sürekli tivit atar gibi büyük laflar eden tipler… Onlar gerçekten çileden çıkmıyor; daha çok bir tür teatral öfke performansı sergiliyorlar. Hep haklılar, hep başkasına ayar veriyorlar. Aslında gayet kontrollüler. Of puf onlar da çok sıkıcılar.

Ben galiba, uzun süre susup susup, beklenmedik bir biçimde patlayanları seviyorum. “Sessiz atın çiftesi pek olur” derler ya… İşte onlar gerçek çileden çıkanlardır. Burayı gülerek yazıyorum, çünkü o çifte, birikmiş hakikatin gücünü taşır.

Evet Romalılar, dünyaya “ben buradayım” demenin yollarından birini, çileden çıkmayı konuştuk, dağılabiliriz.

Çarşamba, Temmuz 09, 2025

“Erimez’in Mürekkebinde Boğulan Akl-ı Selim”

Bir süre önce Salih Erimez’in gazetelerde kaybolmuş işlerinden biri hakkında yazmış, sonra da oyunbazlıkla hayali bir söyleşi yapmıştım. Mambo jambomu sürdürüyor ve el artırarak, tefrika hakkında o yıllarda yayımlanmış hayali bir eleştiri aktarıyorum. Affola!

Sivri Kalem müstear imzasıyla Son Saat gazetesinde çıkmış yazı:

Bir vakittir, ismi lazım değil bir gazetemizde neşredilen “1900 Yılında İdi” başlıklı resimli roman, bazı mürekkepseverlerin gözlerini kamaştırmış, kimi nostalji tüccarlarının ellerini ovuşturmasına neden olmuştur. Oysa bu hikâyenin ne çizgisi sanatkârane, ne de kelâmı edebîdir. Salih Erimez’in kalemi ve fırçası, ne yazık ki tarihî zarafeti değil, kırtasiyecilikle karışık bir meyhane hafifliğini taklit etmektedir.

Her bir karede gözümüze sokulan fesli adamlar, karikatürize bir Osmanlı trajedisi sunarken, kadınlar sadece dudak, göğüs ve şehevi bir terbiyesizlikten ibaret bırakılmıştır. Anlaşılan o ki, Bay Erimez tarih anlatmaya değil, erkek tabiatını gıdıklamaya yeltenmektedir.

Üstelik bu ucuz romanın okurda bir “döneme tanıklık” hissi yaratmak gibi ulvî bir gayesi olduğunu iddia edenler var. Ne var ki boğaz sefası, harem entrikası, cariye dedikodusu ve fesli kurnazlıklarla dolu bu anlatı, olsa olsa bir resimli bir ucuzluktur.

Zuhur eden iş, ne sanat, ne hicivdir. Olsa olsa, bir zamanlar olduğu sanılan birtakım zavallılıkların fetbazca ve esnafça ambalajlanmasıdır.

Ve en nihayetinde, mesele şu soruda düğümlenir: Tarihi mi resmediyoruz, yoksa geçmişin basit heveslerini mi işporta da mı satıyoruz?

Erimez Bey’e tavsiyemiz şudur: Bir dahaki sefere kalemi mürekkebe değil, hakikate batırsın.”

Salih Erimez’in hayali bir yanıtı da olmalı elbette. Erimez, bir hafta sonra, resimli tefrikasının neşredildiği gazetede “Mürekkep kurusa da” başlığıyla bir cevap veriyor.

….

Sivri Kalem müstear isimli bir köşe sahibinin “resimli ucuzluk” olarak tanımladığı “1900 Yılında İdi” için sarf ettiği sözcükler beni incitmedi. Kısa yazacağım. Evvela romanım tarihî değildir, çünkü tarih kitapları susar — ben ise konuşturmaya çalışırım. Benim çizgilerim güzel değildir, çünkü güzellik bakanın değil, çizilmekten korkanın derdi ve tasasıdır. Siz “kadınlar sadece dudaktan ibaret” demişsiniz ya… Ben o dudakların bir satır bile zikredemediği bir devri resmettim. Siz sözü sayarsınız; ben suskunluğu çizerim. Bir ricam olacak: Bir gün benim tefrikam olur a, gerçekten rezil olursa, ilk eleştiriyi yine sizden isterim. Ama lütfen o vakit daha yaratıcı olunuz. Ben buradayım, beklerim, sizin kininizi bilmem ama benim mürekkebim kurusa da kurumasa da çizmeye devam edeceğim. 


Ruhhattı


 

Salı, Temmuz 08, 2025

Baarsana!

“Siyasetçi kimdir?” diye sorsanız, çoğu insanın aklına gelen ilk figür, yüksek perdeden konuşan, hatta bağıran biri olur. Popülizm, ajitasyon, hitabet sanatı… Ne derseniz deyin —siyaset, sesini yükseltenin sahneye çıktığı bir gösteridir. Düşünün: Sakinliğiyle, hoşgörüsüyle, tevazusuyla anılan biri siyasette tutunabiliyor mu? Ne kadar “çelebi” olursa olsun, eninde sonunda silinip gidiyor. Sessiz olan görünmez, görünmeyense kaybolur kuralı işliyor.

Sadece siyasetçi mi? Hangi mesleğe baksanız, en çok alkış alanlar, en çok sesi çıkanlar oluyor. Haberi sunan, maçı yorumlayan, öğrenciyi azarlayan, müşteriyle tartışan… Her mesleğin bağıranı makbul. Çileden çıkıyor, haddini bildiriyor, cevabını veriyor, gözleri doluyor filan ama illa ki bağırıyor… Hep aynı retorik: Haklı olan bağırandır.

Ve evet, bağıranları seviyoruz. Bağıran erkekleri karizmatik buluyoruz, bağıran kadınlara “helal olsun” diyoruz. Çünkü bağırmanın gösterisi hoşumuza gidiyor. Çünkü bağırmak, bizim gözümüzde güçle özdeşleşmiş. Çünkü galibiyetin ön şartı haline gelmiş. Çünkü çok “alfa”…

Bağırmak, kazanmak demek filan değil, yanlış anlaşılmasın. Yine de bağırmayanın kazanma şansı neredeyse yok. Ne diyordu Debord, “gösteri, toplumsal ilişkilerin imgeler aracılığıyla kurulur.”

Yani artık hakikat değil, temsili önemli. Ve temsilin ölçüsü, sesin yüksekliğiyle belirleniyor. Bağırmak bu yüzden sadece bir ifade biçimi değil, bir görünürlük stratejisi. Sessiz kalan, yalnızca duyulmaz olmaz; aynı zamanda toplumsal ilişkiler içinde yerini kaybeder.

Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında, modern toplumun bireyi nasıl bir sahne oyuncusuna dönüştürdüğünü anlatmıştı. Yani artık siyasetçi, futbolcu, akademisyen ya da köşe yazarı fark etmez — rolünü iyi oynayan alkış alır, bağıran rolüne sadık kalan da sahnede kalır. Bağırmak aynı zamanda bir meşruiyet aracı. Pierre Bourdieu, simgesel şiddet “toplumsal meşruiyetin kültürel yollarla yeniden üretilmesidir” derken tam da bunu anlatıyordu. Yani bir pozisyonu haklı göstermek için yüksek sesle, kararlı bir şekilde konuşmak gerekir. Bağırmak burada sadece tepki değil; bir hak iddiasıdır.

Başka bir yönü daha var işin… Kazananı seviyoruz ama kaybedene de acımıyor olabilir miyiz?

Türkiye’nin en yoksul, en mahrum ilçeleri her seçimde neden iktidara oy verir? Bu yüzden olabilir mi?  

Ve bir şey daha: Kaybedenler en çok kime kızıyor? Sessiz kalana. Bağırmayan teknik direktöre, bağırmayan siyasetçiye, kırmızı kart görmeyen ama “ruhsuz” oynayan oyuncuya…

Türkiye uzun zamandır bağırıyor. Ve görünüşe göre daha uzun yıllar bağıranları izlemeye devam edeceğiz. Çünkü sahne kapanmıyor, perde inmiyor. Sadece roller ve oyuncular değişiyor.

Pazartesi, Temmuz 07, 2025

Gelecek gelmezse geçmiş musallat olur

Hontoloji (hauntology), Jacques Derrida’nın dolaşıma soktuğu bir kavram. Aslında Komünist Manifesto’daki o meşhur cümleye — “Bir hayalet dolaşıyor Avrupa’da: Komünizm hayaleti” — ironik bir selam niteliğinde. Haunted (cinli perili) ile “ontoloji” (varlık felsefesi) sözcüklerinden türetilmiş görünüyor. Beyfendinin temel iddiası şuydu: “Artık var olmadığı düşünülen ama tam olarak da kaybolmamış şeyler –yani geçmişin hayaletleri– bugünün gerçekliğini bir musallat gibi sarar.”

Zaten “musallat olmaya” biz de aşinayız. İslamî gelenekte cinlerin ya da şeytanın bir kişiye musallat olması gibi bir şey… Ya da daha geniş bir politik düzlemde, pozitivizm ve kapitalizmin İslam coğrafyasına “musallat edilen” yapılar olarak düşünülmesi gibi. Bu anlamda hontoloji, biraz da musallatoloji gibi okunabilir.

Yaşadığım için biliyorum, 1989 sonrası, komünizmin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte “öldüğü” ilan edilmişti, derslerde okumasak da olur tadında konuşan akademisyenler çoktu. Ama Derrida, komünizmin temel vaatlerinin — eşitlik, özgürlük, adalet gibi — hâlâ kapitalizmin içinde bir hayalet gibi dolaştığını söylüyordu. Devrim, bir ütopya ve daha güzel bir gelecek inancıdır. Olamamışsa bile, onun yokluğu kederle hissedilir. Yası tutulur. Ne ki, gömülemez de! Hayal gücüne musallat olur. Arafta yaşar vs

Kavram, nostalji literatüründe daha farklı bir bağlamda kullanılıyormuş, ben bu kısmı bilmiyordum. Özellikle de kültür endüstrisinin “yeni bir şey üretme” yetisini yitirdiği yerlerde… Popüler kültür, her zaman “yeniyi” sunduğunu söyler. Hatta bunun sadece bugünü değil, geleceği de şekillendireceğini iddia eder.

Ama eğer siz geçmişi yeniden üretiyorsanız, aslında geleceğe dair bir tahayyül kuramıyorsunuz demektir. Hal bu olunca, geçmiş, bugüne ve yarına (geleceğe) musallat olur. Geçmişin popüler formları bugüne taşınır, ama soluk bir biçimde dolaşıma girerler. Buna zombie time deniyormuş, yaşamıyor ama tam da ölmüş değil anlamında…

İlk bakışta nostaljik görünen bu yeniden üretimlerin, melankolik ve tekinsiz olduğu düşünülüyor. 2020’lerde yapılan birçok iş, 1980’lerin gelecek hayalini taklit ediyor. Çünkü buna göre resmettikleri geçmiş, gerçekten yaşanmış bir geçmiş değil; yarım kalmış, vaadini yerine getirememiş bir zamanı da tanımlıyor. Hepsi bize şunu hatırlatıyor: Hayalini kurduğumuz gelecek gelmedi, ama gelmeme biçimiyle kalakaldı ve yaşıyor.

İşte tam bu yüzden “Gelecek artık gelemez” deniyor. Ya da Mark Fisher’ın meşhur ifadesiyle: The slow cancellation of the future. Yani geleceğin yavaş iptali. Tam da bu ruh hâline, kültürel-politik bir tıkanma biçimi olan geleceksizlik melankolisi deniyor. Çünkü geçmiş gömülmeyince, gelecek sahneye çıkamıyor.

Devam edeceğim, okumalara devam...

Pazar, Temmuz 06, 2025

Tabu, Tiraj ve Troller

LeMan’a yönelik linç kampanyası hakkında fikrimi merak ederek medyadan arayanlar, soranlar oldu. Dergileri ve tarihleri bilmemin bir faydası olduğuna inanmadığım ve meselenin mizahın kendisiyle ilgili olmadığını düşündüğüm için, itiraf edeyim, önce ne söyleyeceğimi bilemedim.

Genel olarak insanların karikatürü açıklamaya çalışması veya karikatürün bir editöryal hata olduğunu düşünmesi konularına girmeyeceğim. İlgisiz çünkü. Ortada bir güç dengesizliği var, olup bitenler eşitler arasında gelişmiyor…

LeMan’ın başına gelenler ülke koşullarında sürpriz mi peki? Mizah dergisi olmasıyla mı ilgili sizce?

Kısa bir tarihçe…Ve bana yöneltilen sorulara verdiğim cevaplar.

Limon ile LeMan birbirinden farklı siyasi tavırlara sahiplerdi. Mizah dergileri her zaman popüler yayınlardır; bu da onların hâkim değerlerle bir tür pazarlık içinde olmalarını zorunlu kılar. Genellikle sekülerdirler ve milliyetçi refleksler de taşırlar. Limon, bu formül içinde özellikle milliyetçilik bağlamında daha solda duran, dışarıdan bakan bir çizgiye sahipti. Bu nedenle daha sınırlı bir okur kitlesine ulaşabildi ve daha az sattı. LeMan, Türkiye’de çok kanallı televizyonculuğun başladığı, görsel kültürün patladığı 1990’lı yılların başında çıktı. O döneme kadar çok satan Hıbır ve Avni gibi dergiler, televizyonla rekabet edemediler; çünkü o dergilerin ürettiği ana akım mizah zaten televizyonda karşılık bulmuştu

LeMan, televizyonda anlatılamayan mizahı üreterek çok satar oldu. Radikal ve az satar bir yayından, Türkiye’nin en çok satan mizah dergisine dönüşmesi biraz buna bağlıydı. Çok kanallı televizyon dönemi, tüm dünyada olduğu gibi bizde de popüler kültürü ve yazılı basını değiştirdi.  LeMan çok sattı ama seksenli yıllarda “çok satmak” demek olan tirajlara hiçbir zaman ulaşamadı.

Elbette bunlar geride kaldı, siyaseten çok değiştik. Sekülerlik artık kamusal alanda belirleyici değil; yerini dindarlıkla harmanlanmış bir milliyetçiliğe bıraktı. Yazılı basın neredeyse yok hükmünde. Mizah dergileri için “hiç satmıyorlar” demek abartı olmaz. Etkileri artık satış rakamlarıyla değil, sosyal medyada yankı bulup bulmamalarına göre ölçülüyor.

Kıyaslamak gerekirse,  Markopaşa 1940’larda elli bin satıyordu; bu rakam, dönemin en çok satan gazetesi Cumhuriyet’in iki katıydı. Bu yüksek satış, siyasi iktidarı doğrudan rahatsız ediyordu. 1978’de çıkan, TKP çizgisine yakın Mikrop dergisi kırk bin satmasına rağmen “az sattığı” gerekçesiyle kapatılmıştı. Bugün ise Leman ve benzeri tüm dergiler toplansa, bu rakamların yanına yaklaşamaz. Hatta yarısına yaklaşabilir mi emin değilim. Satış olarak korkutucu değiller. Esprisi ya da dili, sosyal medyanın ajitatif yaygınlığına eklenirse bir etkileri olabiliyor ancak.

Dine “dokunmama” tercihi, doğrudan sansürden değil, popülerliğin ve çoğunluğun hassasiyetlerini gözetme zorunluluğundan kaynaklanıyor. Popüler mecralar, hâkim değerlerle çatıştığında değil, onlara dokunmadan, onları dolaylı biçimde oyuna katarak işler.

Dergiler bu nedenle hâkim değerleri zorlamaz. Tabulara dokunulduğunda ise savunmacı ve saldırgan tepkilerle karşılaşılır.

Türkiye’de rejimin ilk altmış yılında “tehlikeli olan” komünistler ve şeriatçılardı. 1989’dan sonra komünist imajı sönümlendi; 90’lardan sonra ise dindarlar sistem için doğrudan tehdit olmaktan çıktı.

Hâkim değerler ve “iç düşman” imgeleri değişti.

Dolayısıyla bugün karikatürlerin tartışılmasından çok, bu tartışmaların nasıl kullanıldığı daha hayati. Karikatürü açıklamaya çalışmak, çoğu zaman savunma pozisyonunu kabullenmek anlamına geliyor.

Oysa böyle bir karikatür, Menderes, Demirel ya da Özal döneminde yayımlansaydı, ki yayınlanabilirdi, bu ölçüde büyük bir infial yaratmayabilirdi. Hatta bence dikkat bile çekmezdi. 

Tekrar edeyim: Yaşananların karikatürle ya da mizahla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu daha çok bir güç gösterisi. Demokratik haklar, ifade özgürlüğü, anayasal güvenceler gibi kavramlarla açıklanamayacak kadar çıplak bir baskı biçimi. Aslında hedef mizah değil, mevcut kutuplaşmayı canlı tutmak.

En üzücü tarafı da bu.

Related Posts with Thumbnails