Salı, Mart 19, 2024

Spidey ve Meri Ceyn


Hatırlayanlar olabilir, Örümcek Adam ile manitası Mary Jane'in ikonik bir öpüşme sahnesi vardır, çizgi romanda var mıydı, yoksa ilk olarak filmde mi üretildi, uzmanı değilim, bilmiyorum ama filmden yarım asır önce Altan Erbulak tarafından çizilmiş Cafer ile Hürmüz bantında rastladığım bir kareyle benzerlik kurdum, paylaşayım istedim.

 Bantı ikiye bölerek kullandım, Cafer, içinde bulunduğu helikopterin ip merdiveninden sarkarak kötü adamları korkutup kaçırıyor. Yine çok zekice balon yazısını ters yazarak bir espri yapmış... Balon yazılarını Erbulak kadar farklı kullanan bir başka çizerimiz yok desem yanlış olmaz, kaligrafiyi sadece bir betimleme aracı olarak görmüyor, kurduğu estetiğin bir parçası ve bir espri vesilesi olarak kullanıyor çünkü. 

Karısı Hürmüz, onu öperek kutlarken-karşılarken yanlarındaki yol arkadaşının sözleri de esprili: "Hadi bırakın sinema artisliğini buradan tüyelim!"  Dudaktan öpüşmek, o yıllarda esprili biçimde sinema artizliğinden sayılıyor, ona gönderme yapsa da bana Örümcek Adam filmini hatırlatarak gülümsetti.

Pazartesi, Mart 18, 2024

Orijinal olmak

Muhsin Kut, çok sevdiğim ressamlardan biri, resimlerine baktığımda hissedilir bir anlatma coşkusu, kendini yenileme iştahı var, keşke mümkün olabilseydi, keşke kendisiyle sohbet edebilseydim. 

Retrospektifi olan Bir Seyyahın Resimli Güncesi'ni (İş Bankası Yay., 2017) okuyorum, albüm-kitabın başında kısa bir söyleşi yapılmış kendisiyle... Bildiğim ve inandığım bir fikri paylaşmış, kendisini etkileyen insanlardan biri önermiş bunu ona...

"Resim yaparken şunu sor, ben bunu para verip de alır mıyım? Buna cevabın kalben evetse, devam et" demiş birisi ona... Mesele elbette satmak değil, okuyacağın kitabı yazmak, seyredeceğin filmi çekmek gibi... Yalın bir saptama...

Eskiden böyle değildi, artık çok kitap, çok film, çok şarkı ve çok sanatçılı yoğun bir "örüntü" bombardımanı altındayız. Aradan sıyrılmak, dikkat çekebilmek, beğenebilmek kolay değil... Okurların bu kadar dahil olduğu bir dönem de hiç olmadı üstelik. Herkes fikrini söylüyor, hemen her şey, popüler olan bir başka örnekle kıyaslanıyor. Kafka'ya veya Tarantino'ya benziyor, Neil Gaiman öneriyor, yeni bir True Detective çıkıyor, yeni bir bilmemne doğuyor falan filan...

İnsan, nasıl özgün olabilir ki, sana orijinal bulunabilir ki, bu çoklukta, bu yeknesaklıkta...

Kut'a tavsiye dilen şey doğru bir yol, insan kendisi için üretirse bir şey olabiliyor, gerisi-anlatılan hikaye, tarz, dünyayla memleketle hesaplaşma filan hepsi ayrıntı... İnsanın hayali okuru veya izleyicisi olur, onu düşünerek üretir derler, hayır, ilk beğeneni ve alıcısı kendisi aslında...

Pazar, Mart 17, 2024

Kıtlık

1979 yılından bir belge, kağıt üreticisi ve tekeli olan Seka ile Karakedi mizah dergisi arasındaki yazışmayı gösteriyor. Hoş, bugün Seka diye bir şey kalmadı, satılmıştı, kapandı artık ama... Belge enteresan onu konuşalım...

Kağıt fabrikası bir dergiyle niye "mektuplaşır" ki diyen çıkabilir. Şöyle de sorulabilir, devletin resmi bir kuruluşu özel bir işletmeye, bir dergiye ne yazabilir-ne sorabilir?

Devletin, gazete ve dergilerle nasıl bir ilişki kurduğunu bilmekte fayda var. Bilmeyenler olabilir, gazeteler ve dergiler, altmışlı yıllara kadar çok satamadıkları için devletten-basın ilan kurumundan gelen resmi ilanlara bağımlıydılar. İlanların dağıtımı hakkaniyetli olmuyor, muhalif yayınlar yeterince nasiplendirilmiyordu. 

Yine satışlar düşük olduğu için abonelikler de hayatiydi, resmi daireler ve kütüphaneler, istedikleri yayına abone oluyor, istediğine olmuyordu çünkü. Kendileriyle taraf olan yayınları yaşatabilmek hükümetlerin elindeydi. 

Bir de bunlara kağıt dağıtımını eklemek gerekiyor. Hükümetler, istedikleri yayına kağıt veriyor, kimilerine zırnık koklatmıyordu. Yayıncılık yapmış pek çok mizahçı ve karikatürist, dergiyi basacak kağıt bulamamaktan şikayet ederdi.

1979'da böyle miydi? Simaviler, bu cendereyi matbaa teknolojisine yatırım yaparak, çok satan gazeteler çıkartarak değiştirmişlerdi. Resmi ilanlara ya da aboneliklere ihtiyaç duymuyorlardı. Ama kağıt sorunu yine vardı. Onların devletten istediği, kağıt dağıtımında önceliğin satışa göre verilmesiydi ve bu düzenlemeyi kabul ettirmişlerdi. Çok satana çok, az satana az kağıt verilmeliydi. Enflasyon sebebiyle kağıt stoklamak isteyenlerin önü alınmalıydı filan...

Özetle 1979'da iktidar partileri, Seka üzerinden basını kontrol etmeye çalışıyordu.

İlk sayfasını paylaştığım "mektuplaşmada" Seka, Karakedi'ye kaç basıyorsun, kaç satıyorsun, bastığın yayının ne kadarını iade alıyorsun, sana kağıt verebilmem için bu rakamları basın ilan kurumuna bildirmen gerekiyor diyor. Maliye'nin soracağı soruları Seka soruyor, enteresan olan o...

Cumartesi, Mart 16, 2024

Hayrını gör!

Geçtiğimiz günlerde, 8 Mart nedeniyle Altan Erbulak'ın Cafer ile Hürmüz bantından bir aksiyon sahnesi paylaştım... . Hürmüz, bir erkeğe haddini bildiriyordu filan. Arada gaza gelip tribüne oynamıyor değilim.

Benim çocukluk ve gençliğim, parti sahnelerinde dejenere danslarla (!) kıvıran ve üstten üstten konuşan şımarık zengin kızlarına had bildirerek (!) tokat atan delikanlı erkeklerle geçti... Şimdilerde popüler olansa erkeğe meydan okuyan genç kadınlar... İlüstrasyonlarda erkeğe tokat atan güçlü kadınlar revaçta örneğin...

Evvelsi gün, kadınlara yakın dövüş teknikleri öğreten bir kadının videolarını izledim. Garip geldiği için not düşeyim, anlatılanlar ve ima edilenler kimseye tuhaf gelmiyordu, "Faşistlere karşı kendimizi nasıl savunuruz?" konuşması gibi bir şeydi. 

Bu yıl takip edemedim ama geçtiğimiz yıllarda 8 Mart yürüyüşüne katılan erkekleri yaka paça kortejden çıkaran genç kadınlar hatırlıyorum, videoları dolaşımda, dileyen bakabilir. Güçlü bir revanşizm ve erkek öfkesi mevcut, görülebiliyor.

Zamanın ruhu mu denir katharsis arayışı mı emin olamıyorum.

Paylaştığım görsel ise -ellili yıllarda çizilmiş- o günlerin mizahını ve "gençliğini" yansıtıyor. Bantın kahramanlarından Hürmüz, kadın yüzü görmemişe kafa atarak-argoyla ve şiddetle had bildiriyor ve "güldürüyor". Susadın mı? Al sana tükürük. Yoruldun mu? Öldüreyim de uyu gibi zamanın ruhunu  taşıyan bir espri. Görebildiğim kadarıyla ilk kez o yıllarda yapılıyor, öncesinde hiç rastlamadım. 

Cuma, Mart 15, 2024

Burun

O tarihte en uzun ömürlü mizah dergimiz olan Karagöz'ün 27 Mayıs sonrası yorumu, Mim uykusuz çizmiş, Karagöz ile Hacivat, Menderes ile Bayar'ı konuşuyorlar falan... Esprinin ne olduğunun bir önemi yok... Benim ilgimi Menderes'in burnu çekiyor, evet Bayar da büyük ölçülü, komikleştirilmiş bir burunla çizilmiş ama Menderes'in burnu bir boy daha büyük istiflenmiş.

Mesele şu ki, Menderes'in burnunu büyük çizen bir tek Uykusuz değil...

O yıllarda otuzlu yaşlarını yaşayan bir karikatürist kuşağımız var, 27 Mayıs'la birlikte ilk kez büyük bir siyasi kaosla karşılaşmışlar, bir askeri darbe olmuş, o günlerin moda deyişiyle "ikinci cumhuriyet" kurulmuş, Kurtuluş Savaşı benzetmesi yapılmaya başlamış vs. Hasılı, güçlü bir iyimserlikle reaksiyoner bir romantizm yükselmiş... Etkilenmeyeni yok. Menderes karşıtı olmamak mümkün değil...

Doğru-yanlış tartışması yapmıyor, siyasi bir auradan söz ediyorum. Şöyle anlatayım, 27 Mayıs sürecini en iyi anlattığı düşünülen kitap Şevket Süreyya Aydemir'in Menderes'in Dramı'dır. Kitabı dikkatle okuyup, günün gazetelerindeki Demokrat Parti ve Menderes eleştirilerine bakarsanız şunu fark edebiliyorsunuz... Aydemir, devrin gazetelerinin bütün klişelerini ve Menderes betimlemelerini kitabına almıştır. Akıllıca derlemiştir filan değil o siyasi auradan etkilenerek yazmıştır diyorum. Bugün, ona atfedilerek anlatılan açıklamalar, pek çok gazete köşesinde çok daha önce belirtilmiştir.

Karikatürler de böyle,  eleştirellikleri ve espri klişeleri tek bir zihinden çıkmışcasına benzeşiyor. Ben burun vurgusunu karikatürün doğası gereği kanırtılan bir grotesk belirginleştirme olarak göremiyorum. Ya da  sadece burnu havada olmak gibi bir kibir eleştirisi sayamıyorum. Abdülhamid'in burun karikatürlerini ziyadesiyle andırdığını ve yinelendiğini düşünüyorum. 

Meseleyi uzun uzadıya tartışan bir yazı yazmayı hayal ediyorum diyelim...

Perşembe, Mart 14, 2024

Ya şiir yazayım...

Çizgi: Berat Pekmezci 

 

Samsun

Muhtemelen 1978'den, Yalçın Didman'ın çizdiği Fatoş bantından bir espri... İlgimi çektiği için paylaşayım istedim. Fatoş, denize doğru yürüyor, yolda rastladığı köylü amcaya denizi soruyor: "Deniz buraya çok uzak mı?", Amcanın cevabı, zamanı kullanma biçimiyle ilgili,  şöyle diyor "Bir sigara içimi kızım", sonra da içtiği sigarayı soruyor Fatoş'a "Ne sigarası içersin kızım?"

Bugün olsa, reklama girer diyerek yayın editörü dikkat kesilir, okurlar hoşlanmayabilirler filan... Fatoş, meğer "Samsun" içiyormuş, o yıllarda tamamı Tekel'in çıkardığı sigaralar vardı, Samsun da en  popüler olanıydı diyelim.

Amca, sigaranın adını duyunca yorumluyor "Eh öyleyse yol o kadar sürmez"

Sigarayla aram hiç olmadı, yanlış da yorumlamış olabilirim ama benim o yıllardan hatırladığım Samsun zor içilen bir sigaraydı, kendiliğinden yanmazdı, somura somura içilirdi, yoksa sönerdi. Yani bir sigara içimi derken Samsun'u duyunca "cuaran bitmeden varırsın" demek istemiş sanki...

Fatoş, tipik bir bulvar gazetesi olan Günaydın'da yayımlanıyordu ve yayın politikasına uygun biçimde hafif erotik bir diziydi, genç bir sekreter  kadının etrafında cinsellikle ilgili espriler yapılıyordu.  Sigaraya yönelik tiryaki eleştirisinin Fatoş'ta olmasını beklemezdim, galiba beni asıl şaşırtan bu oldu. 

Sonra şunu düşündüm, Fatoş'un okuru kimdi?  Espriye bakarsak Samsun içen birileri... Kadınlar mı? Sanmıyorum. 

Related Posts with Thumbnails