Çizgi romanlardan, filmlerden ve romanlardan, aslına
bakılırsa gerçeklik vehmi kurarak bize hikâye anlatan herkesten ve her şeyden
inandırıcılık bekliyoruz. İnandırıcılıktan ne anladığımız da bazen karışıyor,
şaşmaz bir hakikatten söz eder gibiyiz sanki. Üreticilere gerçeğin, tarihin ve
yaşanmış olana dair mutlak sadakatin yükünü bindirdiğimiz de oluyor. Hayır
diyoruz, o tarihte bu bina öyle değildi, insanlar böyle konuşmazdı, öyle bir
gelenek yoktu, kimseler öyle giyinmezdi vs. Hata bulmanın, yanlışları teşhir
etmenin ergen hazzını göz ardı ediyor değilim. Anlatmak istediğim her hikâyenin
bir gerçeklik vehmi yarattığını akılda tutmamız gerektiği. Fellini’nin çok
sevdiğim bir sözü vardır, mealen aktarıyorum: “Fikir iyiyse, mantığı pencereden
dışarı atarım.”. Gerçek, yeri gelir, hikâye olduğunda okunmayacak kadar sıkıcı
bile olabilir demek istiyorum.
Selçuk Ören’in Şehzade Yangını isimli
bir çizgi romanı yayınlandı. Anlaşıldığı kadarıyla birkaç kitap sürecek uzun
bir hikâyenin ilk bölümü bu. Etrafımdaki çizgi roman severlerden kitapla ilgili
şöyle eleştiriler duydum. Hikâye 18. yüzyıl sonunda geçiyor, dediler ki, “O
tarihte fes kullanılmıyordu”, “kabadayılar zinhar fes takmıyordu.” E doğru,
yanlış değil, II. Mahmut kavuk kullanımını yasaklar ve fes geçirir kafasına, o
yüzdendir Gavur Padişah diye
adlandırılır halk içinde. Yani 1830’lara kadar İstanbul’da gündelik hayatta
fesle dolaşan birilerine, hele kabadayılara rastlamak mümkün değildir. Albümü
okuyanlar görecektir, Ören, 1890-1930 zaman aralığının Kabadayı mitini,
Refi Cevat Ulunay’ın Abdülcanbaz’ı dahi
etkileyen Sayılı Fırtınalar dünyasını
katmış hikâyesine. Bir tarzı yüz yıl kadar geriye taşımış. Ben, fes meselesine
kafayı takanlara şunu sordum: “E peki o yıllarda zombiler var mıymış
İstanbul’da?” Hocanın kazanı misali, kazanın doğurduğuna inanıyorlar da
öldüğüne akılları yatmıyor. İşin şakası bir yana, hikâyenin bir tarih vesikası
olmadığını, üstelik vesika denilen şeyin insan eliyle nasıl istenirse nasıl
münasipse öyle istiflendiğini unutmamak gerekiyor. Örneğin Naziler tüm
ihtişamlarıyla iktidardayken yazılan Roma İmparatorluğu tarihi ile Naziler
yenildikten sonra yazılanların aynı metinler olmadığını, farklı biçimlerde
yorumlandıklarını biliyoruz. Bir zihinsel kategori olarak gerçeğe inanabiliriz
ama yine biliyoruz ki o gerçeğin de binbir türlü ifadesi vardır.
Şehzade Yangını,
yerli bir zombi hikâyesi. İstanbul’un orta yerinde karantinaya alınmış bir
bölgede yaşananları anlatıyor. Selçuk, Amerikan tarzı sayfa tasarımları yapan
bir çizer. Kimi çizerler, tasarımın hikâyenin önüne geçmesini istemez, hatta
kendilerini dahi unuttururlar, aslolan hikâyenin sürekliliğidir. Selçuk, sayfa
tasarımını hikâyenin önüne geçecek ölçüde önemsiyor. Sayfanın bir albenisi,
görür görmez ilgi çeken bir yanı olsun istiyor. Karelendirmeye, ardışıklığa
senaryo uyumunun ötesinde bir ilgi gösteriyor. Amerikan tarzı demem ondan. Çoğu
Amerikalı, Avrupalı çalışmaların durağan olduğunu, anlatıyı kareye-panele
sıkıştırdığına inanır, sayfanın bütününü kullanmayarak kendini ve hikâyesini
zayıflattığını düşünür. Sayfa, karelere bağlı kalmadan patlayarak taşmalı,
mutlaka dinamik kurulmalıdır vs.
Hikâyeyi resmetme ya da resimleri hikâyeleştirme her zaman farklı
biçimlerde yapılabilir. Çizgi romanın farklı kültürlerde farklı biçimlerde
gelişmiş anlatım tarzları var. Türkiye’de yerli üretim genellikle frankofon
çizgi romanları andıran biçimde gelişmiştir. Comics tarzı veya comics’lerle
didişerek geliştirilmiş grafik romanları andıran ticari çalışmaların bizde pek
uygulayıcısı olmamıştır. Selçuk bu bakımdan yeni ve ilginç bir şey deniyor,
Amerikan tarzı bir görsel dil oluşturuyor, devamlılık da gösteriyor. Hikâyesini
maharetle evirip çeviriyor.
Anlatımının zaafları yok diyemem, anlatıcı olarak kendini çok
hissettiriyor, sürekli büyük hikâye anlatacağını vurguluyor. Anlatım kutuları
ile görseli koşut olarak düşünmeyebiliyor. Kare içinde resmedilenlerin anlatım
kutusuyla ayrıca anlatılmasına hiç lüzum yok. Bence daha önemlisi, bunu zamanla
aşacağını düşünüyorum, yavaşlığı bir araç olarak pek kullanamıyor. Oysa çizgisi
aksiyondan çok sessizliğe-yavaşlığa yatkın… Sessizliği, fırtına öncesi
sessizlik, aksiyon öncesi hazırlık gibi düşünmese hem karakterlerini
derinleştirir hem de anlatım biçimini zenginleştirir. Geliştirdiği anlatım
biçimini bozmadan kamerasını yavaşlatsa zombi aksiyonunu da başka bir bağlama
taşıyabilir. Hikâyenin nereye varacağını bilemiyorum, ilk kitap ana hikâyeye
giriş niteliğinde duruyor ama dedim ya, ilginç ve güzel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder