Salı, Ağustos 19, 2025

Tamlık bir fantezidir

Galiba Orhan Gencebay’ın bir şarkısı vardı, yanılıyor da olabilirim. Sevgilisine aşkını anlatırken “ne söylesem bi eksik” diyordu. Ne yapsa yetmeyecekmiş sevgisini anlatmaya, öyle hissediyor… 

Ben bunu bir hayat şiarı olarak sıklıkla kullanır, “tamlık bir fantezidir” diyerek mambo jambo faslından lafımı tamamlarım. Dünyaya, işe güce ve her türden ilişkiye buralardan bakmayı doğru buluyorum… Tam’lığın hiçbir zaman var olmadığına inanıyorum.

İnsan ve tarih, daima defolu, yarım, yetersiz bir varlık ve bir süreçtir. İdeal bir zaman ve insanlık hali hiç olmamıştır, olmayacaktır da.

“Ne yapsak ve ne yaşasak bir eksik olacak” fikri bana kaderci bir teslimiyet gibi değil de varoluşun temel koşulu gibi geliyor. Tatminsizlik sayesinde yazıyor, düşünüyor, ilişkiler kuruyoruz. Aç kalmasak tarım devrimi olmazdı gibi bir şey.

Lacan, insanın hiçbir zaman bütünüyle doyuma ulaşamayacağını söyler biliyorsunuz. Arzu hiçbir zaman tatmin edilemez, çünkü aradığımız nesne aslında hiç var olmamıştır falan filan. Bizi bir yerden bir başka yere sürükleyen arzularımızın kaynağı da bu eksikliktir. Eğer tamlık mümkün olabilseydi arzularımız olmazdı.

Bir başka deyişle: Bizi canlı tutan ve harekete geçiren şey eksikliklerimizdir. Tamamlamaya çalışırız. Ikınıp sıkınırız. 

“Çok şükür ermiş değiliz” dediğim de budur. Eksik değilsek, insan da değiliz Mıstık abi. Öğrenme ihtiyacı eksiklikten doğar, merak ise bilmediğini bilmekten… I Ignoramus et ignorabimus’u düşün: cahil olduğumuzu hissetmemiz ve bilmemiz, buna göre yaşamamız gerekiyor.

Kapitalizm, mükemmel aşk, kusursuz aile, başarılı kariyer veya ideal beden gibi tamlık vaatleri sunuyor bize. Ve biliyoruz ki, bütün vaatler doğası gereği sürekli ertelenir. Reklamcılığın ve popüler kültürün can damarı tam da bu “hiç bitmeyen eksiklik duygusunun” pazarlanmasıdır. Mutlu değil misin? Demek ki doğru ürünü almadın. Yalnız mısın? O halde doğru aplikasyonu denemedin. Başarısız mısın, meseleye yanlış yerden bakıyorsun.

Tamlık hayalimizi kaybetmemiz gerekiyor ki tüketmeye devam edebilelim. Ve evet, hatırda tutalım: Kapitalizmin ne yaptığını fark etmek başka, ona kapılmak başka şeyler.

Üstelik, eksiklik hiç bitmez, sürekli çoğalır.

Ben eksikliği, kültürel olarak hayata katlanmamı kolaylaştıran ve iyileştirici bir momentum olarak görüyorum. Psikolojik olarak hayal kırıklıklarım ve mutsuzluklarım olacak, onun da farkındayım. Kasmayalım canım benim diye mırıldanıyorum kendime.

Mıstık abi, tansiyon sorunları nedeniyle spora yazıldı.

Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Vittorio Giardino anlatıyor

Dünya kurmak: Tarihi çizgi romanlarımda gerçeğe saygı duymak ve hikâyenin geçtiği döneme dair doğru bir fikir vermek için olabildiğince titiz olmak isterim.

Ben: Bir karakter yaratırken işin içine kendimi de katarım. Anlattığım her hikâye, kolay anlaşılmasa da bir tür itiraftır. Bazen arkadaşlarım yaşadığım kimi olayları fark eder ya da tanıdığım gerçek kişileri bazı karakterlerde teşhis edebilirler. Bunu ancak çok yakın arkadaşlarım fark edebilir, başkası değil.

Tehlike: Kadınlar tehlikelidir çünkü, en azından benim için, bir erkeğin hayatında vazgeçilmez olurlar. Hayatımda pek çok seçimim kadınlara bağlı oldu, dolayısıyla isterse bir kadın bir erkeği mahvedebilir. Elbette bunun tersi de mümkündür.

Hakikat: Evet, “biz hakikate sahip değiliz, karakterlerim de değil” dedim, böyle düşünüyorum.

Siyah beyaz: Sam Pezzo’da siyah-beyaz bir teknik kullandım çünkü noir bir çizgi roman yaratmak istiyordum. Bu nedenle renk bana uygun gelmedi, profesyonel olarak çizdiğim ilk çizgi romandı. Siyah-beyaz başladım, sonra renge geçtim.

Etkiler: Hergé ve diğerlerinden etkilenme vardı ama (ben de) belki de diyorum Gauguin, Van Gogh ve Hokusai daha güçlü bir etki bırakmıştır. “Tarzımı ben seçmedim, kendiliğinden oluştu” dediğim çok oldu. Herhangi bir sanat akademisine gitmedim, belki bu yüzden gördüğümü, gördüğüm şekilde çizerim. Tarzımın birçok yönü kullandığım araçlara bağlıdır. Kömür kalem kullansaydım sonuç farklı olurdu. Şimdiye dek neredeyse hep çini mürekkebi, dolma kalem ve fırça kullandım. Gelecekte ne olur, bilmiyorum…

Zanaat: Sayfalarımı kendim renklendiririm. Şimdiye kadar (neredeyse daima) suluboya kullandım, hızını ve serbestliğini seviyorum. Bilgisayarda renklendirmeyi bilmem ve öğrenmek istemem. Elbette bu yolla etkileyici işler yapılabilir, ama ben “zanaat”ı seviyorum.

Ödüller: elbette önemlidir ama insanı “iyi olduğuna” inandırmalarına izin vermemek gerekir. Böylece kibirlenme riski doğar, benim işimde öğrenme süreci hiç bitmez.

Süreç: Yaratımın tüm aşamalarını severim: araştırma, dokümantasyon, dekor, eskiz, çizim ve renklendirme… Hepsini severim. En az sevdiğim, hikâye bittikten sonra yayınevleriyle yayım hakkında konuşmaktır.

Ayrıntılar: Gerçek hayatta ayrıntıları gözlemlerim, istemesem de bana “konuşurlar”. Mesela bir eve girdiğinizde, henüz tanışmamış olsanız bile etrafa bakarak orada yaşayan insanlar hakkında çok şey çıkarabilirsiniz. Bu yüzden sayfalara fazlasıyla ayrıntı koyarım, belki fazla bile. Okurlar bu ayrıntıları bilinçli olarak fark etmese bile, hissederler.

Amaç: Çizgi roman, roman, film, müzik gibi şeyler şöhret ve servet için yapılabilir. Buna “şöhret için çalışmak” diyorum. Buna pek ilgi duymuyorum. Bir de gelecekteki kuşakların ilgisini çekecek, “klasik” olacak hikâyeler yaratmak için çalışmak vardır. Buna da “ölümsüzlük için çalışmak” diyorum. Başarır mıyım bilmem ama hedefim budur.

Fikir: yolculuklardan, yaşam deneyiminden, kitaptan, filmden, müzikten ya da herhangi bir şeyden çıkabilir. Doğru bir his, aniden ve beklenmedik şekilde gelebilir, yoğun olabilir ama enikonu kısacaktır, oysa hikâyeyi yaratma süreci çok daha uzundur.

Şaheserler: En başarılı çizgi romanlar günlük olarak tefrika edilmiş olanlardır ve baş karakter, eserin kendisinden daha ünlü olmuştur. Bu edebiyatta da olabilir (mesela Komiser Maigret), ama çizgi romanda daha kolay ve sık olur. Tefrika doğası gereği olumlu ya da olumsuz değildir. Şöyle anlatabilirim, şaheser niteliğinde tefrikalar da vardır, berbat grafik romanlar da. Çizgi roman okurum ama yayımlanan her şeyi okuyacak vaktim ya da imkânım yok. O kadar çok var ki! Onun yerine genellikle bir klasiği yeniden okurum çünkü onlar bana her zaman bir şey öğretebilir. 

Vittorio Giardino, 1946 doğumlu yaşayan önemli çizgi romancılardan biri. Max Fridman, Jonas Fink ve Little Ego serileriyle tanınıyor. Dilimizde çok bilindiği söylenemez, şahane dönem hikayeleri, ayrıntılı kareleri, yumuşak çizgileri ve renkleri ve sakin anlatılarıyla benim hayran olduğum auteurlardan biri.

Pazar, Ağustos 17, 2025

İçerik Organizmaları: Algoritma canlıları

Global popüler kültürde “hibrit persona” olarak adlandırılan bir sosyal medya figürü-türü var. Dijital kimliğini birden fazla rol ve estetik kodun birleşiminden oluşturan, üstelik bu kodların hangisinin “gerçek” hangisinin “kurgu” olduğunu bilerek muğlak bırakan çevrim içi özneleri tanımlamak için kullanılıyor. Sosyal medyada karşımıza çıkan bu figürler; bir gün tutkulu bir eylemci, bir başka gün ölçüsüz bir provokatör, kimi zaman sanat hamisi, kimi zaman da popüler kültür dedikoducusu kılığına bürünebiliyorlar.

Her konuda bir fikri olan, gündeme sert ve alaycı çıkışlar yapan, takipçilerini provoke etmeyi iyi bilen bu türden kişileri mutlaka tanıyorsunuz. Onlar yalnızca göz önünde değiller, aynı zamanda birer rol modeliler, sosyal medyanın aşırılıklara dayalı ekosisteminde, hemen herkes ucundan kıyısından onlara öykünüyor. Rica ediyorum, “kim?” diye sormayın, sadece etrafınıza bakın. Küçük ve büyük, ortalama ve ortalama üstü sayısız örnekle içiçe yaşadığımızı anlarsınız. Görünürlük ve onaylanma arzusuyla biçimlenen “sosyal medya normallerinin” aktif ve adaptif üreticileri onlar.

Ben bu tipleri “içerik organizması” olarak adlandırıyorum. Nasıl ki popülist ve pragmatist “siyaset canlıları” politik arenanın en uyumlu türleriyse, sosyal medyada da benzer şekilde hayatta kalmayı ve çoğalmayı başaran “organizmalar” olduklarını düşünüyorum. Algoritmalar için biçilmiş kaftanlar: Görselleri dikkat çekici, metinleri ilgi uyandırıcı, tepkileri duygusal olarak yoğun ve çoğu zaman tartışma çıkarıcı... Siyasi bir meselede militan bir aktivist, gündem sakinleştiğinde az bilinen bir konunun uzmanı, tatilde turist rehberi, kitap okuduğunda kitapsever, film seyrettiklerinde filmbilir vs kesiliyorlar.

Malum, sosyal medya algoritmaları, “tartışma” ve “yüksek etkileşim” yaratan içerikleri öne çıkarır. İçerik organizmaları, farklı kitlelerin tepkilerini aynı anda tetiklediği için bu mekanizmayı maksimum verimle kullanırlar. Çevrim içi ortamda “var olmak” sürekli yeniden üretilen bir kimlik performansı gerektirir. Bu figürler için kimlik, sabit bir varoluş hali değil, karşılıklı etkileşimler, çatışmalar ve beğeniler yoluyla sürekli inşa edilen bir süreçtir. Öfke patlamaları, alaycı yorumlar, ani pozisyon değişiklikleri- hepsi hem dopamin sağlayan bir tatmin hem de “dikkat merkezinde kalma” arzusunun sonucudur. 

Bir içerik organizması, görünürde yalnızca bireysel ilgi peşinde koşuyor gibi dursa da, toplumsal tartışmaların çerçevesini (framing) değiştirme gücüne sahip olmak ister. Küçük bir olayı politikleştirebilir, büyük bir meseleyi ise beklenmedik bir ironi ya da gündem dışı bir detayla saptırabilir. “Çok seslilik” içinde görünen ama çoğu zaman kendi etkisini merkezileştiren tavırları kolayca anlaşılamaz.

Aptallığı teşhir etmekten aldıkları “haz”, sarkastik ve küfürlü “sahicilik” performansları, haklarında çıkan eleştirilerle baş edebilme maharetleri onları daha da izlenir kılar. Böylece “aşırılığın kavgacıları” olarak sosyal medya sahnesinde gezinirler; dopaminle yaşar, ilgi azaldığında melankolik bir bıkkınlıkla önce çekilir sonra sahneye geri dönerler. Her dönüş, daha büyük bir tartışma, daha çarpıcı bir çıkış ve daha dikkat çekici bir “rol” vadeder.


Cumartesi, Ağustos 16, 2025

Umut Endüstrisi: Yarın Gelecek-Gelmeyecek

Hayat, hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreç, her birimiz çeşitli ölçülerde başarısızlıklar yaşıyoruz ama bir biçimde oyuna devam ediyoruz. Çünkü ailede, okulda ya da çalışırken, başarısızlığın ardından yeniden ve yeniden inşa edilen bir “gelecek tahayyülü” ve “ilerleme miti”nin uzantısı olarak umut etmeyi öğreniyoruz. “Umut, fakirin ekmeği” derler ya… Aslında yalnızca yoksulların değil, herkesin gıdasıdır umut. Başka türlüsünü pek akla getirmeyiz; kendimiz adına olmasa bile yakınlarımız ve sevdiklerimiz için umut etmek isteriz. 

Umut, bu yönüyle başarısızlığı öteleyen bir erteleme mekanizmasıdır. Böyle bakınca yalnızca iyimserliğin ön şartı değil, çoğu zaman eylemsizliğin ve teslimiyetin bahanesi olabilir. Albert Camus’nün “absürd” kavramını hatırlayalım: Hayatın anlamı yoktur ama biz ona anlam yüklemek için umut ederiz. Umut, Camus’ye göre “ölümden ya da hayatın boşluğundan kaçma yoludur.” Büyük bir kötülüktür; çünkü hayatın gerçekliğiyle yüzleşmemizi engeller. Sisifos, taşı tepeye tekrar tekrar çıkarır ama “bir gün orada kalır” umuduyla değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiği için bunu yapar.

Kapitalizm ise bu umudu janjanlı bir ambalaj -bir tür ideolojik vitrin- içinde paketleyip bize sunar. Statükoyu kabulleniriz; çünkü “yarın” dediğimiz zaman aralığı her zaman kurtuluş ihtimali taşır. Umut, bu bağlamda, iktidar elinde toplumsal enerji ve öfkeyi soğutma aracına dönüşür. Şimdi olmasa bile yakın gelecekte bir şeyler düzeleceğine inandırılırız.

Aksini düşünenler de var elbette. Ernst Bloch, “henüz olmayanın bilgisi” olarak tanımladığı umudun, insanın değişim kapasitesini beslediğini söyler. Fikren kendime yakın bulduğum Gramsci ise “zihnim karamsar, iradem iyimser” derken, umudu irrasyonel bir beklenti değil, aklın gördüğü olumsuzluklara rağmen eylemi sürdürebilme gücü olarak tanımlar. Mücadele azmini, iradenin iyimserliğine bağlar.

Umutsuzluğu benimsemek, bu boşlukla yüzleşmek ve yine de yaşamı sürdürmek anlamına gelir. Bu, karamsarlık değildir; “her şey kötüye gidecek” demek hiç değildir. Aksine, beklentiden arınmış bir bakış, harekete geçmeyi kolaylaştırır. Beklentisizliğin güç veren bir potansiyeli vardır. Ne bir kurtarıcıya, ne sistemin kendi kendini düzelteceğine, ne de bireysel ilişkilerde “bir gün düzelecek” yanılgısına yaslanırız. 

Genç bir asistanken, “İnsanlar nasıl oluyor da hayata devam ediyor; mutsuzluk ve başarısızlıkla, duygusal kıtlıkla nasıl baş ediyorlar?” diye düşünürdüm. O yıllarda sosyal medya yoktu. Olsaydı, aklım iyice karışırdı, sahiden karışık be Mıstık abi. Platformlarda umut, çoğunlukla tek bir görsel, slogan ya da ilham verici bir cümleye indirgeniyor; scroll ederken yarım saniyede tüketilen bir “iyi his” haline geliyor. Bloch’un eylemci umudundan fersah fersah uzak, anlık bir duygusal uyaran bu.

Sosyal medya algoritmaları, umut söylemini de tıpkı öfke ya da korku söylemleri gibi “etkileşim” odaklı yönetiyor. Bir içerik, kullanıcıyı platformda uzun süre tutar ve “paylaş-beğen-yorum yap” üçgeninde dolaştırırsa yaşar; yoksa bir parmak hareketiyle aşağıya - mezara gönderilir.

Üstelik platform ekolojisi, ortak bir “büyük umut”tan ziyade çoklu mikro-umutlar üretiyor. Her alt-kültür, kendi estetik ve jargonuna göre bir umut inşa ediyor: Aktivistler radikal değişim umudu taşır, fitnesçiler “yeni bir ben” hayalini kurar, finansçılar zengin olma yollarına sarılır vs

Ve işin ilginç tarafı şu, sosyal medyada umutsuzluk bile, umut benzeri bir duygusal pakete dönüştürülüyor. Üretilen melankolinin içinde, anlaşılma ve bağ kurma umudu istifleniyor. Böylece umutsuzluk bile umut ekosisteminin parçası oluyor.

Lafı uzatmayayım… sosyal medyada umut ve umutsuzluk üzerine yazacağım bir süre…Girizgah diyelim

Cuma, Ağustos 15, 2025

Seyrüsefer Defteri 172

++ Matewan (1987) bildiğim ve bir türlü seyredemediğim bir filmdi, gerçekçiymiş, siyaseten gevezeymiş, görüntü olarak başarılıymış, ilginçmiş, az bulunur Amerikalılardanmış (31 Temmuz).++ Fight or Flight (2025) uçakta aksiyon, tutarsa ikincisini çekeriz, oyun kafasındayız filmi (30 Temmuz).++ Untamed Ep5 ve 6'yı seyrettim (29 Temmuz).++ Flight Plan (2005) gerilimi güzel, son yarım saat temposu yükselmeli, öncesi kısalmalı ve "sebep" daha net anlatılmalıymış (28 Haziran).++ Dept Q Sea1 Ep3 ve 4'ü izledim (27 Temmuz).++ Untamed Ep3 ve 4'ü seyrettim (26 Temmuz).++  Great Expectations (1998) Cuaron başka bir şey çıkarmış, güzel yorum olmuş (25 Temmuz).++ Run (2020) en fazla yarım saatte bitmeliymiş, o derece güdük film (24 Temmuz).++ Dept Q Sea1 Ep1 ve 2'yi izledim (23 Temmuz).++ Great Expectations (2012) büyük romanı seyreltememişler, bazı seçimler de bana olmamış hissi verdi (22 Temmuz).++  Untamed Ep1 ve 2'yi seyrettim (21 Temmuz).++ Cenazemize Hoş Geldiniz (2023) iyicil film, beğenilmemesini çok anlamadım (20 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.9 ve 10'u seyrettim (19 Temmuz).++  İstanbul Yolculuğu (18 Temmuz).++ Brick (2025) fikir güzel, yolda yalpalıyor, yan hikayeleri anlaşılmıyor filan (17 Temmuz).++ The Survivors Ep1'i seyrettim (15 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (13 Temmuz).++ Twin Peaks Ep1'i seyrettim (12 Temmuz).++ Senaryo Kampı (8-11 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (7 Temmuz).++ Nonnas (2025) film bir yerde duruyor, temposu düşmüyor-duruyor gerçekten, her şeye rağmen başardılar hissinin zamanlamasını ayarlayamıyor (6 Temmuz).++ Bir Cumhuriyet Şarkısı (2024) senaryoda güçlü yerler var ama paşa'ya ve gişeye oynamışlar (5 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (3 Temmuz).++ The Quick and The Dead (1995) kadro ilginç, Sam Raimi abartısı hikayenin önüne geçmiş, of puf (2 Temmuz).++

Perşembe, Ağustos 14, 2025

Kulisten ekrana, Rock'tan reele

Grupi” (groupie) denen bir niteleme vardır, ilk kez altmış yıl önce, müzik gruplarının hayranı olan ve onlarla -romantik veya cinsel anlamda- yakın ilişki kurmak isteyenleri tanımlamak için kullanılmaya başladı. Grupi denince genellikle genç kadınlar akla gelse de bu tanımı yalnızca kadınlara indirgemek haksızlık olur. Bence grupilik bir cinsiyet değil, bir konumu veya arzunun aldığı bir biçimi ifade ediyor.

Elbette, birinin ya da bir grubun hayranı olmanın, şarkılarla ve sahnedekilerle duygusal bir bağ kurmanın olumlu görülebilecek yönleri var. Ne ki, gündelik dilde grupiler olumsuz ve küçümseyici biçimde hatırlanıyorlar. Müzisyenlerle sevgili olmaya çalışan, ün peşinde koşan, kolay erişilen, “ünlüyle birlikte olma”yı bir başarı sayan kadınlar olarak kodlanıyorlar.

Rock mitolojisinde ilham perisi (muse) sayılan, grupların filli bir parçası olarak görülen grupiler çok. Epeyce hatıra kitabı ve haklarında ayrıntılı röportajlar çıktığı için öykülerini de biliyoruz. Pamela des Barres en ünlülerinden biri olabilir.

Bu kültür sadece rock sahnesine özgü değil tabii. Yıllar içinde gerek edebiyat dünyasında, gerekse mizah dergilerinde grupi benzeri fanlara denk geldim. Özellikle imza günleri hakkında birisi akademik çalışma yapsa çok farklı fan portreleriyle karşılaşır bence… Ya akademicim, birazcık kıpırdasan, popüler kültür “akıyor”, dalsan o suya…

Şimdiki zamanda “grupi” bir Rolling Stone fıkrası gibi anlatılmıyor. Bu kavram fenomenlerin, Youtuber’ların, rapçilerin ve influencer’ların çevresinde dolanan, onlara yakın olmaya çalışan hayranlar için de kullanılıyor. Çok daha karmaşık bir meseleye dönüşmüş durumda. Sosyal medya çağındayız, grupilik artık genel olarak arzunun, özel olarak şöhret arzusunun ve toplumsal görünürlüğün boca edildiği bir yerde yaşıyor…

Üstelik artık evden kaçıp turne otobüslerine binmeye de gerek yok. Dijital olarak her şeyi takip eden, DM atan, algoritmaları tetikleyen, yorumlarla bağıran figürlere evrildiler. Fiziksel bir yakınlıktan çok, simgesel, dijital ve sosyal sermaye kazanımına yönelmiş bir grupilik bu. Sosyal medyada bir ünlüyle çekilmiş bir fotoğrafı, ondan gelen bir DM’yi paylaşmak hem dikkat çekiyor hem de o dikkat üzerinden bir tür mikro-şöhret sağlıyor.

İnsanlar dikkat çekince değer kazandığını hissediyor ve bana kalırsa grupiliğin temelinde yatan asıl güdü bu. Sosyal medya çağında da olsa, değişmiyor: ünlüyle arkadaş ya da sevgili olmak, onunla eğlenmek ya da konuşmak, o şöhretle “eşitlenme” hissi yaratıyor. Bu sayede insanlar kendi değerini o yakınlıktan devşiriyor.

#MeToo sonrası, geçmişteki kimi “groupie” ilişkilerinin istismar içerdiği, yaş farklarının ve güç dengesizliklerinin çoğu zaman görmezden gelindiği ortaya çıktı. Şaşırmadık değil mi? Hani Mıstık abi, selebriti seven bir kız arkadaşımıza kibarca “Sen onlardan biri olmuyorsun; onlar seninle sadece yatıyorlar” demişti de kıyamet kopmuştu ya… Yirmi yıl oluyor. Bkz RakınrolAnkara

Yanlış anlaşılmak istemem, grupileri yalnızca cinsellikle tanımlayan görüşe katılmıyor, fazlasıyla erkek bir yerden anlatıldıklarını düşünüyorum. Bu insanlar özgür iradeleriyle istediklerini yaşamış, bilinçli biçimde bir hayat tarzını seçmiş olabilirler. Bugünkü sosyal medya fanları için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Ahlaki bir yerden bakmıyorum demek istiyorum. Ama mesele netameli; yokmuş gibi de davranamayız.

Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (3)

İki gün boyunca okuduğunuz yazıları en az dört ay önce yazmıştım. Bazen yazıları bekletmek ve içerdiği hikâyenin gerçek hayatta nereye varacağını görmek gerekiyor. Arkadaşımın erteleme pratiği ilginçti, trajikti ve ustacaydı. Trajikti, çünkü yaşadığı şeyin “tamamlanma ihtimali” hep masadaydı ama hiçbir zaman masaya oturmuyordu. Ustacaydı çünkü, aşkını hep en parlak, en yoğun, en steril biçiminde tutabiliyordu. Aşık olduğu adamın da bu dengeyi anlaması gerektiğini düşünüyor. Anlamıyorsa bile, anlamamasını onun sorunu olarak görüyordu. Arkadaşım bu “karşılaşmama” halini (ruhen) hem kendisi hem de adam için bir lütuf gibi sunuyordu: “Böylece birbirimizi kaybetmeyeceğiz.”

Yazarken çarpıcı geldiğini kabul ediyorum ama biliyorsunuz ki gerçek hayat (hele sosyal medyalı olanı) çok başka biçimde gelişiyor. Arkadaşım yarattığı ertelemeyle, kendini koruduğunu sanırken kendi hayatının kapılarını kapatıyor olabilir miydi? Yoksa bu, modern dünyanın “hız” takıntısına karşı kişisel bir yavaşlık direnişi mi gösteriyordu? İkisi de olabilir, çünkü durumu, sürekli bir eşikte kalma halini yaşadığını düşündürüyor. O eşikte dururken, hem geçmişin güvenini hem geleceğin ihtimalini aynı anda hissedebiliyor. Ama biliyoruz ki eşikte uzun süre kalınamıyor, mutlaka bir tarafa itiliyorsun.

Hep arkadaşımı konuşuyoruz ama orda da marazi bir ikilem var. Aşık olunan adam -arkadaşımın sevgilisi değil, ama “gizli aşkı”- onunla hiç karşılaşmamış biri. Arkadaşım onu “tanıyor” ama tanımıyor; adam da onu “biliyor” ama görmüyor-görmemiş. Fiziksel bir karşılaşma olmadığı için ilişkilerinin temeli kelimelerden, hayallerden ve karşılıklı projeksiyonlardan ibaret. Şunu düşündüm, bir erkek yüzünü dahi görmediği bir kadına nasıl aşık olur? Şunu sormuş olmalı. Karşındaki insan gerçekten var mı? Yani biyolojik olarak değil, duygusal gerçeklik açısından… Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, yalnızca birinin var olması değildir, ona dokunmak, göz göze gelmek, ses tonunu duymak, teninin sıcaklığını hissetmektir. Arkadaşım, bu adama aşıkken bile onu hiç görmedi, ama adam da onunla asla karşılaşmadı.

Geçenlerde öğrendim ki ilişkileri bitmiş. Arkadaşım bana, bunun sorumlusunun adam olduğunu söyledi. Çünkü adam, gerçek dünyada başka kadınlarla ilişkilere girmiş. Buna rağmen arkadaşına sadık olduğunu iddia etmiş. Arkadaşım ise, hiçbir fiziksel kanıtı olmadan, sadece sezgileriyle adamın yalan söylediğini anlamış. Ve bu sezgi, onun için yeterli olmuş. Artık eskisi kadar sevmediğini fark etmiş, bir yalancıyla devam etmeyeceğini anlamış. Böylece ilişki, biraz yalpaladıktan sonra bitmiş.

Görülmeden yaşanan aşk” aslında modern iletişim çağının en çarpıcı paradokslarından biri. Birini hiç görmeden sevebilmek, onunla saatlerce yazışmak, sırlarını paylaşmak, hatta hayat planları kurmak… Ve bütün bunları, fiziksel olarak bir kez bile karşılaşmadan yapabilmek. Bu, bir yandan iletişim teknolojisinin sunduğu sonsuz yakınlık illüzyonu, diğer yandan da mesafenin sağladığı güvenlik kalkanı.

Asıl kırılma noktası, arkadaşımın aşkı bitirme gerekçesiydi. Adamın başka kadınlarla ilişki kurduğunu sezdi. Yani görmedi, yakalamadı, kanıtı olmadı. Ama sezgisi, onun için mahkeme kararı gibi kesin bir şeydi. Bu noktada aşkın sürdürülebilirliği, bedensel temasın eksikliğinden çok, güvenin yokluğuna bağlı hale geldi. Çünkü görmediği, dokunmadığı birine duyduğu bağlılık, yalnızca inanç üzerine kuruluydu. Ve inanç, malumunuz yalan ihtimalini kaldıramaz. Hatta bir başka erkekle ilişkisini sürdürüyor olmasını bile akla getirmeyebilir.

Şunu anladım: fiziksel karşılaşma olmadan başlayan bir aşk, aslında iki ayrı hikâye gibi ilerliyebiliyormuş. Herkes, kendi zihninde ötekinin bir versiyonunu yaratıyor çünkü. Bu versiyon, karşılaşma olmadıkça kolaylıkla korunuyor üstelik. Güven sarsıldığında ise hayal kırıklığı gerçek kadar sert olabiliyor. Arkadaşımın yaşadığı, tam da buydu. Adamın sadakatini sorgulamaya başladığı anda, zihnindeki “sevgili” figürü çatladı. Ve aşk, karşılaşmadıkları halde, gerçek bir ayrılık gibi bitti.

Sonuçta geriye şu ilginç tablo kaldı: İki insan, hiç yüz yüze gelmeden, birbirlerine derin duygular besleyebilir, hatta ayrılık yaşayabilir. Karşılaşmamış olmaları, bu aşkın gerçekliğini azaltmıyor ama güvenin kırılması, o büyük hayali yıkıyor. Aşk, fiziksel temasın ötesinde, bir “var olduğuna inanma” eylemi. Ve o inanç yıkıldığında, geriye ne beden kalıyor, ne de hayal.


Related Posts with Thumbnails