Salı, Temmuz 31, 2018

Başrolde Hitler mi Vardı?


Epey bir zamandır üniversitede Uygarlık Tarihi dersi veriyorum. Globalleşme bahsine geldiğimde, ister istemez, sermayenin dünyanın her yerine (herhangi bir toplumsal, idari ya da yasal kısıtlama olmaksızın) akabilmesinden söz ediyorum. Lafı parası olan herkesin istediği ülkede yatırım yapabilmesine-mülk satın alabilmesine getiriyor, örnekler veriyorum. İlk anlattığım zaman tepkiler karşısında şaşırmıştım, şimdilerde hazırlıklı konuşuyorum, çünkü pek şaşmıyor, her defasında tekrarlanıyor. Öğrenciler, yabancıların gelip en güzel sahil beldelerimizden mal mülk satın aldığını ama sıra bizim başka bir ülkeden ev ya da arsa almamıza geldiğinde, yasak ve sınırlamalar getirildiğini iddia ediyorlar. Buna göre yabancılar (Almanlar, Ruslar, Yahudiler ve diğerleri) şehvetle ve üçer beşer sahillerimizi parselliyorlar. İddialarının doğru olmadığını, her TC vatandaşının mevcut kurallara riayet ettiği sürece her yerden mülk alıp yatırım yapabildiğini örnekler vererek anlatıyorum. Öğrencilerin hiçbir ülkeyi-etnik topluluğu sevmediğini, onları efelenerek, celallenerek, kahırlanarak, nefret ederek, bıkkınlıkla konuştuğunu insan ta ilk günlerden keşfediyor ama yine de bu habasetin nerden faş edeceğini kestiremiyor. 

Kimlik Çatışması
Globalleşme bahsinde meselenin yabancı düşmanlığının test edildiği bir tartışmaya dönüşeceğini hiç tahmin etmemiştim örneğin. Geçtiğimiz yıl bu tartışma uzayınca, dersi tekrar ettiğim bir başka bölümde bu iddialar yinelenmesin diye onları da içerecek biçimde bir özet yaptım. Globalleşmenin bir sonucu olarak yabancı düşmanı reaksiyonlar oluştuğunu anlattım. Diğer bölümde yaşanan tartışmaları da bu bağlamda değerlendirdim. Ders arasında birkaç öğrenci yanıma geldi ve biri, yaşadığı Ege şehrinde yabancılara bağ, bahçe ve ev satılmadığını kurumlanarak ileri sürdü ve ekledi: “Bizim orda hiçbir Kürt ev bark alamaz hocam, satmazlar”. Hal bu olunca, ders boyunca tartışılan yabancı kavramından ne anlaşıldığını irkilerek fark ediyorsunuz.

Tomlinson’u izleyerek söylersek, kültürün sınırları tehdit altında olduğunda, sınırların korunması politik bir mücadeleyi gerektirmektedir. Kültürel sınırları kurmaya/korumaya yönelik her türlü eylem politiktir. Kültürün sınırları, kültürel farkı kuran ayrımlarla açığa çıktığına göre, kültürel farkın inşası da politiktir. Çevremizde, medyada, geniş anlamıyla kamusal alanda itham eden, ne çare ki küfreden, kaşını kaldıranı hainlikle, işbirlikçilikle suçlayan birilerinin olması ve bu insanların rağbet görmeleri rastlantı değil. Global sermaye akışının, söz konusu hezeyanların ve politik deveranların tetikçisi olduğu da söylenebilir. Az ya da çok, bu hatip ve romantiklerin ürkütücü olduğu, bu tekinsiz öfke siyasetinin kültürel ürünlerle gündelik hayata çöreklendiği, yaygınlık kazandığı, sınır ve ayrımların onarılamaz mesafeler yarattığı görülebiliyor. Kurtlar Vadisi dizisi, Sabetayistler edebiyatı, Efendi’ler ya da Hitler’in Kavgam kitabı hep bu yüzden popüler oldular, -kem gözlere şiş- çok sattılar, satıyorlar.

Almanya’da O Günlerde…
Kavgam’ın çizgi roman uyarlamasının yayınlandığını duyduğumda rahatsız olmadım desem yalan olur. “Bir düşüncedir, katılmayabiliriz ama dinlemeliyiz” müsamahası gösterilmemesi gereken tehlikeli bir kitaptan söz ediyoruz. “Kavgam” kadar “Kavgam’ı” yaratan koşullar özellikle önemli. Bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı ertesinde gerçek bir savaş deneyimiyle cepheden dönen askerler, kendileri gibi savaşmayan kadınlara, entelektüellere, yabancılara, azınlıklara yönelik -başlangıçta- pek de açıkça ifade edilmeyen bir garez duydular. Ahir günlerde sus pusu unutup cayır cayır ilendiler. Örneğin Almanya onlar yüzünden yenilmişti, Britanya bu nedenle asker kaybetmişti, Fransa halen tehdit altındaydı vs. Bu askerlerin ekseriyeti yeni kurulan sağ partilerde saf tuttular. Hitler de bunlardan biriydi. Başlangıçta alelade bir üyeyken kolektif hıncı bağırarak dillendirmesi, hatipliğinin serpilmesi ve kalabalıkları yönlendirmeyi öğrenmesiyle parti liderliğine yükseldi. Hapis cezası almasına karşın toplumun geniş kesimlerinde haksızlığa uğradığı hissini uyandırdı. Ajitatif ve saldırgan tutum sahiplerinin, özellikle ırkçı düşüncenin kendisini bir mağduriyet içinde göstermesiyle ilgili tipik bir örnektir bu. Hitler, hapisteyken yazıyor Kavgam’ı. Savruk, özgün olmayan, mevcut anti-semit metinleri yineleyen bir kitabın bu ölçekte popüler olması, Nazilerin iktidara gelmesiyle ilgili. Sahiden okundu mu belirsiz, parti pratiği, gündelik hayat ve siyaseti dönüştürüyor çünkü. Günümüzde Kavgam, anti-semit ve en hafif ifadesiyle İsrail karşıtı kesimler tarafından sahiplenilen bir kitap. Yahudilerin güçlü lobi ve propagandaları sayesinde marjinalize edilen, gerçekleri dillendirmesine rağmen yaftalanan, haksızlığa uğramış bir başyapıt olduğu düşünülüyor bu kesimlere bakılırsa. Yahudi soykırımına inanılmıyor, altı milyon insanı yakacak fırın olmadığı dahi ölçüp biçiliyor. Sapla samanı karıştırmamak lazım.

Yanlış Soru: Hitler Olmasaydı…
Kavgam Manga, Türkçede daha önce yayınlanan Kapital Manga’yı (Yordam Kitap, 2009) hazırlayan ekip tarafından anti-faşist bir duyarlılıkla hazırlanmış. Bu sebeple sadık bir uyarlamadan ziyade belli ölçülerde kitabı da kapsayan Hitler’in (bir dönemini anlatan) biyografisi olarak tanımlanabilir. Çizgi romana bakıldığında hikâye akışına ket vuran bir belge(sel)cilik yapılmamış. Dramatik bir eksende kısmi psikolojik göndermeler kullanılarak Hitler’in başka türlü bir hayat ve kişilik olabileceğine dair yorumda bulunulmuş. Babasıyla ilişkisi farklı olabilseydi ya da sanatçı olarak kabul görseydi “kıyım olmazdı”, “savaş çıkmazdı!” iddiasını taşıyan beyhude (ve spekülatif) tarih yorumları vardır. Uyarlamada bu çıkarım kendini hissettiriyor. Parti içinde yükselirken ilk bölümlerdeki masum ve kandırılmaya müsait kişiliğini göremiyoruz. Bu duygusal uçurum doğal olarak mübalağalı ama çizgi romana özgü bir agrandize değil. Hitler literatüründe benzer nitelikte eşik ve kırılma anları (What if) çeşitli biçimlerde kullanılmış, onun insani yüzünü göstermek iddiasıyla anlatılara başka türlü bir gerçeklik (vehmi) katılmaya çalışılmıştır. Hâlbuki biliyoruz ki mesele Hitler değil bütün Almanya’nın “milli hisleri galeyana gelerek” günah keçisini bulması, herkesin haklı (ve normal) bulduğu bir tepkiyle eyleyeceğini eylemesidir. Yahudiler ve diğer milli olmayanlar öldüğünde Almanya’nın düze çıkacağına inanan bir çoğunluk olduğu, herkes birbirinin bekçisi kesildiği ve şiddetli bir vicdan tutulması yaşadığı için Hitler varolabilmiştir. Kavgam Manga’da başrolün Hitler’e verilmesi ve onun şeytanla eşleştirilmesi itidalli bakabilmeyi engelliyor. Şöyle bitireyim, otuzlu yıllarda Yahudilere yönelik hücumlarda gözetim ve koruma yapan Alman polisine “Yahudi dostu” diye bağırıyormuş saldırganlar ve en çok da bu “haksız ithama” üzülüyormuş Polisler.

Kavgam-Manga, İsrail ile yaşanan krize denk düşen bir zamanda yayınlandı, ilgiyi nasıl etkiledi ayrıca merak ediyorum.

12.6.2010 Birgün Kitap

Pazartesi, Temmuz 30, 2018

Geçip giden...



Hamasetle, öfke ve üzüntü pozlarıyla, biz bize propagandayla geçen bir hayatımız var. Alem birbirinin şeytanı olmuş derler ya...Geçip gidiyor günler...

İnsanın iyi şeyler yapma yeteneğine inanıyorum...İnat ediyorum...

Pazar, Temmuz 29, 2018

Tepegöz’ünü Arayan Çizer



Doğu Yürür imzalı İstanbul Odyssey isimli bir çizgi roman albümü çıktı. Yürür, eğlenceli ilüstrasyonlarından imza olarak tanıdığım bir isimdi, meğer çizgi romanla da ilgiliymiş. Sevindim. Türkiye’de çizerler büyük ekseriyetle iki büyük mecradan çıkarlar(dı). İlki doğal olarak mizah dergileridir, telif ödeyebildikleri için kendi üretim auralarına uygun çizerleri daha kolay bulur ve teşvik ederler. Uzun yıllar, Oğuz Aral gibi çizen karikatüristlerin çokluğu, telif getirisi ve popülerlikle ilgiliydi. Başarı kazanmış bir çizginin benzeri aranıyordu. İkinci alan, gazete çizgi romanlarıydı. Gazeteler, aşk ve kahramanlık tefrikalarına telif ödüyor, foto-realistik bir çizgiyi tercih ediyorlardı. Fotoğraf ayrıntısı ve benzerliği, gerçekçilik vehmini daha kolay pekiştiriyordu. Anaakımı bu iki çizgi anlayış belirliyordu ve doğrusu aksi de mümkün değildi. Ticari getirisi olmadığı için farklı çizgiler ve hikâyeler yaşayamıyordu. Yürür, çeyrek asır önce mevcut çizgisiyle ancak mizah dergilerinde yer alırdı ama çizgi roman yapabilir miydi emin değilim. Oysa günümüzün internet etkileşimi çizerlere yeni fırsatlar açtı. Üreticiler, çok başka tarzlarla karşılaşıp, Türkiye’de marjinal kalabilecek üsluplarını telife çevirebilir oldular. E bu da güzel bir şey.

Yürür’ün yeni bir tarzı var, çizgisinden söz etmiyorum. Kare içi istiflemesinden, renk dengesinden sayfa tasarımına varıncaya kadar çeşitlendirebileceğim bir yenilik bu. Albümün arka kapağında tekrarlanan dikkat çekici bir ifade var. İstanbul Odyssey’nin ilk gerçek bağımsız çizgi romanımız (indie) olduğu iddia edilmiş. Heyecanlı ve sempatik bir niteleme olmakla birlikte bu iddia doğru değil. Bağımsız çizgi roman nedir önce onu açıklayayım. Amerika’da büyük çizgi roman yayınevlerinin kontrolündeki satış dağıtım ağına dâhil olmak istemeyen veya bizzat tekel tarafından dışarıda tutulan, bu yüzden yerel kalan ve az satan çizgi romanlara indie denirdi. İndie derken, küçük yayınnevlerinden çıkma ve kendi maddi imkanlarıyla yayınlanmayı işaret eden bir sınıflandırma yapılıyordu. Dağıtım ağına girememenin en bariz ölçütü çizgi romanı çocuklar için üretmemektir. O sebeple underground çizgi romanla bağımsız çizgi romanlar çok iç içe geçti. Underground, estetik bir tercih de içeriyordu ama her bağımsız (yayınevinden çıkan) çizgi roman underground değildi. Mesele endüstrinin üretim kodlarını belirleme gücüyle ilgiliydi.

İndie için içerikle ilgili bir niteleme yapılması doğru değil, evet bir Amerikalı,  Yürür’ün çalışmasını görse şunları düşünebilir, bir yabancı çizmiş, az satar bir hikâye içeriyor, Örümcek Adam’a benzemiyor… O halde bağımsız çizgi roman olabilir diyebilir. Hiç garip gelmesin. Benzer bir kestirimi grafik roman için de yapıyorlar. Neye benzeteceklerini bilemedikleri her şeye grafik roman diyebiliyorlar. Oysa biz Yürür’ün anlattığı türden anlatımlara aşinayız. Üretimlerimiz çocuklara yönelik olmadığından veya Avrupalıları modellediğimizden böylesi hikâyeleri defalarca yayınladık, anlattık ve okuduk. Yürür’ün çizgileri rahmetli Serdar Gilkal’ı ve Uykusuz çizerlerinden Emrah Ablak’ı andırıyor mesela. Bağımsız çizgi roman gibi bir adlandırmanın bizim çizgi roman geçmişimizde karşılığı yok. Hele ki estetik bir ayrışmadan söz ediliyorsa hiç ama hiç yok. Eğer olsaydı, pek çok yerli albüm çok daha önce bu çerçevede düşünülebilirdi. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, yakınlarda çıkan Fırat Yaşa’nın üretimlerine ne diyeceğiz mesela. Bu tarz, Amerikalılar için yeni/farklı olabilir ama bizim için hiç de yeni/farklı değil. 

İstanbul Odyssey neşeli bir yolculuk hikâyesi. Yetmişli yıllarda Fransızlar, çizerin hikâye bulma sıkıntısını, uyuşturucu kullanımına atıfta bulunarak trip olarak adlandırır, bu süreci anlatmayı severlerdi. Bunu yaparken hem kendilerini hikâyenin merkezine koyuyor hem de büyük hikâye kalıplarının ve o mantığın dışına çıkabiliyorlardı. Hikâye her yerdeydi, Tanrı-anlatıcı, modası geçmiş bir büyüklenmeydi, hikâyeyi soğutuyordu. Okur, hikâyeyi kimin anlattığını bilerek okursa, sahicilik dizgesi kendini geliştirebilir, yenileyebilirdi. Yürür de Homeros’un ünlü destanını yorumladığı bir kaç sayfadan sonra benzer bir trip resmediyor bize. Rüya havasında geçen, hafif esrik hafif masalsı bir şehir hikâyesi sunuyor. Çizer, etraftan küçük hikâyeler dinliyor, hikâyesini arıyor, giderek hikâyenin parçası oluyor. İsmini kullansa da İstanbul’u mekân olarak hiç görmüyoruz, o ilginç. Hoş bir Tepegöz yorumu da yapmış. Malum, Tepegöz (Kiklop) destanın hatırda kalan en dehşetli yaratığıdır. Yürür, Oliver Twist’in Fagin’ini andıran bir Tepegöz tasarlamış. Özetle, genç bir çizerden ironik, süratli, ilginç kareleri ve göz alıcı renkleri olan bir çizgi roman albümü okumak, yeni bir şey keşfetmek isterseniz kaçırmayın derim. Türkiye’de çizgi roman pek üretilmiyor.

19.12.2014 tarihli Radikal Kitap'ta yayınlandı.

Cumartesi, Temmuz 28, 2018

Köhnüne Bakmak


İşkille işin köhnüne bakmak derlerdi eskiden...Çocuklar ileride bunun aslını da öğrenirler umarım, dilleri çünkü...

Çarşamba, Temmuz 25, 2018

Yok Listesi (7)


Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur (Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı).

Benim oralarda hiçbir işim yoktu /Şeytana uydum, /Aç ahtapotlar kaynaşırken dipte / Kaypak kalabalıkta sürükleniyordum (Behçet Necatigil).

Binin yarısı beş yüz, o da bizde yok (Halk deyişi).

Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu / Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu? (Hicaz makamından Zeki Müren söylüyor)

Dün dağlarda dolaştım evde yoktum (İlhan Berk).

Aynı gökyüzü aynı keder / değişen bir şey yok ki /gidip /yağmurlara durayım. (Behçet Aysan)

Pazartesi, Temmuz 23, 2018

Haset



Yukarıdaki resim, popüler kültürün en ünlü haset-kıskançlık fotoğraflarından biri sayılıyor, Sophia'nın Mansfield'e attığı bu bakış yüzünden. 1958 yılında Beverly Hills'teki ünlü Romanoff Lokantasında Joe Shere yakalamış bu anı... Aşağıdaki görseller onların çeşitlemeleri...

Heidi Klum, Sophia Loren & Jayne Mansfield olmuş aynı karede, NYC, Mark Seliger, 2002

Julie Bowen ve Sophia Vergara

http://lorenzodimauro.deviantart.com/art/Sofia-262713634

http://lorenzodimauro.deviantart.com/art/Jayne-262713396

Bir maniplasyon örneği: http://fyuiedioedkehjem.deviantart.com/art/Sophia-Loren-vs-Jayne-Mansfield-456311621


Elbette  sadece haset değil, içine küçümseme, alay, aşağılama filan da katılabilir bu bakışa. Benim ilgimi çeken yaygınlaşması, niye yaygınlaşıyor? İlgi çekici iki kadını, biri esmer diğeri sarışın pop ikonunu, iki ayrı arzu nesnesini yan yana getiriyor, ne yapacaklarını, nasıl konuşacaklarını, birbirlerine nasıl bakacaklarını izliyorsun, izletiyorsun. İki gladyatör gibiler, seyir için yaşıyorlar... Seyir için üretilmişler...

Sonuç, Sophia Jane'i kıskandı çıkıyor... Küçümsedi değil kıskandı... Amerikalılar böyle düşünüyorlar, 1958'de böyle düşünüyorlar...Sophia, Hollywood'un parçası olmamış, üstelik bir yabancı...Sarışın Amerikan güzeli olan, seksi olduğunu fark etmeyen, hafif aptal, olabildiğince etine dolgun popüler kültür klişesi, bildik olan ise Jane...

Soap opera ve magazin, pek çok ilişkiyi tek bir duyguya indirir, başka türlü bakamaz, bakması da istenmez...Kıskançlık, aşk kadar sevilen güçlü bir duygu sayılır...Sık anlatılan, sık anlatıldığı için kolay anlaşılan bir duygudan söz ediyoruz.

"Nazar değdi" ifadesi oryantal bir inanış ya da ifade değildir. Kötülüğe ait sayılır, izlemesi ve anlatması insanlara zevk verir...

Sophia'nın Jane'e bakışı, modern bir nazar hikayesi...Bugüne kadar yaşaması daha çok bu yüzden...

Cumartesi, Temmuz 21, 2018

Cool



Cool nedir, sahiden bu arkadaştır...

Şarkıyı söyleyişi, sigarasının dumanı, üfleyişi, saçlarını tarayışı, eldeki bardak...

O ironi, bütün ciddiyetiyle ciddiyetsizlik gösterisi yaparak... Dünyanın en önemsiz şeyini söyler gibi...Fetihçi...Boşveer...Aşık, sarhoş...Canti...

Lazy Ocean...When we sway I go weak...

Pazartesi, Temmuz 16, 2018

Her Zaman Kötülük Kazanır



Jodorowsky, sevdiğim yazarlardan biri değil. İlgi çekici, bazen gerçekten çarpıcı şeyler anlatan, kışkırtıcı bir auteur olduğunu kabul ediyorum. Ön yargı işte, kendisini medya karşıtı gibi konumlandıran bir medyatik kişilik olarak görüyorum onu, hoşuma gitmiyor. Bir yandan büyük dinlerin eleştirisini yapıyor diğer yandan kendisi de alelacayip bir ruhani hareketin sofu öğreticilerinden biri.  Şiddeti meşrulaştıran, onu herşeyden daha fazla önemseyen bir tutumu var, hiç sevemiyorum. Hep böyle değildi. Jodorowsky, özellikle son on beş yılda kötülük hakkında yoğunlaşmaya başladı. Daha eskiden arınma, kendini tanıma gibi manevi yolculukları bilim kurgu öğeleriyle harmanlamayı severdi.  Gerek sinemacılık serüveninde gerekse Fransa'da çizgi romancılarla yaptığı ortaklıklarda popüler türleri alışılmadık referanslarla anlatmak gibi bir çabası hep oldu. Onu tanımlayan en önemli yönü bu galiba.

Yakın zamanlarda kötülük meselesine yoğunlaştı derken geçmişte iyi-kötü karşıtlığına değiniyor ama bunu iyicillikten yana ve bazen naif bir tutumla betimliyordu. Kötülükle başetmenin yolu arınmadan ya da el değmemiş bir saflıktan geliyordu. Bu türden bir eğilim, yetmişli yılların Frankofon bilim kurgusunda ve fantastik anlatılarında sık rastlanılan bir temaydı. Jodorowsky, yeni hikâyelerine daha sert bir vurguyla başladı: insan teki kötüdür diyerek, herhangi bir iyicilliğe yer vermiyordu. Boucq'nun çizdiği Bouncer böyle bir anlatı ikliminden çıkma. Sadece sert bir western hikâyesi anlatmıyor bize. Klişe olacak ama bir hatırlatma gerekiyor: sansürün gevşekliği sebebiyle Latin westernlerinde şiddet ve cinsellik daha kolay gösterilir. Hollywood hayranlığı, abartılı ve taklit bir oyunculukla harmanlanarak epik bir gösteriye dönüşmüştür. Şiddetine, müziğine, sunumuna, türüne ve dolayısıyla kendine hayran bir film izleriz. Jodorowsky, böylesi bir birikimin yanıbaşında durarak, Leone ve Peckinpah karışımı bir üslupla bakıyor westerne. Bouncer’da kolsuz, kör ya da yaşlı kahramanı olan Japon Samuray filmlerinin andıran seçimlerde bulunmuş. Geleneksel çizgi romanlar sonu ünlem işaretiyle biten diyaloglarla doludur. Hikâyede yer alan herkes bir kıyametin arifesindedir; zaten herşey ancak ve ancak olağanüstü olduğunda 'serüven' olabilmekte, çizgi romanlar ilanihaye bu biçimde başlayabilmektedir. Jodorowsky, her türden abartıyı seviyor ama bunu, gerçek aslında böyleydi maharetiyle sunabiliyor: bir ayrım yapmak gerekirse kötü adamın tüyler ürpertici kahkahasıyla ilgilenmiyor ya da Define Adası’nın Uzun John Silver'ının rüzgârda yankılanan ayak seslerini umursamıyor. Kötü adam, öncesinde tereddüt sonrasında pişmanlık duymadan bıçağı eline alıyor, karşısındakinin karnını deşiyor ve sonra sigara yakıp ufku seyrediyor.

Türkçede bu kadar sert hikâyesi olan bir western çizgi romanı pek yayınlanmadı. Büyülü Rüzgar dizisinde yan karakterlerde, geçerken anlatılan kötü adam hikâyelerinde benzer ölçüde marazi şiddet ve kötülük okumadık değil ama hiçbirini bir kahraman olarak tanımadık. Tek bir örnek açıklayıcı olacak: tek kollu Bouncer, öz yeğenine kendi annesinin fotoğrafını gösteriyor. Ağzında sigara, belinde tabanca olan erkeksi bir kadının (oğlanın nenesinin) resmi bu. Ailesi Apaçilerce katledilmiş, tecavüze uğramış, fahişe olarak satılmış, on bir yaşında hamile kalmış bir kadının otuzlu yaşlardaki kocamış halini görüyoruz. Kulağa olağandışı ve abartılı geliyor değil mi? Latin westernlerini, Kore filmlerini, Samuray hikâyelerini, Leone, Tarantino ya da Peckinpah'ı az buçuk biliyorsanız, bu abartı size tuhaf gelmeyecektir. Bouncer ve yeğeni Seth, ailelerinde kim var kim yok öldürerek serüvenlerine başlıyorlar. Öyle acımasız, ürkünç ve öldürmekten zevk alan bir aile ki onlara yönelik bir temizlik bizi rahatsız etmiyor. John Ford iyimserliğini düşünün, toplumu korumak adına öldüren, öldürme hakkı verilen bir şerif/polis kahramanla özdeşleştirir seyircisini. Jodorowsky, düzene değil kaosa inanıyor; onun dünyası her zaman tehlikeli, insan doğasının güvenilmezliğiyle dolu. İntikam duygusu en belirleyici hissiyat, -burayı gülerek yazıyorum- daha sahici başka bir şey olabilir mi ki? Ruhanilik, sabır ve temrin sadece ve sadece uzun yaşamak için gerekli. Kimin ne zaman ateş edeceğini bilmen gerekiyor çünkü her an ölümle burun burunasın. İçki ve cinsellik bu gerginliği hafifletmek adına varlar. Bir çeşni gibiler, belirleyici değiller. Kötücülükle kıyaslanırsa haz ve sarhoşluk gelip geçici şeyler. Öte yandan Jodorowsky, pek çok kez yinelediği gibi 'geçerken' uyuşturucuya selam çakmayı ihmal etmiyor; nostalji, kişisel bir imza ya da bir methiye sayılabilir: kaktüs benzeri afyon içilen bir sahne anlatmış. İnsanları başkalaştıran, ufkunu genişleten bir etkiyi betimlemiş. Olağandışını ve abartıyı seven hikâyeciliğinin bir parçası bu sahneler. Ciyak ciyak bir aşk da katmış işin içine. Ucuz roman aşkı bu, kızla oğlan öyle birden, adam akıllı iki çift laf etmeden âşık oluyorlar birbirlerine: bir bakıyoruz ki ‘ölüyorum-deliriyorum senin için’  kafasına gelmişler. Tabii bu durum ilerde ‘kız ölecek’ dedirtiyor. Aşkı abartmak sonraki şiddet ve intikamı belirginleştirmeye yarıyor. Jodorowsky'e göre yaşamak için öldürmek  kutsal ve sahici bir güdü, aslolan melodram olamaz bu yüzden.

Boucq başarılı bir çizer. Jodorowsky sapkınlığını iyi betimliyor. Dikine ve enine dar kareleri, yüze yakınlaşmayı seviyor. Kimi çalışmaları bizde de yayınlanan Alexis'i andıran bir tarzı var. Alexis westernlerin erkek dünyasını tersine çeviren hikâyeler anlatırdı. Boucq da sürreal sayılagelen anlatılarındaki zengin görsel göndermelerini bir kenara koyarsak, sosyo-kültürel klişeleri, muhafazakârlığı, ikiyüzlü bağnazlıkları hicveden Moucherot adlı kahramanıyla tanındı.  Westernlere ilgisi Bouncer'la başladı ama iyi iş çıkarmış, yakıştırmış. Western seviyorsanız, trash kültürü ve pulp şiddetine alışkınsanız,  Bouncer, Jodorowsky kötücülüğüyle dolu nitelikli bir Vahşi Batı hikâyesi.

Radikal Kitap, 22.2.2013


 

Pazar, Temmuz 15, 2018

Yeni Hikâye


Ali ve Volkan, geçtiğimiz günlerde Ankara'ya ziyarete geldiler. Eski Hikaye'den sonra yeniden bir senaryo çalışması için biraradayız. Konuştuk, dertleştik, ikinci bölüme başlıyoruz.

Cuma, Temmuz 13, 2018

Defter İspanya'da



Bir Bask dergisinde, GARA GAUR8'de Muhalefet Defteri kitabımız. Türkiye'de mizah ve olaylar olaylar… Levent (Gönenç) konuşmuş.

Perşembe, Temmuz 12, 2018

National Geoglathif: Metropolün doğası, doğanın metropolü



Latif Demirci, gün be gün üreten, iştah ve devamlılık gösteren yıldız çizerlerimizden… Ne yazık ki pek çok büyük çizerimiz, Demirci’nin yaşıtları, büyükleri veya küçükleri artık çizmiyorlar. Şu ya da bu nedenle meslekten uzaklaştılar, kimileri reklam sektöründen gelen siparişlerle yaşıyor, kimileri vinyet çiziyor, kitap resimliyor filan. İstisnaları vardır muhakkak da ekseriyeti “çok yanlış yapılıyor çook” tadında siyasete öfkeyle, mesleğe ilgisizlikle bakarak geçinip gidiyor. Latif Demirci ise çalışıyor, başka türlü bakıyor yaptığı işe. Sakin, usul usul, mesafeli, tecrübeyle, zekice eleştiriyor hayatı. Üstelik sadece yaptığı işle hatırlanmak ister gibi medyatik teşhir ve algının dışında yaşıyor. Öyle ki onu yaptığı işle ilgili konuşurken bile görmüyoruz. 

National Geoglathif son albümü. Karikatürlere atılan tarihlere bakılırsa 2012’de tamamlanmış bir çalışma. Her çizerin bir çevre tasarımı, dünyayı resmetme biçimi vardır. Buna çizgiyi kullanma tercihlerini, kare içi boşluklarından yüz ifadelerine varıncaya kadar çeşitlenebilecek kendine özgülükleri katmak gerek. Latif Demirci az çizgiyle anlatan çizerlerden. Görür görmez onun tarafından çizildiği anlaşılan yuvarlak gözlü, yuvarlak burunlu karakterlere sahip. Özel bir vurgu yapmadıkça hepsi ince kollu, ince bacaklılar. Hiç biri pek konuşkan değil. Demirci çizerek, yazıya yüklenmeden anlatmak istiyor derdini.

Gırgır’da, dergilerde çalıştığı yıllarda balonu-sözü öne çıkartan bir tarza sahipti. Tek başına üretmeye başladığında sözü giderek azalttı, üstelik mizah dergilerinde balonların çoğaldığı, gevezelik düzeyinde diyalogların faş ettiği bir dönemde bunu yaptı. Gazete okuruna çiziyordu, siyasi ve medyatik gündemi özetleyecek espriler bulması isteniyordu. Gazete karikatürü, mizah dergilerinde yayınlanan karikatürlerden mantık olarak farklıdır. İlkinde manşeti ve gazete gündemini pekiştirmeye odaklanırsınız ve okurunuz, karikatür okuru değildir. O okurun asıl derdi siyaseten hasmanelik görmek ve rakip partinin eleştirisinin yapılmasıdır. Öte yandan basit bir ifadeyle, o karikatür olmasa da gazeteyi satın alacaktır. Oysa mizah dergisi okuru, çizgi ve espri için satın alır dergiyi. Bir mizah dergisi siyasi tercihlerle satın alınıyorsa eğer bilin ki o dergi artık az satıyordur.

Yakın döneme kadar gazete karikatürlerinde Türkiye’de 50’ Kuşağı denen karikatürcülerin bariz bir egemenliği vardı. Turhan SelçukAli Ulvi gibi isimlerin vefatlarından sonra bir yenilenme olmadı, üstelik tarz da uzun yıllar boyunca eskimişti. Salih Memecan biçimi “cartoon” havasında sağ tandanslı bir biçim gazeteleri domine etti veya o tarzın yerine ikame edildi demek gerekiyor. Demirci, Hürriyet’te hem kendi üslubunu korudu hem de aktüel siyasete yönelik ironik bir dil tutturdu. Daha sofistike, daha neşeli, daha derinlikli bir espri aurası yarattı. Kişisel fikrim, pozcu bir suskunluğu, önemli bir şey söyleyecekmiş beklentisini bana espri olarak çok seviyormuş gibi geliyor. Kişisel memnuniyetsizlikler, farklı görünme halleri, hinlikler, bir hava yaratma arzusunu epeyce diline doluyor çünkü.

National Geoglathif, kendi zevki-hayali için çizdiği karikatürlerden oluşuyor. Ünlü doğa dergisini andıran bir kapak istifi seçmiş kendine. Şehir doğası, insan doğası, ticaret ve ilişki doğasını anlatıyor daha çok. Karikatürler dışında açıklayıcı bir yorum ya da yazı kullanılmamış. Karikatür diyorum ama kimileri için illüstrasyon denebilir, mevcut durumu resmeden betimleyici çizimler bunlar. Tezatlıklar ilgisini çekmiş, nohut pilavcı seyyarın hamburger yemesi, kanarya severler derneğinde kavga edenler, kotrasıyla sahile yanaşıp salaş çaycıdan çay isteyenler, safari cipiyle kenar mahalleden geçerken video çekim yapanlar gibi tezatlıklar kurmuş, bu türden çelişkilerle ilgilenmiş. Doğayla kapitalizmi kıyaslamış, kirliliği, çokluğu, durgunluğu, arzuyu, şehirle kırsalı, doğa sporlarıyla ticareti bir arada düşünmüş. Albümün bana ilginç gelen tarafı, doğa olgusunu kenar mahalleden yola çıkarak anlatması. Kediler, saksılar, kanaryalar, seyyar satıcılar ve dar sokaklarla resmedilen kenar mahalle, canlı bir varlıkmışçasına doğayı özlüyor ama gel gör ki çatıları uydu antenleriyle dolu, geleneği temsil eden amcalar teyzeler pahalı cep telefonları, tabletler kullanıyorlar. Zenginler, doğal gıdalar için şehirden uzakta, o beğenmedikleri ve ayak basmadıkları kenar mahalleleri andıran eprimiş evlere-bahçelere gidiyorlar, ormanda sağlıklı yaşam için koşarken seyyarlardan yiyecekler alıyorlar. Beğenme, özleme, rağbet ve taklit etme, arzunun türlü halleri olarak kendini gösteriyor. Modern zamanların tuhaflıkları, rekabetçilik, sınıf atlama hırsı, olduğundan farklı görünme çabası, koşuşturma, yoksullardan uzaklaşma, zenginliğe pervane olma, markalar, duvardaki tablolar, gecekondular ve villalar, tel örgüler, süs köpekleri ve başıboş hayvanlar Latif’in espri dünyasının parçaları. Paçalı güvercini görmek için çatıda toplanmış kuşçular, sergi açılışına gelmiş sanatseverlere benziyorlar. Lüks arabasının üstüne çıkıp daldaki elmaları toplayan adam çocukluğunu arıyor vs Pencere önünde oturarak geleni gideni seyreden yaşlı teyze koruma altına alınması gereken bir canlı olarak görülebilir mi?

Latif Demirci, ustalığının, tekrara düşmeyen yenilikçi bakışının ürünlerini derlemiş, toplamış. National Geoglathif, güzel albüm.

[2014]

Çarşamba, Temmuz 11, 2018

Yok Listesi (6)


Marağ etme dedim ya! Her şeyin çaresi bulunur, yalnız ölümün çaresi yok! (Fakir Baykurt, Köygöçüren).

Elde yok, avuçta yok, hastalık var. Doktor, ilâç iktiza etse yandım. Öyle bir devire geldik ki, ağız tadıyle, rahat rahat ölemezsin (Orhan Kemal, Eskici Dükkanı)

Ve zaten, bir şey “post” oluncaya kadar sorun yok, anlıyorum. Örneğin “strüktüralizm”i anlıyorum. “Post-strüktüralist” olunca iş değişiyor (Sadık Özben, Post-Modernizm).

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden (Yahya Kemal Beyatlı, Sessiz Gemi).

Bunda garip bir şey yok: Her insan –sevsin sevmesin– ölümünden az önce yeniden annesinin çocuğu olmak ister (Mehmet Eroğlu, Kusma Kulübü).

Aşk ırmağının suçu yok; / Bizim maşrapamız küçük... (Mevlânâ )

Bezirgân züğürtleyince geçmiş defterleri yoklar (Halk deyişi)

Pazartesi, Temmuz 09, 2018

Monoton bir grafik roman



Zeina Abirached’in Ölmek Gitmek Dönmek – Kırlangıç Oyunu yakınlarda yayınlanan yeni bir grafik roman. Lübnanlı kadın çizer Abirached’in çocukluğunun geçtiği Beyrut’ta bir apartman dairesinde yaşananları, komşuluk ilişkilerini ve savaş koşullarında aileler arasında geliştirilen dayanışmayı anlatıyor. Dokunaklı bir hikâyesi var. Grafik roman için ideal sayılabilecek bir tahkiye kurulmuş. Otobiyografik nitelikli, insani bir meselesi olan, yavaş ve minimal akışlı. Hikâye, bombardıman altında, ölümün eşiğinde mutlu olmaya çalışan iyimser karakterlerin çevresinde gelişiyor. Buradan ekmek çıkar mı? Çıkar elbet. Gel gör ki ben albümü sevmedim.

İki nedenim var. Birincisi, Abirached, Persepolis grafik romanıyla ünlenen İran asıllı ünlü grafik romancı Marjane Satrapi’ye çizgi olarak fazlasıyla öykünüyor, öyle ki bazen taklit ölçüsünde benzeşiyor. Çok anlaşılır değil yaptığı. Satrapi, benzersiz ve biricik demiyorum, o da kendisinden önceki kuşaktan 1959 doğumlu çizgi romancı ve yayıncı David B.’nin çinilemesinden, sayfa tasarımından ve geniş anlamıyla hikâyeciliğinden çok etkilenmiş bir çizer. Böyle bakıldığında Abirached ve Satrapi, ondan feyz almışlar denebilir ama Abirached, Satrapi’yi David B.’den çok daha fazla andırıyor. İkinci olarak, çizer minyatür-Doğu resmi aurasına sadakat göstermek gibi bir iddiayla albüme girişmiş, çizgi olarak derinlik, uzaklık-yakınlık kullanmamış, birbirini takip eden ve küçük jestler dışında değişmeyen kare istiflemeleri yapmış. “Kamera açısını” farklılaştırmadan, karakterlerini bir gölge oyununu andırır biçimde sahnesinde-kare önünde sıralamış. İlginç mi? Pek değil. Birbirinin aynısı çok kare var. Sadece anlatım kutularındaki ifadeler değişiyor. Bir başka deyişle Kırlangıç Oyunuhem özgün olmamış hem de resim dili yeknesak kalmış. Buna karşılık süsleme denebilecek mürekkep oyunlarına ve göze hoş gelecek dekoratif unsurlara ziyadesiyle özen göstermiş. Temiz bir işçilik var, hakkını teslim edelim.

Peki çizerin minyatür yorumu işlevsel mi, hikâyeyi büyütmüş, derinleştirmiş mi? Evet diyemiyorum, minyatürde perspektif, uzaklık-yakınlık olmamasının tasavvufla ilişkili gerekçeleri vardır. Abirached, görsel bir ilgiyle seçmiş minyatürü, yani minyatürün ne hikâyede yeri var ne de anlamlı bir göndermesi. Nakkaşın gerçeği algılama biçimiyle Abirached’in tercihi birbirine paralel değil. Bu durumda sırf hoşluk olsun diye seçilmiş bir üslupla karşı karşıyayız, üstelik üslubun alenen hikâyenin önüne geçmesine izin verilmiş. Başta ilginç geliyor, a la mode, çizgi hikâyeyi tamamlıyor gibi hissediyorsunuz ama sonrasında farkettiğiniz radyo skeçi gibi diyalogla “resmedilen” bir eylemlilik ve tek mekânda geçen bir teatrallik oluyor. Yanlış anlaşılmasın, tiyatro ya da radyoyla derdim yok, benim derdim grafik romanın gücünün kullanılamaması. Her mecranın kendine özgü güçleri varsa, bundan azami ölçülerde faydalanmak gerekiyor, çünkü her mecranın yine kendine göre sınırlılıkları mevcut. Vites düşürülünce zaafiyetler de belirginleşiyor. Ardışıklık olmadığı ve birbirinin aynısı kareler yeknesaklık yarattığı için çizgilerin ilginç olması yeterli olmuyor. Üstelik kuraldır, çizgi ve üslup denemeleri, avangart arayışları ancak kısa-az sayfalı hikâyelerde anlatının önüne geçebilir. Hiç de bile diyenler çıkabilir, meramımı başka bir örnekle anlatayım.

Geçtiğimiz yıl Fırat Yaşa, Yiğit Değer Bengi’nin aynı adlı öyküsünden uyarlayarak Avcı Nun adlı bir grafik roman yayınladı. Yaşa, enerjisini sevdiğim, anlatma iştahı olan bir çizer. Avcı Nun’da yeni bir tarz denemiş, mağara resimlerini model alarak ilkel çağ hikâyesini atmosfer olarak tamamlamaya niyetlenmiş. Abirached ile kıyaslarsam, çok daha başarılı olmuş, çizgiler hikâyeyi büyütmüş, başkalaştırmış, kendini göstermiş, iyi bir katkı yapmış. Ama sorun yine aynı, minyatür ya da mağara resmi gibi perspektifsiz bir çizgi uzun hikâyeyi sürükleyemez, hoş duran bir çizgi esprisi, hikâye uzadıkça zayıflar, önemsizleşir, çizer narsizmine dönüşerek hikâyeyi öteleyen bir noktaya geriler. Abirached, doğrusu iyi bir çizer değil, hikâyesini güçlendirecek sahneler kuramıyor, zaafını bilerek çiziyor demek daha doğru. O kadar çok tıpkısının aynısı kare kuruyor ki, çizer değil acar bir bilgisayar programcısı bundan iyisini çıkarırdı dedirtiyor.

Çizgiyle ilgili bir sürü saydırdım, kahırlandım, e peki hikâye nasıl derseniz eğer, çizgi, hikâyeyi takip edilemez kıldığı için senaryodaki o minimal tavır, mizahi göndermeler ve duyarlı anlatım önemsizleşiyor derim. Hani çizgi bu kadar monotonlaşmasa hikâye tadını gösterebilecekmiş. İyi bir çizgi roman çizeri, hikâye anlatan, hikâye anlatırken kendini unutturan çizerdir. Çizgi roman görsel bir sanat olduğu için zaten çizgi ön plandadır. Şurası çok açık ki çizgi roman bakılan değil okunan olmak zorunda, çizerin “evvela ve mutlaka” hatırlaması gerekiyor bunu.

Özetle Kırlangıç Oyunu, potansiyeli olmasına rağmen güdük kalmış bir senaryoya dayanan, minyatür esprisinde çizilmiş ama fazlasıyla uzatılmış bir grafik roman. Taklit aslını yüceltirmiş, bu albüm, “bana her şey seni hatırlatıyor” misali Persepolis ve Satrapi’ye yaramış. Son söz yayınevine, Sırtlan Kitap yeni bir yayınevi. Bu türden az satışlı grafik romanları yayınlamak cesaret istiyor, özverililer ve kitap güzel olsun diye uğraşmışlar. Yolları açık olsun.

[2014]

Cumartesi, Temmuz 07, 2018

Başıboş ve avare dolaşırken


Başıboş, Hollanda’da 2012’de yayınlanmış bir ilüstrasyon albümü (De Harmonie, Amsterdam). Anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul’da bir dönem yaşamış, hatta kimi çalışmalarını sergileme imkânı da bulmuş, 1983 doğumlu genç bir çizerin Gijs Kast’ın üretimlerinden oluşuyor. Biz millet olarak diyelim, dışarıdan nasıl algılandığımızı merak eder, bir yabancının bizi nasıl anlattığına dikkat kesiliriz. Doğrusu, ekseriyetle Arap ve Ortadoğu hinterlandına ilişkin imge ve klişelerle niteleniriz. Dar sokaklar, tıkış tıkış pazar yerleri, çarşaflı kadınlar, ezan sesleri, biteviye pazarlık sahneleri ve erkek kalabalıklarıyla anlatılır İstanbul. Camii önünde pır pır uçuşan güvercinler, Galata Köprüsü balıkçıları ve sokak kedileri sık resmedilen manzaralardandır…



Son on yılda delice bir iştahla beşer beşer katlarını çoğalttığımız gökdelenlerimiz, oryantal kameranın ne aklına ne gönlüne girebiliyor demek ki. Turistler, Sultanahmet, Galata ve Eminönü civarında gezerek bilinen ve merak edilen İstanbul turlarını tamamlıyorlar. Kendi ülkelerinde görmedikleri teferruatlarla dolu bir açık hava müzesinde dolaşmak turistlere ziyadesiyle yetiyor. Bütün büyük şehirlerin birbirine benzediği dünyada eski halılar bulmak, fes satın almak, nargile fokurdatmak, göbek atmak, kebap yemek onlara büyük hatıra gibi geliyor. Oysa biz fes’e burun kıvırıyor, esnafın halıları döve döve eskittiğini, kebabın daha iyi yerlerde daha güzel pişirildiğini biliyoruz. Bizim İstanbul algımızsa ihtişam yaratmak üstüne, hayran bırakmak istiyoruz, turistin göz ucuyla bile bakmadığı büyük ve daha büyük şeyleri teşhir etmeyi arzuluyoruz, aklımızda hep bu var. Yarış ediyoruz, Ortadoğu ve Balkanların, Avrupa’nın en büyüğü, en gösterişlisi olmak istiyoruz. Onlarsa dönüp dolaşıp bize kirli, sakil ve çirkin gelen şeylere, otantiğe yöneliyorlar.

Gijs Kast, bu yabancı ilgisinin çok dışında kalan bir algıyla bakmamış İstanbul’a. Kediler, elektrik direkleri, simitçiler, pencereden aşağı sarkıtılan sepetler, klimalar, uydu antenleri, her yerde görülen bayraklar, bina desenleri, martılar, ahşap evler, pencerelerden bakan teyzeler, tek farklı aksesuarı renkli spor ayakkabıları olan çarşaflı kadınlar, baloncular, merdivenler, sünnet çocukları, düğün fotoğrafları, pembe çoraplı ağır abiler, büfeler, seyyarlar ilgisini çekmiş Kast’ın, tek tek çizmiş hepsini. Gerçi, bütüne bakıldığında, tamamı, telefonuyla, dijital makineleriyle, geniş objektifleriyle Galata’yı, gün batımını, simite pike yapan martıları, yan yana duran kediyle köpeği fotoğraflayan turistlerin “resim” tercihlerinden zerre farklı değil ama güzel çizilmişler.

Albüm belgeselvari bir tutumla hazırlandığından fotoğraf yardımı alındığı anlaşılıyor. Kast, önce şehri dolaşıp fotoğraflar çekmiş sonra da onları ilüstrasyona devşirmiş. Başıboş ismini seçmesi sanırım flaneur kavramını çağrıştırmasıyla ilgili. Sevmeden veya irrite olarak çevresine baktığını düşündürtmemiş, aksine böyle anlaşılmaktan çekinmiş, bu da çok belli. Gijs Kast, kendine has bir çiniye ve tipleştirmeye sahip. Vücutla oranlandığında tiplerindeki hafif büyük kafalar ve dar omuzlar ayrıca dikkat çekiyor. Ardışık desenler kullanmış, birbirini takip eden görseller albüme neşeli ve ironik bir hava katmış, bir müzik düşündüğünü hissettiren veya sayfalara bakana müziği hatırlatan bir devamlılık bu. Özetle ilginç, sevimli ama bildiğimiz türden oryantal bir auraya sahip Başıboş. Kast, devam ederse, çok daha iyi olacak bir çizer.


[2014]



Related Posts with Thumbnails