Cumartesi, Nisan 27, 2024

Sofranın sahipleri


Safa Önal ile yapılan Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti söyleşi kitabında geçiyor. Bir gün aile dostu Attila İlhan, akşam yemeğine geliyor, sonrasında şiirlerini okumasını istiyor, o da okuyor. Benzer bir şeyi, Kemal Tahir'le yaşıyor, ona da Devlet Ana romanını okuyor, Tahir de gözleri dolarak dinliyor filan...

Hani diyorum, bu okuma işi bir eğlence olabilir, bir entelektüel faaliyet sayılabilir, eskiden şiir matineleri filan da var, hiç mi hiç okunmuyor değil... Yanlış olmasın, benim de Ananeme, Babaneme roman okumuşluğum vardır, meseleyi anlamıyor değilim... 

Ya insan, yazdığı şiirleri birine niye okutur, yazdığı bir romanı "dinlerken" niye gözleri dolar? İşte bunu anlamıyorum. Kimseye garip gelmemesi de tuhaf... "Şiirlerimi okusana" veya "abi romanını okuyacağım"... Sahiden niye? Hayır demek kimsenin aklına gelmiyor. Nasıl bir narsizmse... sofraya hükmediyor, "yalnızca ben konuşulacağım" hissiyle sandalyesinde kaykılıyor... Sadece garip de değil, ayıp sanki... 

Böylesi nüanslar yazarları-sanatçıları güzel anlatıyor aslında... niye bağırdı, nasıl unuttu, niye fikrini değiştirdi... diye sorular soruyoruz ya bence epey cevap buralardan çıkabilir.  

Nasıl anlatsam, sofranın sahibi, konuşanı, dinleyeni, seyircisi, en güzel mezesi ve hatta masanın kendisi olmak istiyorlar. Yetmiyor çünkü.

Cuma, Nisan 26, 2024

Bizi birarada tutan şey pozculuğumuz


İnsan çocukken günü yaşıyor ve  yarın ne olacağına dair bir endişe taşımıyor. Ebeveynlerse bizden bunu öğrenmemizi istiyor, yarattıkları "yarın korkusuna"  geleceğe ve hayata hazırlanmak diyorlar. Her çocuk gibi benim de gelecekle ilgili bir tahayyülüm yoktu, gelecek dendi mi aklıma bilim kurgu filmleriyle macera hissi ve korkuyla karışık bir kıyamet fikri gelirdi. 

Büyüdükçe, yarın korkusu da büyüyor, sınavlar, meslekler, geçim derdi şu bu katlanıyor...Ebeveynleri taklit ediyor, birbirimize büyükleniyoruz. Yarınla ilgili kıyamet senaryolarına ergenlikte başlıyoruz. Hele erkeklik, her şeyi bilmemizi ve büyüklenmemizi şart koştuğundan daha da coşuyoruz. İddialı felsefi çıkarımlarla Türkiye batıyor, dünya batıyor demeye o ergenlik safhasında dahil oluyoruz...

E ergenlik biten de bir şey değil ki...Sürdükçe sürüyor.

Batıyor, bitti, her şeyin sonu filan demek de fiyakalıdır, gençsin, kestirip atarsın...ilgi çekersin... Bağıra çağıra, söylene söylene, haykıra haykıra... Türkiye yolun sonuna geldi demek güzel gösteridir.

Siyasetle ilgilenen bir okur yazar olarak bu gösterilere hem çok şahit oldum hem de ucundan kıyısından dahil olup ben de oynadım.

Tabi şu var, zamanla anlıyorsun, "yolun sonuna geldik" derken haklı çıkmak istiyorsun. E olmuyor...

Bir yaştan sonra "lan bu kadar kötü şey oluyor, e niye batmıyoruz, nasıl oluyor da oluyor, devam ediyoruz" demeye başlıyorsun.

Kendime şunu sormaya, "bütün bu kötü şeylere rağmen bizi birarada tutan şey ne?" demeye başladım. İtiraf edeyim, memlekete bakarken hele bu yaşımda en çok bu soruya cevap arıyorum.

Anladığım şu, biz bir şeyin pozunu yapmayı çok seviyoruz. Siz de takdir edersiniz ki, poz dediğim şeyin içinde palavracılık da vardır, kurnazlık da...

Ne demek istiyorum? Deli gibi seviyorum diyoruz mesela aslında "deli gibi sever" gibi yapıyoruz. Bir iş yapıyoruz mesela, bağıra çağıra haklı olduğumuzu iddia ediyoruz ama eş dost arasında fısıl fısıl aslında o kadar haklı değiliz, "mecbur yapıyoruz" diye geçiştiriyoruz. Hakim, bir karar verecekken, "seçimleri bi görelim" diyebiliyor mesela. Herkes, adalet ve vicdan üzerine konuşuyor ama oğlu için kızı için torpil isteyebiliyor. Sağcılar solcularla, solcular sağcılarla gizli saklı çalışabiliyor ama lafa geldi mi çalışanları ayıplıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, ayıplamıyorum, yanlışlamıyorum. Bir tarafıyla iyi ki öyle diyorum, çünkü nefes alacağımız aralıklar, nişler, küçük patikalar da bulabiliyoruz böylelikle...Herkesin bağırdığı yerde oksijen azalır.

Batıyoruz diyorduk ya... Bu palavracılığımız bizi batırmıyor, su yüzeyinde tutuyor mu demeli... Bu palavra ve yalan dolanla "level" da atlayamıyoruz, anca atlar gibi yapıyoruz.

Demokrasi, ifade özgürlüğü, çok seslilik, hoşgörü hepsini konuşuyor ama inanmıyoruz diyemiyorum. İnanır gibi yapıyoruz, yerine göre inanmaz gibi yapıyoruz. Bazan bağırarak, bazen samimi bir fısıltıyla günü kurtarıyoruz. Zamana ve mekana göre pozunu yapıyoruz.


Perşembe, Nisan 25, 2024

Ne Güzeldi O Günler Tüh Tüh...


The New Yorker kapaklarına haliyle ilgi gösteririm. Ne çizmişler, nasıl bir üslup tercih etmişler merak ederim. Öte yandan  itiraf etmem gerekirse kapak konularını, işleyiş biçimlerini epeyce muhafazakar bulurum. Yukarıdaki kapağı görmemiştim, eleştirdiğim şeyin tipik bir örneğiymiş...İki ayrı dönemde bir aile toplantısı resmedilmiş. 

Bu aile meselesine bir türlü mesafeli bakılamaz, aile bildiğin arka bahçedir halbuki...Haset ve rekabet dolu bir çukur olabilir, öyle değilmiş gibi yapılır. Teorik olarak büyükler küçükleri korur, sever, kimse kimseye saygısızlık etmez şu bu...

Bugün hastanedeydim, bekleyen hastaların konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım ister istemez. Hiç şaşmayan bir düşmanı var ailelerin. Hariçten gazel okuyan, aileyi duman eden bir düşman. Adına ister damat deyin ister enişte. İşte damat paraları yemiş, bunları kandırmış, malı sattırmış, borç almış vermemiş şu bu...O yabancı adam, aileye nifak sokmuş vs vs...Ne denir buna? Palavra diyeceğiz değil mi? Zaten ne geliyorsa dış mihraktan, yabancılardan geliyor fenalık ve musibet...

Eskiden bütün aile konuşurmuş, güzel yemekler yapılırmış, insanlar sohbet edermiş, sokaklar temizmiş şu bu...Oysa şimdi herkes televizyona mahkummuş, çocuklar okumuyor telefonla konuşuyormuş, kimse kimseyle iki çift laf etmiyormuş...Kadınlar yemek de yapmıyor hem...Tüh tüh nerde benim annemin sarmaları dolmaları?

Bence bütün bunlar yaşlı adam hezeyanları...Gelenek, aile, nostaljik hayıflanmalar say say bitmez...Gelenekten ayrılanı kurt mu kapar peki...Kurt, modernizm olabilir mi veya vahşi kapitalizm...

Ne kadar eskiye giderseniz gidin, eskiden de aile "yıkıldı-bitti" eleştirisi vardı, her şeyin yozlaştığı iddia edilirdi... Tarihin her döneminde bugün eleştirilir, yarından korkulur ve dün, müthiş bir sığınaktır, tahayyül edilen bir simgedir, sahici değildir.

[2010]

Pazartesi, Nisan 22, 2024

Muhterem hanımefendi

Altmışlı yıllardan bir hayran mektubu, Çolpan İlhan'a yazılmış. "Muhterem hanımefendi" diye başlamış, meramını "sizi her an karşımda görmek istediğimden bir fotoğrafınız lütfederseniz minnettarınız olacağım" diye anlatmış. Dil şahane, nezaketli ve mesafeli... Ne yazık ki, Çolpan hanıma ulaşmamış gibi duruyor, çünkü mektup hiç açılmamıştı, ben açtım.

Yeşilçam'dan önce radyo sanatçılarına yönelik büyük bir ilgi var, mektuplar, imzalar, alkışlar, konser öncesinde toplaşmalar... Zeki Müren, cumhuriyetin ilk starı olmuş bu bakımdan... Bu fan kültürü nasıl gelişti ve normalleşti ölçebilmek sanıyorum çok mümkün değil. Bir milad varsa, o Yeşilçam olmalı diyoruz... Yeşilçam sadece filmleriyle değil, kendiyle alakalı medyayı da bu yönde kullanmak istemiş, o anlaşılıyor. Örneğin yukarıdaki adres, bizatihi dergilerde paylaşılıyor. Oyuncular, seyirci mektupları almak için genellikle ev adreslerini veriyorlar. Mektupların çokluğuyla övünülüyor filan. Sonra fanların kendi aralarında rekabet etmesi doğallaşıyor şu bu...

İsim vermeden anlatacağım, 2008 yılında bir yemeğe davet edilmiştim. Ev sahibinin hayat arkadaşı eski bir Yeşilçam yıldızıydı ve onun bir hayranının Antep'ten gönderdiği yemekleri yemiştik. Şaşırmıştım. Her hafta gönderiyormuş. Allah için çok güzel, çok zahmetli yemeklerdi, afiyetle yedim ama bu enerjiyi halen hatırlıyorum. 

Fan kültürüne çok uzak biri değilim, çocukluğumdan beri bir kişiye ya da bir örüntüye tutkuyla karışık hayranlık besleyen yüzlerce insanla karşılaştım, tanıştım, arkadaş oldum. Yine de bir Ajda Pekkan hayranıyla yaptığım sohbeti hiç unutamıyorum. Neden bu kadar çok sevdiğini açıklamasını beklemiyordum ama sevmeyenlere veya farklı biçimde sevenlere karşı kurduğu ve büyüttüğü öfkeyi dinlemek beni heyecanlandırmıştı. 

Düşünerek mektup yazıyor ve fotoğraf istiyorsunuz, günlerce mektubu bekliyorsunuz. Tuhaf bir aşk... 


ghghhghhg

Pazar, Nisan 21, 2024

"Varım"


Gülümsetiyor bu tür cevaplar... Gülümsemek derken hem beğeniyorum hem de bir parça ergence buluyorum galiba... Amaç da o zaten... Genellikle şairler ve tiyatrocular yaparlar bu çıkışları... Ajitatif, sivri ve akılda kalıcı bir çıkış arıyorlar. Dikkat çekmek veya "konuşulan" bir cevap aramak da denebilir buna... Dost dergisi, Devlet Ana çıktığında bir soruşturma yapmış, çeşitli sanatçı ve entelektüellere romanı sormuş. İlhan Berk, böyle cevaplamış, "okumadım" "beğenmedim, görüş bildirmeyeceğim" dememiş, bir gösteri yapmış... Küçümsemiş, önemsemiş, kendini öne çıkarmış...

Mesele İlhan Berk veya Devlet Ana romanının niteliği değil... İnsanın,  dünyada varolma biçimi, "varım" deme arzusu... Sanat ve sanatçılarda bu his ve tavır meşru sayılıyor ama sanki (artık) onlara özgü filan diyemiyorum.

Vasıfsız çalışanlardan nitelikli iş gücü sahiplerine varıncaya kadar bütün insanlarda, yanılıyor da olabilirim, bana gittikçe öyle gelmeye başladı, kendileri dışında bütün insanları "salak" ve "cahil" bulma iştahı ve gösterisi var. Kimle konuşsanız, kendileri dışındaki herkese bir saydırıyor..."Bu millet" veya "biz" diye başlayan kestirimlerde bulunuluyor, üstelik bu kestirimler erkeklerin (ve erkeklerden öğrenen kadınların) "her şeyi bilme", "öğretme", "doğru olanı seçme" iddiasıyla da karışıyor... Gününü gösteriyoruz, kendimizi gösteriyoruz... Falan filan işte... Performans sanatlarımızdan "o ne yaa..."

Şov mast go on yaşıyoruz.

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Döner Durur



Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz. 

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz. Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

Sonra acı ve keder kesilmedikçe, katledilenler bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız, insanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz. 

Eğer inanıyorsak,  hissettiklerimizi Allah'ın da gördüğünü, er ya da geç, bu haksızlığını gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz.

Tabii ki bu bir temennidir, gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

Suç, bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz. 

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız.Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine...

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allahı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır, hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur.
Related Posts with Thumbnails