Pazar, Ağustos 17, 2025

İçerik Organizmaları: Algoritma canlıları

Global popüler kültürde “hibrit persona” olarak adlandırılan bir sosyal medya figürü-türü var. Dijital kimliğini birden fazla rol ve estetik kodun birleşiminden oluşturan, üstelik bu kodların hangisinin “gerçek” hangisinin “kurgu” olduğunu bilerek muğlak bırakan çevrim içi özneleri tanımlamak için kullanılıyor. Sosyal medyada karşımıza çıkan bu figürler; bir gün tutkulu bir eylemci, bir başka gün ölçüsüz bir provokatör, kimi zaman sanat hamisi, kimi zaman da popüler kültür dedikoducusu kılığına bürünebiliyorlar.

Her konuda bir fikri olan, gündeme sert ve alaycı çıkışlar yapan, takipçilerini provoke etmeyi iyi bilen bu türden kişileri mutlaka tanıyorsunuz. Onlar yalnızca göz önünde değiller, aynı zamanda birer rol modeliler, sosyal medyanın aşırılıklara dayalı ekosisteminde, hemen herkes ucundan kıyısından onlara öykünüyor. Rica ediyorum, “kim?” diye sormayın, sadece etrafınıza bakın. Küçük ve büyük, ortalama ve ortalama üstü sayısız örnekle içiçe yaşadığımızı anlarsınız. Görünürlük ve onaylanma arzusuyla biçimlenen “sosyal medya normallerinin” aktif ve adaptif üreticileri onlar.

Ben bu tipleri “içerik organizması” olarak adlandırıyorum. Nasıl ki popülist ve pragmatist “siyaset canlıları” politik arenanın en uyumlu türleriyse, sosyal medyada da benzer şekilde hayatta kalmayı ve çoğalmayı başaran “organizmalar” olduklarını düşünüyorum. Algoritmalar için biçilmiş kaftanlar: Görselleri dikkat çekici, metinleri ilgi uyandırıcı, tepkileri duygusal olarak yoğun ve çoğu zaman tartışma çıkarıcı... Siyasi bir meselede militan bir aktivist, gündem sakinleştiğinde az bilinen bir konunun uzmanı, tatilde turist rehberi, kitap okuduğunda kitapsever, film seyrettiklerinde filmbilir vs kesiliyorlar.

Malum, sosyal medya algoritmaları, “tartışma” ve “yüksek etkileşim” yaratan içerikleri öne çıkarır. İçerik organizmaları, farklı kitlelerin tepkilerini aynı anda tetiklediği için bu mekanizmayı maksimum verimle kullanırlar. Çevrim içi ortamda “var olmak” sürekli yeniden üretilen bir kimlik performansı gerektirir. Bu figürler için kimlik, sabit bir varoluş hali değil, karşılıklı etkileşimler, çatışmalar ve beğeniler yoluyla sürekli inşa edilen bir süreçtir. Öfke patlamaları, alaycı yorumlar, ani pozisyon değişiklikleri- hepsi hem dopamin sağlayan bir tatmin hem de “dikkat merkezinde kalma” arzusunun sonucudur. İlgi kaybolduğunda yaşanan melankoli ve bıkkınlık, onları yeniden sahneye dönmeye ve yeni bir gösteri sunmaya iter.

Bir içerik organizması, görünürde yalnızca bireysel ilgi peşinde koşuyor gibi dursa da, toplumsal tartışmaların çerçevesini (framing) değiştirme gücüne sahip olmak ister. Küçük bir olayı politikleştirebilir, büyük bir meseleyi ise beklenmedik bir ironi ya da gündem dışı bir detayla saptırabilir. “Çok seslilik” içinde görünen ama çoğu zaman kendi etkisini merkezileştiren tavırları kolayca anlaşılamaz.

Aptallığı teşhir etmekten aldıkları “haz”, sarkastik ve küfürlü “sahicilik” performansları, haklarında çıkan eleştirilerle baş edebilme maharetleri onları daha da izlenir kılar. Böylece “aşırılığın kavgacıları” olarak sosyal medya sahnesinde gezinirler; dopaminle yaşar, ilgi azaldığında melankolik bir bıkkınlıkla önce çekilir sonra sahneye geri dönerler. Her dönüş, daha büyük bir tartışma, daha çarpıcı bir çıkış ve daha dikkat çekici bir “rol” vadeder.


Cumartesi, Ağustos 16, 2025

Umut Endüstrisi: Yarın Gelecek-Gelmeyecek

Hayat, hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreç, her birimiz çeşitli ölçülerde başarısızlıklar yaşıyoruz ama bir biçimde oyuna devam ediyoruz. Çünkü ailede, okulda ya da çalışırken, başarısızlığın ardından yeniden ve yeniden inşa edilen bir “gelecek tahayyülü” ve “ilerleme miti”nin uzantısı olarak umut etmeyi öğreniyoruz. “Umut, fakirin ekmeği” derler ya… Aslında yalnızca yoksulların değil, herkesin gıdasıdır umut. Başka türlüsünü pek akla getirmeyiz; kendimiz adına olmasa bile yakınlarımız ve sevdiklerimiz için umut etmek isteriz. 

Umut, bu yönüyle başarısızlığı öteleyen bir erteleme mekanizmasıdır. Böyle bakınca yalnızca iyimserliğin ön şartı değil, çoğu zaman eylemsizliğin ve teslimiyetin bahanesi olabilir. Albert Camus’nün “absürd” kavramını hatırlayalım: Hayatın anlamı yoktur ama biz ona anlam yüklemek için umut ederiz. Umut, Camus’ye göre “ölümden ya da hayatın boşluğundan kaçma yoludur.” Büyük bir kötülüktür; çünkü hayatın gerçekliğiyle yüzleşmemizi engeller. Sisifos, taşı tepeye tekrar tekrar çıkarır ama “bir gün orada kalır” umuduyla değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiği için bunu yapar.

Kapitalizm ise bu umudu janjanlı bir ambalaj -bir tür ideolojik vitrin- içinde paketleyip bize sunar. Statükoyu kabulleniriz; çünkü “yarın” dediğimiz zaman aralığı her zaman kurtuluş ihtimali taşır. Umut, bu bağlamda, iktidar elinde toplumsal enerji ve öfkeyi soğutma aracına dönüşür. Şimdi olmasa bile yakın gelecekte bir şeyler düzeleceğine inandırılırız.

Aksini düşünenler de var elbette. Ernst Bloch, “henüz olmayanın bilgisi” olarak tanımladığı umudun, insanın değişim kapasitesini beslediğini söyler. Fikren kendime yakın bulduğum Gramsci ise “zihnim karamsar, iradem iyimser” derken, umudu irrasyonel bir beklenti değil, aklın gördüğü olumsuzluklara rağmen eylemi sürdürebilme gücü olarak tanımlar. Mücadele azmini, iradenin iyimserliğine bağlar.

Umutsuzluğu benimsemek, bu boşlukla yüzleşmek ve yine de yaşamı sürdürmek anlamına gelir. Bu, karamsarlık değildir; “her şey kötüye gidecek” demek hiç değildir. Aksine, beklentiden arınmış bir bakış, harekete geçmeyi kolaylaştırır. Beklentisizliğin güç veren bir potansiyeli vardır. Ne bir kurtarıcıya, ne sistemin kendi kendini düzelteceğine, ne de bireysel ilişkilerde “bir gün düzelecek” yanılgısına yaslanırız. 

Genç bir asistanken, “İnsanlar nasıl oluyor da hayata devam ediyor; mutsuzluk ve başarısızlıkla, duygusal kıtlıkla nasıl baş ediyorlar?” diye düşünürdüm. O yıllarda sosyal medya yoktu. Olsaydı, aklım iyice karışırdı, sahiden karışık be Mıstık abi. Platformlarda umut, çoğunlukla tek bir görsel, slogan ya da ilham verici bir cümleye indirgeniyor; scroll ederken yarım saniyede tüketilen bir “iyi his” haline geliyor. Bloch’un eylemci umudundan fersah fersah uzak, anlık bir duygusal uyaran bu.

Sosyal medya algoritmaları, umut söylemini de tıpkı öfke ya da korku söylemleri gibi “etkileşim” odaklı yönetiyor. Bir içerik, kullanıcıyı platformda uzun süre tutar ve “paylaş-beğen-yorum yap” üçgeninde dolaştırırsa yaşar; yoksa bir parmak hareketiyle aşağıya - mezara gönderilir.

Üstelik platform ekolojisi, ortak bir “büyük umut”tan ziyade çoklu mikro-umutlar üretiyor. Her alt-kültür, kendi estetik ve jargonuna göre bir umut inşa ediyor: Aktivistler radikal değişim umudu taşır, fitnesçiler “yeni bir ben” hayalini kurar, finansçılar zengin olma yollarına sarılır vs

Ve işin ilginç tarafı şu, sosyal medyada umutsuzluk bile, umut benzeri bir duygusal pakete dönüştürülüyor. Üretilen melankolinin içinde, anlaşılma ve bağ kurma umudu istifleniyor. Böylece umutsuzluk bile umut ekosisteminin parçası oluyor.

Lafı uzatmayayım… sosyal medyada umut ve umutsuzluk üzerine yazacağım bir süre…Girizgah diyelim

Cuma, Ağustos 15, 2025

Seyrüsefer Defteri 172

++ Matewan (1987) bildiğim ve bir türlü seyredemediğim bir filmdi, gerçekçiymiş, siyaseten gevezeymiş, görüntü olarak başarılıymış, ilginçmiş, az bulunur Amerikalılardanmış (31 Temmuz).++ Fight or Flight (2025) uçakta aksiyon, tutarsa ikincisini çekeriz, oyun kafasındayız filmi (30 Temmuz).++ Untamed Ep5 ve 6'yı seyrettim (29 Temmuz).++ Flight Plan (2005) gerilimi güzel, son yarım saat temposu yükselmeli, öncesi kısalmalı ve "sebep" daha net anlatılmalıymış (28 Haziran).++ Dept Q Sea1 Ep3 ve 4'ü izledim (27 Temmuz).++ Untamed Ep3 ve 4'ü seyrettim (26 Temmuz).++  Great Expectations (1998) Cuaron başka bir şey çıkarmış, güzel yorum olmuş (25 Temmuz).++ Run (2020) en fazla yarım saatte bitmeliymiş, o derece güdük film (24 Temmuz).++ Dept Q Sea1 Ep1 ve 2'yi izledim (23 Temmuz).++ Great Expectations (2012) büyük romanı seyreltememişler, bazı seçimler de bana olmamış hissi verdi (22 Temmuz).++  Untamed Ep1 ve 2'yi seyrettim (21 Temmuz).++ Cenazemize Hoş Geldiniz (2023) iyicil film, beğenilmemesini çok anlamadım (20 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.9 ve 10'u seyrettim (19 Temmuz).++  İstanbul Yolculuğu (18 Temmuz).++ Brick (2025) fikir güzel, yolda yalpalıyor, yan hikayeleri anlaşılmıyor filan (17 Temmuz).++ The Survivors Ep1'i seyrettim (15 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (13 Temmuz).++ Twin Peaks Ep1'i seyrettim (12 Temmuz).++ Senaryo Kampı (8-11 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (7 Temmuz).++ Nonnas (2025) film bir yerde duruyor, temposu düşmüyor-duruyor gerçekten, her şeye rağmen başardılar hissinin zamanlamasını ayarlayamıyor (6 Temmuz).++ Bir Cumhuriyet Şarkısı (2024) senaryoda güçlü yerler var ama paşa'ya ve gişeye oynamışlar (5 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (3 Temmuz).++ The Quick and The Dead (1995) kadro ilginç, Sam Raimi abartısı hikayenin önüne geçmiş, of puf (2 Temmuz).++

Perşembe, Ağustos 14, 2025

Kulisten ekrana, Rock'tan reele

Grupi” (groupie) denen bir niteleme vardır, ilk kez altmış yıl önce, müzik gruplarının hayranı olan ve onlarla -romantik veya cinsel anlamda- yakın ilişki kurmak isteyenleri tanımlamak için kullanılmaya başladı. Grupi denince genellikle genç kadınlar akla gelse de bu tanımı yalnızca kadınlara indirgemek haksızlık olur. Bence grupilik bir cinsiyet değil, bir konumu veya arzunun aldığı bir biçimi ifade ediyor.

Elbette, birinin ya da bir grubun hayranı olmanın, şarkılarla ve sahnedekilerle duygusal bir bağ kurmanın olumlu görülebilecek yönleri var. Ne ki, gündelik dilde grupiler olumsuz ve küçümseyici biçimde hatırlanıyorlar. Müzisyenlerle sevgili olmaya çalışan, ün peşinde koşan, kolay erişilen, “ünlüyle birlikte olma”yı bir başarı sayan kadınlar olarak kodlanıyorlar.

Rock mitolojisinde ilham perisi (muse) sayılan, grupların filli bir parçası olarak görülen grupiler çok. Epeyce hatıra kitabı ve haklarında ayrıntılı röportajlar çıktığı için öykülerini de biliyoruz. Pamela des Barres en ünlülerinden biri olabilir.

Bu kültür sadece rock sahnesine özgü değil tabii. Yıllar içinde gerek edebiyat dünyasında, gerekse mizah dergilerinde grupi benzeri fanlara denk geldim. Özellikle imza günleri hakkında birisi akademik çalışma yapsa çok farklı fan portreleriyle karşılaşır bence… Ya akademicim, birazcık kıpırdasan, popüler kültür “akıyor”, dalsan o suya…

Şimdiki zamanda “grupi” bir Rolling Stone fıkrası gibi anlatılmıyor. Bu kavram fenomenlerin, Youtuber’ların, rapçilerin ve influencer’ların çevresinde dolanan, onlara yakın olmaya çalışan hayranlar için de kullanılıyor. Çok daha karmaşık bir meseleye dönüşmüş durumda. Sosyal medya çağındayız, grupilik artık genel olarak arzunun, özel olarak şöhret arzusunun ve toplumsal görünürlüğün boca edildiği bir yerde yaşıyor…

Üstelik artık evden kaçıp turne otobüslerine binmeye de gerek yok. Dijital olarak her şeyi takip eden, DM atan, algoritmaları tetikleyen, yorumlarla bağıran figürlere evrildiler. Fiziksel bir yakınlıktan çok, simgesel, dijital ve sosyal sermaye kazanımına yönelmiş bir grupilik bu. Sosyal medyada bir ünlüyle çekilmiş bir fotoğrafı, ondan gelen bir DM’yi paylaşmak hem dikkat çekiyor hem de o dikkat üzerinden bir tür mikro-şöhret sağlıyor.

İnsanlar dikkat çekince değer kazandığını hissediyor ve bana kalırsa grupiliğin temelinde yatan asıl güdü bu. Sosyal medya çağında da olsa, değişmiyor: ünlüyle arkadaş ya da sevgili olmak, onunla eğlenmek ya da konuşmak, o şöhretle “eşitlenme” hissi yaratıyor. Bu sayede insanlar kendi değerini o yakınlıktan devşiriyor.

#MeToo sonrası, geçmişteki kimi “groupie” ilişkilerinin istismar içerdiği, yaş farklarının ve güç dengesizliklerinin çoğu zaman görmezden gelindiği ortaya çıktı. Şaşırmadık değil mi? Hani Mıstık abi, selebriti seven bir kız arkadaşımıza kibarca “Sen onlardan biri olmuyorsun; onlar seninle sadece yatıyorlar” demişti de kıyamet kopmuştu ya… Yirmi yıl oluyor. Bkz RakınrolAnkara

Yanlış anlaşılmak istemem, grupileri yalnızca cinsellikle tanımlayan görüşe katılmıyor, fazlasıyla erkek bir yerden anlatıldıklarını düşünüyorum. Bu insanlar özgür iradeleriyle istediklerini yaşamış, bilinçli biçimde bir hayat tarzını seçmiş olabilirler. Bugünkü sosyal medya fanları için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Ahlaki bir yerden bakmıyorum demek istiyorum. Ama mesele netameli; yokmuş gibi de davranamayız.

Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (3)

İki gün boyunca okuduğunuz yazıları en az dört ay önce yazmıştım. Bazen yazıları bekletmek ve içerdiği hikâyenin gerçek hayatta nereye varacağını görmek gerekiyor. Arkadaşımın erteleme pratiği ilginçti, trajikti ve ustacaydı. Trajikti, çünkü yaşadığı şeyin “tamamlanma ihtimali” hep masadaydı ama hiçbir zaman masaya oturmuyordu. Ustacaydı çünkü, aşkını hep en parlak, en yoğun, en steril biçiminde tutabiliyordu. Aşık olduğu adamın da bu dengeyi anlaması gerektiğini düşünüyor. Anlamıyorsa bile, anlamamasını onun sorunu olarak görüyordu. Arkadaşım bu “karşılaşmama” halini (ruhen) hem kendisi hem de adam için bir lütuf gibi sunuyordu: “Böylece birbirimizi kaybetmeyeceğiz.”

Yazarken çarpıcı geldiğini kabul ediyorum ama biliyorsunuz ki gerçek hayat (hele sosyal medyalı olanı) çok başka biçimde gelişiyor. Arkadaşım yarattığı ertelemeyle, kendini koruduğunu sanırken kendi hayatının kapılarını kapatıyor olabilir miydi? Yoksa bu, modern dünyanın “hız” takıntısına karşı kişisel bir yavaşlık direnişi mi gösteriyordu? İkisi de olabilir, çünkü durumu, sürekli bir eşikte kalma halini yaşadığını düşündürüyor. O eşikte dururken, hem geçmişin güvenini hem geleceğin ihtimalini aynı anda hissedebiliyor. Ama biliyoruz ki eşikte uzun süre kalınamıyor, mutlaka bir tarafa itiliyorsun.

Hep arkadaşımı konuşuyoruz ama orda da marazi bir ikilem var. Aşık olunan adam -arkadaşımın sevgilisi değil, ama “gizli aşkı”- onunla hiç karşılaşmamış biri. Arkadaşım onu “tanıyor” ama tanımıyor; adam da onu “biliyor” ama görmüyor-görmemiş. Fiziksel bir karşılaşma olmadığı için ilişkilerinin temeli kelimelerden, hayallerden ve karşılıklı projeksiyonlardan ibaret. Şunu düşündüm, bir erkek yüzünü dahi görmediği bir kadına nasıl aşık olur? Şunu sormuş olmalı. Karşındaki insan gerçekten var mı? Yani biyolojik olarak değil, duygusal gerçeklik açısından… Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, yalnızca birinin var olması değildir, ona dokunmak, göz göze gelmek, ses tonunu duymak, teninin sıcaklığını hissetmektir. Arkadaşım, bu adama aşıkken bile onu hiç görmedi, ama adam da onunla asla karşılaşmadı.

Geçenlerde öğrendim ki ilişkileri bitmiş. Arkadaşım bana, bunun sorumlusunun adam olduğunu söyledi. Çünkü adam, gerçek dünyada başka kadınlarla ilişkilere girmiş. Buna rağmen arkadaşına sadık olduğunu iddia etmiş. Arkadaşım ise, hiçbir fiziksel kanıtı olmadan, sadece sezgileriyle adamın yalan söylediğini anlamış. Ve bu sezgi, onun için yeterli olmuş. Artık eskisi kadar sevmediğini fark etmiş, bir yalancıyla devam etmeyeceğini anlamış. Böylece ilişki, biraz yalpaladıktan sonra bitmiş.

Görülmeden yaşanan aşk” aslında modern iletişim çağının en çarpıcı paradokslarından biri. Birini hiç görmeden sevebilmek, onunla saatlerce yazışmak, sırlarını paylaşmak, hatta hayat planları kurmak… Ve bütün bunları, fiziksel olarak bir kez bile karşılaşmadan yapabilmek. Bu, bir yandan iletişim teknolojisinin sunduğu sonsuz yakınlık illüzyonu, diğer yandan da mesafenin sağladığı güvenlik kalkanı.

Asıl kırılma noktası, arkadaşımın aşkı bitirme gerekçesiydi. Adamın başka kadınlarla ilişki kurduğunu sezdi. Yani görmedi, yakalamadı, kanıtı olmadı. Ama sezgisi, onun için mahkeme kararı gibi kesin bir şeydi. Bu noktada aşkın sürdürülebilirliği, bedensel temasın eksikliğinden çok, güvenin yokluğuna bağlı hale geldi. Çünkü görmediği, dokunmadığı birine duyduğu bağlılık, yalnızca inanç üzerine kuruluydu. Ve inanç, malumunuz yalan ihtimalini kaldıramaz. Hatta bir başka erkekle ilişkisini sürdürüyor olmasını bile akla getirmeyebilir.

Şunu anladım: fiziksel karşılaşma olmadan başlayan bir aşk, aslında iki ayrı hikâye gibi ilerliyebiliyormuş. Herkes, kendi zihninde ötekinin bir versiyonunu yaratıyor çünkü. Bu versiyon, karşılaşma olmadıkça kolaylıkla korunuyor üstelik. Güven sarsıldığında ise hayal kırıklığı gerçek kadar sert olabiliyor. Arkadaşımın yaşadığı, tam da buydu. Adamın sadakatini sorgulamaya başladığı anda, zihnindeki “sevgili” figürü çatladı. Ve aşk, karşılaşmadıkları halde, gerçek bir ayrılık gibi bitti.

Sonuçta geriye şu ilginç tablo kaldı: İki insan, hiç yüz yüze gelmeden, birbirlerine derin duygular besleyebilir, hatta ayrılık yaşayabilir. Karşılaşmamış olmaları, bu aşkın gerçekliğini azaltmıyor ama güvenin kırılması, o büyük hayali yıkıyor. Aşk, fiziksel temasın ötesinde, bir “var olduğuna inanma” eylemi. Ve o inanç yıkıldığında, geriye ne beden kalıyor, ne de hayal.


Salı, Ağustos 12, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (2)

Arkadaşımla ilgili beni en çok şaşırtan, sevgilisine rağmen, hiç görmediği-yüzleşmediği bir adama aşık olması, o aşkı yaşama biçimi oldu. Aşıktı ama aşkı fizikselleştirmiyordu. Bilemiyorum, Belki aşkı bir “olasılık” olarak daha yoğun hissediyordu. Karşılaşmadığı için, aşk “bozulmuyor”, her zaman eksik ve bu yüzden daima canlı kalıyordu. Aşkı ciddiye alıyor, seviyor, arzuluyordu. Fakat buna rağmen ya da tam da bu yüzden, aşkı fiziksel dünyaya taşımıyor, karşılaşmıyordu. 

Çoğu zaman aşk, tanışmakla, dokunmakla, bir bedende karşılık bulmakla tamamlanır. Oysa onun aşkı, bir karşılaşmaya değil, bir karşılaşmamanın korunmasına dayanıyordu. Görüşmedikçe, aşk bir “olasılık” olarak kalıyordu. Aşk, somutlaşmadığı için, eksiksiz, bozulmamış, kirlenmemiş gibi hissediliyordu. Fiziksel buluşma, alışkanlık, hayal kırıklığı, yanlış anlama gibi riskler taşıdığı için görüşmeyerek, aşkı saf bir duygu halinde, hep en yüksek formunda tutabiliyordu. Ne diyordu Bataille: “Aşk, arzunun her zaman bir eksiklik çevresinde dönmesidir.”

İnsan böyle bir şeyi dinlediğinde şunu merak ediyor, ortada iki erkek var. Biri sevgilisi diğeri aşık olduğu adam… İlişkilerde bir his geliştirilebilir ve o ilişki o hisle (üstelik aşk olmadan) yürüyebilir. Sevgilisi bu aşkı bilmiyor ve “aldatıldığını” anlamıyordu, o kısmı anlıyordum. Oysa arkadaşım, aşık olduğu adamla fiziken karşılaşmayı redderek kendini aldatmış olarak görmüyordu. Anlamıyor olabilirsiniz, aşık olunan adamın ne hissettiğini bilmiyorum. Belki anlıyor da olabilir… Kristeva, aşkı, “bir diğerine duyulan arzu kadar, kendi içimizde açılan yeni bir anlam alanı” olarak tanımlar. Yani arkadaşım, aşk sayesinde, kendi içinde bir duygusal alan açıyor ve orada yaşıyordu. “Buluşmadıkça, aşk onun oluyor; buluşsa aşk paylaşılacak ve belki kaybedilecekti” veya “buluşmadıkça sevgilisini aldatmış olmayacaktı”…

Bana anlattığına göre sevgilisiyle bir gün ayrılacaklar ve o aşık olduğu adama gidecekti… Gülümsüyorum elbette. Bunun adı erteleme çünkü… Gelecekte bir zamanı işaret ediyordu. Hiçbir zaman tamamlanmayan bir aşk, hiç bitmeyen bir aşk olur. “Başlamayan aşk, bitmez veya bitmeyen aşk, daima var olur” demek bu. Arkadaşım aşkı bir “fiil” değil, bir “his” olarak yaşamak istiyordu. Aşkı bir “buluşma” değil, bir “duygusal atmosfer” olarak deneyimliyordu. Gerçeklikte karşılaşmadığı için aşkını kontrol edebiliyordu. Geleceği düşleyerek bugünkü sıkışmışlığından kaçıyordu: aşık olduğu adamla evlenmek, çocuk yapmak, birlikte bir hayat kurmak gibi hayallerle “ileride olacak şeyler” üzerinden bugünkü tıkanıklığını hafifletiyordu. Oysa herkese evliliğin kendisine göre olmadığını defaatle söylemişti, çocuk büyütmek hiç ona göre değildi filan… Karışık mı? Değil. Sevgilisini seviyor. Ona bir bağlılık ve şefkat hissediyor. Ama aşık olduğu adama karşı duyduğu arzu da gerçek. Yani, sevgi ve aşk onun içinde farklı kaynaklardan besleniyor.

Aşkın gerçekleşmesi için bir kopuş (ayrılık) şart. Ama kopuş, gerçekliğe adım atmak demek ve gerçeklik -hayalden farklı olarak- onu korkutuyor. Dolayısıyla arkadaşım sevgilisinden ayrılmayı yalnızca ahlaki bir mesele olarak değil, duygusal bir felaket olarak görüyor: Ayrılık, hem onu hem sevgilisini yaralayacak. Kendisini “kötü biri” gibi hissettirecek. Bana sevgilisiyle "geçmişlerini" anlattı, zahmetli ve zor bir süreçten birlikte geçmişler. Sevgilisi evliymiş boşanmış şu bu… Birilerini kırmış. Yine kıracağını biliyor. Dünyadaki en çok korktuğu şeylerden biri: birine zarar vermek. Bu yüzden ayrılığı zihninde “erteliyor”, “öteliyor”, “askıya alıyor”. Aşık olurken aldatmış gibi hissetmiyor, ama eğer fiziken karşılaşırsa kendini affedemeyecek. 

Bu, arkadaşımın bedensel deneyime, fiziksel karşılaşmaya yüklediği ağır anlamı gösteriyor. Onun için aşk bir hayal olarak kaldığı sürece: vicdanını yaralamıyor, ihanet gibi hissettirmiyor, çünkü somut bir eylem yoksa, somut bir ihlal de yok. Ama bir dokunuş, bir göz göze geliş, bedenlerin yan yana gelişi olursa, bu artık geri dönüşü olmayan bir kırılma olacak. Çünkü beden, onun dünyasında ruhun taşıyıcısı değil, mutlak gerçeğin kendisi.

Bu çok derin bir etik algıya işaret ediyor: “Bedenimle ihanet ettiğimde ruhumu da ihlal etmiş olurum.” Bunu Barthes’ın “ “göz göze gelmek” ya da “dokunmak” üzerinden tanımladığı aşkın doğrudanlığı kavramıyla ilişkilendirebiliriz. Aşk, adını sessizlikte bulur, ama gözde ve tende açığa çıkar.” Arkadaşım “hayalde özgür, bedende tutsak” biri yani. Haliyle hem sevgilisinden hem aşık olduğu adamdan kopamıyor : Biri ona şefkat ve güven diğeri ona arzu ve geleceğin ihtimalini sunuyor. Bu iki duyguyu birleştiremiyor. Bu yüzden aşkı idealize ediyor: Şu anda değil, gelecekte mutlu olacağız. Şimdi değil, sonra kavuşacağız. Bir gün hayat değişecek. Ama bilinçdışında şunu da biliyor: Gerçek hayatta hiçbir şey hayal edildiği gibi saf kalmaz. Bu yüzden, ütopyasını sonsuz erteleyerek koruyor. “Bir gün” diyor ama biliyor ki ama o “bir gün” hiç gelmeyebilir.

Yarın bitiriyorum... 

Pazartesi, Ağustos 11, 2025

Kaybolma Sanatlarından dijital maske (1)

Sosyal medyada anonim-fake hesapları izlediğimi yazmıştım, onların kendilerine çizdiği personayı incelemek doğrusu bana ilginç geliyor. Genellikle “Mr-Miss Hyde” oluyorlar, doğrudan ve dobra, ajitatif ve meydan okuyucu, sarkastik ve grotesk davranıyorlar. 

Bu hengamede değişik biriyle tanıştım. Sahiden ilginç biriydi, son derece zeki ve espriliydi, okur yazar olduğu hemen anlaşılıyordu, siyasetle ilgiliydi ve anaakım değerlere rahatlıkla nanik yapabiliyordu. İtiraf etmem gerekirse anonim bir hesap olduğunu düşündüm, kadın kimliği vardı ama kadın olmayabilirdi, pek de umursamadım. Hiç fotoğrafı yoktu, işin ilginci yazdığı metinleri kısa sürede siliyordu. Daha da ilgilendim haliyle.

Şimdiki zamanda yaşıyor ama dijital ayak izlerini silmek için uğraşıyordu; bu görünürlük çağında görünmez olmayı seçmek demekti. Sürekli içerik üreten bir dünyada iz bırakmamayı, unutulabilir olmayı bilinçli bir tercih haline getirmişti. Sanki var olarak yok olmak istiyordu. Üstelik ironi bilen biri olarak yokluğunu bile estetik bir şekilde var ediyordu.

Doğal olarak tanıştık, okur yazar insanların karşılaşmaları, sahiden dost olmaları, iletişimin bu denli kolay olduğu bir dünyada bence daha da zor. En azından ben kolay kaynaşamıyorum… Beni tanıması, konuşmak için istekli olması dostluğumuzu kolaylaştırdı. İlk başlarda yazıştığım insanın bir erkek ya da bir kadın olmasıyla ilgilenmedim. O isimli biri olmayabilirdi, kendine avangart bir persona çizme ihtimali yüksekti…

Tanıdıkça o satirik ergenin uykusuzluk çektiğini, migreni olduğunu, kolay yorulduğunu, biteviye içine kaçtığını filan anladım… Bunlar hem bedensel hem ruhsal bir duyarlılığı işaret ediyordu. Sanki dünya fazlaca gürültülü, fazlaca hoyrat ve onun gibi biri için katlanılması güçtü. Kendi küçük, sessiz, kontrollü alanını (kitaplar, çiçekler) titizlikle inşa etmişti. Bir sevgilisi vardı, onunla hafta sonları görüşüyordu. Babası alkolikti, annesi pimpirikli filan, hayatını onlarla sürdürüyordu. Bir türlü uykuya dalamadığı için ilaç kullanıyor, onun etkisiyle sabahları metal bir yorgunlukla ayılamıyordu.

Sevgilisi vardı ama bir başka adama aşık olmuştu. Benim için hikayesi asıl burada başladı. Sevgilisini seviyordu ama adama aşık olmuştu işte. Aşık olduğu adamla (dediğine göre adam da onu seviyordu) hiç karşılaşmamışlardı. Adamın ısrarlarına karşın onunla yüz yüze gelmemekte ısrar ederek iddialı bir sınır çiziyordu. Hem aşkı yaşıyor hem de onu gerçekliğin yıpratıcılığından koruyor gibiydi. Belki ilişkiyi fiziksel dünyaya taşırsa o büyünün, o hassas dengenin bozulacağından korkuyordu. Ya da aşkı bir hayal, bir tasavvur olarak yaşamak ona daha güvenli geliyordu. Çünkü fiziksel karşılaşma, reddedilme, hayal kırıklığı ve kontrol kaybı gibi riskleri de beraberinde getirirdi.

Herkesin dijital maskeler taktığı bir çağda yeni arkadaşımın yaptıkları bana maskesiz kalmak için maske gibi davranmak gibi geldi. Komik ve haliyle trajik bir direnme biçimiydi. Walter Benjamin’in “aurası olan insan” yaklaşımı ya da günümüz psikanalizinde konuşulan “görünürlüğe karşı direniş” biçimini akla getiriyordu. Modern dünya, her birimizi “kendini sergilemeye”, paylaşmaya, belgelemeye, görünür olmaya zorluyor. O ise tam tersine silinmek istiyordu. İz bırakmamak, unutulabilir olmak onun özgürlük biçimi gibi görünüyordu. Benjamin, özgün ve tekil olanın kopyalanmasına direnir biliyorsunuz, arkadaşım da paylaşımlarının biricikliğini silerek koruyordu. İyi bir editördüm, yeteneği görebilirim, güzel metinler yazıyor ama her birini siliyordu. O an için okunan sonra yok olan, dolaşıma girmeyen metinlerin yazarıydı. Bana başta “kibir” gibi geldi, çünkü sarkastikti, kamusal yüzüyle yorumlar yaparken minnoş ve ponçik görünse de aslında kendisini okuyanlardan daha zeki olduğunu biliyordu.

Hassasiyetlerinin (uykusuzluk, migren, çiçek sevgisi, içine kapanma), sadece bir kişilik özelliği değil, dünyayla bir çatışma biçimi olduğunu anladım. Dünya çok fazla, ben çok azım diyen bir ruh hali vardı. Çevresindeki şiddeti, gürültüyü azaltmak için kendi varoluşunu “küçülterek” koruyordu. Barthes’ın “Camera Lucida” kitabında bahsettiği punctum kavramını hatırlatıyordu: Bazen bir fotoğrafın küçücük bir ayrıntısı bizi kalbimizden vurur, işte onun gibi, arkadaşım da hayatın içinde dev imgeler üretmek yerine küçük, keskin duygular yaratıyordu.

Yarın devam edeceğim.


Related Posts with Thumbnails