Salı, Kasım 18, 2025

İmgelerle Konuşan Kaos

The Economist dergisinin The World Ahead 2026 kapağı epeyce ilgi uyandırdı. Justin Metz’in çizdiği kapak, gelecek yıllara yönelik küresel belirsizlikleri “kaotik dünya/gezegen” metaforu üzerinden anlatıyor. İyi düşünülmüş, editöryal olarak da doğru kotarılmış bir yorum.

Metz, üç yıldır World Ahead kapaklarını hazırlıyor. Minimal bir renk paleti kullanıyor; sembollerle ördüğü yoğun sahne istiflerini seviyor. İllüstrasyon ile enformatik grafik arasında salınan bir melez stile sahip. Bizde Cem’in (Dinlenmiş) yaptığına benzer bir üslupla çalıştığını söyleyebiliriz.

Kapağın özünde bir “risk haritası” mantığı var: savaş, kriz, kaos imgeleriyle önümüzde hayli olumsuz bir yıl olduğu ima edilmiş. Metz’den, gelecek yıl dünyayı etkileyecek olguları betimlemesi istenmiş; o da karmaşık görünen ama dikkatli bakınca bilinçli olarak katmanlandırılmış bir sahne tasarlamış. Çalışması, yaşadığımız hayatın dağınık, parçalı ve kesintili ritminin bir replikası gibi duruyor.

Üç halka kurulmuş: bana kalırsa ana gövde kapitalizmin sıkışması, ikinci katman jeopolitik çatışmalar, dış halka ise sosyo-ekonomik akış. Sağlık teknolojileri, zayıflama ilaçları, yapay zekâ, dikkat ekonomisi… Yani dünyayı yalnızca savaş değil, “davranışlar ve tüketim” de belirliyor deniyor.

Gözüme takılanları kısaca sıralayayım.

Mavi yumruk, küresel protestoları ve isyanın geri dönüşünü imliyor. Füzeler ve roketler, Ukrayna–Rusya savaşının bitmeyeceğini, hatta yeni fazlara yöneleceğini söylüyor. 250 yazılı pasta, derginin yıl dönümü kadar kapitalizmin yorgunluğuna da gönderme olabilir. Viking gemisi, NATO’nun kuzeye doğru genişlemesi; kırmızı tank ise Rusya’nın askeri baskısı ve enerji-politik şantajcılığı. Siyah takım elbiseli adamlar, siyaset sınıfının küresel ölçekteki tıkanmasını temsil ediyor. Gençliğimden beri sorulan “geleneksel siyaset bitti ama yerine ne gelecek?” sorusunun hâlâ cevabı yok.

Dolar işaretleri ve kırık zincirler, devlet borçlarının sürdürülemez seviyelere çıkmasını işaret ediyor. Enjeksiyonlar ve ilaç şişeleri, zayıflama ilaçları furyasını ve yeni salgın ihtimallerini çağrıştırıyor. Sağlık ekonomisinin 2026’da çok konuşulacağı söyleniyor; ne-nasıl gelişecek merakla bekliyorum. Yapay zekâ simgeleri, işgücünün dönüşümünü ve özellikle beyaz yakalıların işlev kaybı endişesini öne çıkarıyor. Oyun kumandası, “dijital dikkat ekonomisi”ne alaycı bir gönderme.

Kırmızı futbolcu, Körfez sermayesinin sporu küresel bir güç gösterisine dönüştürmesini hatırlatıyor. Tank ve deniz dalgaları, yükselen deniz seviyelerini ve iklim-güvenlik denklemindeki kırılganlığı imliyor. Maskeli figürler ise bana dijital yalnızlığı, kutuplaşma yorgunluğunu ve insanların giderek artan güvensizlik hissini düşündürüyor.

Meraklısı kapağı daha da ayrıntılı inceleyebilir; her simge kendi başına bir hasbihal ekseni zaten.

Kapak, abartılı mı, yoksa bizi boktan bir yıl mı bekliyor emin değilim. Dünyanın artık hiç durmadan kriz ürettiği bir eşiğe geldiğimizi anlatmak istemişler. Diğer yandan bana yeni bir şey olmayacak gibi geliyor, dünya bir süredir krizleri yönetemiyor, sadece erteliyor, yine erteleyecek gibi hissediyorum.

Pazartesi, Kasım 17, 2025

Maaile

Fotoğraf, büyük ihtimalle 1925-33 arasından. Cumhuriyet’in ilk on yılının tazeliğinden, “iyimser” zamanlardan birine ait. Bir tatil günü, muhtemelen bir sayfiye gezmesi… Maaile dışarı çıkılmış, belli ki hem hatıra bırakmak hem de kendilerine güzel bir gün armağan vermek istemişler. Oksijen, ömrü uzatıyor diyor Fransızlar, “hadi bir hava alalım”.

Hoşuma giden şey şu: Ağaç dibine sırtlarını verip ince bir rahatlıkla kaykılmışlar. Hava efil efil, dalların arasından geçen ışık ortama küçük bir sahne ferahlığı katıyor. Her biri kendi hâlinde ama aynı anda birlikte; iç içe, dip dibe poz vermişler. O kuşak için yakınlık göstergesi doğal bir beden diliydi; bugünkü mahremiyet takıntısından eser yok.

Kıyafetler döneme göre oldukça “a la mode”: Kadınların başörtüleri modern şehirli zevkine yakın; erkeğin takım elbisesi özenli ve sade. Sepet, örtü, şişeler ve kırıntılar… Hepsi günlük hayatın küçük ayrıntıları ama yıllar sonra bakınca insana hem bir düzen hem de hoş bir dağınıklık duygusu veriyor.

Aile ilişkisini de az çok ele veriyor fotoğraf: Bana baba, anne-gelin, hala-görümce ve çocuk-yeğen gibi geldiler. Aralarındaki mesafe, bakışlar, yan yana diziliş biçimleri… Belli ki birbirlerine alışık, birbirlerini taşıyan bir aile grubu. Gülümsemiyorlar ama rahatsız da değiller; o tipik erken Cumhuriyet ciddiyeti içlerinden sızıyor: “Poz veriyoruz, gülmek şart değil, duruşumuz önemli.”

Sonuçta, hüzünle neşenin arasında kalan eski fotoğraflardan biri bu. Hem bir günün telaşsızlığını hem de o yılların kısıtlı ama umutlu modernliğini taşıyor. Ağaçların altında kaykılan insanlar azalmadı da ama galiba bakışlarımız değişti.

Pazar, Kasım 16, 2025

Paşa hazretleri

Ellili yıllar… Demokrat Parti iktidarı. Ülke, henüz birkaç yıl önceki korku tünelinden yeni çıkmış gibi; geçmişe, özellikle de İnönü dönemine karşı yoğun bir tepki var. Bu hava içinde, namlı tiyatrocumuz, halkı kıkırdatmayı meslek edinmiş Muammer Karaca sahneye “Paşa Hazretleri” adlı bir komedi koymuş. Reklam öyle diyor. Düşünün: Daha iki üç yıl önce böyle bir oyunu akla bile getirmek zordu.

1950-54 arasında toplum gerçekten bir nefes alıyor. İnsanların ruh hâli “iyiye gidiyoruz” fikriyle dolu. Herkesin dilinde aynı heves: “hürriyetler”… Bugünden bakınca sürecin nereye varacağını biliyoruz ve değerlendirmelerimiz kaçınılmaz olarak farklılaşıyor ama o dönem için durum başka. İnsanlar bir iktidarı oy vererek değiştirmiş olmanın gururuyla konuşuyor, hesap soruyor, hatta kendi içinde bir meşruiyet hissi kuruyor. “Paşa Hazretleri” tam da bu ruh haline denk düşen bir sahne işi.

Artık “oynanabilir” deniyor. Herkes, her şey eleştirilebilir. Üstelik gelen iktidar, gideni hicvedenin önünü açıyor, bir anlamda teşvik ediyor.

Bazı sanatçılar siyasal kimlikleriyle hatırlanır ya, Karaca da onlardan biri. Sağcılığıyla hatırlanır. Demokrat Partili olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Sonrasında çizgisi değişti mi, doğrusu araştırmış değilim. 1978’de ölen, bulvar komedilerinin gediklisi, popüler bir tiyatrocuydu. Bugün hâlâ en çok “Cibali Karakolu” ile akıllarda.

“Cibali Karakolu” da malum, İnönü döneminin, kırklı yılların bir simgesi. İstanbul’un Fatih ilçesinde yer alan, işkence ve dayak hikâyeleriyle şikâyetlere konu olmuş bir polis merkezi. Şikâyet dilekçeleri ya örtbas ediliyor ya da sürüncemede bırakılıyor.

Karaca, DP döneminde bir Fransız oyununu uyarlarken bu kötü şöhretli karakolun adını özellikle seçiyor. Niye yaptığı çok açık: O yıllarda polisle alay etmek kolay değil; ama İnönü dönemiyle ilgili bir imada bulunmak mümkün. Oyun daha çok bu bakımdan hatırlanıyor. O dönemki seyirci ise başka bir merakla izliyor: eski iktidarın eleştirisi sahneleniyor çünkü.

Oyun yıllarca repertuvarda kalıyor. Ben bile kırk yıl sonra, Nejat Uygur’un sahneleyişiyle izlemiştim. Elbette artık başka bir şeydi; CHP eleştirisinin o eski anlamı çoktan buhar olmuştu.

Cumartesi, Kasım 15, 2025

Doğru söyleyen kadın


Yegâne (Tek) Doğruyu Söyleyen Kadın” başlığıyla yayımlanan bu illüstrasyon… O yıllarda “karikatür” sayılıyor, o ayrı. Akbaba dergisinin 1 Şubat 1934 tarihli sayısında Münif Fehim imzasıyla çıkmış. Esprisi kadının sözlerinde gizli: Kadın (yani Havva), Adem’e dönüp şöyle diyor: “İlk sevdiğim erkek sensin!”

Münif Fehim’in çok tuhaf, çok özgün bir çizgisi var. Bazen öyle işlerine rastlıyorum ki, başka bir dönemde yaşasa bambaşka estetik yönelimlere gidebilecekmiş hissi uyandırıyor. Fakat geçim kaygısıyla çok üretmiş; bu da onu hızla çizmeye, dolayısıyla bazı arayışlardan uzaklaşmaya itmiş. Buna rağmen inanılmaz çalışkan. Eski deyişle, “şapka çıkarmak gerekir.” Üzerine neredeyse hiç yazı yazılmamış; o da ne röportaj vermiş ne kendini anlatmış. Sessiz bir emekçi. Tevazusundan, kendi kabuğunda üretmeyi tercih ettiğinden, döneminin narsistik rekabet ortamına bulaşmadığından anlaşılıyor bu.
,
Yukarıdaki illüstrasyon bana kalırsa bir espri için çizilmiş değil. Akbaba’nın sahibi ve başyazarı Yusuf Ziya Ortaç, Fehim’in çizimine o espriyi sonradan iliştirmiş olmalı. İmza Fehim’in, ama “fikra” Ortaç’ın. Zaten türü, tonu ve odağı bile onun zihninden çıktığını ele veriyor. Erkek merkezli, kadın karşıtı mizah anlayışı düşünüldüğünde şaşırtıcı da değil. Elbette o dönemin mizahından bugünün “doğru”sunu bekleyemeyiz; ama bu, Ortaç’ın buyurgan erkekliğini mazur göstermez. Çünkü o yıllarda bile, bunu yapmayanlar, başka türlü söyleyenler vardı.

Okura not:

Yazının üst kısmını üç-dört yıl önce yazmıştım. Bugün Altan Erbulak’ın Kibar Hırsız bantlarının orijinalleri elime geçti. Okur okumaz, Münif Fehim illüstrasyonuna sonradan eklenmiş Yusuf Ziya Ortaç esprisini hatırladım. Arada neredeyse çeyrek asır var. Erbulak, 1934’te henüz beş yaşında…

Faruk paraşütle kadınların arasına iniverdi…” diye başlayan sahnede, kadınlar yine alay nesnesi; erkek kahraman ise gülmenin merkezinde. “Hayret, hem kadınsınız hem sözünüzde duruyorsunuz,” diyor kahramanımız. Kadınların güvenilmezliği, hâlâ mizahın hammaddesi.

Kadın, bir kez daha bir “durumun” ya da “tepkisel mizahın” taşıyıcısı; özne değil, esprinin hedefi. Yani 1934’te Havva’ya “İlk sevdiğim erkek sensin” dedirten dil bitmemiş. Erbulak gibi gerçekten neşeli, sevimli, hatta “mutedil” bir çizer bile erkek egemen ironiyi sürdürmüş.

Cuma, Kasım 14, 2025

İkisi birarada: Sulh için Atom

Akbaba, 1955 / yeniden yorum: LeCe, 2025

Mizah dergilerinin kapaklarını yeniden üretme fikrinden daha önce söz etmiştim. Sevdiğim, anlamlı bulduğum kapakları yeniden yorumluyorum. Bu süreç, yoğun iş temposundan kaçmanın, geçmişle bugünü karşılaştırarak düşünmenin bir yolu. Bir tür zihinsel oyun.

Kapaklardaki espriyi ve sahne kurgusunu birebir taklit etmiyorum; onları gerçekçi bir tonda yeniden kuruyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi, aynı fikri farklı bir üslupla kurduğumda nelerin değiştiğini görmek. İkincisi, yerel bir mizah geleneğini bugünün küresel kültüründe yeniden dolaşıma soktuğumda nasıl algılanacağını anlamak. Bu süreç, mizahın da zamanın da nasıl değiştiğini gösteriyor.

Bu kez ellili yıllardan bir Akbaba kapağı seçtim.

Dergi, o yıllarda “resimsi” kapakları severdi; fotoğrafla karikatür arasında duran, hafif erotik etki taşıyan işler… Böyle olunca Nehar Tüblek gibi karikatür çizgisi belirgin çizerlerin kapağa çıkması zordu. Bu örnek, o yüzden istisna sayılır.

Kapağın esprisi bugünden bakınca epey çocuksu: “Sulh için atom.” Soğuk Savaş yılları… “Atom” derken kastedilen şey malum: genç kadının göğüsleri. O dönem argoda “füze” ya da “atom” sözcüğü doğrudan cinsellikle ilişkilendirilmişti. Mizah, kadın bedeni üzerinden kuruluyordu; şaka gibi görünse de bakışın ağırlığını taşıyordu.

Ben o kapağı yeniden ürettim. Gerçekçi bir çizgiyle, abartıyı ve espriyi kısmen "bozarak". Soldaki özgün kapak hızlı: göz kırpıyor, güldürüyor, geçiyor. Benim yorumumsa o hızın tam tersine kurulmuş, koyu ve yavaş. Çünkü artık şaka yok; bakışın kendisi var.

Bu yüzden “bakanı” durduruyor. O eski kapağın güvenli mizahını bozuyor, rahat bir gülümsemeyi imkânsızlaştırıyor. Tüblek’in figürü bakılmak için yapılmıştı; benimki onu izleyerek bakışın kendisini sorgulamak için üretildi. En azından niyetim buydu. Kadın artık “şakanın malzemesi” değil, şakanın bedelini ödeyen kişi: “Bak ama bu kez neye baktığını fark et.”

Başta, kapakları yorumlarken güç kaybedeceğimi, ürettiklerimin taklit gibi durabileceğini biliyordum. Sonra bunun illa bir zayıflık değil, tam tersine bir ters yüz etme biçimi olduğunu fark ettim. Bir zamanlar espri olan şey, şimdi bir yüzleşme biçimine dönüşebilirdi. Bu da bir güç değişimi ve başka türden, daha sessiz ama daha kalıcı bir etki bırakabilirdi.

Perşembe, Kasım 13, 2025

Bir balkon sahnesi

Fotoğraf, geçen asırdan, otuzlu yıllardan gibi duruyor. Üst-orta sınıfa ait bir evin balkonunda ya da terasında çekilmiş. Zemindeki kilim, arkadaki dökme demir korkuluklar ve açık kapı detayı, yazlık bir evi ya da köşk benzeri bir yapıyı düşündürüyor. Işık yumuşak; muhtemelen öğleden sonra, doğal ışıkta çekilmiş.

Üç kadının ortasında (büyük ihtimalle dayı ya da enişte olan) bir erkek oturuyor. Dönemin modasına uygun şekilde dar paçalı pantolon, açık renk gömlek, kravat veya fular takmış. Gözlükleri o yılların güneş gözlüğü modasını (belki pince-nez benzeri bir modeli) yansıtıyor. Kadınların üçü de kısa kollu, diz altı uzunlukta açık renk elbiseler giymiş. Saçlar kısa, dalgalı, “marcel wave” etkisi taşıyor; Cumhuriyet’in ilk kuşağındaki “modern” kadın imgesine denk düşüyor.

Kadın-erkek bir aradalığı gayet rahat; bu da 1930’ların şehirli, eğitimli orta sınıf çevrelerine özgü bir modernlik sahnesi. Kadınların beden dilleri içten, gülümseyen ifadeler doğal. Fotoğraf, erken Cumhuriyet’in kentli yaşam tarzını ve serbest zaman kültürünü (oyun, sohbet, açık havada oturmak) bir arada gösteriyor: “Biz de modern bir hayat sürüyoruz.”

Beyefendinin kartları tutuşu, el hareketi ve ifadesi bir falcıyı taklit eder gibi. Kadınların ona ve sahneye bakışı farklı: biri olaya katılmış, biri mesafeli, biri dışarıya, kameraya yönelmiş. Böylece fotoğraf hem içe (oyunun kendisine) hem dışa (fotoğrafın sahiciliğine) bir göndermede bulunuyor.

Fotoğrafın neşesi bana iyi geliyor. Küçük bir teatral sahne kurulmuş; belli ki bir mizah duygusu, bir gösteri isteği var. Ama mizah yalnızca adamın falcı pozunda değil, asıl, kameraya bakan kadının sessiz ironisinde saklı. O bakış, pozun kurmaca olduğunu ifşa ediyor, fotoğrafın kendi sahnesini açığa vuruyor. Kare bu yüzden hem komik hem bilinçli: hem oyun, hem kendini fark eden bir temsil.

Meraklısı, fotoğrafın arka yüzüne yazılmış mektuba da bakabilir. O kadarına girmeyeceğim; bana bu mütevazi mizah, kâfi geliyor.

Muazzez

Boksör Sarı Oktay’ın kızı. Kolejli, Ankaralı. Soyadı, polis olan ilk kocasından.  Sesi güzel Muazzez. Külhani, aparkatlı. Ağır şarkıların uzun saltanatlısı... Kurşuni bir tütün sesi. Hasan Heybetli’nin efsunlu gecesinde hiç bakmasa bu kadar âşık. Halaskar Gazi’ye serilen güller. Rast söylerken kendini katan kadın, ah bu şarkıların gözü kör olsun. Muazzez Abacı, vurgun…

Bir otel odası, biraz görüş günü, biraz eski bir şarkı. Sabaha kadar içelim, masa güzel, sen ağla Firuze! İki kere çaresiz, üç kere yorgun. Her seven bir değil. Arafta yağmurlar, rüzgârda yağmur hep eğri yağar. Abacı, azalan gündüzlerin, “bitti o sevda” diyen hayatın boğuk tınısı. Yokuş aşağı.

 

Related Posts with Thumbnails