Perşembe, Ekim 31, 2019

Dizilerde Toplumu Aramak


Meraklısına duyurulur, yarın Yeditepe Üniversitesinde diziler hakkında konuşacağız.

Çarşamba, Ekim 30, 2019

Ergönültaş



Mendilden bayrak yapmış çocuklar, koştukça tıplatıyor atardamarını memleketim “tüm eserlerinden”. Akıllarda vurdulu kırdılı bir film, Suzi’nin çilleri. Tütün, şiir ve hoyratlık. Alışılmış ıstıraplar, yukarı akan dereler. Yoksul mahalle peyzajı. Yürüdükçe kanayan Edip Cansever, trenden inen Egemen Berköz. Büyük rıhtıma dayalı azınlık gemisi kenar mahalleler. Yağmurun en çok yağdığı evler, mutluluk yalan! Hele ümidin taşocağındaki kadınlar. Engin Ergönültaş, büyük hikâyeci, peri tozu.

Pazartesi, Ekim 28, 2019

Çizgi Roman, Bizler, Onlar ve Diğerleri



Elime bir (yerli) çizgi roman dergisi ya da fanzin’i geçti mi eski heyecanlar, eski tutkular yeniden alevleniyor. Aslında bu yaşımda ve geçmişimle çok daha “cool” olmam gerekiyorsa da işte olmuyor. Ünlü bir sorudur, çeşitli yanıtları olan: “Neden çizgi roman? Acep bu da batı taklitçiliği olmasın mı, müslüman mahallesinde salyangoz satmak türünden?”. Bizler ve sizler böyle olmadığını bilsek bile “onlar” bilmemezliğe geliyor, “diğerleri” ise başka dünyalarda yaşıyor.

Acıdır ve de gerçektir: bugün çizerler başka alanlara geçmeyi düşünüyorlar, geçiyorlar. Çizgi romancıları bir araya getirmek, bir arada tutmak için gayret gösterenler, hatta lokal açanlar (evet, Sarkis gibi) duruma umutsuzca bakıyorlar, media konunun köşesinden bile geçmiyor ve saire ve saire. Bir de, bence en önemlisi, profesyonel ya da amatör boyutlar içinde yayını sürdürmek için inatla, inançla “kutsal mücadele”yi sürdürenler. Eh, onlar da olmasalardı bu yazı da zaten olmazdı.

Tüm bunlar bolca çiğnenmiş laflardır, benden önce bunları sizler defalarca tekrarladınız, ‘onlar’ ise hiç takmadılar. Meraklılar, tutkulular, koleksiyoncular ve az sayıda çizerlerle iş bitmiyor. Belki de, yeniden, o yukarıdaki soruya dönmek gerekiyor, hani o neden çizgi roman sorusuna (bunun paraleli ise nasıl bir çizgi romandır ki estetik boyutları bir hayli geniş, tartışması bir hayli karmaşık).

Her işin bir “ulusal” geçmişi ve geleneği vardır, her şeyin “ulusal” bellek, beğeni, örf ve diğerlerinin içinde bir gerekliliği ve işlevselliği vardır. Üstüne üstlük her konu, bir ulusun “kültür” ve “genel kültür” çerçeve ve tanımlaması içinde, ayrı bir önem ve gereksinim taşır.

Batı kültürü, Doğu kültürü, Batılı / Doğulu kültür sentezi derken biz halen bir ortak noktaya, bir ortak ve paylaşılan noktaya varmış değiliz ya da varmış gibi görünmüyoruz. Dünyasal, evrensel boyutlarda “kültür” dediğimizde, ulaşılması gereken “çağdaş kültür” dediğimizde neleri kastediyoruz ve çok geniş yelpazenin içine neleri kabul ediyoruz?

Edebiyatımızda kurguya (fiction) dayanan birçok türler (ister pop olsunlar, ister olmasınlar) yok denilecek kadar azdırlar. Bilim kurgucu olamıyoruz, çünkü teknolojik bilgi ve uygulama konusunda daha katedeceğimiz yollar vardır; dış kaynaklı yazarların, iyisi ve kötüsü ile, bolca okur buldukları korku ve gerilimde ürün verenimiz yoktur, özel hafiyelerimiz olmadığı için polisiye edebiyatımız da yoktur (buna karşın kiralık katillerimiz boldur). Liste uzayıp gidiyor ve ne ilginçtir ki bu listedekiler, dön dolaş, çizgi romanlara varıyor, çizgi romanların temel tematiğini oluşturuyor.

Tüm yukarıda saydıklarım “kültür”ün neresindedir denilecek. Kanımca (ve bu Batılı, Levanten-Türkiyeli kafam ve içindeki beynimle) tüm bunlar çağdaş, “global” kültürün birer parçaları.

Dönelim çizgi romana: Türkiye’de çizgi roman yok demek hiç kuşku yok ki bir haksızlık olur ancak... ışin doğrusu sürekliliğin varolmamasıdır. Ya gelenek? Resim geleneği böylesine “yeni” sayılırken çizgi roman geleneği ne arar?

Çizgi roman tarihçisi değilim, araştırmacısı da değilim, sadece meraklısıyım. Nedir ki, okuduğum kadarıyla, Batı kendi geleneğini Mısır’ın duvar fresklerinde ve Bayeux halılarında ararken bizler minyatürlere başvurup ola ki bir başlangıç noktasını buluruz, yaklaşık bile olsa.

Acaba sorun hep gelenek ve dayanak mı? Değildir, gelenek yoksa sıfırdan başlayıp kendi geleneğini kendin kurarsın, senden sonrakilere miras olarak teslim edersin.

Biliyorum, şimdi “onlar” diyecek ki: “Bu adam, bu yaşında (65) hep uçuk şeylerle uğraşıyor, kimi yazılarında ve de özel ilgi alanlarında”. Ola ki öyledir, ne ben ne de beni bilenler bundan şikayetçi değiller, galiba aksine. Hayır, beyler, baylar ve arkadaşlar, sorun bir başka noktada: malzemede ve değerlendirmede. Bizler “hayal gücü” denilen olaya inanıyoruz, bunu kullanıyoruz, bundan doğal (ola ki doğa üstü) bir zevk alıyoruz. “Onlar” ve “diğerleri” ise gerçek gerçek diye inleyip boyutsuzluğun içinde dön dönüyorlar, bir şeyler anlatmaya kalktıklarında da o çok önemli, çok evrensel (genelde küçük) çevrelerini anlatıyorlar.

Ve değerlendirme: Sağır Sultan (bu durumda kör ve sağır sultan da denilebilir) bile bilir ki “çağdaş” sanatların “çağdaş” kriterinde (evet, bizler biliyoruz onlar ise daha bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar tüm çağdaş görünümlerine karşın) bir Dokuzuncu Sanat vardır. Evet, Sherlock Holmes’un sadık (ve “naif”) yardımcısı Doktor Watson’a dediği gibi: “ıt’s elementary, my dear Watson”. Bu çok kısa tümceyi çevirmeye kalkmayacağım, sadece bunu not edeyim ki “elemantary”yi burada, bu bağlam içinde, ben tercihen “basit” değil de “ilkel” olarak algılıyorum. Eh, kimi Holmes olur kimi ise Watson. Seçim sizindir.

Nereden nereye! Neyse ola ki bir başka yazıda, daha mantıksal ve “gerçekçi” olmayı denerim. Cem Özer’in dediği gibi “Ben hep çizgi romandan yanayım” (yoo, hiç öyle bir şey demedi, keşke günün birinde bunu da dese), siz de öylesiniz. Onlar ise...

Giovanni Scognamillo


[Bu yazıyı, üzerinden çeyrek asır gibi bir zaman geçmiş, çıkarttığımız Koloni fanzini için Gio kaleme almıştı. Dünyayla, tutkuyla, amatörlükle ilişkisi her zaman coşku dolu olan Gio'yu saygıyla anıyorum.]

Pazar, Ekim 27, 2019

İlle de roman olsun demem




Son beş yıldaki (2009-2013) saptamalarıma göre en çok öykü kitapları yayımlayan ilk on yayınevinden birisiniz. Yayınevi olarak sizce öykünün bir önceliği var mıdır?
Böyle bir önceliğimiz yok. Kategorik olarak şiir ve deneme yayınlamıyoruz, bu bakımdan gelen dosyalar öykü ya da roman oluyor. Öyküye-romana değil niteliğe öncelik tanıyoruz. Ayda üç ya da dört Türkçe edebiyat yayınlıyoruz. Bunların hepsi öykü ya da hepsi roman olabilir, öyle bir ayrımımız yok.

Yazınsal türler arasında öykünün yeri ve önemi için ne düşünüyorsunuz?
Ancak kişisel bir cevap verebilirim. Öykünün yeri ve önemini tartışmak edebiyatı tartışmakmış gibi geliyor bana. Bir üstünlüğü ya da önceliği yok bence. Edebiyat içinde hiyerarşik bir sıralama yok. Yapanlar olabilir, beni ilgilendirmiyor. Basit bir sloganım var, iyi hikâyesi olan veya iyi edebiyat yapan her şey iyidir-güzeldir, yayınlanır. İyimser biriyim, beğenmek için okurum. İlle de roman olsun demem, dersem eğer düğündeyimdir…

Yayımladığınız öykü kitaplarını neye göre ve nasıl seçiyorsunuz? Yalnızca başvurular arasından mı, yoksa yazarların dergilerde yayımlanan öykülerini izleyerek kendiniz mi seçiyorsunuz?
O kadar çok dosya geliyor ve dosya sahipleriyle o kadar uzun süreli çalışıyoruz ki dergileri bu yoğunlukta bir kaynak olarak göremiyorum. Geleni karşılıyoruz aslında. Dergileri zevk için okuyoruz. Biz kitap yayınlıyoruz, nasıl romanın tek bölümü romanın bütünü için bir ölçüt olamazsa dergide okuduğumuz tek bir hikâye de kitap için yeterli olamaz.

Size gelen ya da seçtiğiniz dosyalar arasında olası kurgusal ve dil sorunları için ne gibi editörlük hizmetleri sunuyorsunuz? Yayınevinizde ayrı bir “öykü editörü” var mıdır?
Bu tür çalışmalar yapıyoruz elbette, yayıncılığın, editörlüğün bir parçası bu zaten. Öte yandan öykü ve edebiyat için ayrı editörlerimiz yok çünkü böyle bir ayrıma inanmıyoruz.

Yazar-yayınevi ilişkilerinin sürekliliği ve kalıcılığı açısından yayımlamak için seçtiğiniz yazarların sonraki kitaplarıyla ilgileniyor musunuz? Bu konuda bağlayıcı sözleşmeler düzenliyor musunuz?
Sözleşme, editörün işi değil. Ben yazarla hikâye konuşurum, ona yol arkadaşlığı ederim. Sözleşme yazarla yayınevi arasında gelişir, yazar da yayınevi de fikrimi sorar, arabuluculuk etmemi isteyebilir o kadar. Gerisine karışmak istemiyorum, taraflar arasında müzakere edilen bir mesele bu, edebiyatla ilgisi yok.

Yayımladığınız öykü kitabının ödüllere katılmasını sağlıyor musunuz? Yazarınızın öykü kitabıyla ödül alması satış dışında sizin için ne anlama geliyor?
Yazar, yarışmalara katılmak istiyorsa, ilgili prosedürleri biz tamamlıyoruz. Ödül kazanmış bir yazar mutlu olur, yazarın mutlu olması da bizi mutlu eder. Yoksa kimseyi yarışmalara katılması için özel olarak teşvik etmiyoruz.

Öykü yazarlarının belli bir süre sonra roman yazmalarını nasıl karşılıyorsunuz? Bu konuda kendi yazarlarınızı yönlendirdiğiniz oluyor mu?
Yine kişisel bir cevap vereceğim, hiç bir yönlendirmem olamaz. Öykü ile roman arasında bir basamak olduğunu düşünmüyorum. Yazarlar kendilerine zihinsel bir ket vurabiliyorlar veya bile isteye öykü yazmıyor veya romana hiç girmiyorlar. Şöyle düşünüyorum, nasıl mutlu oluyorlarsa onu yapmalılar. Bir yazarın istediği zaman editörüne ulaşması, içeriği, tahkiyeyi, karakterleri, dili konuşması öykü ya da roman yazmasından-seçmesinden daha mühim bence. En azından benim durduğum yerden manzara böyle.


[2014'te gelen soruları cevaplamışım, ama nereye yazmışım, nerede yayımlanmış... meçhul]

Cumartesi, Ekim 26, 2019

Ramiz



Mizahın tango mevsimiydi, Ramiz. Plajlara dadanmış fırça. Sahnesinde harcayan, bölen ve çarpan çıplaklıklar. Dudak izinden tarih bıraktı geriye, bütün hazları birden isteyen. Ağustosböceği, jartiyerli bacaklar ve hamamcı düşler. Memleketin en iri kalçasıydı Tombul Teyze. Ramiz, özlemlerin tapınağı, okunmayan espri ve elmanın tadı. Uzun ve sıcak yazlar, aslı astarı olmayan kadınlar yuvalanmıştı çizgisine. Briyantinli mizah, Şecaattin Tanyerli, Yahya Kemal ve ekmeksiz dizeler.

Cuma, Ekim 25, 2019

Doğan Kardeş


(...)  Çapı ve kalitesi ne olursa olsun bir çocuk mecmuasının 50 kuruş fiyatla satılması bence, milli korunma hükümlerine aykırı bir hareket olur (…) Fikir ve terbiye mevzuu üzerindeki ihtikar bizce, bir kumaş ihtikarlarından çok daha vahimdir. 50 kuruşu ödeyemediği için çocuğunun kederinden daha büyüğüne kapılan yoksul aile babalarının duygularına iştirake mecburum. Bu sebeple mecmuanın çıkışını kutlamayacağım (Esat Adil, Tan, 28.4.1945).

Yukarıdaki yorum, en uzun ömürlü popüler çocuk dergimiz Doğan Kardeş çıktığında Esat Adil tarafından yazılmış. Adil, 46' Seçimlerinde TSP (Türkiye Sosyalist Partisi) lideri olarak siyasete atılacak, kısa süre içinde rejimin kendini sola kapatma kararıyla birlikte, sudan sebeplerle hapse düşecek ve uzun yıllar, girip çıkarak, siyasi mücadelenin yanı sıra sahiden acılarla dolu bir hayat yaşayarak epeyce çile çekecektir. Adil, hayatı boyunca Sovyetik sol eğilimlere karşı duracak, TKP çevreleriyle uzlaşamayacaktır. Onun yerlici sosyalizm anlayışının anlaşıldığını söylemekse kolaycılık olur.

Yorum, aynı yılın sonunda linçci bir kalabalık tarafından tahrip edilen Tan gazetesinde çıkmış... Esat Adil, gazetede Adiloğlu müstear adıyla kolay anlaşılır (populist) biçimli eleştirel yazılar yazıyor, Doğan Kardeş'in çıkışı hemen her gazetede övgüyle karşılanırken o aynı mantık içinde yine ters köşe yapmış...

Perşembe, Ekim 24, 2019

Cemal Nadir ve Amcabey




Sokakların tüm kirini süpürmek istiyordu, Amcabey’in sözleri. Her şeyi cetvelle çizmek isteyen anlayışın karikatüristiydi Cemal Nadir. Tek Parti’nin sözcüsü, çizgicisi ve iftiharıydı. Amcabey’in cebinden çıktı dediler Türk karikatürü için. Meydan boş. Huysuz, huzursuz ve sivri dilli Cem, çoktan kırmıştı fırçasını, Çankaya’da Paşa’nın karşısında. Cem, “Hain Rıfkı” değildi belki ama yasaklanmıştı yukarıdan: Çizmemeli, çizmesin! Parti için çizmemişti hepsinden önce. Gerçekten Amcabey’in cebinden çıktı karikatür: Devletçi, memur ve “vatansever”. Kadı ekmeğini yemeyen karınca.

Anadolu Ağızlarından (39)



Ödürlü: Uykuda korkan, korkmayı huy edinmiş olan, kâbus gören.
Sandıkçı: Duvarcı, sandık denilen kerpiçle duvar ören usta.
Cintepesi: Dağın en yüksek yeri. 
Şapadak: Birdenbire.
El tutmak: Herhangi bir şeyin satışında el tutup pazarlığı bitirmek, fiyatı üzerinde anlaşmak.
Pizirgan: Her hastalığı iyileştirdiğine inanılan ot, sultanotu.
Sadalamak: Gevelemek, şaşırıp ya da heyecanlanıp konuşamama, istediğini tam anlatamama.
Fartfurtçu: Gelişi güzel iş yapan konuşan, palavra atan kimse.
Şeytan Arabası: Bisiklet.
Ökelekli: Vücudu gösterişli olan kimse.



Fotğraf:Birol Üzmez

Salı, Ekim 22, 2019

Yabancı

(...) Kurtuluş Savaşının önderleri, saray ve İstanbul hükümeti tarafından o günün modasına göre Bolşevik sayıldı. Cumhuriyet rejiminin, aşağıdan ve yukarıdan gelen feryatlarla yabancılığı ileri sürüldü. Şapka ve smokin yabancıydı. Latin harfleri yabancıydı. Medeni ve ceza kanunlarımız yabancı hukuk ideolojisini temsil ediyordu. Laiklik, devletçilik, halkçılık, felsefede, ekonomide, politikada birer yabancı hüviyet taşıyordu. Cumhuriyet demokrasisinin en iptidai unsurları bile yabancıydı. Lokomotifler, frijiderler, radyolar elektrik ütüleri ve kaloriferler  yabancıydı. Bütün tercüme romanları ve her türlü eserler, mürekkepli kalemler, yazı makineleri ve bütün sosyal kanunlardaki fikirler yabancıydı. Ziraatta, sanayide, ticarette ve her türlü içtimai ve ekonomik faaliyetimizdeki hüküm süren metot, teknik alet ve edevat yabancıydı. Fakat bütün bunları kabul ettik, çünkü etmemezlik edemezdik. Dünün mahut modası yine geri gelmiş gibi görünüyor. Evindeki mutfak eşyasından cebindeki para çantasına, sırtındaki gömleğe ve kafasındaki bütün tefekkür malzemesine kadar her şeyi yabancı olanlar utanmadan, kendi ellerindeki bir “yabancı ideoloji” damgası, önüne geleni damgalamaya sözüm ona kirletmeye çalışıyorlar. Kendilerinden bir adım ileri atan herkes ya haindir ya casustur, yani yabancı ideoloji güden eşhas-ı muzırradandır! Bu öyle alçakça bir taktiktir ki, bu yüzden, bu taktiği kullananların menfaatperest halk düşmanı birer şarlatan, birer siyaset madrabazı olduğunu tarih daima ispat etmiştir (Esat Adil, Tan, 3.8.1945).

Pazartesi, Ekim 21, 2019

Güzel İsimler 3


Saat Sekizi Geç Vurdu (Arif Damar, 1962), Hacıvat Günlüğü (Salâh Birsel, 1982) Nereye Uçan Gökyüzü (Refik Durbaş, 1983), Bakışsız Bir Kedi Kara (Ece Ayhan, 1965). Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı (Ferit Edgü, 1988), Kız Öpme Kuyruğu (Nazlı Eray, 1982), Geç Kalmış Ölü (Mehmet Eroğlu, 1984), Bacayı İndir, Bacayı Kaldır (Sadri Ertem, 1933), Eski Hastalık (Reşat Nuri Güntekin, 1961), İki Hödüğün Seyahati (Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1933), Haziranda Ölmek Zor (Hasan Hüseyin Korkmazgil, 1977), Eşiktekiler (Afet Ilgaz, 1960), Cumartesi Yalnızlığı (Selim İleri, 1968), Ben Sana Mecburum (Attilâ İlhan, 1960), Alçaktan Uçan Güvercin (Tarık Dursun K., 1981), Tek Atlı Tekin Olmaz (Ümit Kaftancıoğlu, 1973).

Cumartesi, Ekim 19, 2019

Kime gülelim?


Derler ki kime/neye güldüğün de kime/neye gülmediğinde kim olduğunu gösterir… Milli kimliklerin tesisinde, mizahın ve kolektif gülme vesilelerinin kanonik nitelikli referanslardan biri olduğu su götürmez. Bir başka deyişle neye güleceğimiz ve neye gülmeyeceğimiz ile ilgili bir tanzim çabası hep olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mizah üreticileri ve yayıncılarının mebus adayı oldukları, çeşitli kamu görevlerinde çalıştıkları ya da her daim düşünüldüklerini bilerek söylersek, onların neyi komikleştirdikleri ya da ciddiyetle resmettikleri bu tanzim çabasının çerçevesini belirlemektedir.

Mizahçıların popüler olanı üreterek (ve tekrar ederek) milli kimliğin inşasına yaptıkları katkı hiç dikkat çekmemiş değildir. Yunanlıların Makedonlara, İranlıların Azerilere, İtalya’da Kuzeylilerin Güneylilere, İspanyolların Katalanlara, Belçikalıların Flamanlara, Fransızların Belçikalılara gülmesi hep bu çerçevede hatıra gelip sıralanır. Azınlığı, geniş anlamıyla ötekiyi komikleştirerek “biz”in olumlandığı, hiyerarşik olarak yukarıya taşındığı iddia edilir. Bütünüyle yanlış değil ama eksik bir önerme olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Özellikle milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda meselenin başka yüzleri olduğu akılda tutulmalı.

Ortaoyununun İstanbul merkezli serpildiği, İstanbul Türkçe’si ve terbiyesi dışında kalan her türlü şive ve alışkanlığın gösterilerde hicvedildiği söylenebilir. Şehre göç eden, ziyadesiyle göze çarpan her kalabalık, her yeni etnisite Ortaoyunu ve Karagözde komikleştirilerek tipleştirilmiştir. Onların nasıl konuştuklarını duyduğumuzda, neyi anlamayıp yapamadıklarını gördüğümüzde haklarında klişe bir fikre sahip oluruz. 19.yüzyılın ikinci yarısından başlayarak İstanbul’a gün be gün artan bir oranda göç ettikleri anlaşılan Kastamonuluları hatırlayalım. İstanbul mahşerinde dikkat çekiyorlar, öyle ki oyunlarda çapaçul, başı kabak, doymaz, şehir adabı ve terbiyesini bilmeyen, söyleneni anlamayan, şiveli konuşan erkeklerden Kastamonulu (ya da Türk) olarak söz ediliyor. 1950 sayımına göre İstanbul’a başka şehirden göç etmiş en kalabalık nüfus Kastamonululara ait. İstanbul nüfusu içinde zamanla eriyip gitmişler; İstanbul medeniliğine dâhil oldukça mizah mecrasında hatırlanmaz olmuşlar. 1908 sonrası gelişen Türkleştirme politikalarını hesap etmiyor değilim, ama en azından Kastamonulu tiplemesi olarak kalabilirlerdi, olmamış-unutulmuşlar. Kastamonulularla aşağı yukarı aynı dönemlerde Rusya’dan İstanbul’a göç etmiş, Türkler, Türkî topluluklar var. Türkçe’yi onlar da şiveli konuşuyorlar ama Ortaoyununa konu olmuyorlar. Çünkü gelenlerin büyük çoğunluğu izanlı meslek sahibi insanlar. Doktor, öğretmen, avukat, ziraatçı olarak kısa sürede hatırı sayılır görevlerde çalışmaya başlıyorlar. Batı Avrupa eğitimine ve modernleşmeye odaklanmış resmi politikalar açısından fayda sağlıyorlar. İlk Türk milliyetçileri oluşları, entelektüel hayata yaptıkları katkı ve kılavuzluk mizah mecrasında neden yer almadıklarını da açıklıyor. Onlar işlevseller; Kastamonulu ise bulunmaz değil…Düşük ücretli, emek yoğun işlerde çalışıyorlar. 1908 ve 1923 sonrasında Anadolu folklorunun üretimiyle Türk diye bellenen Kastamonulunun yerine  Herif, Apaş, Hıdır ya da Kazma gibi nitelemelerle başka göçmenler ikame ediliyor. Daha da sonra Kıro, Zonta, Maganda… Unutmak veya göz ardı etmek ile ilgili tercihler, bazen hiç beklenmedik biçimde ters-yüz edilebiliyor. 1930’da, Serbest Fırka denemesinde, parti ideologu Ağaoğlu  Ahmet Bey, İktidar basınında Türkçe’yi şiveli konuştuğu için komikleştirilir. Rus olduğu dahi söylenecektir. Hamiş: Muhalif olmak kolay değil, güle güle sempati!

Mizah aracılığıyla gülme insanları birbirine yakınlaştırıyor ama kurbanı-gülüneni de gülenlerden uzaklaştırıyor. Nerdeyse yarım asır boyunca mizah dergilerinde Müslüman olmayan azınlıklarla, Rum, Ermeni ve Yahudilerle ilgili espriler kullanılmıştır. Onların tatsızlığı, paragözlüğü, bönlüğü, düşkünlükleri, güvenilmezlikleri etnik bir nitelikmişçesine bazen komikleştirilerek çoğunlukla iğrençleştirilerek anlatılır. Osmanlı’dan gelen Millet-i Hakime anlayışının bir uzantısı olarak aşağıdakiler, hele ki gavursalar gülerek, küçümseyerek ve dışlanarak resmedilirler. Cumhuriyet tarihinin en uzunlu ömürlü mizah dergisi olan Akbaba, bu dışlayıcı mizahın temel kaynağıdır. Altmışlı yıllardan sonra ise azınlıklarla ilgili bu dışlayıcı mizah, moda olmaktan çıkar. Hakkını teslim edelim: Aziz Nesin’in mizahın belirleyicisi olması, olumlu ayrımcılığının leitmotif haline gelmesi bu değişimi kolaylaştırmıştır. Üstelik, Rum, Ermeni ya da Yahudilerle sokakta karşılaşılmadığı dönemlere girilmiştir. Sayıca yok denecek kadar azalmışlar, “içeride” bir tehdit olmaktan çıkmışlardır.

Kürt sorunu nedeniyle bugün Türkiye’nin başka türlü bir azınlık meselesi var. Azınlığın komikleştirilmesiyle “biz”in olumlandığını söylemiş, çeşitli ülkelerden örnekler aktarmış, bir de çekince koymuştum: Milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda bu argümanın çok işlemediğini düşünüyorum. Mizah dergilerinde olsun, gündelik yaşamda olsun Kürtlerle ilgili espriler yapılmıyor. Akbaba’nın uzun yıllar Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yaptığı gibi, en azından andıran biçimde Kürtlerle ilgili mizah yapılmıyor. Örneğin Lazlarla ilgili epey fıkra var, önemli bir farkla: onlar bir etnik topluluk değil sanki bir yörede yaşayan, o yörenin ahalisi gibiler. Fıkraları bizzat Lazlar anlatabiliyor, televizyon programlarında asıllarının Türk olduğunu söyleyen Lazlarla karşılaşabiliyor. Romanca bilmeyen, Türk Romanları olduklarını söyleyen Romanlarımız da var. Allah için güzel eğleniyorlar, Laz fıkrası denildiğinde yüzüne bir tebessüm oturan milyonlar da var. “Kürd’ün biri” diye başlayan fıkralar anlatılmıyor oysa, Muhsin Bey filminden bu yana Doğulu genç göçmen tiplemeleri çıkmıyor değil. Heyhat onlardan Kürt olarak bahsedilmiyor, “yahu adam Laz” diyerek dizlerin pat patlanarak gülündüğü gibi “Kürt işte” den(e)miyor. Nedeni çok açık…Kürtlere gülmek istenmiyor, Kürtlere gülmek demek onları sevimli de bulmak anlamına gelecek. Belki taviz vermek… Sırplar Hırvatlara gülmüyordu, Boşnaklar da Sırplara… Gülmek, bizi yakınlaştırıyor, kimse gülmek istemiyor…


(...)
Son söz: Televizyonlarda, günün birinde “Kürd’ün biri” diye başlayan fıkralar anlatılırsa, yine de bir şeyler iyileşiyor demektir. Eğer birileri stüdyoyu basmazsa içerdiği ayrımcılık ve sair konular ayrıca tartışılır.

[Bu yazıyı yazalı on yıldan fazla olmuştur. O yıllarda aklımda esprilerimizle ilgili bir çalışma yapmak vardı, gündelik hayatın içinde nelere gülerek tepki verdiğimizi yorumlama arzusu duyuyordum. Mümkün olmadı. Belki ileride diyerek iyimserlik yapayım...]

Cuma, Ekim 18, 2019

Kaz yolar mısın?



Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahla bir veziri varmış. Bu padişahın bir gün canı sıkılmış ve
kıyafet değiştirerek veziriyle birlikte halkın arasına karışmış. Yolda giderlerken, bostanda çalışan
ihtiyar bir çiftçi görmüşler. Padişah yaşlı adama:
“Merhaba,” demiş.
Çiftçi de:
“Sana da merhaba,” diye cevap vermiş.
Padişah sormuş:
“Altıyı altıya kattın mı?”
“Altıyı altıya kattım. Fakat otuz ikiye yetiştiremedim.”
Padişah tekrar sormuş:
“Niçin kalkmadın erkenden?”
“Kalktım ama eller aldı.”
Padişah bir daha sormuş:
“Sana bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hay hay, bu işin ustasıyım.”
Konuşulanlardan hiçbir şey anlamayan Vezir şaşırmış.

Padişah saraya döndükleri zaman Vezir’e:
“Sen bu konuşmalarımızdan bir şey anladın mı?” diye sormuş.
Vezir:
“Hayır efendim, anlamadım,” diye cevap vermiş.
Padişah:
“Öyleyse sana kırk gün izin. Bunların ne demek olduğunu öğren. Eğer kırk gün sonra gene bilmezsen vezirliği elinden alırım.”
Vezir bu sözlerden sonra konağına gitmiş. Günlerce düşünmüş, yemeden içmeden kesilmiş. Hastalanmış, yatağa düşmüş. Bir gün küçük kızı yanına gelip babasına:
“Baba ne oldu sana? Derin derin ne düşünüyorsun?” diye sormuş.
Vezir:
“Bir şey düşünmüyorum kızım,” diye önce geçiştirmeye çalışmış.
Küçük kız ısrar edince başına gelenleri anlatmış. Küçük kız demiş ki:
“Baba, bunda düşünecek ne var? Sen o ihtiyarın bulunduğu yeri biliyorsun. Onun yanına git. Biraz para ver. Sana o sözlerin ne anlama geldiğini söylesin.”

Vezirin aklı bu fikre yatmış. Hemen heybesine altın doldurup yola çıkmış. İhtiyar çiftçinin tarlasına gitmiş. Adamcağızı işinin başında bulmuş. Ona doğru ilerleyerek seslenmiş:
“Sana bir şey soracağım. Eğer bana doğrusunu söylersen sana bir heybe dolusu altın veririm. Geçen gün buraya derviş kıyafeti giymiş iki adam gelmişti. Onlarla bazı şeyler konuştun. Neler konuştuğunuzu bana söyleyeceksin.”

Çiftçi demiş ki:
“Önce merhabalaştım. Halinden tavrından o adamın ölçülü, bilgili biri olduğunu hemen anladım. Sonra bana sordu: ‘Altıyı altıya kattın mı?’. Ben de ona ‘Altıyı altıya kattım, fakat otuz ikiye yetiştiremedim,’ dedim. Bunun da anlamı şuydu: Günde on iki kuruş kazanabiliyor musun? Bu soruya, on iki kuruş kazanabiliyorum, ama otuz iki dişin boğazına yetiştiremiyorum, diye cevap verdim. O kişi bana bir şey daha sordu: ‘Niçin kalkmadın erkenden?’ Ben de ‘Erkenden kalktım ama eller aldı,’ dedim. Yani niçin erken yaşta evlenmedin de erkek çocuğun olmadı ve yaşlılığında rahat etmedin, demek istedi. Ona erken evlendim, ama kızım oldu, o da gelin oldu gitti, dedim. Sonra benim bu halime acıyan adam, ‘Sana bir kaz yollasam yolar mısın?’ diye sordu. Ben de ‘Hay hay, ustasıyım,’ diye cevap verdim. İşte şimdi o adam seni bana gönderdi, sen eğer kaz olmasaydın buralara kadar gelmezdin.”

Çiftçi bütün parayı alır. Vezir sevine sevine padişahın yanına gider. Padişahla çiftçi arasında geçen konuşmadan ne anladığını efendisine anlatır.

Padişah:
“Sen eğer o ihtiyarın yanına gidip kaz gibi yolunmasaydın, bana bunları söyleyemezdin,” der ve veziri yine de görevinden alır.

Çiftçiye de bir kese altın gönderir.


[Sevdiğim bir masal, yıllar önce derlediğim Anadolu Masalları kitabıma da katmıştım.]

Perşembe, Ekim 17, 2019

Anadolu Ağızlarından (38)


Tahtasakal: Gürsakallı.
İçağrısı: Kin, düşmanlık.
Oturakhavası: Uzunhava denilen türkü.
Pofpofçu: Gereksiz yere değeri olmayan birini abartarak öven.
Türüdü: Başkasının sırtından geçinen.
Efci: Kadın gibi iş gören erkeklere verilen ad.
Şekerim şey: Kendisini çok iyi nitelikli biriymiş gibi sanan kimse için söylenir.
Zalim: Yapışkan çamur.

Fotoğraf: Sami Güner

Çarşamba, Ekim 16, 2019

Aloo


[...) Türkiye tarihinde “halk terbiyesi” olgusunun Cumhuriyet’in kurucu seçkinlerine özgü bir batılılaşma anlayışının parçası olduğu hep söylenir. Ancak, 1900’lerin başlarında, İstanbul’daki telefon abonelerine telefon kullanımı ile ilgili verilen şu talimatlar, halkın terbiye edilmesi ihtiyacı ve arzusunun imparatorluk döneminden beri duyulduğunu göstermektedir:

“Ağzınızı telefonun mikrofonuna yakın tutun. Konuşma bitmeden telefonu kapatmayın. Bağırarak konuşmayın. Santraldeki kızlarla muhabbete girmeyin”.

Fakat halkın terbiyesi süreci bir türlü nihayetlenmemiştir. Nitekim, 1988’de, PTT Dergisi’nde yer alan “Telefon konuşmalarında nasıl hareket edilmeli?” başlıklı yazı,  o tarihte dünya için eski, Türkiye için yeni olan bu iletişim aracının dayattığı, sözünü ettiğimiz görgü kuralları, yetenekler ve kültürü halka aşılamaya niyetlenmektedir:
“Konuşmadan önce kendinizi takdim edin. Mikrofonu dudak hizasında tutun. Konuşurken nazik olun. Nazik sese kapılıp, aşık olan, evlenenler vardır. Telefonda özel konulardan söz etmeyin, dedikodu yapmayın. Konuşacağınız konuları planlayıp öyle konuşun”.

Anlaşılacağı üzere, halkın modernleşme ve batılılaşma yolunda katedeceği mesafe boyunca, onu kah azarlayıp kah yüreklendirerek olgunlaştırmayı amaçlayan pedagojik yaklaşım, “havai”, rasyonel düşünce sisteminden nasibini almamış, zamandan ve paradan tasarruf etmeyi öğrenememiş, medeniyetin uzağında kalmış halk kitlesinin kamusal alandaki varoluş biçimini olduğu kadar, duygu dünyasını ve özel alanını da denetlemek istiyordu.

Modernleşme sürecinde bu türden müdahaleler hemen her ülkede yaşanmıştır. Bugün, pek çoğu bize komik gelen tanzim etme çabaları uygulamaya konmuştur. Kırklı yıllarda Türkiye’de filmlere yönelik sansürden öğrendiğimize göre, yapılan dublajlarda (o günlerin deyişiyle duble edilen filmlerde) sahne gereği çalan telefonu açan kişinin “Alo” demesi istenmiyordu. Geçmişi, Cumhuriyet öncesini çağrıştırdığı için olmalı, “Efendim” de denemiyordu. Hemen her defasında telefonu açan, konuşmasına “A siz miydiniz?” sorusuyla başlıyordu. Aslına bakılırsa, seyircinin beyaz perdede gördüğü telefona çok aşina olduğunu söylemek pek mümkün değil. Filmlerde çalan telefonun farklı bir hitap ve vurguyla açıldığını fark edenler, üst sınıftan sınırlı sayıda telefon kullanıcısı olmalı. Başkent Ankara’nın merkezinde bulunan yerleşim yerlerine elektriğin Kırklı yılların sonunda geldiği düşünülürse, telefon itibarlı, itibarı ölçüsünde bilinmezlerle dolu, başka ve uzak bir hayatın sembollerinden birisidir. Devlet kurumlarının bazılarının, özellikle de karakolların ve sinemaların birer telefonları vardır. Telefon resmiyettir. Özel hayata ve evlere henüz dahil olmamıştır. Sinema düşkünü olan genç kızlara yönelik şikayetçi klişeler tiyatroda veya Yeşilçam’da sık kullanılmıştır da, telefonu elinden düşürmeyen, arkadaşlarıyla “saatlerce” telefonda konuşan genç ergenlerin hicvedilmesi Doksanlı yılların başlarındaki televizyon dizilerine dek akla gelmemiştir.

Telefon gevezeliklerinden söz açmışken, telefonun sohbet amaçlı kullanımının azgelişmiş toplumlara özgü bir zaman algısıyla bağdaştırıldığını söylemeden geçmeyelim. Çoğumuz, henüz cep telefonları ortada yokken, ev telefonlarını sıkça ve uzun süreli kullanan annelerimizin, telefon faturası gelince babalarımızdan nasıl azar işittiklerine tanık olmuşuzdur. Uzun telefon konuşmaları yapmak, iş-güç sahibi olmayan ancak önünde geçirilmesi gereken uzun bir gün bulunan insanlara özgü olduğu düşünülür. Bu tür insanların kendilerini avutacak başkaca da bir faaliyetleri, hobileri yoktur. Sokaklarımızın halihazırda, kulaklarına dayadıkları cep telefonlarıyla veya bu telefonlara iliştirdikleri kulaklık ve alıcılarla kendi kendilerine konuşuyormuş gibi algılanan insanlarla dolu olduğunu düşünürsek, ya herkesin bol vakti var ya da yaya olarak geçirdikleri zamanı boşa harcamak istemiyorlar türünden iki farklı yorum yapabiliriz.

Geçmişe geri dönersek, henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde telefon resmiyettir ama düzgün çalışmaması, hatların karışması, kar yağınca hepten kopması popüler kültür ürünlerine sıkça konu edilir. Muammer Karaca’nın meşhur ettiği Cibali Karakolu oyununda telefon hiçbir zaman doğru dürüst çalışmaz, taraflar birbirlerinin ne dediklerini anlamadıkları gibi, Karagöz ile Kavuklu’yu çağrıştıran biçimde, söyleneni türlü biçimlere sokarak seyirciyi güldürürler. Toplumsal hayatımızı onun kadar sık ve sürekli resmeden bir başka yazarımız olmadığı için kendisini bir tür vakanüvis saymamız gerekir, Aziz Nesin sayısız kez bir türlü çalışmayan telefonları ve onun mağdurlarını anlatmıştır. Eskiden şehirlerarası görüşmeler santral aracılığıyla gerçekleştirildiği için, pek çok komik karmaşayla karşılaşılmakta, bir espri olarak günlük konuşmalara konu edilmektedir. İstanbul’dan Ankara’yı ararken, yanlışlıkla Kayseri’nin bağlanması veya ilgisiz biçimde bir başka konuşmanın paralel dinlenebilmesi sık karşılaşılan bir durumdur. Bugün dahi argoda, konuşulan/konuşulması gereken konudan saparak başka şeylerden konuşanlara “Alo! Adana çık aradan” denmektedir. Bu illiyetsizliği vurgulayan esprinin kaynağı telefondur.

İnsanların çaresizliği, hayatın yavaşlığı ve teknolojik yenilenmenin gerçekleşmemesinin göstergelerinden biridir telefonun çalışmaması. Uzak bir taşra kasabasından Ankara’ya, talep, şikayet ya da malumat için telefon edilir. Ankara’daki yetkili, işin doğrusunu yanlışını açıklayarak onlara yön gösterir ya da onları oyalar. Cevat Fehmi Başkut’un Buzlar Çözülmeden oyunu, kış ve yoğun kar yağışı nedeniyle çevre ile bağı kopmuş bir ilçede geçer. Tımarhaneden kaçan iki deli kendilerini kaymakam ve yardımcısı olarak tanıtıp, ilçede birçok faydalı iş yaparlar. Asıl kaymakam kapanan yollar yüzünden gelemediği gibi, ilçeden de telefonla Ankara’ya ulaşılamamaktadır. Oyun boyunca aralıklarla Ankara aranır. Aramalar esnasındaki parazit, ses kesintisi ve anlaşılamama mizahi abartı olarak görülebilir ama oyunun sahnelendiği yıl ve dönem olarak seyirciye mantıksız gelmemiştir. Oyunun gerçeklik vehmini sekteye uğratmadığına göre, telefon aracılığıyla iletişimin zorluklarının zamanı ve koşulları yakalayıp yansıtan, herkes tarafından normal bulunan bir olay olduğu aşikar (...)

[Bir on yıl önce telefonla ilgili yazdığım bir yazıdan...]

Salı, Ekim 15, 2019

Kırklı yıllarda Maltepe'de pavyon var mıydı?



Türkiye'de kültür endüstrisi dediğimiz bir mecrada en fazla para neyle kıyaslarsanız kıyaslayın sinema ve dizilere harcanıyor. Nasıl harcanıyor, neye harcanıyor, kim kazanıyor hiç bu tartışmaya girmeyeceğim. Ortada bir kazanç olmasa bu paralar harcanamaz. Emek veren, uğraş veren, daha
iyi olması için cebelleşen insanların da hakkını yiyemem.

Çiçero filmini seyrettim... Bilmeyenler için film, kırklı yıllarda, büyük savaş sırasında Ankara'da geçiyor. O yıllarda yaşanmış gerçek olaylardan, bir casusluk serüveninden esinlenerek hikayeleştirilmiş.

Bir gişe filminde "geçmiş" idealize edilebilir, aktüel algıya göre yeniden biçimlendirilebilir. Kaldı ki, biz, şaşalı ve "büyük" film çekmek istiyoruz, kalabalık ve ışıltılı sahneler kuruyoruz. Haliyle abartıyor veya idealize ediyoruz.

Beni rahatsız eden bu kadar para harcanmasına rağmen umursanmayan ayrıntılar...  Çiçero'da, kahramanın karısı (nedense) pavyon işletiyor. İngiliz Elçiliğinde bir görevli de onu sorgularken karısının Maltepe'deki pavyonunu soruyor.

Filmden aldığım görsellere bakarsanız siz de fark edeceksiniz orası Maltepe filan değil... Zerre ilgisi yok.

Filmde pek çok benzer sorun var, seyrederken öyle sokak yok, o cadde öyle değil, o isimde bir yer yok veya o tarihte olamaz gibi şeyler düşünüyorsunuz. Ama Maltepe deyince pes dedim... Sahiden pes... Bugün Maltepe'de pavyonlar var ya... Herhalde demişler kırklı yıllarda da vardı... bu kadar basit bir mantık... Oysa (abartıyorum) Maltepe var mıydı deseler bir duracaklar. Orada kaç bina vardı acaba deseler...Tamirciler varmış, nerdeymiş? Nereye gitmiş? Şimdiki binalar kaç yıllıkmış filan... Soru çok.

Sonra ne mi yapacaklar? Bir bilene soracaklar veya bir kütüphaneden o yıllardaki Ankara haritasını, telefon rehberini alacaklar, yapmaları gerekirdi, gazeteleri tarayacaklar filan... Ancak bu kadar zor veya ancak bu kadar basit...

Ama yapmıyorlar.  Senaryoyu okutsalar, o diyaloğu değiştirseler olacak, Ulus deseler, Bankalar caddesi veya Dışkapı deseler, hiç isim vermeseler yine olacak... O da olmuyor.

Kırklı yıllarda Ankara'da Maltepe'de pavyon var mıydı? Yoktu. Daha da ileri gideyim. Gazino isimli uzun ömürlü iki yer, benim bildiğim Baraj Gazinosu ile Gar Gazinosu...İkisi de resmi-yarı resmi işletmeler. Gazino ismi bile yaygınlaşmamıştı, Ankara'da, Türkiye'de...

Neyse yatıp uyayım daha iyi...Kimin umurunda diyen bir ses geldi oturdu aklıma.


Pazartesi, Ekim 14, 2019

Ah be Soner


Onun ülkesi sonbahar, hep karalar ve griler; yaralı tekneler, küflü sesler. A suivre mümessili Tarkovski mühürlü kareler. Nemden çürüyen yalnızlıklar. Soner Tuna, buğday başakları arasından çıkan Moby Dick. Çingeneler zamanı. Kalabalıkların kıyılarını dövdüğü zenci ada.


Cumartesi, Ekim 12, 2019

Ankara İyimserliği


Siyasetin merkezi sayılarak Ankara'ya sıkça küfredilir. Ankara bağnazdır, hantaldır, geri kafalıdır, bürokrasidir, sevimsizdir şu bu... Adlandırmalar dönemsel olarak değişiyor elbet ama bugün geriye dönüp yazılıp çizilenlere baktığımızda pek de olumlu olmayan bir toplamdan söz edebiliriz. Yukarıdaki karikatür 1933 yılından, Cenevre gıpta ederek genç Ankara'ya bakıyor ve "hey gidi gençlik hey" diye lafa başlıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Ankara iyimserliği var, gazeteler ve entelektüeller, siyaseten ya da özen etiğiyle şehre bir şans veriyor ve onu olumluyorlar. Veya eleştiremiyorlar. E gerçek resim, onların olumladığı veya sonradan olumsuzlandığı gibi değil tabii...Ne kadar ekmek o kadar köfte...

İlgimi çeken şey şu: şehirler, ekseriyetle kadına benzetilir. Ankara, tipleştirilirken hiç kadın gibi düşünülmez. Ters köşesi de şu: İstanbul hiç erkek gibi çizilmez.

Perşembe, Ekim 10, 2019

Pıt Pıt Sözlüğü (33)



Bir kıyı kahvesinde: Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara / yakıyordu kimimiz. / Sanki dünya durmuştu / öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik (İlhan Berk).

Erkek gözü: Çünkü sen bana hep böyle, yatılır kalkılır bir yaratık diye baktın. Yatak yorgan gibi baktın. Bel, kalça, göğüs olarak gördün beni yalnız. Bir defa olsun bu kadın ne düşünür, aklından ne geçer diye yordun mu kafanı? Anlamaya çalıştın mı? (Necati Cumalı, Mine).

Müstear: Takma isim, yazar ve şairlerin gerçek isimlerinin dışında kullandıkları imza.

Gömlek: Bir gün anlarsın hayal kurmayı; / Beklemeyi, ümit etmeyi. / Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir / Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi (Ümit Yaşar Oğuzcan).

Oyunbaz: Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur (Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı).

İntihal: Aşırma, başkasının yazdıklarını kendi yazmış gibi gösterme, kullanma.

İlke: İnsan kendi deliliği üzerinde ısrar etmelidir (Tezer Özlü, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin).



Fotoğraf: Ozan Sağdıç

Karikatür nedir?




Picus, Ağustos 2005

Çarşamba, Ekim 09, 2019

Yaşama gayreti


Bir arkadaşım saymış, son iki yıl içerisinde yirmi iki defa savaş çıkma ihtimali belirmiş ve sosyal medyada tartışılmış. Bunu söylerken ruh halini de açıkladı: "Artık etkilenmiyorum". İnsan şaşırma ve irkilme hissiyatını yitirirse, kanıksarsa bana iyicillikten uzaklaşır gibi gelir. Ona dedim ki, "tek tek saydığına göre etkileniyorsun" O da "ya, haklı çıkmak, tavrımı meşrulaştırmak için saydıysam..." diye cevapladı.

Okur yazar ehlinin lafı bitmez. Üstelik bizim gibi ülkelerde okur yazar insanların kendilerine özgü bir gündemleri olması pek mümkün değildir. Olağanüstü bir şeyler olur hep, hep onları düşünür, hep onlara cevap yetiştirirsin. Arkadaşımı anlamıyor değilim ama savaşa karşı çıkmak demek, aynı duayı, aynı dersi yıllarca zikreden veya anlatan bir "sofu" gibi bunu da defaatle tekrar etmek  demek.

Arkadaşımla yaşama sevinci hakkında konuştuk. Niteledikleri bakımından bana heyecan verici gelen bir deyiştir. Biri "yaşama sevincini" yitirdiğini söylerse ya da biri hakkında böyle bir kestirimde bulunulursa acayip dikkat kesilirim. Bana romanesk geliyor galiba...

Sadece o da değil, "Yaşama gayreti" de hoşuma gider... Hayat yeknesaktır ama sen çabalarsın, devam edersin... Sevinç ve gayret...

Bu kadar çok sağcı savaş deyince erkeklikten, adam gibi adamlıktan, etek giydirmekten, zil takmaktan, karı gibi konuşmaktan, adam etmekten filan bahsetmeye başlayınca... biliyorum insan sıkılıyor, ergen gibi cevap yetiştirmekten bıkıyor... ama hatırlatmak, tekrar etmek, farkındalığı artırmak zorundayız.

Gayret etmek zorundayız.

Mutluluk, nasıl gayret istiyorsa... nasıl taştan çıkıyorsa...

Salı, Ekim 08, 2019

Son Okuduklarım 33


Dönüş, bilmediğim bir yazarın novellasıydı. Keşfetmek için okudum. Yaşlı bir adamın geçmişine yolculuğu diye tarif edilebilir. Amcamız, bir nedenden ötürü üniversite yıllarına, o yıllardan tanıdığı bir şehre ve eski arkadaşlarına geri dönüyor. Ya da dönmek istiyor... Bu yolculuk ona hem heyecan verici hem de pişmanlık getiriyor. Fikir güzel, iyi de başlıyor ama sonrasında "geçmiş meselesi" çok da iyi kurulamadığı için dağılıyor. Beat Kuşağı, ağırlıklı olarak Harvey Pekar metinlerinden oluşan bir çizgi roman albümü. Türe hakim değilseniz çok isimli, çok bilindiği farz edilerek yazılmış bir şey okuyorsunuz. Fazla Amerikalı diyelim, yok, biliyorsanız, çok çok özet bir dille karşılaşıyorsunuz. Üstelik, bu tür belgeselci çalışmaların genel sorunu görsel ardışıklığın kurulamaması oluyor... Bol portre, bol yazı... "İzlenmesi" zor, okunması külfetli bir albümmüş Beat Kuşağı. Bir Balık Bir Başka Balığa Onu Sevdiğini Söyler mi? Enis Batur'un metinlerine çizilmiş Selçuk Demirel çizgileriyle oluşturulmuş. Batur, on iki tuhaf, tersten de okunabilen, komik sorular sorup, kendi ölçüsünde ilginç cevaplar vermiş. Kitabı, albüm yapan Demirel'in çizgileri. Yakın zamanlarda gördüğüm en iyi performansı olabilir. Batur, üretken ve çok yazan biri, bu sorulara yazılmış metinler, cazip sayılırsa eğer, Demirel'in katkısıyla olmuş demektir. Nick hayes imzalı Woody Guthrie ve Toz Çanağı Baladları albümü estetiği ve iddiası bakımından hayli ilginç bir çalışma. Yoğun emek içeren bir sayfa tasarımı ve kendine özgü bir üslubu var. Dil ise şarkılarla ilerliyor, epeyce ağıtçı, folk kültürüne ait derin bir keder taşıyor. Sıradan insanların sürüklenişini, yoksullukla başetme biçimlerini anlatırken, müziğe ve şarkı sözlerine kendini yaslıyor. Albüm, yılın en güzel az satan çizgi albümü olmaya aday.


Aşk Aptallığı, birbirinden haberi olmayan iki sevgilisi arasında kalmış yaşlıca bir adamın seçimini anlatıyor. Matrak duruyor ama hikaye bu seçme halini değil, asıl olarak adamın çeşitli deveranlarla savruluşunu resmediyor. Adamın gayreti, kendini toparlama ve bırakma kararları ve pek çok şeyi okuyoruz. Gezinme romanı demek yanlış olmaz. İçerde-dışarıda, geçmişte bugünde... hatta yarın korkusu içinde aşk, cinsellik, sadakat, yalan ve envayı çeşit zaaf konuşuluyor. Kral Lear, yeniden yazılan, özetlenerek toparlanarak bir kez daha yorumlanan kitaplardan. Mazzucco anlatmış. Biliyorsunuz, Avrupa halk kültüründe bilinen bir masalı Şekspir yeniden ele almış, başka bir biçime dönüştürmüştür. Mazzucco ise tiyatro metnini bir novella ya da uzun hikaye olarak ele almış. Metnin sonuna kendince açıklayıcı bir metin yazmış. Çok başarılı bulmadım, bu yeniden anlatma bahsinde yazarların daha cesur ve yukarıdan konuşabilme hüneri göstermesini bekliyorum. Yine bu diziden çıkan Umberto Eco yorumu buna iyi bir örnekti. Rosinski ArtBook, Thorgal 40 Ans adından da anlaşılacağı gibi Thorgal'ın yayımlanışının 40.yılını kutlamak adına çizeri Rosinski'nin çizgilerini toplamışlar. İlginç olan sadece çizgi olması, herhangi bir söyleşi ya da malumata yer verilmemesi. the Complete Crepax ise bunun aksine çok ciddi çalışılmış, iyi tasarlanmış bir albüm. Nerdeyse beş yüz  sayfayı bulan çalışma Crepax ile ilgili bir dizinin üçüncü kitabı. Crepax'ın öykülerini derlemişler ama bununla da kalmayıp bunu çeşitli açıklayıcı yazı ve yorumlarla desteklemişler. Yaşadığı dönemi, göndermelerini, etkilenmelerini iyi betimlemişler. Görsel olarak çok başarılı ayrıca. Doğrusu Crepax'i çizer olarak çok sevmesem de üretkenliğini, yenilikçiliğini ve erotizmle ilgili cesaretini takdir etmemek elde değil.

Pazartesi, Ekim 07, 2019

Sahte Yaşam Öyküleri


Seksenli yılların ortasında, aslına bakarsanız çizgili dergilerin, özellikle mizah dergilerinin altın çağı saymamız gereken yıllarda Gümgüm diye bir mizah dergisi çıkmıştı (1985). Galiba önce Milliyet gazetesi içinde bir köşeydi, sonradan dergiye dönüşmüştü. Hatta ilk sayılarda gazete formatında çıkmış, sonra satışlar düşünce Gırgır'la benzer bir biçime girerek devam etmişti. Müjdat Gezen ile Kandemir Konduk'un belirleyiciliğinde çıkıyordu, epeyce televizyon şöhretine ve o mecranın mizahına uygun bir yayındı. Dergiye dönüştükten sonra Gezen ve Konduk'un etkisi azalmıştı diye hatırlıyorum.

İlk sayılarda Faruk Geç'in Hürriyet'te yayımlanan "Gerçek Hayat Hikayeleri" dizisini Sahte Yaşam Öyküleri adıyla parodileştiriyorlardı, dün Ayrancı Antika Pazarında derginin eski sayılarını görünce aklıma geldi. Geç'in çizgilerini aynen kullanarak balonları değiştiriyor, komikleştiriyorlardı. Üst başlıkta Faruk Geç'in hoşgörüsüyle yazılırdı,  anlaşıldığı kadarıyla habersizce böylesi bir ironiye kalkışılmıştı.

Mizah dergileri gerçek ve ciddiyet algısını ters yüz etmeyi severler... Popüler film ve dizilerin, özellikle televizyonun parodisi dergilerde her zaman yer bulmuştur. Tekin Aral ve Orhan Alev neredeyse buna odaklandılar yıllarca. Televizyonun aksine çizgi dünyasına, meslek içine yönelik gönderme ise istisna ölçüsünde azdır. Bazen Tarkan gibi tarihi çizgi romanları cinsellikle ilişkilendirerek mizahi bir eksene çekerlerdi... Faruk Geç'in ağır ve ciddi melodramatik anlatısını da ironiyle deforme etmek istemişler...Ya da popüler olana ilgi gösterdiklerini düşünürsek Gerçek Hayat Hikayeleri dönemi için hayli popüler ve konuşulan bir çalışmaydı.

Pazar, Ekim 06, 2019

Anadolu Ağızlarından (37)


Şabadan: Boşboğaz, geveze.
Osuruğu cinli: Bağırıp çağırarak hak aramayı alışkanlık durumuna getiren.
Ebebulgur: Bulgur iriliğinde yağan kar.
Peçe: Dumanın geri dönmemesi için ocağın önüne koyulan perde.
Sakça: Karga, saksağan.
Mer mer meleşmek: Bir şeyi ağlayarak yalvararak istemek.
Fışfırdal: Sidiğini tutamayan.
Cavralamak: 1. Sevinçten kuş gibi ötmek, şen konuşmak.

Fotoğraf: Sami Güner

Cumartesi, Ekim 05, 2019

Yorum yapmadım



Joker'e gittim. Film öncesi, yaşı gereği filme gidemeyecek olan Tuna bilmiş bilmiş "DC Karanlığı", "sen seversin" dedi. Filmdeyse hikaye gereği küçük Batman sahneye çıktığında, Funda çocuğun adının "Bruce" olduğunu nereden anladın dedi. 

İkisine de yorum yapmadım.

Çizgiromanda Kara Şiddet Çağı








Aktüel, 16-22 Eylül 1993

Cuma, Ekim 04, 2019

Hüsran


İnsan, çocukken mutlu olup olmadığını bilemiyor, oyuna devam ediyor. Hayal kırıklıklarıyla karşılaştıkça, mutsuzluğu öğrendikçe, etrafımıza dikkat kesiliyoruz. Doğal bir süreç bu, farkındalık, baş etme, toparlanma, kendini bir başkasının yerine koyma veya merhamet hep öğrenilen şeyler. Hepsi, çocukluktan sonra öğrenilen şeyler. Bu yüzden de çocukluk, en çok nostaljisi yapılan hayat evresi. Hüsransız, dediğim dedik, özgür, sorumsuz, günahsız ve karnavalesk yıllar. Şahane!

Biz, mutlu bir toplum muyuz? Bu memleketin insanları mutlu mu? Kime sorsan mutsuz olduğumuzu söyler, en olumlu cevap bile mutsuzluk yaymak isteyen "düşmanlardan" söz eder, "sen bakma onların entel dantel teneke tıngırtısına, bu millet hizmeti görüyor şu bu..."

Peki öfkeli miyiz? Bu kadar çok bağırdığımıza göre öfkeliyiz. Niye öfkeliyiz? Bence hayatla ilgili beklentilerimiz çok yüksek, fazlasıyla iyimseriz, kendimizi, çevremizi, şehrimizi, takımımızı, partimizi, yazarımızı, şarkımızı, okuduklarımızı, yazdıklarımızı, dinlediklerimizi, bildiklerimizi, çocuğumuzu, kilolarımızı, hayallerimizi haddinden fazla önemsiyor, haddinden fazla büyütüyoruz, beklentilerimizi rasyonalize edemiyor, gerçekçi bakamıyor, sürekli hüsrana uğruyoruz. Hüsrana uğradığımız için öfkeliyiz.

Hüsran, insanın başa çıkamadığı en büyük hastalığı, kanser filan hikaye.

Türk olmak gibi özel bir durumumuz var










Entelektüel, Mart 2000
Related Posts with Thumbnails