Çarşamba, Haziran 28, 2017

Taşra Tektüklüğünde


Taşra seyrekliği, taşralı merakı, yılgınlığı… Ne zaman taşrada vakit geçirmek durumunda kalsam, rahatsızlıkla söylemiyorum bunları, ilginç şeylerle karşılaşıyorum. Büyük şehirlerde göremeyeceğiniz şeyler de oluyor bunlar. Caddede, sokakta, bir yerde beklerken birileri size selam veriyor. Dursanız konuşacaklar, sorsanız cevaplayacaklar. Yakın zamanlarda en çok ilgimi çeken şey, insanların sizin yabancı olduğunuzu fark etmeleri… Bazen yabancı olmanızı diliyorlar sanki… Arabaların içine ısrarla bakıyorlar örneğin… Arsızca bir niyetle yapmıyorlar bunu.

Şehirli orta sınıflar bu kadar bakılmaya alışkın değillerdir. Daha çok onlar bakarlar etrafa, seyrederler, çıkarımda bulunur, aralarında konuşurlar. Yaşadıkları şehirle, aklından geçen medenilik ölçütleriyle, beklentileriyle kıyaslarlar. Oysa burada karşılarına çıkan şey fark edilmeleridir. Yabancı olduğunu hissettirecek ölçüde bakılırlar. Taşra tek tüklüğünde onca seyreklik içinde bir seyir nesnesine dönüşürler. Taşralılar şehre yeni gelen birini hemen fark ediyorlar. Medya, popüler kültür ve metropol hikayeleri taşraya dokunmuyor. Ebedi ve romantik iddialara karşın taşranın piyasa değeri yok. Taşralının şehirli yabancıya ısrarla bakmasında öfke var, husumet var, yalnızlık ve dışlanma korkusu var. Işığın arkasında kalma tedirginliği var. 

Foto: Cahilus

Perşembe, Haziran 22, 2017

Aşk denebilir sanıyorum


*Çocuk yaşlarınızda çizgi romanlar, mizahi dergiler-yazılar ilginizi çekmiştir. İlerleyen yaşlarınızda bu ilginin devam etmesinin nedeni nedir ?

Sevgi, sempati ya da aşk denebilir sanıyorum.

*Bu türlerin akademik anlamda literatür oluşturabileceğine sizi ikna eden ne oldu ?

Motivasyonumuzu kişisel iştah ve arzularımız belirler daha çok. Genel anlamda akademide daha ciddi, daha büyük ve daha önemli olana yönelik bir itibar kriteri vardır. Biraz onunla da cebelleşmek ve algıyı ucundan kıyısından değiştirmek istedim galiba. Üstelik yurt dışında bu konuda yapılmış binlerce çalışma vardı. Burası için yeni görünen ama yapılması gereken bir şeyi denediğimi düşünüyorum. Popüler kültür ürünlerinin, ülkeyi, kamusallığı, zihinsel kalıpları anlamak için önemli olduğuna inanırım.

*Çizgi romanlar, mizahi dergiler v.b türler için yaptığınız akademik çalışmalar nelerdir ?

2007 yılında üniversiteden istifa ederek ayrıldım, öncesinde ve sonrasında yüzlerce dergi ve gazete makalesi, yurt içi ve dışında yirmiye yakın akademik dergi yayını ile sanıyorum on civarında kitap çıkardım. Bu niyetle üretmiyorsunuz elbette ama çalıştıkça ve yıllar geçtikçe bir birikim oluşuyor.

*Ülkemizde çizgi roman denince macera-bilimkurgu-fantastik temalar akla geliyor. Peki toplumsal gerçekler çizgi romanlarda yer almalı mı ? 

Grafik romanlar bunu yapıyor, daha yavaş ve edebi hikâyeler anlatıyorlar.

*Yurtdışında sinemaya,televizyon dizilerine uyarlanıp büyük bir piyasa oluşturan çizgi romanlar ülkemizde hangi konumda?

Bu söylediğiniz daha çok Kuzey Amerika için geçerli. Orası ve belki Japonya ile Fransa dışındaki hiçbir ülkede o denli büyük ve hararetli bir “piyasa” yok. Türkiye’de de yok.

*Bir yazınızda, daha önce çizgi romanların kahramanlarına Türkçe isim vererek çevirildiğini belirtmişsiniz. Bunun yerine Türk kahramanların olduğu yerli çizgi romanlar yazılamaz mıydı ? 

Türkiye’ye yoğun olarak dahil olduğu yıllarla ilgili galiba bu söylediğiniz. O yıllarda yetişmiş, devamlılık gösterebilecek üreticilerimiz olmadığı için mümkün değildi, çizilemezdi, yazılamazdı.

*Klasik romanların ,grafik-roman uyarlamaları ilgi gördü ve yerli eserlerin de grafik-roman uyarlamaları yapıldı. Bu uyarlamaların eserlerin değerlerini olumlu veya olumsuz nasıl etkiliyor?

Onlara grafik roman değil uyarlama demek gerekiyor. Edebiyattan yapılan her türlü uyarlama risklidir, birinde sözle anlatırsınız, diğerinde görsel ardışıklık ve diyaloglarla… Olumlu ve olumsuz dediğimizde ister istemez pedagojik bir tartışmaya dahil olmak zorundayım. Bunu da yapmak istemiyorum. Siz ilgi gördü diyorsunuz, bu uyarlamaların niteliği çok düşüktür mesela. Büyük reklamlarla bir kampanya yapıldı ve satıldı o kadar. Arkası geldi mi? Hayır. Uyarlamaların okuma alışkanlığı yaratacağına ilişkin iyimserlikse çizgi romanı hiyerarşik olarak önemsizleştiriyor. Basit bir mantıkla çocuklar önce çizgi romanla tanışacak, aldığı okuma hazzıyla roman ve öyküye, sahici edebiyata yönelecek vs. Sanatlar hiyerarşisinde edebiyat yukarıda çizgi roman aşağıda görülüyor, çocukların daha iyi ve güzele ulaşılabilmesi için çizgi roman araçsallaştırılıyor. Oysa çizgi roman, bir hissi, bir zevki ya da birilerini bir yerden bir yere götüren servis aracı, aşağıdan yukarıya taşıyan asansör değil. Kendine özgü bir başka anlatım aracı, bir sanat türü.

*Çizgi romanlar,karikatür-mizah dergileri güldürü öğelerini daha fazla içerdiği için diğer edebi türlere göre önemsenmemiş ve "boş edebiyat" olarak görülmüş olabilir mi ?

Muhtemelen. Şunu da düşünmek gerekiyor elbette, meseleye sanat ve popüler kültür üzerinden bakacaksak, popüler kültürün geniş bir bölümü niteliksizdir, çizgi romanlar da böyledir. Nitelikli ve iyi hikâye ise nerede olursa olsun değer görür.

*Günümüzdeki alternatif kültür-sanat dergilerinin, blogların, sosyal medyanın yeni yazmaya başlamış olanlar için avantajları veya dezavantajları nelerdir ? 

Yazar olmak için, çok okumak ve çok çalışmak, çok yazmak gerekiyor. Bunu yaparsanız, nerede, nasıl yaparsanız yapın yazar olursunuz. Sosyal medya, karşılaşmaları kolaylaştırıyor ama bu sürat, kimseyi yazar yapmaz, o iş emek istiyor, çok külfetli ve ağır bir süreç. 

[Erciyes İletişim Gazetecilik Bölümünde okuyan Muharrem Gündoğan isimli bir öğrenci arkadaş, bitirme ödevi için bu soruları sordu.]

Çarşamba, Haziran 21, 2017

Bugün


Bugün, Eskişehir'e kısa bir ziyaret yaptım ve senaryosuna katkıda bulunduğum Kardeşler filminin çekimlerine gittim. Gerçi, şehrin seksen kilometre dışında bir yerdeydi, Eskişehir demek de doğru değil. Sohbet ettik, Bir hatıra fotoğrafı çektirdik, Funda (Ödemiş), Ömür (Atay) ve ben diyelim.

Beş yıl süren bir çalışma nihayetleniyor. Eurimages desteği nedeniyle Berlin ya da Cannes'a kabul edilecek gibi duruyor. Filmin yolu açık olsun.

Salı, Haziran 20, 2017

Grafik Romanlar Bir Tepkidir


Grafik romanlar çizgi romanların farklı bir boyutu olarak karşımıza çıkıyor. Kahramanların klasik tabirle karakterleştiği, yazarın ve çizerin bireysel olarak da ön plana çıktığı yeni bir tür gibi. Sizce grafik romanın Türkçe edebiyattaki karşılığı nedir?
Çizgi romanın popüler dilini, edebiyata yakınlaştıran, daha yavaş ve insani hikâyeler anlatan yeni bir tür demek gerekiyor grafik roman için. Son on yılda bütün dünyada çizgi romandan daha fazla konuşuluyor.  Öte yandan sadece kitap dünyası değil çizgi romancılar için bile yeni bir anlatım aracı.  Grafik romanlar, muktedir kahramanları değil sıradan insanları, yaşlanan, ölebilen, kaybedebilen karakterleri anlatıyorlar, kahramana değil hikâyeye odaklanıyorlar.  Türkiye’de çizgi roman, genelde ucuz, niteliksiz, sanat ve edebiyat dışı sayılır. Grafik roman, bu algıyı değiştiriyor olabilir, en azından ezber bozuyor ve okuru şaşırtıyor.

Grafik romanları, dilin sözcükler kanalıyla görüntü yaratmaya yönelik işlevini resme aktaran, dilin etkinlik alanını hikâyenin meselesiyle kurgu yapısının gücünü öne çıkarmak için kullanan, dolayısıyla anlatım olanaklarını çoğaltan yeni bir dil önermesi biçiminde yorumlayabilir miyiz?
Elbette, sadece son beş yılda yüzlerce kitap, binlerce makale yayınlandı batı dillerinde. Entelektüel ve estetik bir derinlik ve başkalık içermese böylesi bir ilgi ve iştah oluşamazdı. Çizgi romanın bizdeki adlandırmasına, orijinal adı olan comics çevirisindeki “roman” tamlamasına aldanmayın.  Çizgi romanlar, söz sanatlarını kullanmakla birlikte “roman” değildir. Yazı ya da resim, birbirlerini tamamlamak, anlaşılırlığı artırmak için kullanılır. Çizgi roman, mesajı olabildiğince basit ve kolay anlatabilmek için bu birlikteliği kullanır, çocuksudur. Gücü ve zaafı buralardan çıkar. Grafik romansa başka bir merhale. Bu popüler dili kullanarak başka bir hikâye anlatma arzusu var üretimlerinde.

Sözünü ettiğiniz başka hikâye, doğası gereği grafik romanın, yazının yerleşik iktidarını kırması ya da kelimelerin gücünü kurmacanın doğasında ne varsa hepsine bölüştürmesiyle mi ilgili?
Evet, bu da söylenebilir, ben galiba daha çok popüler bir hikâyenin nasıl anlatıldığıyla ilgileniyorum. Popüler kültür, bir mücadele alanı olmalı ve tü kaka edilerek değil, orayı dönüştürmek için uğraşılmalı. Çizgi romana popülerlik katan her şeyi iyi kullanarak, iktidar araçlarını, erkekliği, sağcılığı, otoriterliği, gerekiyorsa elitizmi, gerekiyorsa büyük sanat narsizmini alaşağı etmek gerekiyor. Grafik roman, tek tek önemli örneklerine bakın, melezliğiyle anlatım dilindeki kolaylıkla bunu yapıyor, sınırları zorluyor.

Ankara Üçlemesi olarak kurduğunuz grafik romanlarınız bize bir panorama sunuyor. Ankara’nın ve aslında Türkiye’nin üç farklı dönemini anlatıyorsunuz. Bu kitapların yazarından ve çizerinden farklı bir dille konuştukları söylenebilir mi?
Ortak çalışmalarda uyum oluşturmaya çalışırsınız, ilk albüm olan Dumankara, çok çizerli ve çok hikâyeli bir derlemeydi. Aura oluşturmak daha çok bana kaldı. Emanet Şehir ve Uzak Şehir’de Berat’la (Pekmezci) çalıştık. Önce ben senaryo yazıyorum, neyi nasıl resmedeceklerini anlatıyorum ama ne olursa olsun çizer bu tahayyülü yorumluyor, kendini katıyor. Üçlemeye başlarken tasarım olarak 1916 Ankara Yangını ile başlayıp günümüzde bitecek bir panorama düşündüm. Her albümün bir meselesi olsun istedim. Uzak Şehir, şimdiki zamanı, hatta muktedirler arasındaki çekişmenin bir yüzünü gösteriyordu ki bugün de o kavgayı yaşıyoruz. Finali öyle bitmeliydi, kara bir hikâye olmalıydı. Tabii şu var, ne düşürseniz düşünün okurun alımlaması farklı oluyor, iş sizden çıkıyor.  Döneme özgü, okuma alışkanlıklarına, ezberlerine özgü bir beğeni oluşuyor. Yarın bu algı değişebilir veya başka türlü okunabilir.

Yerleşik algımızdaki çizgi romanın popüler kültürle ilişki düzeyi grafik romanla kıyaslanabilir mi?
Şöyle anlatayım, Batman grafik roman olamaz örneğin. Ayrıksı bir serüven yaşayabilir ama o, her şeyi başaran bir kahramandır, biz esasen onu muktedirliğini izleriz. Başka bir örnek, çok da severim, Ken Parker edebiyat okurundan büyük ilgi görür, çizgi roman okurunun alışık olmadığı serüvenler yaşar ama o da grafik roman değildir. Orada ayrıksı ve marjinal duran esasen yan hikâyedir, ya bir yan karakter ya da kahramanın dahil olduğu, ikincil kaldığı mesele ilginçtir. Grafik roman, bir seriyal değildir, endüstriyel kodları, muktedir bir kahramanı ve klişe bir düalizmi yoktur. Yazarı çizeri o kitabı kendi imkânlarıyla yayınlıyor diye, küçük bir yayınevi çıkarıyor veya tek albümde bitiyor diye bir kitap grafik roman olamaz. Çoksatar kitap olmak, bir mantığı gerektirir, içeriği ta baştan belirler, satar ya da satmaz o ayrı bir şey. Grafik romanlar bu bakımdan bir tepkidir ve zaten o refleks, edebi bir dilin taşıyıcısı olmayı gerektirir.

Grafik roman yazarla çizer arasında belli bir uyumu gerektiriyor. Ankara Üçlemesi’nde çizginin karakteriyle yazının ruhunun uyumu net bir şekilde görülüyor. Grafik roman anlatım olanaklarını çoğaltırken bu uyum çizgi için de yeni bir dil yaratıyor mu?
Yazar ve çizer ortaklığı çizgi romanlarda da vardır. Bu uyum, grafik romanlara özgü bir durum değil. Çalışma biçiminden çok anlatılan hikâyenin niteliği asıl farklılığı yaratıyor. Piyasa karşısında ne anlatıyorum ve ne anlatmamayı tercih ediyorum soruları önemli bir kıstas.

Grafik roman diğer türlerde olduğu gibi sözgelimi öykü dili tanımı gibi özerk bir dil kurmalı mı?
Bence kuruyor zaten. Buluşlar diyelim buna, hemen her yeni grafik romanda kareler arası ardışıklık, kurguda, devamlılıkta yeni arayışlar deneniyor aslında. Çok eskiden her bir kare, iç yazısıyla görseliyle tek bir şeyi vurgulardı, öyle adam akıllı devamlılık yoktu. Kurgu, bütün aksiyon hikâyesine göre çok güçlü değildi. Tahkiye, tek etkiye, kahramanın zaferine dayalıydı vs.

Kahramanın zafer kazanmasına duyulan arzu, yüceltilmiş kahraman metaforu yaratmak başlı başına patolojik bir durum değil mi?
Patolojik mutlaka ama çocuksu veya ergence bir ihtiyaç da, hiç anlamsız değil. Aynı noktaya geliyoruz, popüler kodları bütünüyle yadsıyarak değil bir tür mevziler savaşı gibi görerek kullanmalıyız. Neden daha fazla kadın okuru var grafik romanların? Neden edebiyatçılar eskisinden daha fazla ilgileniyor bu yeni dille? Erkeklik gösterisinin, erkeklik hallerinin dışında bile isteye ters köşe yaparak konuşuyor çünkü.

Ankara deyince aslında genel olarak Türkiye anlaşılmalı kitaplarınızda, kanımca. Anlattığınız hikâyeler Türkiye halkları hakkında genel bir okumaya tabi tutulduğunda siyasalın ağırlığı hissediliyor. Sizce içinde yaşadığımız koşulların Türkiyeli yazarların diline getirisi ya da dilden götürüsü nedir?
Şimdiki zamanın, içinde bulunduğumuz durumun edebiyatı, sinemayı veya grafik romanı yeterince etkilediğini düşünmüyorum. Koşullar nedeniyle çok da mümkün değil.  Hem yas var, hem hararet hem de baskı… Şundan şüphe etmiyorum tabii, ileride, yaşadığımız yıllar çok ama çok anlatılacak, sonraki nesiller haksızlık hikâyeleri olarak utanarak anlayacaklar yaşadıklarımızı.

Editör kimliğinizin yanı sıra bir yazı atölyesi yürütüyorsunuz. Yayımlanmış eserlerle yayımlanmamış hikâyelere emek veriyorsunuz. Buradan baktığınızda genel bir çerçeve çizmenizi istesek, Türkçe edebiyatın bugünüyle ilgili değerlendirmesini yapabilir misiniz? Gelecekle ilgili öngörüleriniz neler olurdu?
Çok değişken var, tek edebiyat yok, popüler olanla itibarlı sayılanları, eğilimleri incelemek, satışları bilmek, ödüllerin mantığını anlamak, eleştiri ve tanıtım yazılarını izlemek lazım. Sürekli takip ediyorum ama büyük bir resim varsa eğer, onu görebilmek ve gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak kolay değil.  Anlatılan hikâyeler temelinde bakacaksak yerli ve yabancı edebiyat, sinema, televizyon hatta müzik bile işin içinde olmalı, hepsini hesap etmeliyiz. Ülke çok gergin, bağıran hikâyeleri seviyoruz, hep öyleydi ama öne çıkan eserler bakımından başka türlüsünü düşünemez olduk. Daha kişisel, daha minimal hikâyeler bile bu gürültülü ruh halinin dışına çıkamayacak.

Birgün Kitap, 16.6.2017, Çağatay Uslu



Pazar, Haziran 18, 2017

Soğuk ve Temiz


Mırıltılar, kokular, nar taneleri, karıncalar, pencereler, boş arsalar, zeytin taneleri ve yılanlar… Defne’nin elleri, kırık aynadaki yüzü, tenhalığı, Defne’nin tarihi…

Soğuk ve Temiz, yokluğun, merhametsizliğin ve hesaplaşmanın romanı. Bir kâbus tortusu…

Melike Uzun, acının içinden geçerek yazıyor. Dünya dönüyormuş!

Cumartesi, Haziran 17, 2017

Aynanın Önünde Cankoç



Aynanın Önünde Cımbızın Ucunda kitabına Ece (Zeber) ile birlikte küçük bir çizgi öykü ile katkıda bulunduk: Cankoç.

Cuma, Haziran 16, 2017

Deli Bal - Kanatları Ölü Açıklığında


Zerre zerre büyüyen bunaltılar ve sırlı hayatlar… Başka türlü bir öykü evreni, başka türlü bir hayat bahçesi… Balkonsuz evin düğün gecesi ve gözlerini gözlerimize diken kargaları… Dünya bazen uysal bir karanlıktı, bazen tarumar olmuş bir gündüz.
Pelin Buzluk’un biri Yaşar Nabi Nayır diğeri Selçuk Baran Öykü Ödülü almış iki kitabı bir arada…
Durup durup seslenen öyküler.

Perşembe, Haziran 15, 2017

Söz Uçar | Words Fly Away

Kardeşler


Senaryosuna katkıda bulunduğum, Ömür Atay'ın yönetmenliğini, Funda Ödemiş'in yapımcılığını yaptığı Kardeşler filminin çekimleri Eskişehir'de devam ediyor.

Cumartesi, Haziran 10, 2017

1987


Otuz yıl öncesinden bir işçi-vergi cüzdanı. Vesikalık resim, bir iki yıl öncesinden olabilir.

Anadolu'da Tütün


Efetufa (sigara), emecen (ağızlık), fıskuyruk (tütün), silkecek (sigara tablası), güdük (küçülmüş sigara), tütütmek (duman çıkarmak).

Cuma, Haziran 09, 2017

Bir Uyumsuzun Serencamı


Albert Camus’nün Yabancı romanından yapılan aynı isimli bir çizgi roman uyarlaması yayımlandı. Fransa’daki ilk yayımında, romana sadakat gösteren, belli bir niteliği koruduğu söylenen bir çizgi roman olduğu düşünülmüş. Yabancı gibi kült bir romanın sadakatle uyarlandığını, başarılı olup olmadığını tartışmak, üzerinde hemfikir olunamayacağı için çok anlamlı olmayabilir. Sadakat gösteren herhangi bir uyarlamanın başarılı olmadığı da söylenir çünkü. Buna göre mevcut ve başarılı bir anlatının yinelenmesinin anlamı yoktur, yeni bir yorum katılmayacaksa o uyarlamanın yapılması gereksizdir. Aksini düşünenler ise her uyarlamanın bir farklılık getirdiği ve sadakatin mümkün olmadığını iddia ederler. Örneğin romanın görselleştirilmesi başlı başına bir değişim ve bir yeni yorumdur. İşin içine çizerin kendine özgü estetiği, çizgisi, tipleştirmeleri, sayfa tasarımı ve renklerin kullanımı girdiği için sadakati değil yorumu okuruz. Okur ve fan tarafını saymasak olmaz, onlar tartışmaları çeşitlendirip, genel olarak uyarlamaları beğenmeme eğilimindedirler. Hem romanın konuşulmasını isterler hem de her türlü uyarlamayı sevdiklerine yönelik bir saldırı sayarlar.

Ders notu veya hadsizlik gibi algılansın istemem, birazcık, en azından yeni başlayanlar için Camus ve Yabancı romanından söz edeceğim ki uyarlamanın niteliğini tartışabilelim.

Camus, iki temel kavramsallaştırma yapar ve bu kavramları edebiyatında kullanır. İlki, daha çok Veba’da anlattığı “başkaldırı,” ikincisi Yabancı’da başarıyla işlediği “uyumsuzluk”tur. Gerek Sisifos Söyleni kitabında gerekse diğer denemelerinde anlattığı uyumsuzluğu, Antik Yunan’daki Sisifos’tan ilham alarak açıklar. Malumunuz Sisifos, her defasında aşağı yuvarlanan bir kayayı dağın zirvesine çıkarma cezasına çarptırılmıştır. Zavallı Sisifos’un büyük bir emek harcayarak, eziyet çekerek yukarı taşıdığı kaya, işin hitamında dramatik biçimde gerisin geriye, aşağıya doğru yuvarlanıyordur. Camus, bu acımasız cezayı ve beyhude emeği, insanın hayat mücadelesine benzetir. Onun “absurde” dediği uyumsuzluk, biraz abesle biraz da insan bilinci ile dünya arasındaki kopuşla anlatılabilir. Yabancı, bu uyumsuzluğu anlatan sahiden etkileyici, çığır açıcı, dönemi itibarıyla (1942) rahatsız edici bir romandır. Camus, gündelik hayatın monotonlaşmasına dikkat çeker, her bir gün yekdiğerinin aynısıdır; çalışarak, evlenerek, diploma alarak, çocuk yetiştirerek yaşasa da insan bunları niye yaptığını esasen bilmez veya gelecekte daha iyi bir hayat yaşayacağını düşünerek o yeknesaklığa katlanır. Oysa yaşadıkça ve gördükçe, aynı monotonluğu gelecekte de yaşayacağını anlayarak huzursuz olur. Hayatın bir anlamı, eylemlerin bir amacı olması bekleniyordur ama insan her şeyi son kertede nedensiz yere yapıyordur.

Yabancı’nın ünlü kahramanı Meursault, romanın başında annesinin vefat ettiğini öğrenir ama bu ölümü şaşırtıcı bir soğukkanlılıkla geçiştirir. Yaptığı şey, vefasızlık ve sevgisizlik değildir, yapması gerekenleri, yapması gerektiği için yapıyor gibidir; yas tutmaz, gözyaşı dökmez, anılara gömülmez. Cenazenin hemen ertesinde kız arkadaşıyla buluşur, sinemaya, bir komedi filmine gider. Çarçabuk rutinine geri dönmüştür, ilgisiz ve duygusuz görünür, nefret, şehvet, öfke, keder onda hiç yok gibidir. Çevresindekilerin düşünceleriyle, takıntı ve arzularıyla hiçbir biçimde ilgilenmiyordur. Kız arkadaşı, kendisini sevip sevmediğini sorar; Meursault için aşk ya da aşksızlık, sadakat ya da aldatma önemli değildir. Sonra beklenmedik biçimde, yeni tanıştığı, pek arkadaşı gibi durmayan bir komşusunun hasımlarından birini öldürür. Cinayet, mahkemeye taşınırken olaylar giderek tuhaflaşır, öyle olur ki, cinayet değil Meursault’nun kişiliği yargılanmaya başlar. Annesinin ölümüne ilişkin kayıtsızlığı, cenazede yaptıkları ve yapmadıkları anlatılır olmuştur. Meursault, bu anlatılanlara karşı bir kez daha kayıtsız kalır, kimseye karışmadığı gibi kimsenin de kendisine karışmasını istemiyordur. Herhangi bir kurtuluş umudu taşımıyor, avukatının tavsiyelerini anlamsız buluyordur. Hücresine gelen papaza günaha inanmadığını söyler ve günah çıkarmayı, konuşmayı reddeder. Olup bitenlerden sıkılıyordur; varoluşçu edebiyatın “bulantı” ve “tiksinme” gibi hislerinden Meursault da söz eder. Monotonluğun farkındadır, geleceğe güvenmiyor, bir şeylerin değişebileceğine inanmıyordur. Ona göre bugün ölmekle yıllar sonra ölmek arasında bir fark yoktur. Annesinin ölmesiyle, inanmadığı bir tanrıyla ya da mahkemenin adaletiyle, idam cezasıyla ilgilenmiyordur. Aidiyet duyduğu tek şey uyumsuzluğudur, soğukluğu ve dürüstlüğü toplumla arasındaki en önemli farklılıktır, herkes ondan pişmanlık göstermesini, af dilemesini, “normal olmasını” beklemektedir. Meursault buna yanaşmaz, kendi lehine olacak biçimde yalana başvurmaz. 

Başa dönersek; peki bu roman nasıl çizgileştirilir? Absürd ya da uyumsuz doğası nasıl estetize edilir? Varoluşçu Yabancı’nın aurası olan sıkıntı ve monotonluk nasıl resmedilir? Jacques Ferrandez, bana kalırsa bu soruları şöyle cevaplamış: Kendisini, çizer olarak hiç öne çıkartmak istememiş, Meursault ile dış dünya arasında abartılı bir karşıtlık kurmamış, santimantal bir abartı istiflememiş, karikatürize etmemiş. Romanın yavaşlığını iyi özümsemiş, realistik bir çizgi kullanmış, mekanlara ve dönem Cezayir’ine, o bakımdan otantizme büyük özen göstermiş. Bu, gerçekçi bir aura kurmaya çalıştığını gösteriyor. Yabancı’da mekan değil insan ruhu çok öndedir, doğa ve şehir değil, mahkeme salonu ya da deniz kenarı değil, o mekan karşısında insanın bıkkınlığı ve uyumsuzluğu daha önemlidir. Ferrandez, direksiyonu belgeselciliğe ve gerçeklik hissine doğru kırmış, absürd olanı belirginleştirmeye kalkışmamış. Sinematografik bir akışkanlıkla, bence Visconti’nin sinema uyarlamasını da (Lo straniero, 1967) hesap etmiş. Kişisel olarak uyarlamanın genelini beğendim ama kimi sahnelerde daha enerjik ve yaratıcı olunmasını beklerdim. Örneğin, o ünlü cinayet sahnesinde…

Ferrandez, altmış yaşını geçmiş, 1980’den bu yana albümler yayımlayan, çalışkan bir çizgi romancı. Çeşitli tarzlarda üretimlerine karşın Cezayir doğumlu olduğu için olabilir, Cezayir’le ilgili bir şeyler üretmeye yönelik bir arzusu hep olmuş. Yabancı, Camus’den yaptığı ilk uyarlama değil; 2009 yılında, Sürgün ve Krallık’ta yer alan “Konuk” (L’Hôte) öyküsünü de çizgi romana uyarlamıştı. Yine Cezayir’de geçen bir hikaye olması tesadüf denemez sanıyorum. Camus ailesinin takdirini kazanmış ki, daha iddialı bir uyarlama yapma izni almış. Hakeza, meraklısı için not düşelim, oryantal ilgileri var Ferrandez’in, içlerinde İstanbul’un da (Istanbul, Carnets d’Orient, 2000) olduğu pek çok ülke ve şehirle ilgili gezi günlükleri sayılabilecek çizgi romanlar hazırlamış. Keşfetmeye, farklı olanı anlamaya yönelik merak ve iştaha sahip. Yabancı, bence en iyi performansı değil ama uluslararası bir ilgi yakaladığı en popüler çalışması.

Sabit Fikir, Mayıs 2017

Perşembe, Haziran 08, 2017

Güzel İsimler 4


Otuz Beş Yaş (Cahit Sıtkı Tarancı, 1946), Ağustos Dehlizleri (Tuğrul Tanyol, 1985), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Ahmet Hamdi Tanpınar, 1962), Ölür ise Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil (Haldun Taner, 1978), Ağız İçinde Dil Gibi (Osman Şahin, 1983), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (Sevgi Soysal, 1973), Can Şenliği (Abbas Sayar, 1974), Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (Ziya Osman Saba, 1952), Üç Yirmidört Saat (Peride Celal, 1977), Benim Adım Kırmızı (Orhan Pamuk, 1998), Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları (Demir Özlü, 1979).

Çarşamba, Haziran 07, 2017

Is he with us?

Jason Holley
Arda'nın bir gazeteciye saldırmasıyla başlayan mesele hakkında hepimiz yorum yapıyoruz. Popüler kültür böyle işler, popülerliklerini kaybedenler, eskisi kadar konuşulmayanlar mutlaka olağanüstü bir eylemde bulunurlar. Konuşulmak ve gücünü göstermek isterler. Sorarsan haksızlığa meydan okumuşlardır filan. Etkileri nedeniyle ahaliyi kendi haklarında konuştururlar da...

Bütün bunlar niye oldu? Bunca zaman sonra niye oldu diye sorabiliriz. Bir cevabım yok. Komplo teorisine inananlar komplo da üretirler. O kısmı başkalarına bırakalım.

Mesafeli, ne söylediğine dikkat eden, orta sınıftan bir aileden iyi bir sporcunun gözümüzün önünde erimesi, saçmalık üstüne saçmalık yapmasının nedeni çaptan düşmesi, böyle hissetmesi ve/ya daha az konuşulmasıyla ilgili olabilir mi? Gücünün yetmemesiyle veya...

İnsan nasıl popüler olur? İlla ki başarılı olarak ama mutlaka çoğunluk değerlerine uyarak ve onları yineleyerek ...

Artık biliyor ve yaşıyoruz, her türlü zevzekliğin altında "adam gibi adam" böbürlenmesi çıkıyor. Adamın dibi, delikanlı adam gibi klişeler bir paket olarak kucağımızda, böğrümüzde... Bu palavraların, bu pozların tek açıklaması var, hastayız, yetinemiyoruz, yetemiyoruz. Yok yere bu kadar bağırılmıyor...

Arda, zora düştüğünde, kendini ortaya attığında, meydan okuduğunda neden "adam olduğundan" söz ediyor, neden Galatasaray formasını işin içine katıyor... Meşruiyet arıyor, onay istiyor ve sahnede sizi temsil ediyorum diyor. Performansını çoğunluk değerleriyle savunabileceğini öğrenmiş bir medya oyuncusu Arda.

Bir gazeteci hakkında olumsuz bir şey yazdıysa mahkemeye gidersin, gitmiyor. Konuşursun, konuşmuyor. Şikayet edersin, etmiyor. Gol atınca secdeye varacak kadar Müslüman olan Arda, Ramazan günü, kendisinden otuz yaş büyük birini, yaşlı bir adamı dövmeye neden kalkıyor? Secdeye varınca Müslüman oluyorum da yaşarken günahı sevabı ayıbı niye unutuyorum diyen bir iç sesi var mı Arda'nın?

Popüler ikonlar hukuka inanmazlar, lüzumu yoktur, ayrıcalıklı olmaları gerekiyordur. Bu hakkı kazanırlar, keyfini sürer, sürekli olsun isterler.  İyiden, doğrudan, halktan yanadırlar, yanlış yapmadıklarına inanırlar. Hissiyatları gitgide kendi lehlerine değişir. Eşitliğe inanmazlar.  Kimse onlar kadar bir ayrıcalığı hak etmiyordur.

O popüler ikon, gün gelir, bir bakmışız bir kanun koyucuya dönüşmüş, intikam alma hakkı olan kanun üstü bir varlık olup çıkmış. O kanun üstülük ve popülerlik, o hissiyat öyle bir baskı ve paranoya yaratmış ki..Uçuvermiş...

Görünen o ki, Arda bundan sonraki hayatını popüler kültürün içinde "maç yaparak" geçirecek...Gücün, siyasetin, medya şişinmelerinin yanında yamacında olacak, "Allah'tan başka kimseye hesap vermem" derken birilerine telefon açacak, yukarılara ziyaretlerde bulunacak, televizyonlarda içini dökecek, çıkışta kaç reyting aldığını merak edecek. Benzerleriyle çarpışacak, kibir tokuşturacak, erkekliğin kitabını yazacak, onuruyla şerefiyle konuşacak da konuşacak...

Domuz


İslam’da domuz etinin yenmesi haramdır. Türkiye’de, avlandığı ama beslenip büyütülmediği, asla yenmediği fikren kabul edilir. Bu kadar istenmeyen, bu denli yasak olan bir hayvanın halk ağzında, yerel deyişlerde geniş yer tutmasıysa başlı başına ilginçtir. Sadece domuzun yavrusuna verilen isimleri kuzuyla kıyaslayarak düşünmekte fayda var: Mıçı, mırka, mocuk, modana, mora, pıtık, pirsik, tanışman vd.

Bir toplum, sempati göstermese ve hiç bilmeseydi, isimleri bu derece çeşitlendirmezdi sanki. Domuz yavrusunun kuzu kadar bilindiği çok açık...

Pazartesi, Haziran 05, 2017

Son Okuduklarım 16


Sennet'in Yabancı'sı iki makaleden oluşuyor, azınlıklarla, tarihi Venedik'le ve Manet ile ilgili, ilham vericiydi benim için. Les Musiciens, Sempé'nin adından da anlaşılacağı gibi müzik ve müzisyenlerle ilgili minicik bir albümü. Botton, takip ettiğim biri değil ama akıllı, zihin açan fikirleri olan, el hak, ilginç biri. Havaalanları hakkında yazmış, kolay okunuyor, deneme olarak bir ortalamanın altına düşmüyor. Kırık Kanat hakkında bu ay çıkan Sabit Fikir'e yazdım.


Arada söylüyorum müzisyen biyografilerini oldum olası severim. Üstelik, Billie Holiday, Munoz'un çizgilerinden olabilir beni heyecanlandırdı. Hikmet Kıvılcımlı Kitabı, hem Kıvılcımlı hakkında yazılardan hem de kendi yazdığı metinlerden seçilmiş bir derleme. Uzun süredir, siyasal romantizm hakkında düşünüyor, etrafında dolanıyorum, o açıdan bana verimli geldi kitap. Sılver Surfer-Ağıt, iyi çizilmekle birlikte bana hikaye olarak derin gelmedi, ölüm ve öleceğini bilmek bana başka türlü anlatılmalı gibi geliyor, ilgi çeksin diye, Örümcek Adam'ı filan işin içine katmak, olabilir ve olmaz değil, ilk kez de yapılmıyor ama bana iyi gelmedi. Osip Mandelştam,bildiğim bir şair değildi, kapaktaki çizgilerle düşündüm dizeleri. Heyecanı olan, yeniyi arayan şiirler.


The Call of Origins çizgi romanı bir üçleme. Tavsiye üstüne okudum, Harlem'de başlıyor Afrika'da sonlanıyor, benim ölçülerime göre bir soap opera, çok beğenmedim ama klişeleri nasıl kullanmış merakıyla ilerledim. Hollywood draması gibi işliyor saati. Loverboys, Hernandez'in taşrası, bazen öyle bir hikaye yakalıyor ki, başarısı da burada zaten, okuyup geçseniz bile sonradan aklınıza geliyor, çörekleniyor. Güzel iş. Marie Severin, Amerikan çizgi romanının emekçi kadın çizgi romancılarından biri hakkında, daha çok söyleşilerden oluşuyor. Armağan kitaplarının malumatfuruş bir havası vardır, bir tık daha iyisi, ilginç. Son kitap, Mad Max'in son filmiyle ilgili ilüstrasyon kitabı. Çeşitli çizerler filmi yorumlamışlar. Altmışın üzerinde çizer katkısı olmuş.

Pazar, Haziran 04, 2017

Üvendire


Hayvanları otlatırken, sürüyü bir yerden bir başka yere götürürken çobanların kullandığı değneğe
genel olarak üvendire denir. Üvendirenin birçok farklı ismi vardır ve değneğin ucundaki sivri demir
veya çivinin bile en az kırk farklı ismine rastlanır. Örneğin o demire “nodul” denir. Nodullamak
“dürtmek” anlamında kullanılır. Aynı demir önbel, imbal, zakıt, zokürde gibi isimlerle de bilinir. Bir
toplum neyle çok ilgiliyse onunla ilgili dil zenginliğine sahip oluyor ister istemez. Modul, öğendere,
mizmile gibi farklı isimleri olan bu çoban değneği, kültürümüzde ve dilimizde ilginç bir biçimde geniş yer kaplıyor.

Perşembe, Haziran 01, 2017

Seyrüsefer Defteri 82


The Age of Adaline (2015) bir fikir nasıl harcanır örneği, bir de belgeselci ses eklemişler, tam intihar olmuş (31 Mayıs).++  Roald Dahl's Esio Trot (2015) için de RD olan her numara ilgimi çeker (30 Mayıs).++ Green is Gold (2016) filmde numara yok, ergen hikâyesi diye izledim, iki güzel sahnesi var, yetti (29 Mayıs).++ Effie Gray (2014) hikâyeyi bilmiyordum, ilginçmiş (28 Mayıs).++ Tuna ile Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales'ı seyrettik, serinin en dağınık filmi olabilir (27 Mayıs).++ Ghost in the Shell (2017) suyunun suyu olacağı için beklentim yüksek değildi, müziğe saygı hoşuma gitti (26 Mayıs).++ American Gods Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (25 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (24 Mayıs).++ I Love Dick Sea1 Ep. 5, 6, 7 ve 8'i seyrettim (23 Mayıs). ++Hit and Run (2012) Wild at Heart senaryosu gibi diyelim, eh kontenjanı (22 Mayıs).++ Wer (2013) ne çıkacağını bilerek seyrettiğin klişelerden (21 Mayıs). ++ I Love Dick Sea1 Ep. 1, 2, 3 ve 4'ü seyrettim (20 Mayıs). ++Tuna ile King Arthur: Legend of the Sword'a gittik, DB çıkınca filmden koptum (19 Mayıs). ++Fading Gigolo (2013) WA gevezeliği var, biraz o izlettiriyor, eğlenceli kimi zaman (18 Mayıs).++ Suffragette (2015) belgesel gibi gidiyor, karakter dönüşümü değil olayları izliyoruz (17 Mayıs). ++ Muhsin Bey (1987) restore edilmiş bir versiyon izledim, nedenini bilmiyorum ama bir yirmi dakika kısaltılmış (16 Mayıs).++Sweetwater (2013) ilginçliği intikamcısının kadın olduğu bir western olması (15 Mayıs).++ Jeune et jolie (2013) hafif kışkırtıcı, hafif meydan okuyucu, bolca Fransız, Ozon "temizliyor" (14 Mayıs).++ Hanyo (2010) ilginç gerilim, beğendim (13 Mayıs). ++ God's Pocket (2014) tam benlikmiş, nasıl kaçırmışım bugüne kadar, böyle bir potansiyel bu kadar mı kötü anlatılır örneği (12 Mayıs).++ Father Of Invention (2010) hafif tebessümle izliyorsunuz (11 Mayıs).++ Young Detective Dee Rise of the Sea Dragon (2013) eğlenceli pulp action ve malum, biraz da karate balesi (10 Mayıs).++Montana (2014) oyuncu seçimi iyi olsa bir şey çıkarmış o aksiyondan, vasat bir bang bang filmi olmuş (9 Mayıs).++Voice from the Stone (2017) muamması kısa sürede çöküyor (8 Mayıs).++ Kolonya Cumhuriyeti , enerjik film, başrol hakkını vermiş, şimdiki zamanın komedisi değil, zaz iştahına selam duralım (7 Mayıs). ++ Brightest Star (2013) oyuncu seçimleriyle dökülmüş ++ Date and Switch (2014) olmamış, cesaretsiz (6 Mayıs). ++İstanbul seyahati (5 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (4 Mayıs).++ Hellion (2014) bir tık yükselebilirmiş, isyankâr ergen filmi (3 Mayıs). ++ Benny and Jolene, oyuncu için seyrettim, vasat ama iddiasızlığını bilen bir vasatlığı var (2 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (1 Mayıs).



Yanak


Anadolu’da yanak ya da yanal “pembe” anlamında kullanılır. “Almalar yanaklanmaya başlamış,” denilince elmanın pembeleştiği, kırmızılaştığı anlaşılır. Kadınlar tarafından yüze sürülen allık, yanaklık olarak da bilinir. Yanık, kahverengi, doruya yakın al olarak bilinir. Bir başka deyişle pembe, kırmızı, kahverengi “yanal, yanar, yanık” olarak kullanılır.
Related Posts with Thumbnails