Ankara’da yaşadığım
yer olan Güzeltepe, yeşili bol bir mahalle, yaza girerken dalları meyvesiyle dolup taşan sayısız
ağaca rastlıyorsunuz. Her gün evden ofise giderken, ofisten eve dönerken,
canımın çektiğini yol üstünden birer ikişer koparıyorum, çocukluktan kalma bir
alışkanlık... bahçelere dalarak büyümüşüm...
Ne ki, her yıl şaşırıyorum,
benden başka bu işlere gönül indiren "çocuk" yok sanki... Dallardaki meyveler öylece
duruyor… Kimsenin ağaçlara çıktığını, bahçelere daldığını, meyveleri
topladığını görmedim... Dünya kadar çocuk ve genç var, Vallahi tillahi biri
olsun buna teşebbüs etmiyor... Erikler ve kaysılar kızarıyor, dutlar dökülüyor,
önce bademler sonra kirazlar dalında kuruyor, düşünüyorum da çağlayken
talan ederdik biz...
Bu durumu kime
anlatsam, laf genellikle sokakta büyümemiş çocuk, çocuk değildir yargısına
varıyor... yani demek istiyorlar ki "biz çocuktuk" bunlar "yazık
yazıkk"... Ben bu türden hayıflanmaları pek sevmiyorum, asıl meseleden uzaklaştırıyor bizi. Niye arzu duymuyorlar ben onu merak ediyorum, yazıklık bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Çocukluğumda, aileler ancak önemli günlerde dışarıda yemek yedikleri için yılda bir ya da iki kez İskender yiyebilirdim, Uludağ Lokantasına gidilirdi, yediğim şeye bayıldığım için o gidişlerin tekrarını heves ve heyecanla beklerdim. O lezzet ve "alay-ı vala" beni o kadar etkiledi ki, yaşadığım her sıkıntı sorasında, anne ya da babamın ameliyatları filan geçtiğinde mesela, hastaneden çıkıp doğruca Uludağ'a gider, kendime İskender ısmarlardım. Uzun yıllar yaptım bunu. Oğlumun ya da onun yaşıtlarının bu seremoniyi anlaması kolay değil, İskender özel bir şey değil artık, yemekçiler adım başı her yerdeler, telefonlardan iki dakikada sipariş veriyorsunuz, dışarıda yemek yiyebilmek büyük bir lüks sayılamaz vs vs...
Bir arkadaşıma, dallar meyvelerle dolu, biri bile almıyor dediğimde bunlar eksiklik
bilmiyor ve özlem duymuyorlar, ulaşabiliyorlar filan diyerek uzun bir
açıklamaya girişti... İktisatçıdır, kısmen katıldım, ona da söyledim, kısmen ezber buldum söylediklerini... İnsanları ve toplumları dönüştüren ve alt üst eden en önemli "şey" bence arzu... Ki arzu dediğimiz kolay bulunmayacak, rekabetçi ve itibarlı görünecek, taze anlamında genç ve tüketilmemiş, az bulunur olacak bir şey...
Çocukluğumu düşünüyorum, mahallede sadece bir tane manav vardı, market mefhumu akla dahi gelmiyordu, haftada bir gün pazar kurulurdu, meyveyi orada görür, satın alırdık. Benim arzularım tabii ki farklı olacak...
Sorun, asıl olarak o arzunun nasıl dindirildiğiyle ilgili, tam da orada işler karışıyor çünkü. Sokak röportajlarında kenardan ortaya seyirten amcalar "yima! içma! alma la alma" filan diyorlar ya o öyle kolay bir şey değil... telefonlarda harca butonu var, indirimli yemekler, sepette sürprizler...
İktisatçı arkadaşım, sen ben lokantadan yemek yemeyebiliriz ama bu çocuklar bunu yapamazlar, lokantadan yemek yememenin bir tasarruf ve tercih olduğu hayatı bilmiyorlar diye ısrar etti... Ananem, "fakirlik değil, zenginken fakir olmak zordur" derdi, arkadaşım biraz onu anlatmak istiyordu.
Bence en büyük sıkıntı, birinin yemesi diğerinin yememesinden çok, birinin yediğinin hayal edilmesinden çıkıyor. İşte arzu tam da böyle bir şey, dinmiyor, durmuyor, ele avuca sığmıyor...hayal kırıklığının tarihini yazıyor.