Pazartesi, Mayıs 30, 2022

Beyoğlu ve Namık Kemal'in Paltosu

Samiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri'ni (2.Bas., 1971) okuyorum, yazarı pek hatırlanmıyor artık, siyaseten romantik iştahı, şairane öfkesi, kahırlanmaları enteresan... Ağdalı bir dili var ki çok uğraştığı anlaşılıyor, abartısı başımı döndürdü, her bakımdan ben sağcıyım diyen bir kadın yazar olması filan, başka kitaplarına da bakacağım... 

Kitaptan bir alıntı yapacağım, Beyoğlu'ndan bahsediyor, iğrenir ve küfredercesine anlatıyor: "(...)
Hasılı, elenmemiş, tartışılmamış, murakabe ve teftiş edilmemiş bir yabancı cereyanın saçtığı ateş, kol kol, sel sel her köşeye bir kıvılcım, bir kundak soktu. Ne bulduysa, neye değdiyse, neyi gözüne kestirdiyse yaktı, yıktı, silip süpürdü. (...) Beyoğlu, kudret zamanlarımızda yabancılığının zararlarını önlemeğe tenezzül etmediğimiz bu semt, ocakta unutulmuş bir kıvılcım gibi, gün olup bacayı da saçakları da sardı ve akıbet bir cehennem olarak karşımıza çıktı ise kabahati ateşte değil, onu ihmal edende aramak, insafın icablarından sayılmaz mı?"

Beyoğlu takıntısı, milliyetçi bir refleks olarak sağcılarımızı solcularımızı, en çok da edebiyatımızı etkilemiştir, zaten böyle takıntı olsa olsa bir edebi takıntı olabilir, başka türlü kabul edilebilir bir şey değil çünkü... Tatlı bir ezber olarak evirip çeviriyorlar demek daha doğru. 

Ayverdi'nin cümlelerine bakıyorum, sildi süpürdü, cehennemdi, ateşti kıvılcımdı...Nasıl açıklamalı bu abartıyı, poz mu, korku mu yoksa Vatan yahut Silistre'yi yazmak isteyen nesillerin hayranlığı mı? Ruhen kışkırtmak, kalpten haykırmak, vicdanı bir çığlık olmak...Galiba hepsi birden... 1908 olduğunda İstanbul'da, gaz tenekesinin üstüne çıkıp hatiplik yapan, hatta tip olarak da kendini Namık Kemal'e benzeten o kadar genç varmış ki... "Kalkın ey ehl-i Vatan" nidası ve nostaljisi kaç nesli etkiledi, kim bilir? 

Ayverdi, Namık Kemal'in paltosundan çıkanlardan biri... 

Cumartesi, Mayıs 28, 2022

Resimli Şark'a hususi

Resimli Şark dergisinde (1934) Nezihe Muhittin'in Güzellik Kraliçesi romanının reklamını gördüm, romanı okumadığım için daha geniş bir yorum yapamıyorum ama reklamın ilginç bir tarafı var, tasarımın odağındaki kadın, reklamın verildiği dergiyi okuyor. 

Kitabın özgün kapağına bakındıysam da göremedim, reklamla kapak ne kadar farklı karşılaştıramadım yani, bence Resimli Şark için bu ayrıntı özel olarak eklenmiş... 

Velhasıl hoşuma gitti, diğer yandan şunu da düşünmek gerekiyor, kimin reklamı yapılıyor burada, işte orası karışık, romandan çok Resimli Şark konuşulsun istenmiş gibi geliyor bana... Daha önemlisi, editöryal bir açmaz ekleyeyim, böylesi bir reklam önce romana ve onun dünyasına, sonra da romanın satışına ne katabilir veya ne eksiltebilir diye düşünülmüş müdür acaba? 

Salı, Mayıs 24, 2022

Son okuduklarım 55

Gauguin'i albüm olarak ikinci kez okuyorum, ilkinde başka bir ressam biyografisi hakkında yazıyordum, bağlamı farklıydı. Bu defa sevdiğim için okudum, beyfendinin tuhaf bir coşkusu ve "deliliği" vardır, ta çocukluktan bu yana ilgimi çeken bir ressamdır, üretimlerinden değil kişiliğinden söz ediyorum. Dünyayla ilişkisi, romantik öfkesi, hazcılığı ve meydan okuması bir edebi karakter olarak beni hep etkilemiştir. O bakımlardan bence başarılı bir biyografik temeli var albümün, belki dünyayla olan kavgasını dramatik olarak daha belirginleştirme yoluna gidebilirlermiş, yapmamışlar, son fasılda alıntılara yönelmişler. 

Çocuk, köstebek, tilki ve at, övülen kitaplardan biriydi, merak ettim, biliyorsunuz, çocuksu veya doğrudan çocuklara yönelik olan her kitap, popüler ve long seller olan başka kitaplarla kıyaslanır, onlarla birlikte anılarak takdim edilir. Peşinen yazayım, metnin edebi olarak Küçük Prens'le aşık atması veya ardılı olması mümkün değil. Üstelik, kitap, öyle sayıldığı için söylüyorum, bana pek çocuklara yönelikmiş gibi gelmedi, gerek çizgilerinin estetik eskizliği (yani net olmaması) gerekse slogancı diskurları nedeniyle böyle bir arzusu varmış gibi de gelmedi. Doğrusu, iyilik hakkında hoş cümleler var, şimdiki zamanın spritüel arayışlarını, kişisel gelişim, popüler psikoloji kitaplarını filan andırıyor. Çizgilerse göz alıcı, hakkını teslim edelim. 

Baby Blue, İsveçli distopik bir grafik roman, benim için sürpriz oldu, hiç bilmiyordum, keşfetmiş oldum. Çizgiler ilginç, baktırmıyor ama hikayeyi ve atmosferi tamamlıyor. Albünün asıl ilginçliği muhalif tavrı ve distopik iddiasında. Bizimkisi gibi toplumlarda çok anlaşılır gibi durmayabilir, pandemi öncesinde özellikle Amerika'da karamsarlığı reddeden popüler bir eğilim ve kamusallık gelişmişti, güleryüzlü olma, samimi davranma, birbirine yakınlık gösterme vs... dışarıdan görebildiğim kadarıyla geleneksel toplumun-ailenin ihyası gibi tarafı vardı... Baby Blue tam da bu noktadan hareketle bir distopya kurmuş, karamsarlar hastaneye sevk ediliyorlar. Distopya klişelerinin hepsi kullanılmış, 1984 nasıl işliyorsa öyle istiflenmiş diyerek anlayana tahkiyeyi anlatmış olayım. Ortada iki aşık var, ikisi de kadın ama bu meseleye çok değinilmemiş, yani erkek aklına yönelik bir isyan varmış gibi kurulmamış. Final, "TrueRomance" havasında direnişçilerin ve çiftimizin kötülerin elinden kaçmalarıyla  "devamı var" gibi bitiyor. 

3üz'ü Grant Morrison için okudum, mainstream bir serüven okurum sanıyordum... Bir Kedi, bir köpek ve bir tavşan devlet eliyle robotumsu öldürücü silahlara dönüştürülmüşler, buraya kadar tamam, iş bitince telef edilmek isteniyorlar ve hikaye tam da orada başlıyor:"Frankigoestocomics"... Gel gör ki, çizilememiş bir albüm okuyoruz, aksiyonu anlatabilecek, o devamlılığı gösterebilecek bir akış göremiyoruz. Üzüntü ve muz kabuğu...

Pazartesi, Mayıs 23, 2022

Sanat eseri (!)

Aydın Boysan, seksenli yıllarda Hürriyet'te "Japonya'dan Laponya'ya" isimli bir yazı dizisi hazırlamış, uçak yolculuğu sırasında da yukarıdaki fotoğrafı çekmiş, altına da "uçaklarda yolcu kalabalığına katlanabilmek için sanat eserleri bulunuyor. Bunun zevkine varabilmek için laf aramızda biraz sanattan anlamak gerekiyor" diye yazmış. 

Otuz yıl öncesi ama hayatın ne kadar değiştiğini gösteren bir ayrıntı olduğu için paylaşmak istedim, sadece iki farklılık sayacağım, birincisi, bugünün gazete editörleri böyle bir metne izin vermez, yazılanlar okur tarafından çeşitli nedenlerle çok eleştirilir çünkü, linç yemek deniyor ya, hah o tehlikeli sularda göz göre göre gezinmiş olursunuz, böyle bir lüzumsuz riske girilmemesi gerekir, ikincisi, gizlice çekilmiş bir fotoğraf kullanamazsınız, size dava açarlar, yazara, gazeteye, havayolu şirketine (hatta havayolu şirketi bile) dava açılabilir. Mümkün değil artık. 

Pazar, Mayıs 22, 2022

Başlangıç

Aralıklarla "bu çizgiler kime ait" diye sorular sorulur, cevap vermeye çalışırım, kolay iş değil, görsel bir hafıza ve fikri takip gerekiyor, ki ben sahiden başka bir hayat yaşıyorum, pek öyle odaklanıyorum, iştahla izliyorum diyemem. 

Üstelik, çizerler-çizgiciler gelişim gösterirken veya tarzları oturana kadar diyelim epey yalpalarlar, vardıkları yerle kıyaslandığında ilk üretimleri sanki başka biri çizmiş gibidir, örneğin bu afişte imzası olmasa Cemal Dündar'a ait olduğunu söyleyemezdim, henüz 23 yaşındaymış, sonradan epeyce değişiyor tarzı...

 

Cumartesi, Mayıs 21, 2022

Katil turist

Altmışlı yıllardan bir mizah dergisi kapağı, Zeki (Beyner) fotoğrafçıyı, Necmi Rıza (Ayça) turistleri çizmiş, iki imzalı olması bakımından ilginçmiş. Kapağa konu olan olayın ayrıntılarını bilmiyorum, anladığım şu, Edirne'de bir kişinin ölümüne yol açan bir "olay" olmuş, mahkeme taraflardan biri olan turisti beraat ettirmiş... 

Pardon, bu karardan hoşlanmamış, kapak o huzursuzlukla çizilmiş, öyle anlaşılıyor. Turist'in elinde kanlı bir bıçak var, mecazen mi emin değilim, cinayetle suçlamış, katledilenin mezar taşının önünde onları (kız arkadaşıyla galiba) mutlu mesut (pişkin pişkin) hatıra fotoğrafı çektirir gibi çizmiş....

Ağır, hedef gösterici, yabancı düşmanlığını artırıcı tonda bir "espri" yapılmış...Ortada bir cinayet varsa, herhangi birinin beraat etmesi pek öyle kolay olmasa gerek... Mesele, doğal olarak cinayet olması filan değil zaten, ülkeye gelen yabancılardan hoşlanılmaması... 

O yıllarda, tüm dünyayı etkileyen Beat hareketinin yol ve yolculuk güzergahı üzerindeydik, karayolu ile gelen gençler tüm ülkeyi gezerek İran'a geçiyordu, oradan ta Hindistan'a... Beat gençlerine popüler kültürümüzde "Bitliler" deniyordu, frengi getirdiklerine inanılıyor, ahlakımızı bozdukları söyleniyordu, ne etseler boştu, mutlaka içiyor, kuruydu yaştı sünger gibi çekiyor, türlü türlü sapıtıyorlardı. 

Efendim o vakitler neydi öyle, hükümet, kendi vatandaşını adam yerine koymadığı gibi o bitlilere hiç hak etmedikleri halde müsamaha gösteriyor, tepemize çıkarıyordu, estek köstek... 

Sanıyorum, hiçbirimize "yabancı" gelmemiştir, bu hal ve tavır, o hararet ve gürültü...

Çok değil üç dört yıl sonra o turistlerden biri olan Bill Hayes Türkiye'de tutuklanacak, onun hapislik hikayesinden memleket hafızasında derin bir sızı bırakacak olan Geceyarısı Ekspresi filmi çıkacaktı...  Yukarıdaki kapakla o olayın bir ilgisi var mı, sizin yorumunuza bırakıyorum.

Cuma, Mayıs 20, 2022

Öğün çalış güven...

Oranlar azalarak değişiyor ama hemen her kamuoyu araştırmasında kesin bir veri olarak çıkan şey şu, herhangi bir komşu millete, Avrupalıya, Amerikalıya, bir başka etnik kimliğe falana filana "millet olarak" olarak güvenmiyoruz. Kuşkulanmadığımız birileri yok yani. Herkesten çekiniyor, korkuyor, iğreniyor, sakınıyor, küçümsüyor, güvenmiyor, uzak duruyoruz.

Şaşırdık mı peki, şaşırmadık değil mi?

Siz de deneyebilirsiniz, "aa böyleymiş" diyerek birileriyle konuşun lütfen, bu duruma istisnasız kimse şaşırmıyor, etnik bir vurgu ya da memlekete dair bir karakter özelliği sayıyoruz, belki de çok duyduğumuz için normal buluyoruz. Galiba, her yüz kişiden sadece dokuzu ya da onu, yabancılara güveniyor, sadece o kadar. Sağcısı solcusu futbolcusu, simitçisi siyasetçisi, İzmirlisi Yozgatlısı bu geniş sevmemezlik sahilinde hep birlikte güneşleniyoruz, enikonu hem-fi-ki-riz... Patetik mi demeli patolojik mi,  bilemiyorum.

Şuna da dikkat edin, bu hususiyetimiz sadece ve sadece, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı söz konusu edildiğinde aklımıza geliyor. Oysa değil, bu zihniyet, bir refleks olarak her konudaki fikrimizi etkiliyor, beğendiğimiz, güvendiğimiz, korkmadığımız, çekinmediğimiz ve kuşku duymadığımız kaç şey var... Sosyal medya tartışmalarına, popüler kültürle ilgili gerilimlere bu taraftan bakın derim.

Ah vah ettiğim sanılmasın, doğrusu yanlışı gibi bir pedagojik çıkarımda da bulunmuyorum, bizi, bize anlatan öfkeler, heyecanlar, husumetler bahsinde aklımızda tutalım diye yazıyorum. 

Perşembe, Mayıs 19, 2022

Son okuduklarım 54

Fabrika Günlükleri, Delisle'nin sevdiğim bir albümü oldu, belki gençliğini ve büyüme hikayesini anlattığı için olabilir, masumane geldi bana, beyfendinin yer yer rahatsız eden bir arrogantlığı var çünkü, hoşlanmıyorum. Otobiyografik niteliği, babasıyla ilişkisi, benim gibi erken yaşta çalışmak zorunda kalması filan (burayı gülerek yazıyorum) gönül kubbemi titretmiş olabilir. Folklords, tatlı bir hikaye, esprili, meraklısı ne demek istediğimi hemen anlayacaktır, Hellboy havasında bir mizahı var, bile isteye çocuksu kurulmuş tahkiyesiyle küçük şaşırtmacalar yapıyor...Güzel çizilmiş, kurgusu ve akışkanlığı başarılı. Büyük bir hikayesi var denemez ama iyi tasarlanmış bir çizgi roman. Eski İstanbul Akşamcıları, Osman Cemal Kaygılı'nın gazete-dergi yazılarından derlenmiş, bize akşamcı portreleri anlatıyor. Kitabın geniş kısmını otuzlu yıllarda bir gazetede çıkmış bir yazı dizisi oluşturuyor. Osman Cemal'in ilginçliği, alt sınıflardan gelişi, sözlü kültüre olan hakimiyeti, başka bir gündemi oluşu filandır, o sebeple inceleyerek de okurum, o yazı dizisini bilmiyordum, o sebeple heyecan yaptım.  Fotoğrafçı, geç okuduğum-keşfettiğim bir albüm, epey oldu çıkalı çünkü, comics journalism türünde emsal gösterilecek ölçüde nitelikli bir çalışmaymış meğer. Bir fotoğrafçının gözünden Afganistan'ı anlatıyor,  fotoğraflar ve onlardan faydalanarak üretilmiş çizimlerle seyri kolaylaştırılmış, ilginç seçimler ve devamlılıklar sağlanmış filan ama inanın asıl  "text"  çok başarılı, mesafesi ve belgeselciliği ciddi anlamada etkileyici. Şöyle anlatayım, Afganistan'ı anlatan en iyi kitaplardan biri olabilir, o ölçüde güçlü bir albüm. 

Mezbaha 5, Vonnegut'un belki de en ünlü eseri, ondan bir çizgi roman uyarlaması yapılmış. Vonnegut, şahsi fikrim, kolay kolay uyarlanamayacak bir yazar...Cesaret gerektiriyor, yanlış anlaşılmasın, iddialı çizgilerden söz etmiyorum, onun oyunbaz geçişkenliğini istifleyebilecek bir senaryoya ihtiyaç var. Başka bir kıvam gerektiriyor, Vonnegut'un ironik kayıtsızlığı veya soğuk mesafesini, hoyratlığı ve bönlüğü anlatırken kurduğu sükuneti gösterebilmek herkesin harcı değil... Fısıldıyor, bağırıyor, susuyor, ileri ve geri atlıyor, dipnot atıyor, konudan konuya geçiyor filan... Laf uzamasın, albüm çok başarılı olmuş, çizgiler, kurgu, sadakat ve yorumlama bakımından bence bu yıl çıkan en iyi uyarlama olabilir, çok beğendim. Yazın Son Gülü, Lucas Harari'nin yeni bir albümü. Tahmin edilebileceği gibi yine bir muamma hikayesi anlatmış Harari. Dağın Kalbi'ne göre polisiyesi ve pulp havası daha yüksek bir muamma kurmuş bu defa. Yine belirsizlikler, tekinsiz kadınlar ve erkekler, Paul Auster havasında esrarengizlikler okuyoruz. Toulouse Lautrec, beklediğimin aksine bir ressam biyografisi değilmiş, içinde Lautrec'in de olduğu bir dönem fantezisiymiş, Oscar Wilde filan bile var, hikaye pek parlak değil ama çizgilerin akışkanlığı göz alıcı. Kuş Kitabı, resim ve ilüstrasyon sanatından kuş resimlerini derleyip toparlamış bir görsel kitap, bu tür kitaplardaki metinler, neden bilmiyorum, hiç şaşmaz biraz katır kuturdur, çeviri kokar, pek anlaşılmaz filan, hah işte bu kitaptaki metinler de öyle ama görselliği iyi derlemişler, hiç fena değil. 

Çarşamba, Mayıs 18, 2022

Vicdan azabı

[Katil] "Turhan Zeki, polisteki ifadesinde kızı çok sevdiğini, onu iğfal ettiği için vicdan azabı çektiğini, bu azaba son vermek için de kızı boğduğunu itiraf ediyordu."

Paragraf böyle başlıyor, eskilerin deyişiyle kaatil polise böyle söylemiş, seks yaptık, onu kandırdım, iğfal diyor, belki de tecavüz etmiş, sonra aklı başına gelmiş, ruhen kavrulmuş, en iyisi demiş, gideyim ben bunu öldüreyim, "hiç yaşamamış gibi olsun" ki gördüğümde vicdanım sızlamasın. Galiba niyet bu...

Falan filan inter milan. Tuhaf bir gerekçe ama biliyorsunuz psikolojide "olamaz" yok, olabiliyor, ben orada değilim, asıl daha sonra yaptıkları bana tuhaf geliyor.

Sonra ne yapmış, öldürdüğü kızın cesedini ve eşyalarını, iz kalmasın diyerek bir sandığa koymuş, taksiyle Karaköy'e, oradan da vapurla Haydarpaşa'ya geçmiş... Artık nasıl bir büyüklükteyse, kaatilimiz o sandıkla İstanbul'da güpegündüz seyahat etmiş ve öldürdüğü kızı akrabasına gönderilmek üzere gar'dan trenle postaya vermiş. Gel gör ki, o akrabanın ikamet adresi değiştiği için kargo sahipsiz kalmış...Burdur'da ortada kalan sandıktaki ceset günbegün artan bir koyulukta kokmaya başlamış. Böylece bir  cinayet olduğu anlaşılmış.

Ellili yıllardan bir cinayet, çok detay yok, niye cesedi yollamış, niye gömmemiş mesela, niye trene vermiş, kargolarken adresini veriyorsun kaçınılmaz olarak, niye kendini bu denli aşikarlaştırmış... O sandığı gönderdiği adresteki ahraba insanı, ikamet ettiği yerden taşınmamış olsaydı ne olacaktı, o mu gömecekti cesedi, aralarında başka bir hesap mı vardı. Bir dünya soru var aklımda...

Önce azap kısmına takılmıştım, sonra sandık filan hikaye olarak aklımda büyüdü de büyüdü...

Salı, Mayıs 17, 2022

O havanın...

Geçtiğimiz günlerde "televizyon" hakkında yazan bir gazeteci, yeni yayımlanan bir diziyle ilgili fikirlerimi sordu. Cevap vermedim, ilke olarak vermiyorum, eş dost arasında bile konuşuyorum diyemem,  bir  arkadaşım, bunu profesyonel bir mesafe olarak niteledi, piyasanın içinde olmamla ilişkilendirdi. Tam da soramadım, çekindiğimi mi düşündü acaba,  "dedim olabilir", uzatmanın bir manası yok çünkü...  O gazeteciye ve arkadaşıma söylediğim şey şuydu,  o tartışma havasının içinde olmamayı tercih ediyorum, işe güce bakayım istiyorum. 

Popüler olanı konuşuyoruz, hepimiz az ya da çok etkileşim bağımlısıyız. Yeni olan bir film, bir dizi, bir şarkı, bir tartışmayı irdelemeyi, sallamayı, küçümsemeyi, anlam katmayı ya da anlamsızlaştırmayı seviyoruz.  Överken ya da azımsarken kendimize itibar katmak istiyoruz. 

İki satır kendimden söz edeyim, öyle ya da böyle, yazarak geçiniyorum. Sanatın, edebiyatın, senaryonun ya da yazdığım doktora tezimin son kertede hayat karşısında yetersiz kalacağını daha en baştan kabul etmiştim. Senaryo işinde ne yaparsam yapayım, mainstream içinde yazdığımı biliyordum, hissettiğim edebi tiksintiye karşı hissettiğim edebi arzuyla mücadele etmem gerektiğini de biliyordum. 

Bunu bir akademisyen, editör ve yazar olarak elbette biliyor ve yaşıyordum. Ama ne akademi ne de edebiyat, popüler kültürün merkezinde değiller. Böyle bir sürükleyici etkileri yok. Popüler olanı etkileyen çok şey var...dışarısı ve içerisi ister istemez farklılar. 

Popüler kültür üretimlerine dikkatle bakarsanız, neyin neden sevildiğini veya sevilmediğini anlayabilmenin pek mümkün olmadığını anlarsınız. Kendisi sevdiği ya da sevmediği için kestirip atan münekkit çok ama durum sahiden öyle değil. Çok konuşulduğu için elbette, like-unlike çeşitliliği say say bitmez ölçüsünde. Dizi sorulmuştu bana, o dizi "hiç beğenilmemiş" olabilir ama buna rağmen çok seyredilmiş olabilir. Veya çok beğenilen dizi o sonuna kadar seyredilmemiş olabilir. Üstelik, o dizinin beğenip beğenilmediğini seyirci yorumlarından çıkartıyorsak eğer, manipüle edilmiş bir kamusallığın içinde üretilen yorumlar olduğunu da hatırda tutmamız gerekiyor. 

Pazartesi, Mayıs 16, 2022

Ne güzel yan yana durmak!


İnsanlar, inandıkları dinleri, dahil oldukları "ırkı", üyesi olduğu cemiyetleri, çalıştıkları kurumları, mezunu olduğu okulları, taraftarı olduğu takımları, beğendikleri yıldızları, yaşadıkları yerleri, sevdikleri müzikleri, okudukları kitapları, seyrettikleri filmleri, oy verdikleri partiyi, öğrendikleri tarihi, konuştukları dili, yedikleri yemeği, erkekliklerini, kadınlıklarını, çocuklarını, babalarını, kedilerini, satın aldıkları markaları, içtikleri çayı, kahveyi, rakı sofralarını... yarıştırmak, farklı ve benzersiz olduklarını göstermek istiyorlar.

Ben "buradayım" demek bize iyi geliyor.

Hemen her dakika "buradayım" demekte üstümüze de yok... Birbirimize baka baka ses yükseltiyor, kendimizi teşhir ediyoruz.

Karşımızda, yanımızda, içimizde, üstümüzde, yerin altında ve üstünde ne var peki? Bizden sadakat ve itaat isteyen her şey, büyük bir heyula, görünmez bir el, hep haklı olan bir "vaiz", görkemli bir vasatlık... Yan yana durmamızı isteyen "anonim" bir büyücü...

Pazar, Mayıs 15, 2022

Oldboy

Filmi haliyle izlemiştim ve bir çizgi roman-manga uyarlaması olduğunu biliyordum. Türkçede geniş aralıklarla sekiz ciltlik külliyatı yayımlanmıştı, merak ediyordum, ancak okuyabildim. Okudukça  belli başlı temalar alınarak filmde başka bir bağlam kurulduğunu anladım. Klişe bir tartışma içine girmeyeceğim, manga daha çok bir muamma ve entrika hikayesi olmuş, kişisel olarak bu türden hikayeleri severim, o bakımdan ilgimi çekti. Film ise o entrikayı araçsallaştırmış ve intikam meselesine yoğunlaşmış.

Diğer yandan mangada kahramanı daha odaksız (ve öfkesiz) buldum, film bu belirginleştirmeyi daha doğru yapmış. Manga, hikaye olarak uzadıkça o odaktan uzaklaşmış, yeni karakterler katarak öne değil yana doğru bir tahkiye kurmuş. Oldboy filmini kime sorsanız bir intikam hikayesi sayar ve finaldeki huzursuz edici tvistten söz eder. Manga bu ölçüde bir sertlik taşımıyor, kötü adamın neden bu eziyeti ettiği anlaşılmıyor veya bizi ikna etmiyor. Film bu bakımdan "serbest" bir uyarlama olmuş demek istiyorum, mangayı bitirdiğinizde filmden ayrı bir ton buluyorsunuz çünkü...

Cumartesi, Mayıs 14, 2022

Adamlık Edebiyatı


Çetin Altan, Yalçın Çetin'in Dosya isimli karikatür albümüne (Koza Yayınları, 1977) önsöz yazmış... Görselde var ama... önsöz şöyle bitiyor: "Hiç bir sanatçı özetlenemez; Yalçın Çetin de... Ama yine de Yalçın için bir özetleme yapmak gerekiyorsa, onu ancak tek bir sözcükle tanımlayabilirsiniz: O bir adamdır. "

Pek de matah bir şey diyememiş diyeceğim de... konu şimdilik o değil.

Bugünden geçmişe bakarak (hepimiz yapıyoruz) bir şeyleri kolay yargılayabiliyoruz, geçmişte insanlara normal gelen bir yargıyı o günün zihniyetini bilerek-hesap ederek konuşmamız gerekiyor. Üstelik Çetin Altan, bir dönem için özgürleşmenin, tahakküm karşısında ifade özgürlüğü savunuculuğunun sahici bir sembolü... Cesareti, meydan okuyuculuğu, liberterlikle ilgili polemikleri paha biçilmez...

Hah işte o adam yapıyor bu "adamlık edebiyatını"... O sebeple önemli... Adamlık edebiyatı bugün de eksilmiş, azalmış değil... Şunu da söylemek gerekiyor, geçmişte herkesin hemfikir olduğu bir şey değil, tıpkı bugün olduğu gibi hiç demeyenler de var...

Yalçın Çetin'in erkek ya da kadın olmasının sanatıyla, düşünceleriyle bir ilgisi yok ki... Veya var da Çetin Altan'ın onu "adam" sayarak itibarlandırması saçma ve doğru değil...

Belki de tam bu sebeple Çetin Altan pek de matah bir şey diyememiş oluyor. Yalçin Çetin'in adamlığı sanatını ve ürettiklerini anlatamaz, bunu örneğin bir taksici, her gün alışveriş yaptığı büfeciye de söyleyebilir çünkü.

Perşembe, Mayıs 12, 2022

Soru sormamak

Bir mahkeme düşünün, suçlanan insanlara ne hakim ne de savcı hiç soru sormuyor, sahiden tek bir soru sorulmamış... Bir insanı verdiğiniz hükümle tecrit ediyor, dış dünyadan, ailesinden, arkadaşlarından, toplumdan uzaklaştırıyor, dört duvar arasına sıkıştırıyorsunuz, onu ömür boyu, onu bilmem kaç yıl hapsediyorsunuz ama soru sormuyorsunuz. Sıkıştırmak, cezayı artırmak ya da iddianızı ispat etmek, karşınızdaki suçlunun masum olup olmadığını anlamak için bile yapmıyorsunuz bunu.

Gerçekten merak ediyorum, niye soru sorulmamış olabilir, nasıl bir ruh halidir bu?

Hakimlik kadar zor olan çok az iş var, nihayetinde bir insanın ömrünü etkileyecek bir ceza veriyorsunuz, dinlemek anlamak, kendi vicdanınızı sızlatmadan ve kamu vicdanını yaralamadan karar vermek zorundasınız, karşınızdaki yalan söylüyor olabilir, haksızca suçlanmış olabilir, hakim niye soru sorar,  öğrenmenin en kolay yolu soru sormaktır da ondan... zanlı ile konuşursun, diyalog kurarsın, teamül böyle...Sadece kendini değil, kamu vicdanını da ikna etmek zorundasın çünkü... 

Üstelik bu siyasi bir dava, hatta bir tür gösteri, gerekiyorsa kavgaya girer, muhatabını sorularınla alaşağı edersin, açık ararsın, kaç yıl oldu Gezi olalı, kaç yıldır sürüyor bu dava, neler neler toplamış olmalısın, di mi yani neler neler...

Salı, Mayıs 10, 2022

Tahmin

Yakınlarda Sezgin Burak'ın Tarkan adlı çizgi romanına ilişkin orijinal bir çizim vergilerle 18 bin civarı bir paraya satılmış. Müzayede rekabetiyle epey yükselmiş görünüyor, ilgili bir arkadaşım, bu denli bir artış beklemediği için bana piyasa değerini sordu. 

Bir iki kere yazdım, galeri ve müzayede piyasasında çizgi romanlarla ve hatta karikatürlerle ilgili yüksek bir satış değeri ortalamasından söz edebilmek mümkün değil.  Sezgin Burak ve Tarkan çizimleri pek bulunmuyor,  koleksiyoncuların az olana sahip olma arzusuyla fiyat yükseltmeleri önemli bir etken olmuş, bu fiyatı gördükten sonra parça parça çoğalabilir. 

Diğer yandan Batı Avrupa ortalamasıyla söylersem 3 bin Euro civarı olması gereken bir fiyat 1.2oo Euro'yu görmüş, bu da benim tahminim diyelim.
 

Pazartesi, Mayıs 09, 2022

Bilemedim

Sosyal medyada rastladım, Nejat Uygur, Deniz Gezmiş'lerin idamıyla ilgili böyle bir cümle kurmuş, bana sorulsaydı, "dememiştir" derdim. Garezle değil hatırladıklarımdan yola çıkarak söylüyorum bunu. Yetmişli yıllarda, o yılların sert kıyıcı kutuplaşmasında, ne zaman sağcı bir mizah dergisi çıksa hiç şaşmıyor, Nejat Uygur bir biçimde o kadroların içinde yer alıyor, siyaseten sağcı olduğunu, hatta bu sebeple sağ siyasetçilerden itibar gördüğünü de biliyoruz... 

Gel gör ki, bu paylaşım sık rastlanılan bir biçimde uydurma ya da yakıştırma türünden bir fake değil, bizatihi oğlu tarafından yayımlanmış çünkü. Nerede ve ne zaman söylemiş merak ettim, oğullarına ve ailesine söylemiş olmalı...Çünkü en azından o idamların yaşandığı yıllarda o düşüncede olduğunu sanmıyorum, fikrini sonradan değiştirmiş olmalı. 

Pazar, Mayıs 08, 2022

Panorama Altmış

“Şarapçıların mekânlarından Cebeci’deki Mantar Ahmet’e Mülkiye’nin şarapçı tüllabının ikinci adresi diyebilirdiniz. Öteki mekân Maltepe’de ‘Babanın Demhanesi’. AS Sineması’nın hemen yanında plastik leğenlerde içine göztaşı atılarak fermente edilen ucuz açık şarap, yanında özellikle kış aylarında tek (alternatifsiz) yiyecek hamsi tava, isteyene yanında kuru soğan da ikramiyesi. (…) Pahalı oldukları için Maltepe’deki pavyonlara, barlara gidilmezdi, gidilemezdi. Ben de Ulus’taki Nil Bar, Yeni Bar, Tabarin, Kitkat gibi ucuz barlara rağbet edenlerdendim. (…) Giresun Lisesi’nden bir arkadaşım hem Akademi’de okur hem de geceleri Yeni Bar’da gitar çalardı.”

[Savaş Dizdar, Bir Zamanlar Mülkiye: 1964-1970, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013.]

Yeniverdi...

Spor gazeteciliğinin sert bir dili, hani "geçirdik" veya "koyduk mu?" türünden bir sakaleti, cayırtısı, keskinliği vardır biliyorsunuz. Yukarıdaki spor sayfasını, ilgimi çeken bir manşet nedeniyle zamanında ayırmışım, tarihini yazmamışım ama sanıyorum altmışlı yıllar... 

Maç haberinin başlığı sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı, "Hacettepe, Fener'i dün yeniverdi" demişler, beklenenin aksine, bir tür sürpriz gibi galiba... Veya şıpın işi derler ya, çok yorulmadan, hemencecik yapıverdi derler... o havada yenivermiş işte... Biri oynamış, bastırmış, atak üstüne atak yapmış, goller kaçırmış, olmamış, tek atakla pıt diye bitivermiş maç, çevrilememiş, yenivermiş, yenilivermiş... 

Pek kullanmıyoruz artık bu tür ifadeleri...

Cumartesi, Mayıs 07, 2022

Derin Hakikatler 17 Yaşında

Yıldönümü duyurusu...geçerken şey edeyim dedim, arzederim...
 

Resmi ilânla besleniyor

Altmışlı yıllardan tipik sağcı bir gazete...Manşete taşıdıkları meseleyi biraz anlatayım. Gazeteler, tiraja göre ayarlanan bir biçimde devletten resmi ilan alırlar, DP dönemindeki örtülü ödenekler, maddi destekler filan Yassıada mahkemelerinde ayyuka çıkınca 27 Mayıs sonrasında bir düzenleme getirilir ve resmi ilanlar daha adaletli biçimde dağıtılmaya başlanır diyelim... Gel gör ki, o tarihte de kimseyi memnun edemiyorsunuz, bağıran çağıran gırla... Bir de korku, dehşet, tehlike hissiyle daha güzel bağırılıyor, avaz avaz... 

Yukarıdaki gazete de birilerine solcu diyerek saydırıyor, sene 1962... Solcu gazeteler demişler ama sadece Vatan'dan söz ediyorlar...Vatan solcu muydu, tartışılır, bence ilgisi yoktu mesela...Zaten olup olmaması da önemli değil, İstiklal, hükümet solcuları destekliyor diye feryat etmiş bir kere... Birine komünist, Marksist dedikten sonra zaten hesap kesilmiş oluyor.

Solcu nitelemesi, özellikle sağcıların ağzında o kadar geniş bir çerçevede kullanılıyor ki say say bitmez ölçüsünde... Mesela klasik müzik dinleyen biri solcu olabiliyor, bir taşralı için büyük şehirli olmak, atıyorum İstanbul Türkçesini konuşmak bile solcu sayılmaya yetebiliyor. Garip bir mağduriyet algısı ve husumetiyle dünyaya baktığınızda o nitelemenin gerekçelerini anlayabiliyorsunuz, katılmam mümkün değil ama nasıl algıladıklarını kestirebiliyorum demek istiyorum. 

Yani Vatan gibi çok satmaya çalışan, çoğunluk değerlerine göre gazetecilik yapan bir gazetenin solcu ya da sağcı sayılması pek çok bakımdan doğru olamaz ama çok satmak veya solcu-sağcı bir yazara köşe vermek aksini söylemeye yetebiliyor...Belki döneme özgü olarak 27 Mayıs'ı desteklemek de solcu sayılmaya yetebilir gibi... 

Cuma, Mayıs 06, 2022

Son okuduklarım 53

Babylon Berlin, Islak Balık, ünlü Alman polisiye seriyalinin ilk kitabından yapılmış bir uyarlama. Meraklısı ister istemez kıyaslayacaktır, diziden farklı kurulmuş, Babylon Berlin grafik romanı Gereon üzerinden giden bir uyarlama olmuş, bir üslup arayışına girilmiş, siyah beyaz çizgilerle kara polisiye estetiğine dayandırılmış... Yani, ne dönemin kaotik yapısı ya da Berlin şehri pek öne çıkmamış. Albümün yaratıcısı Arne Jysch sert olmamayı tercih etmiş onu anlıyorsunuz ama sanki siyasetle ilgili daha malumatçı olabilirmiş, gerekiyormuş. Ya da erotik gerilimi iyi kuramamış, o fasıl da çok kolay ilerlemiş... Talihe Zar Atmak, Tanzimat'tan Erken Cumhuriyet'e kumar meselesine bakıyor,  çok geniş bir döneme baktığı için arada güç kaybediyor ama arşiv kayıtlarından bol malzeme çıkartılmış, üstelik bu konuda araştırma var denemez, zor bir işe kalkışılmış,  kumarla ilgili suç dosyaları kolayca sümen altı edilir, o bakımdan uğraşılmış, derli toplu ve rahat okunuyor. Caravaggio, Manara'nın dilimizde çıkan son çalışması. Bir ressam biyografisi gibi dursa da kaçınılmaz olarak bir Manara yorumu. Manara, libidosu yüksek, cinsel açlığı her zaman hikayesinin odağına alan karakterler anlatıyor, kolay öfkelenen, kolayca dünyadan kopan,  bir rüya gibi oradan oraya kolay savrulan kahramanları seviyor. Onun kahramanlarını konuşurken ya da düşünürken hatırlamayız. Bu bakımdan Caravaggio bir Manara serüveninin içinde oradan oraya sürükleniyor, hakkındaki popüler tarih yorumlarından birini kanırtararak bir yere bağlanıyor. Edebi ya da artistik bir derinlik değil olayların kurbanı olan bir maceraperest seyrediyoruz. Özellikle okuyoruz diyemiyorum, Manara okunmayı değil baktırmayı, hatta tarzı itibarıyla dikizlenmeyi tercih ediyor bence.  Bilinmeyen Türkler'i tavsiye üzerine aldım, bir Amerikalı gazeteci, 1921'de Samsun'dan Ankara'ya geliyor, yeni cumhuriyeti, milliyetçileri anlatıyor, röportajlar yapmış, yolculuk izlenimlerini yazmış, kitap olarak ölümünden sonra yayımlanmış, neden bunca yıl ilgi çekmemiş, insan merak ediyor, bol fotoğraflı, özellikle taşra yolculuğu sırasında çektiği fotoğraflar nitelik olarak daha iyi olabilseymiş, çok başka bir kitap olurmuş. Ben yolculuk kısmını beğenerek okudum. 

Moby Dick, Jules Verne romanları dışında çizgi romana en çok uyarlanan eserlerden biri, üstelik bana sorarsanız edebi niteliği itibarıyla pek de buna uygun bir roman değil. Galiba diyorum, av ve avcı ekseni, balina ve okyanus görselliği çizerleri cezbediyor. Halbuki benzersiz bir edebiyat var, onu resmedebilmek, daha iddialı konuşayım, sinematografisini kurmak kolay değil, cesaret ister, çünkü ne yapsanız güç kaybedersiniz. O bakımdan ne olsa fark etmez, çıkan iş tavşanın suyunun suyu olur. Eskiden, en azından ben çocukken, çocuklar için değil ebeveynler ve öğretmenler için üretiliyordu böyle uyarlamalar. Hemen hepsi üçüncü sınıf üreticiler elinden çıkıyordu. Elli yıl sonra böyle bir işe kalkışılıyorsa, çizgi roman başka bir seviyedeyken deneniyorsa üstelik, mambo jambo gerekiyor artık. Bu pek öyle ahım şahım bir iş olmamış. Kesinlikle kötü deği ama yine yakınlarda çıkan Chaboute'nin yenilikçi uyarlamasının gerisinde, meraklısı karşılaştırabilir. Turne Anıları, isminden anlaşılacağı gibi çeşitli tiyatrocuların taşrada yaşadıkları ilginç hikayeleri anlatıyor. Muhtemelen bir gazetede önce röportaj tefrikası olarak kullanılmış, ilginç hikayeler var elbette... Bir değerlendirme yazısı, derleyip toparlayacak bir yoruma ihtiyaç varmış, yoksa anlatan iyiyse, olayın kendisi ilginçse o bölüm ilginç olabiliyor, kitap değil anlatan konuşuyor ki bu handikap...Max ve Moritz, Avrupa'da çizgi romanın ilk örneği sayılır, hele Almanlar için Busch bir milli gururdur...Benim bildiğim kitap olarak ilk kez dilimize çevrildi. Epeyce eski bir iş, kitabı yaşatan içeriğinden çok tarihi değeri, bunu teslim edelim. Busch, bizim çizerlerimizi de etkilemiş bir isim... Benim hatırladığım, otuzlu yılların ortasında Burhan Belge, Cemal Nadir'in ondan etkilendiğini anlatan akıllı bir yazı yazmıştı. İzmir Suikastı Davası, beklediğimin altında bir nitelikte çıktı, literatür eleştirisi olmayacağını tahmin ediyordum ama en azından bir döküm bekliyordum, onu dahi bulamadım. Malum, mesele önemli, İzmir Suikasti Davası, İttihatçıların tasfiyesine yarayan bir iki önemli vesileden biri. Cumhuriyeti kuran kadrolar için İttihatçılar uzun yıllar büyük bir tehdit olmuştur, Nutuk'ta uzun uzun anlatılır filan ama şöyle söyleyeyim, 1946 sonrasında demokrasiye geçerken bile parti kuracaklarından endişe edilmiştir. 

Perşembe, Mayıs 05, 2022

Tommiks gazetelerde

Başka gazetelerde de sanki rastlamıştım diye hatırlıyorum ama emin değilim, eski defterleri notları karıştırmak gerekiyor. Şunu iyi biliyorum ama altmışlı yıllarda çıkan Resimli  Posta'yı hiç görmemişim, meğerse Tommiks yayımlamış, popüler bir çizgi romanı gazetede yayımlamak için iyi telif ödemiş, Egeli ailesiyle ayrıca anlaşmış olmalı. Sene 1963.

İlham veren kaynaklar

Çizgi roman hakkında yazmaya ne zaman karar verdiğimi hatırlamıyorum, bir defteri önüme alıp bir şeyler yazmaya 1986'da başlamışım ama öncesi vardı... Yukarıdaki dergileri, ilki hariç hepsini defalarca okumuş dallamıştım. Töre 1984'te, Gösteri 1985'te çıktığına göre biraz daha önce ilham almışım... 

O tarihlerde bizde yayımlanan herhangi bir referans kaynak yoktu... Ne bulsam, saldırıyordum. Yerli çizgi romanların tarihiyle ilgili bir şey bulanıyordum, dergilerde yayımlanan genel değerlendirmeler ise Maurice Horn'dan intihaller yapılarak yazılıyordu, örneğin Töre'deki geniş yazı böyleydi, sonra Bravo'da Sinan Gürdağcık benzer bir intihal yapmıştı. Bu intihalleri Amerikan Kültür'de Maurice Horn'un ünlü ansiklopedisini bulduğumda fark etmiştim.

Günümüzde Kitaplar'ı ise seneler sonra Milli Kütüphanede çalıştığım yıllarda, galiba 1990'da arayıp bulmuştum. Argos ise galiba içlerinde en ilginci ve ufuk açıcı olanıydı. Ofiste bir yerlerdedir, Hürriyet'in bir Pazar ilavesinde Talat (Güreli) abi bir yazı yazmıştı, o da beni etkilemişti. Hepsi, ilk ciddi yayınlardı...

Senaryo işlerim azalsa, bir fırsat olsa, Türkiye'de Çizgi Roman kitabımı yeniden yazmak istiyorum. Ya da bir tür devamını... 
 

Salı, Mayıs 03, 2022

Teessüf ederek yaşayan adam

Yaşıtım sayılır, eskiden bana-bize anlatırdı, şimdi sosyal medyada herkese anlatıyor, sürekli teessüf ediyor, hep gadre uğramış, hep insafsızlık... 

Geçmişte yaşıyor, hep özlüyor, ne iyi insanlar vardı eskiden falan filan inter milan... Sanki çok yaşlandı veya yaşlanmaya karar verdi... Katlanamıyorum, diyip duruyor... Sağlığım kötü, dışlanıyorum, hatırlanmıyorum, yok sayılıyorum...

Üzülerek izliyorum, patetik göründüğünün farkında mı yoksa öyle mi görünmek istiyor bilemiyorum. Sahiden merak ediyorum. 

En ilginç tarafı her yazdığı metni, kendini kutsarcasına, beğen butonuyla bizzat beğenmesinde saklı...

Related Posts with Thumbnails