Bu içeriklerin vahim ya da tekinsiz tarafı, “sıradanlık” ya da “başarısızlık” gibi temel insani deneyimleri görünmez kılmasında yatıyor. Oysa hepimiz bunun bir tür kurgu olduğunu biliyoruz ama yine de etkilenmeden duramıyoruz.
Peki “başarısız” olmak bizi bu kadar korkuturken, “başarısızlara” ve “başarısızlığa” nasıl bakıyoruz? Onları görmezden mi geliyoruz, yoksa kendimize mi malzeme ediyoruz?
Geçtiğimiz günlerde bir yönetmen arkadaşım, bir proje için YouTube yöneticileriyle görüşmüş. Sohbet sırasında sıkça “başarısızlık” hikâyelerinden söz edildiğini anlattı. Yalnızca YouTube değil; hemen tüm büyük dijital mecralarda başarısızlık hikâyelerinin ciddi ilgi gördüğü anlaşılıyor.
İnsanlar başarısızlık ve çuvallama hikâyelerini neden bu kadar çok izlemek istiyor.
Bunu bir tür “gerçeklik açlığı” olarak nitelemek mümkün. Başarı imgelerine artık inanmıyor, onları boş ve yapay buluyoruz. Fiyasko ise bize daha samimi, daha dürüst geliyor. Kendimizi daha iyi hissettiriyor. Çünkü aslında başarı hikâyelerinden sıkılmış durumdayız. Filtrelenmemiş, cilasız anlatılara meylediyoruz. Zira her birimiz istisnasız çuvallıyoruz ama bu anları videoya çekip paylaşmıyoruz. Galiba başkalarını çuvallarken görmek içimizi rahatlatıyor. “Sadece ben değilmişim” duygusunu yaşıyoruz; hatta kimi zaman empati bile kuruyoruz.
Psikolog değilim ama belki de bir başkasının utancı ya da saçmalaması, kendi kırılganlıklarımıza merhem oluyor. Ve bu, bir süreliğine bile olsa, bize iyi geliyor.
Şunu sormasak olmaz tabii. Peki, biz gerçekten başarısızlığa alan açıyor muyuz, yoksa onu da bir gösteri malzemesi haline mi getiriyoruz?
İngilizce’de buna artık bir ad veriliyor: fail culture. Başarısızlık, çuvallama, rezil olma anlarının estetikleştirilip eğlenceye dönüştürüldüğü bir dijital kültür biçimi bu. Yüksek meblağlar kazanıldığı için “Cringe economy” (utanma ekonomisi) adlandırması da yapılıyor. Para devreye girince doğal olarak iş zıvanadan çıkıyor. Yukarıda insanlar yapaylıktan ve filtrelerden bıktı demiştim, “gerçek” diye sunulan yeni içerikler de para getirdikçe kurgulanmış, seçilmiş, pazarlanmış ürünlere dönüşüyorlar.
Burada da akademide yakın zamanlarda çok kullanılan bir kavram çıkıyor karşımıza. Gerçek görünmeye çalıştıkça yapaylaşmak anlamındaki authenticity paradox.
İlk fırsatta devam edeceğim.