Perşembe, Temmuz 25, 2024

Çekme lan!! fotoğrafları


 

Üç ayrı fotoğraf da yetmişli yılların İstanbul pavyonlarından, gece hayatından... Tek tek bakınca battal erkekler, konsomasyona gelmiş kadınlar, pozlu, palavralı jestler... eprimiş masalar, dumanlı, kirloz ve sakil bir ortam görüyoruz...

Ortada bir fotoğrafçı dolanıyor ki, kellifelli beyfendiler flaşı (ve şipşakçıyı) görünce alenen "gıvranıyor", "lann" tadında  delleniyorlar, "çekerse" evden-hanımdan uzakta o gece kaçamağı ossaat resmedilmiş olacak çünkü... Sonra ayıkla pirincin taşını, peh peh...

Çekme kardeşim ricası ve tedirginliği de var, senin gelmişini geçmişini severim öfkesi de... E meret bardakta durduğu gibi durmuyor, hanfendinin yanında adamın ağzını bozduruyorlar afedersin...

Garsona mı söylesen canım benim...

Çarşamba, Temmuz 24, 2024

Ayrık otu

Çizgi: Berat Pekmezci
 

Kilise Direği


Eski sözlükleri karıştırırken fark ettim, Orta Anadolu'da, uzun boylulara "kilise direği" deniyormuş, bütün adlandırmalar gibi hafif komik ve asıl olarak dışlayıcı... Söz konusu bozkır olunca epeyce "gavurlaştırıcı"... Yani "camii direği", "minare direği" denmemiş de...Benzemezlikle, kendinden olmayanla özdeşleştirilmiş...

Ailede uzun boylu çok olunca, bu "boy" muhabbetine küçük yaştan alışıyorsunuz. Sizi her gören bir şeyler söylüyor, hele ergenlikte hızla boy atınca "aaa" ya da "ooo" diyen çok çıkıyor, "basket oynuyor musun" şu bu... Büyük gösteriyorsunuz, hemen fark ediliyorsunuz, kolay hatırlanıyorsunuz, kolay kolay gizlenemiyorsunuz filan...Ölçüleriniz farklı olduğundan giyimden kuşama, tavan yüksekliğine kadar her yerde sorun yaşıyorsunuz.

Azınlıksınız çünkü...Normal değilsiniz. Ben kendimce ironi yaparak "insana göre yapmışlar" derim üstüme göre, ayağıma göre bir şey bulamayınca...

Kilise direği o sebeple hoşuma gitti, ortalamanın dışında olanı mimleyen, onu ürkütücü ve garip bulan bir aklın-zihniyetin yakıştırması...

Not: Fotoğraf, 2.72 boyundaki dünyanın kayıtlı en uzun boylu adamına ait...Henüz 22 yaşındayken ölmüş...

Salı, Temmuz 23, 2024

Ferit Bey

Paris yolcusu, reklamcı, duvara asılan çerçeve, seramik ve felsefe. Hakkâri’de bir mevsim, Kafkaesk karanlık. Fantastik tecrit. Sessizlik. Sürgün ve yaralı bir zaman. Fikret Mualla deseni. Kohut’un dolambaçları. İlintili acılar ve ötelenen yalnızlıklar. Ferit Edgü, Türkçenin dağ şiiri, galeri günlüğü.

Pazartesi, Temmuz 22, 2024

Kaligrafi

Çizgi roman ve karikatürlerdeki balon ve anlatım kutularındaki yazılar-kaligrafi her zaman özenli-özel bir karakteristikle yazılmaz. Yazının bir görsel unsur olarak estetik bir değeri olduğu neredeyse hiç akla gelmez çünkü. Ayrıca bir para harcanmak istenmediğinden genellikle vasıfsız-düşük telifi kabul edecek insanlarla çalışılır, bu da işin niteliği belirler, sonuç bol imla hatalı, hızlı ve dikkatsiz bir yazılımdır. 

Blogu takip edenler rastlıyordur, bir süredir Altan Erbulak-Cafer ile Hürmüz orijinalleri topluyorum. Erbulak bantlarında kaligrafiyle ilgili ilginç vurgulara rastlıyordum. Kendisi mi yazıyor-tasarlıyor yoksa bir başkası mı yapıyor bilmiyordum. Sonunda öğrendim. 

Yukarıdaki bantta Hattat Etem Çalışkan imzasını görünce mesele benim için aydınlandı. Bantın kaligrafisini her zaman Etem Çalışkan yapmasa da bir ara bunu denemiş, Altan Erbulak için dostane bir katkıda bulunmuş, öyle anlaşılıyor. 

Çalışkan, benim çocukluğunda gazetelerde belirli günlerde yayınlanan Atatürk portreleri çizerdi. Yoğun emek gösterdiği hemen anlaşılan işlerdi. Sonra Kuran'ı Kerim'in Türkçesini elle yazmış, gazeteler de kuponla vermişlerdi. Gösterdiği hattatlık çabası haberlere konu olurdu. Görmedim ama Nutuk metnini de yazmış...Kendisine "milli ve manevi" hedefler koyuyor, incelikle uğraşıyordu diyelim, çalışkan insanlara zaafım olduğundan sohbet etmek, bir gününü nasıl geçirdiğini görmek isterdim.

Bugün balon yazıları bilgisayarda yazılıyor, kaligrafinin şahikasına-çok çok iyi örneklerine birkaç tuşla ulaşıyorsunuz. Etem Çalışkan'ın çabasını, Altan Erbulak'ın bir buluş olarak kullandığı-paylaştığı estetiğinin günümüzde bir karşılığı yok. Aa ilginçmiş denip geçileceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Oysa hem bir meslekti, hem de bir zanaat olarak geliştirilmeye çalışılıyordu, üzerine kafa yoruluyordu. 

Bilemiyorum, o çabalar, bir "müktesebat" olarak bilgisayar kaligrafisini ulaşmamızı sağlamış olabilir. Yol değil, yolculuktur önemli olan filan denir ya, o bakımdan önemli çabalardı bunlar. Diğer yandan e bu eziyet değil miydi diyenler çıkacaktır, çekenler dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir enerji dolumu-boşalımı işte... Siz oflaya puflaya dağa tırmanıp, dağın öbür tarafına geçiyorsunuz, adamlar gelip dağın içinden geçen tünel yapıyorlar, yol kısalıveriyor...


Pazar, Temmuz 21, 2024

Yalancı Peygamber Tavsiyeleri


Uçarılığı Orhan Veli'den, disiplini Aziz Nesin'den, çalışkanlığı Orhan Pamuk'tan almalı. İyimserliği Oğuz Atay'tan, derin sulara dalmayı Tanpınar'dan öğrenmeli.

Muziplik ve ironi için dileyenler bana başvursunlar, onlara bir reçete yazabilirim (Hep doktorlar mı reçete yazacak?). Kıkırdamak için İhsan Oktay'a  bakılmalı. Saat tamiri için Şule Gürbüz'e.

Tutku deyince Tomris Uyar, melankoli deyince Tezer Özlü, sokak deyince  Orhan Kemal, heyecan deyince Sait Faik mırıldanmalı. Denize karşı bağırmalı, dağın sesini dinlemeli, saksağanları seyretmeli...


Betonu delmeli, betonu delmeli...

Cumartesi, Temmuz 20, 2024

Ölüler Cennete Gider (1984)







1984 yılından bir hikaye, 15 yaşındayım. Yayımlanınca yüzlerce kez okumuş, derginin o sayfalarını epritmiştim...

Korku dergisinin hastasıyım, yeni şeyler yapıcam, çığır açıcam filan öyle hayallerim var. Bu da o dönemden...iyi hissettirmişti bana...

Ölüler Cennete Gider, fena değildir yani :)

Tek bir öğretmene göstermedim tabi bu yazdıklarımı... Çizgi romana kimsenin değer verdiği yoktu...Göstersen, "niye bunlarla uğraşıyorsun" diyecekler... On bir yıl sonra üniversitede asistan oldum, o zaman dahi bunu söyleyen en az on profesörüm oldu...

Annemler zaten ilgilenmediler...Her kriz zamanı çizgi romanlarım yakılırdı. 2008 yılında Türkiye adına Frankfurt'a çizgi roman sergisi yapmaya giderken küçük bir özeleştiri yapmışlardı, "o zamanın doğrusu oydu" diye...

Üzülmüştüm, hatırlayınca yine üzülüyorum ama...bizi biz yapan hayal kırıklıklarımız değil mi? Bu kadar engel olmasa belki de sebat gösteremezdim... İyi tarafından bakıyorum.

Ha, kim ilgilendi derseniz, benim gibi bir kaç deli dışında kimsenin ilgisini çekmedi...Şöyle bir baktılar, "a güzel" filan derlerdi... Kenar mahallede büyüyorsan, ne ki bunlar... Boş bir hayal...

Hikayede asıl yük, çizer Sevfi Karademir'deydi... Yarı yaşındaydım, Amasya'da yok yoksul bir hayat yaşıyordu...Mektup arkadaşı olmuştuk. Amasya'ya hiç gitmedim ama o şehir, benim için Seyfi Abi demekti. Ortak imzamızla dört çalışma çıkarmıştık, o yılların mahir yayıncısı Ali Recan, çeşitli dergilerinde tek kuruş telif vermeden defaatla yayımlamıştı onları....
Related Posts with Thumbnails