Pazar, Temmuz 20, 2025

Başarısızlığın Piyasa Değeri: “Fail Culture”

Hepimiz farkındayız, sosyal medya, mutluluk, başarı ve güzellik “manzaralarıyla” dolu. Herkesin bu kadar başarılı ve güzel olduğu bir dünyayla rekabet etmek kolay değil. İnsanlar artık sadece fotoğraf çektirebilmek için bile zayıflıyor, spor yapıyor ya da seyahat ediyor. “Bakın ne kadar başarılıyım, mutluyum ve çekiciyim” diyebilmek sahiden külfetli ve yorucu hale geldi.

Bu içeriklerin vahim ya da tekinsiz tarafı, “sıradanlık” ya da “başarısızlık” gibi temel insani deneyimleri görünmez kılmasında yatıyor. Oysa hepimiz bunun bir tür kurgu olduğunu biliyoruz ama yine de etkilenmeden duramıyoruz.

Peki “başarısız” olmak bizi bu kadar korkuturken, “başarısızlara” ve “başarısızlığa” nasıl bakıyoruz? Onları görmezden mi geliyoruz, yoksa kendimize mi malzeme ediyoruz?

Geçtiğimiz günlerde bir yönetmen arkadaşım, bir proje için YouTube yöneticileriyle görüşmüş. Sohbet sırasında sıkça “başarısızlık” hikâyelerinden söz edildiğini anlattı. Yalnızca YouTube değil; hemen tüm büyük dijital mecralarda başarısızlık hikâyelerinin ciddi ilgi gördüğü anlaşılıyor.

İnsanlar başarısızlık ve çuvallama hikâyelerini neden bu kadar çok izlemek istiyor.

Tahmin edileceği gibi, bu hikâyeler insanlara daha sahici geliyor. Popüler kültürün bilinen kuralıdır: İnsanı insana yaklaştıran, bağ kurduran hikâyeler çoğu zaman “gösterişsiz” olanlardır.

Bunu bir tür “gerçeklik açlığı” olarak nitelemek mümkün. Başarı imgelerine artık inanmıyor, onları boş ve yapay buluyoruz. Fiyasko ise bize daha samimi, daha dürüst geliyor. Kendimizi daha iyi hissettiriyor. Çünkü aslında başarı hikâyelerinden sıkılmış durumdayız. Filtrelenmemiş, cilasız anlatılara meylediyoruz. Zira her birimiz istisnasız çuvallıyoruz ama bu anları videoya çekip paylaşmıyoruz. Galiba başkalarını çuvallarken görmek içimizi rahatlatıyor. “Sadece ben değilmişim” duygusunu yaşıyoruz; hatta kimi zaman empati bile kuruyoruz.

Psikolog değilim ama belki de bir başkasının utancı ya da saçmalaması, kendi kırılganlıklarımıza merhem oluyor. Ve bu, bir süreliğine bile olsa, bize iyi geliyor.

Şunu sormasak olmaz tabii. Peki, biz gerçekten başarısızlığa alan açıyor muyuz, yoksa onu da bir gösteri malzemesi haline mi getiriyoruz?

İngilizce’de buna artık bir ad veriliyor: fail culture. Başarısızlık, çuvallama, rezil olma anlarının estetikleştirilip eğlenceye dönüştürüldüğü bir dijital kültür biçimi bu. Yüksek meblağlar kazanıldığı için “Cringe economy” (utanma ekonomisi) adlandırması da yapılıyor. Para devreye girince doğal olarak iş zıvanadan çıkıyor. Yukarıda insanlar yapaylıktan ve filtrelerden bıktı demiştim, “gerçek” diye sunulan yeni içerikler de para getirdikçe kurgulanmış, seçilmiş, pazarlanmış ürünlere dönüşüyorlar.

Burada da akademide yakın zamanlarda çok kullanılan bir kavram çıkıyor karşımıza. Gerçek görünmeye çalıştıkça yapaylaşmak anlamındaki authenticity paradox.

İlk fırsatta devam edeceğim. 

Cumartesi, Temmuz 19, 2025

Popüler kültürün yeni küratörü

Yapay zekâ için fazla heyecanlandığımı düşünen arkadaşlarım var. Bunu zaten inkâr etmiyorum. Kalpsiz değilim, yapay zekânın insanların işlerini ellerinden alabileceği endişesini görmezden gelmiyorum.

Öte yandan -burayı gülümseyerek yazıyorum- bizim gibi ülkelerde yapay zekânın bazı işleri insanlardan daha doğru yapabileceğini düşünmeden edemiyorum. Hatta yer yer daha hakkaniyetli, daha tutarlı ve daha yaratıcı bile olabileceğinden eminim.

Yapay zekânın sahip olduğu potansiyel kadar, taşıdığı tehlikeler de var. Bunların başında klişe üretme kapasitesi geliyor. Yalnızca dil üretmiyor, aynı zamanda kalıpları çoğaltıyor, onları yeniden dolaşıma sokuyor. Popüler kültürü sadece yansıtmıyor; onu yönlendiriyor, filtreliyor, standardize ediyor. Kendi anlatım biçimini, karakter arketiplerini, görsel estetiklerini yaygınlaştırarak bir içerik normuna dönüştürüyor. Global ölçekte üretim yaptığını, içerikleri trend haline getirip tüm platformlara yaydığını unutmayalım. Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü” dediği şeyi bugün büyük ölçüde yapay zekâ biçimlendiriyor.

Üstelik yalnızca içerik üretmekle kalmıyor; neyin üretilemeyeceğini de kodluyor. Yazılmaması gerekenleri, gösterilmemesi gerekenleri tespit edip dışarıda bırakıyor. Böylece yalnızca estetik değil, etik ve siyasi sınırları da tanımlıyor. Bu da onu sadece bir araç olmaktan çıkarıyor; bir filtreye, bir denetleyiciye, bir tür ideolojik silaha dönüştürüyor.

Yapay zekâ “evrensel” bir dil sunduğunu iddia etse de belirli varsayımlarla çalışıyor: liberal birey, seküler devlet, kapitalist piyasaya göre hareket ediyor. Bu nedenle yerel dilleri, marjinal sesleri, kültürel farklılıkları sönümlendiriyor. Her şeyi tek bir düzleme çekiyor. Homojen, steril ve standart bir estetik evren yaratıyor. Kültürel norm gibi görünen şey aslında sistemik (yeknesak batılı) normalleştirmeden başka bir şey değil.

Geçenlerde bir arkadaşım: “Senin Angaralı yerelliğini bile sistemin estetiğine uyduruyor bu yapay zekâ!” dedi bana. Sonra gemi azıya alıp işi at terbiyesine kadar getirdi. Güldük. Çünkü aslında kırk yıldır bu eleştirileri konuşuyoruz: kültürel emperyalizm, popüler kültürün hegemonyası, medyanın yönlendirici gücü… En azından ben akademideyken benzer şeyleri anlatırdım. Hatta sınıfta içi kararan öğrencilere hiç şaşmaz şöyle derdim:

“Egemen olanı sorgulayacaksınız. Onun yaptıklarını ifşa edecek, bastırılanı görünür kılacaksınız, her zaman direneceksiniz. Size verileni ya hiç tüketmeyeceksiniz ya da bilinçli tüketeceksiniz. Üretmek mi istiyorsunuz? Popüler kültürü, ne olduğunu bilerek, içeride kalarak, onun klişelerini kullanarak başka türlü 'yaşayacaksınız', başka türlü hikayeler üreteceksiniz.”

Başka da çare yok, karşımızda bir heyula var... İçindeyiz ve yaşıyoruz. Başka bir akıl yürütmesi gerekiyor bize. Dağılabiliriz Romalılar. Mıstık abi, iyi oldu di mi Orkun Kökçü? Çok para yaa...


Cuma, Temmuz 18, 2025

Zihnin Rehinesi Olmak: Mental hijack

Bu görseli ilk tasarladığımda neyi çağrıştırdığını tam olarak bilmiyordum. Çevremde, çoğunlukla dürtüleriyle hareket eden insanlar var. Bazen kendi kendime “Birinin esiri olacaksam aklın esiri olayım” gibi cümleler kuruyordum, esprili bir dille.

Yapay zekâ ile oynarken bu fikri bir sahneye dönüştürdüm. Sonradan öğrendim ki, bu duruma psikolojide “mental hijack” deniyormuş.

Dilimizde tam karşılığı olmasa da, duyguların aklı ele geçirmesi gibi bir anlam taşıyor. Yani düşüncelerimizin, davranışlarımızın ve kararlarımızın; stres, travma, anksiyete, bastırılmış öfke ya da geçmiş deneyimler tarafından “ele geçirilmesi” demekmiş…  

Vayyy” dedim içimden, “akıl sağlığımızın rehin alınması gibi bir şey bu…”  Meğer öfke anında mantıklı düşünememek de bir çeşit mental hijack sayılıyormuş.

Biraz daha araştırınca “amygdala hijack” denen bir kavramla karşılaştım. Amigdala, beynimizde yer alan badem büyüklüğünde iki küçük nöron kümesiymiş.

Duygusal belleğimizin merkezi olduğu için, yoğun korku ya da öfke anlarında beynin mantıklı karar veren kısmını devre dışı bırakabiliyormuş. Sanırım “mental hijack” kavramı da buradan esinlenerek doğmuş — yanılıyor olabilirim.

Günlük yaşamda ve sosyal medyada bu terim, algoritmaların bizi zihinsel olarak “rehine alması” anlamında da kullanılıyormuş. Aşırı kaygı dolu düşünce döngülerine kapılıp gerçeklikten uzaklaşmak gibi…

Yani zihninin efendisi değil de, zihninin esiri olmak. Benim gibi bir serüvenci illa ki şunu sorar Mıstık abi: "Zihin silahı çektiğinde teslim mi olursun, pazarlık mı edersin?"

Perşembe, Temmuz 17, 2025

Hacı yatmaz

Hacı Yatmaz, Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı bir tiyatro oyunu. Dost dergisinde hakkında çıkan tartışmalara rastlayana dek oyunu duymuş değildim, meraklandım, metni bulup okudum. 

Oyun metnini içeren kitabın (1972) ilk sayfalarına bir not düşülmüş: "Bu eser 1961-1962 mevsiminde İstanbul Şehir Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda temsil edilmiştir." Yanlış bir bilgi olabilir, dergideki tartışmalara bakılırsa oyun Ankara'da 1960 sonunda sahnelenmeye başlamış çünkü.

Hacı Yatmaz, Aziz Nesin'in çok satar romanından ve filminden dolayı popüler olan Zübük karakterinin öncülerinden sayılabilir, "her devrin adamı" olan kurnaz, her bakımdan bayağı, kaypak, değişen zamana ve iktidara yamanabilen pragmatik bir "siyasetçiyi" anlatıyor. Mizah edebiyatımız, otoriteye yanaşan, yaltaklanan, sırtaran, kıvıran, uyduran "dalkavuk" tiplemesini çok sever. Hatta, siyaset ve siyasetçiyi bu klişeyle anlatma alışkanlığı vardır diyebilirim. Hal bu olunca, Başkut, bilinen bir klişeyi tiyatronun ve sahnenin imkanlarıyla yorumlamış... 

Peki niye tartışma yaratmış, neden bu kadar çok eleştirilmiş derseniz eğer... Bana 27 Mayıs sonrasında sahnelendiği için bir cayırtı kopmuş gibi geldi... Çok değil altı yedi yıl sonra sahnelenseydi, ilk kez o zaman seyirci karşısına çıkmış olsaydı, böyle bir tartışma olmazdı. 

27 Mayıs ertesinde, kültür sanat dünyasında, o çevrenin etki alanlarında bir "devrim oldu" hissiyatı çok ama çok güçlü...  Askerlere olan muhabbet, geleceğe yönelik iyimserlik, 27 Mayıs'ın yeni bir kurtuluş savaşı zaferi olduğuna dair inanç benzersiz... Çok değil beş yıl içinde bütün o iyimserlik kayboluyor... 

Nezihe Meriç'in Hacı Yatmaz eleştirisinden kısacık bir alıntı: "Bu devrim, insanın rezil edilişine, batışına, açlığa, ahlaksızlığın alıp yürümesine bir başkaldırıştır. Bir karşı çıkıştır. İnsanlığımızı kurtarmak için bir topluluğun topyekün kelleyi koltuğa alışıdır. 27 Mayıs burada büyüktür, kutsaldır. Ona dokunulamaz."

Oysa oyunun sonunda o hacıyatmaz Rıza Şeker, askerlerle de işbirliği yapıyor, dümenini bu kerre onlara kırıyor... Eleştiriler en çok burada yükseliyor, bu benzersiz devrim nasıl olur da sıradanlaştırılır gibi gibi...

Meriç, yazdıklarına bakılırsa, oyundan (bir komediden) üzüntüden ağlayarak çıkmış, bugünden bakılınca şaşırtıcı gelebilir, o günlerin ruh haliyle ne hissettiğini ancak tahmin edebiliriz.  

Dost dergisinin sahibi Salim Şengil ve eşi Nezihe Meriç, sahiden çok ilginç bir ikili. Özellikle Ankara'daki pek çok kültürel etkinliği izleyip sert eleştiriler yazıyor, heyecanlı bir öfkeyle polemikler üretiyor, cidden ürkütücü bir ehlivukuf olarak kendilerini gösteriyorlar. 

Hacı Yatmaz tartışmasını Meriç başlatıyor, ertesi ay, çeşitli yazarlardan görüşler aldığı bir soruşturma açıyor ve oyuna, Başkut'a, Devlet Tiyatrolarına, Edebi Heyet'e, Hacı Yatmaz'ı kendileri gibi eleştirmeyenlere, halkın geriliğine, oyunun başrol oyuncusu Saim Alpago'ya (ben başka bir sözcük seçemiyorum) şiddetle saldırıyorlar. 

Başkut, Cumhuriyet'teki köşesinde kaç cevap verdi bilemiyorum ama bir tanesini paylaşmışlar, o da eleştirileri pek sakin karşılamamış, polemiğin hararetine kapılmış, jurnalci demiş, Meriç'in gazete tarafından reddedilen roman dosyasına kadar getirmiş işi... 

Dost'un Ocak ve Şubat 1961 sayılarına bakılabilir, meraklısı için malzeme bol.... 

Başkut, bana kalırsa, mizah yoluyla Milli Birlik Komitesini o tıynette insanlara karşı uyarmak istemiş, Türk Tiyatrosu dergisinde tartışmalar sonrasında olmalı (Mart 1961) şöyle demiş çünkü: "Hacıyatmaz demek ister ki, bu memlekette devirler değişiyor, partiler gelip geçiyor (…) Bu hengamede  yalnız bir tek adam var ki, o daima ayakta kalıyor: Dalkavuk. O, binanın temelindeki çamur, o, ağacın gövdesindeki kurt, o, hastanın kanındaki mikrop... Eğer onu ortadan kaldırmanın çaresini bulamazsak milletçe daha çok çekeceklerimiz var." 

Meriç ise askerlerin bir dalkavuk tarafından kandırılabileceği fikrine bir espri olarak dahi katlanamamış, kıssadan hisse filan değil devrime ihanet saymış... Benim tüm okuduklarımdan çıkardığım sonuç bu... 

Ne dense boş, Hacı Yatmaz oyunu, komite ve askerlerce önce metin olarak okunmuş, sonra sahnede izlenmiş ve onaylanmış, yani Nezihe Meriç gibi düşünmemişler... 

Hamiş, herkesin bir devrimi var, hiçbiri birbirine benzemiyor.


Çarşamba, Temmuz 16, 2025

Orwell ve 1948 Model Yangın Zili

George Orwell’in ünlü romanı 1984, hemen her kültürde bir long seller oldu, bizde de çok satıyor ve biliniyor. Orwell, bu tercihinin gerekçesini hiç konuşmasa da, kitabı 1948’de yazar, son iki rakamı ters çevirerek sadece kitabın ismini seçmez, “geleceği” de işaret eder: 1984.

Orwell, kırklı yılların sonunda, totaliter rejimlerin yakın geleceğin kabusu olacağına inanıyordu. Romanda anlattığı gelecek toplumunun o kadar uzak olmadığını vurgulamak istiyordu.

Stalin karşıtıydı ve romanda, Stalinist Sovyetler’in propaganda, gözetim ve dil kontrolü pratiklerini abartarak hicvediyordu. İlgilisi bilecektir, tıpkı Hayvan Çiftliği gibi bu romanının da (her ne kadar Orwell Troçkist olmasa da) Troçkist bir yönelimi vardır. Parti’nin başındaki Büyük Birader, mutlak lider Stalin’in izdüşümüdür. Goldstein karakteri ise Troçki’nin alegorisidir: Sistem karşıtı, “ihanetle” suçlanan ve sürgünde olan  rejim kurucusu bir figürdür. Tıpkı Hayvan Çiftliği’ndeki “Snowball” karakteri gibi...

Troçkistler için Sovyet devrimi, Stalin’in gelişiyle birlikte bürokratik bir karşı-devrime dönüşür, kendi çocuklarını harcayan totaliter bir gözetim devleti haline gelir. Özgürlük ve eşitlik gibi idealler berhava olur. Troçki’nin Stalin’e yönelik en büyük suçlamalarından biri, tarihin tahrif edilmesi ve geçmişi yeniden yazılmasıydı. 1984’teki Gerçek Bakanlığı da tam olarak bunu yapar, geçmiş sürekli olarak yeniden yazılır.

Kişisel olarak romanı fazla karamsar bulurum, karamsarlık da bir tür kör kuyudur çünkü. Raymond Williams’ın benzer eleştirileri varmış, okuyunca hoşuma gitmişti. El hak, kitabın övülesi bir fikrî netliği var ama edebi olarak, karakterlerin herhangi bir “psikolojik derinliği” yok… Politik didaktizm türünün iyi bir örneği sayılabilir. Feminist eleştirmenler Julia karakterini “klasik erkek fantezisi” olarak tanımlıyorlar — sahici bir muhalifi karakter olmadığını, Winston’ın duygusal döngüsünü tamamlaması için bir araç gibi kullanıldığını söylüyorlar, ki doğru. Orwell’in amacı bir romandan çok, bir uyarı metni yazmakmış bence. Siyaseten  “yangın ziline” basmak istemiş… Ve roman tam da bu nedenle kültleşmiş, abartı, distopyanın gücüne dönüşmüş olabilir.

1989’da Doğu Bloku çökünce,  Orwell’in kehanetlerinin doğru çıktığı filan söylenmişti. Tabii ki doğru değildi, 1984 romanında anlatılan dünya, totaliterliğin küreselleşerek kalıcı olduğu bir dünyaydı. Doğu Blokunun çöküşüyle, o yapının  sürdürülemez olduğunu kanıtlanmıştı. Orwell’in distopyası sürmemişti yani.

Sıklıkla karıştırılır, bilim kurgu, geleceği değil şimdiki zamanı anlatır ve eleştirir. Orwell’in kahinlik yapmak istediğini sanmıyorum, “ne olacakla değil, “ne oluyor”la ilgilendiğini düşünüyorum.  Gerçeğin devlet tarafından tahrif edilmesi, propaganda ve gözetim toplumunun yükselişine bakılırsa, evet kehanetleri doğru çıktı. Orwell’in asıl öngörüsü, baskı rejimlerinin doğası ve insan zihninin kontrol edilme biçimleriyle ilgiliydi. 

Bu açıdan bakarsak, 1984, günümüzün gözetim kapitalizmine, dijital manipülasyona ve post-truth siyasetine kadar uzanan bir uyarı metni olarak geçerliliğini koruyor. O yüzden ilüstrasyonlarda Orwell’in eline bir cep telefonu verdim ve sevdiğim bir 1984 kapağını telefonla yeniden yorumladım.  

Salı, Temmuz 15, 2025

Kılıç ve Kuş

Ellili yıllarda popüler kültürümüz, Amerikan pulp edebiyatına gösterilen ilgiye bağlı olarak bir yandan hiç olmadığı kadar erotize olurken bir yandan da cinsellik ve cinsiyet rolleri bakımından sert bir biçimde denetleniyordu. Zeki Müren’in yükselişi bu çelişkili zeminde gerçekleşti. Geçtiğimiz günlerde Zeki Müren’le ilgili olduğu için ayrıca satılan (bu yazıya vesile olan) 1955 tarihli bir Akbaba mizah dergisi sayfasına denk geldim. Sayfada Zeki Müren’in karikatürize edildiği bir fıkra ile genç Suat Yalaz’ın çizdiği bir portre vardı. Ellili yılların toplumsal iklimi, Müren’in kamusal temsili ve yakinen tanıdığım Yalaz’ın yıllara yayılan takıntısı hakkında bir şeyler söylüyordu.

Fıkra şöyle: Zeki Müren, üstad Kemani Sadi Işılay’la birlikte İstanbul’a trenle geliyor. Kompartımana “güzel bir genç kadın” giriyor. Müren’in karşısına oturuyor. Onun ilgisini çekmek için önce eteğini sıyırıyor, göğsünü açıyor, çorabını düzeltiyor, süveterini çıkarıyor. Yani “kadınlık repertuvarını” sonuna kadar kullanıyor ama Müren ilgisiz. Kız sinirlenip dışarı çıkıyor. O sırada Sadi Işılay şaşkınlıkla "ben senin yaşındayken (kaçıp giden kadını kastederek) uçan kuşu kaçırmazdım" diyor, Müren de kuş taklidi yaparak kollarını sallamaya başlıyor, "Pırr pırr!" 

Esprinin doruk noktası, Müren’in kuş taklidi yaparak “pırr pırr” demesi. Bu taklit, hem “uçan kuş” mecazını somutlaştırıyor hem de feminen jestlerle açık bir ima barındırıyor. Dolayısıyla bu, yalnızca gülünç değil, o dönem için cinsel yönelimi ima eden alaycı bir temsil. Erkekliğini “kanıtlamayan”, kadın ilgisine karşılık vermeyen adamla dalga geçen, onu “kuş” gibi hafif, “uçucu”, yani “kadınsı” bulan bir mecaz.

Sorsanız o dönem Zeki Müren’in eşcinselliği açıktan konuşulmazdı derdim, ama bu fıkra gösteriyor ki sarkastik biçimde işaretleniyor, hatta mizah yoluyla saldırılıyormuş. Yani doğrudan değil, şifreli, gülerek, üstü örtülü.

Beni çeken şey ise fıkranın altındaki genç Yalaz’ın Zeki Müren portresi oldu. Bu portre, yıllar boyunca Yalaz’ın Müren’e ve eşcinselliğe bakışıyla birlikte düşünüldüğünde bana daha da ilginç geldi.

Yalaz, Zeki Müren’i sevmezdi. Daha doğrusu ona gösterilen ilgiyi anlamaz, hazzetmezdi. Sohbetlerimizde bunu açıkça dillendirmişti. Hatta birinde: “Gençken sesim çok güzeldi, bir dönem şarkıcı olmak istedim. Ama Zeki Müren’i dinledikten sonra böyle bir sesle, bir erkek olarak rekabet edemeyeceğimi anladım” demişti.

Buradaki “bir erkek olarak” vurgusu önemli. Aslında onun sesinden değil, temsil ettiği “başka tür” erkeklikten rahatsız olmuştu. Zeki Müren sadece bir ses değil, farklı bir erkeklik tahayyülüydü ve bu, Yalaz’ın inşa etmeye çalıştığı “erkek kahraman” dünyasıyla çelişiyordu.

Yalaz’ın çizgi romanlarında (özellikle Karaoğlan’da) erkek eşcinselliğine rastlayamazsınız. Ne düşmanları efemine çizmiş ne de bu temaya dair alışılageldik aşağılayıcı kodlara yer vermiştir. Elbette bu bir duyarlılık göstergesi değil, dışlama ve görünmezleştirme arzusundan kaynaklanan bir durum. Oysa aynı dönemin Tarkan, Kara Murat ya da Malkoçoğlu gibi örneklerinde eşcinsellik düşmanları karikatürize etmenin en yaygın yollarındandır: Bizanslılar, Romalılar, soylular ya da Frenk prensleri çoğu zaman feminen, makyajlı ve ne olduğu “anlaşılan” tiplemeler olarak resmedilirdi. Yalaz bu aşağılamayı bile yapmamış, adeta eşcinseller hiç yokmuş gibi davranmıştı demek istiyorum.

Diğer yandan, kadın eşcinselliğini -belki erotik bulduğu için- ısrarla öne çıkarırdı. Bu da aslında o dönemin erkek bakışını, yani “sadece fanteziye hizmet ettiği ölçüde görünebilen bir eşcinsellik” anlayışını ortaya koyuyordu.

1996’da, Zeki Müren’in ölümünün ardından duyduğu tepkiyi çizmişti de…Yandım Ali çizgi romanında geçen bir sahnede, Osmanlı askerleri Arap çöllerinde perişandır. Biri isyan eder: “Zenne Ramiz öldü diye İstanbul kan ağlıyormuş. Cenazesine bir halifenin gitmediği kalmış.”

Müren için yapılan cenaze törenlerine, devlet erkanının katılımına, halkın yoğun ilgisine açık bir tepki gösteriyordu. Hatta çizdiği sayfa bir dergide haber olmuş, Yalaz çizdiklerini fotokopi ile çoğaltarak o dönem bana ve (eminim birçok başka kişiye) özellikle yollamıştı. Gösterdiği enerji nedeniyle not düşeyim, bu konuda bir konuşmamız veya onunla aynı fikirde olmadığımı gösteren bir yorumum hiç olmadı. Muhtemelen, hemfikir olduğumuzu düşünüyordu.

Kimse kimseyi sevmek zorunda değil, hatta “ölünün arkasından konuşulmaz” denir ya, buna da katılmam. Hepimiz kamusal alanda yaptıklarımızla eleştirilebiliriz. Yalaz da bunu yapmış, Zeki Müren’e kırk yıl boyunca mesafesini korumuş. Beni etkileyen şey de bu zaten: Bir fikri, bir temsiliyet biçimini, bir hayat tarzını yarım asır boyunca sürekli dışlamış ama hep takip etmiş olması.

Ne denir buna? Takıntı, nefret, rekabet, kabullenemeyiş…

Bir dergi sayfasından dönemin erkeklik krizlerini, popüler kültür çatışmalarını ve temsiliyet mücadelelerini açığa vuran bir mambo jambo. İşte bu yüzden, “pırr pırr” fıkrası ve altındaki portre… sadece bir fıkra ya da portre çizimi değil.

Pazartesi, Temmuz 14, 2025

Yapay Zekâ, Sınırlar ve Algoritmik Erotizm

Yapay zekâ programlarıyla görsel üretimler yapıyorum. Bu süreç benim için yalnızca eğlenceli değil; aynı zamanda global popüler kültürün nasıl çalıştığını kavramak açısından da öğretici. İnsanlığı ve uygarlık akışını dönüştüren bir teknolojik kırılmanın içindeyiz. Ancak teknoloji, yerel hukuk ve etik kodların önünde gidiyor. Bu da onu yalnızca “araç” olmaktan çıkarıp “belirleyici” kılıyor — ve bu belirleyicilik, popüler kültürün doğasını temelden değiştiriyor.

Görsel üretim sırasında, sistemin sınırlarını ölçmeye çalışıyorum. Yapay zekâ neyi çizer, neyi çizemez? Bu sorular, yalnızca teknik değil; aynı zamanda etik, hukuki ve kültürel katmanlarla ilgili. Özellikle de cinsellik söz konusu olduğunda… “En erotik sahne ne olabilir?” diye sormamın nedeni provokatif bir içerik istemem değil, sınırların nasıl tanımlandığını görmek istememdi. Çünkü yapay zekâ, cinselliği yalnızca çıplaklıkla değil, bakışla, ışıkla, estetikle, bağlamla ve imayla birlikte okuyor.

Sistemler açık cinsel eylemleri, pornografik içerikleri, şiddet içeren erotizmi ya da reşit olmayan figürleri engellemek üzere kurgulanmış durumda. Ancak bu sansür yalnızca “ne görünüyor?” sorusuna değil, “ne çağrıştırıyor?” sorusuna da cevap arıyor. Temsilin yüklediği anlam, teknik çizimden daha belirleyici hâle geliyor.

İçerik üretiminde sorumluluk sorusu burada beliriyor: Yapay zekâ kullanıcıya göre mi hareket eder, yoksa kendisi de üretimin etik yükünü taşır mı? ABD’de bu konuda bir “çifte sorumluluk” ilkesi uygulanıyor: Kullanıcı, içeriği yönlendirdiği için doğrudan sorumlu; ancak üretimi teknik olarak mümkün kılan platform da kısmen sorumlu sayılıyor. Firma, üretimin etik dışına taşması durumunda lisans kaybına, dava sürecine ya da itibar kaybına uğrayabilir. Bu yüzden sistemler, cezadan kaçınmaya programlı diyebiliriz. Varlıkları, ihlal etmeme becerilerine bağlı.

Kendi deneyimlerim, sistemin tutarsızlıklarını da gösterdi. Aynı sahne bir gün üretiliyor, bir başka gün ise engellenebiliyor. Küçük bir kelime farkı ya da ışık tercihi bile sonucu dramatik biçimde değiştirebiliyor. Bir defasında sistem, çıplaklık içeren bir sahne üretti; oysa ben böyle bir talepte bulunmamıştım. Nedenini sorduğumda şöyle yanıtladı:

Sahne klasik yağlıboya estetiğinde, Rembrandt tarzı ışıkla modellenmiş. Figür hiper-gerçekçi değil, melankolik ve mesafeli. Bu nedenle sahne, erotik değil dramatik olarak algılandı. Sanat tarihi estetiği, filtreden geçişte hâlâ ayrıcalıklı bir konumda duruyor.”

Sistemin kendi kurallarını nasıl yorumladığını bu yanıt özetliyor. Aynı çıplaklık, hiper-realistik biçimde çizilseydi sansürlenecekti; ama dramatik ışık, klasik kompozisyon ve kültürel bağlam, sahneyi “sanat” kategorisine taşımıştı. Sansür, içeriğin “ne olduğu”ndan çok, “nasıl sunulduğu”yla ilgiliydi.

En önemlisi: Bu farkı sistem değil, ben fark ettim. Hâlâ anlatıya karşı sezgisel üstünlüğümüz var. Ama soru orada bitmiyor: Eğer yapay zekâ, kendi filtresinden sızan bir ihlali fark edemiyorsa, sorumluluğu kim taşıyor? Ve insanla yapay zekâ arasında etik yük nasıl bölüşülüyor?

Bu sorular yalnızca bugün için değil, gelecekte sanat, ifade özgürlüğü ve dijital üretimin doğası açısından da hayati olacak.

Related Posts with Thumbnails