Mizahçıların popüler olanı üreterek (ve tekrar ederek)
milli kimliğin inşasına yaptıkları katkı hiç dikkat çekmemiş değildir. Yunanlıların
Makedonlara, İranlıların Azerilere, İtalya’da Kuzeylilerin Güneylilere, İspanyolların
Katalanlara, Belçikalıların Flamanlara, Fransızların Belçikalılara gülmesi hep
bu çerçevede hatıra gelip sıralanır. Azınlığı, geniş anlamıyla ötekiyi
komikleştirerek “biz”in olumlandığı, hiyerarşik olarak yukarıya taşındığı iddia
edilir. Bütünüyle yanlış değil ama eksik bir önerme olduğunu belirtmemiz
gerekiyor. Özellikle milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç
girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda meselenin başka yüzleri olduğu akılda
tutulmalı.
Ortaoyununun İstanbul merkezli serpildiği, İstanbul Türkçe’si
ve terbiyesi dışında kalan her türlü şive ve alışkanlığın gösterilerde hicvedildiği
söylenebilir. Şehre göç eden, ziyadesiyle göze çarpan her kalabalık, her yeni etnisite
Ortaoyunu ve Karagözde komikleştirilerek tipleştirilmiştir. Onların nasıl
konuştuklarını duyduğumuzda, neyi anlamayıp yapamadıklarını gördüğümüzde
haklarında klişe bir fikre sahip oluruz. 19.yüzyılın ikinci yarısından
başlayarak İstanbul’a gün be gün artan bir oranda göç ettikleri anlaşılan
Kastamonuluları hatırlayalım. İstanbul mahşerinde dikkat çekiyorlar, öyle ki
oyunlarda çapaçul, başı kabak, doymaz, şehir adabı ve terbiyesini bilmeyen,
söyleneni anlamayan, şiveli konuşan erkeklerden Kastamonulu (ya da Türk) olarak
söz ediliyor. 1950 sayımına göre İstanbul’a başka şehirden göç etmiş en
kalabalık nüfus Kastamonululara ait. İstanbul nüfusu içinde zamanla eriyip
gitmişler; İstanbul medeniliğine dâhil oldukça mizah mecrasında hatırlanmaz olmuşlar.
1908 sonrası gelişen Türkleştirme politikalarını hesap etmiyor değilim, ama en
azından Kastamonulu tiplemesi olarak kalabilirlerdi, olmamış-unutulmuşlar.
Kastamonulularla aşağı yukarı aynı dönemlerde Rusya’dan İstanbul’a göç etmiş, Türkler,
Türkî topluluklar var. Türkçe’yi onlar da şiveli konuşuyorlar ama Ortaoyununa
konu olmuyorlar. Çünkü gelenlerin büyük çoğunluğu izanlı meslek sahibi insanlar.
Doktor, öğretmen, avukat, ziraatçı olarak kısa sürede hatırı sayılır görevlerde
çalışmaya başlıyorlar. Batı Avrupa eğitimine ve modernleşmeye odaklanmış resmi
politikalar açısından fayda sağlıyorlar. İlk Türk milliyetçileri oluşları,
entelektüel hayata yaptıkları katkı ve kılavuzluk mizah mecrasında neden yer
almadıklarını da açıklıyor. Onlar işlevseller; Kastamonulu ise bulunmaz
değil…Düşük ücretli, emek yoğun işlerde çalışıyorlar. 1908 ve 1923 sonrasında
Anadolu folklorunun üretimiyle Türk diye bellenen Kastamonulunun yerine Herif,
Apaş, Hıdır ya da Kazma gibi
nitelemelerle başka göçmenler ikame ediliyor. Daha da sonra Kıro, Zonta, Maganda… Unutmak veya göz
ardı etmek ile ilgili tercihler, bazen hiç beklenmedik biçimde ters-yüz
edilebiliyor. 1930’da, Serbest Fırka denemesinde, parti ideologu Ağaoğlu Ahmet Bey, İktidar basınında Türkçe’yi şiveli
konuştuğu için komikleştirilir. Rus olduğu dahi söylenecektir. Hamiş: Muhalif
olmak kolay değil, güle güle sempati!
Mizah aracılığıyla gülme insanları birbirine yakınlaştırıyor
ama kurbanı-gülüneni de gülenlerden uzaklaştırıyor. Nerdeyse yarım asır boyunca
mizah dergilerinde Müslüman olmayan azınlıklarla, Rum, Ermeni ve Yahudilerle
ilgili espriler kullanılmıştır. Onların tatsızlığı, paragözlüğü, bönlüğü, düşkünlükleri,
güvenilmezlikleri etnik bir nitelikmişçesine bazen komikleştirilerek çoğunlukla
iğrençleştirilerek anlatılır. Osmanlı’dan gelen Millet-i Hakime anlayışının bir
uzantısı olarak aşağıdakiler, hele ki gavursalar
gülerek, küçümseyerek ve dışlanarak resmedilirler. Cumhuriyet tarihinin en
uzunlu ömürlü mizah dergisi olan Akbaba,
bu dışlayıcı mizahın temel kaynağıdır. Altmışlı yıllardan sonra ise azınlıklarla
ilgili bu dışlayıcı mizah, moda olmaktan çıkar. Hakkını teslim edelim: Aziz
Nesin’in mizahın belirleyicisi olması, olumlu ayrımcılığının leitmotif haline
gelmesi bu değişimi kolaylaştırmıştır. Üstelik, Rum, Ermeni ya da Yahudilerle
sokakta karşılaşılmadığı dönemlere girilmiştir. Sayıca yok denecek kadar
azalmışlar, “içeride” bir tehdit olmaktan çıkmışlardır.
Kürt sorunu nedeniyle bugün Türkiye’nin başka türlü bir
azınlık meselesi var. Azınlığın komikleştirilmesiyle “biz”in olumlandığını söylemiş,
çeşitli ülkelerden örnekler aktarmış, bir de çekince koymuştum: Milliyetçiliğin
yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda bu
argümanın çok işlemediğini düşünüyorum. Mizah dergilerinde olsun, gündelik
yaşamda olsun Kürtlerle ilgili espriler yapılmıyor. Akbaba’nın uzun yıllar Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yaptığı
gibi, en azından andıran biçimde Kürtlerle ilgili mizah yapılmıyor. Örneğin
Lazlarla ilgili epey fıkra var, önemli bir farkla: onlar bir etnik topluluk
değil sanki bir yörede yaşayan, o yörenin ahalisi gibiler. Fıkraları bizzat
Lazlar anlatabiliyor, televizyon programlarında asıllarının Türk olduğunu
söyleyen Lazlarla karşılaşabiliyor. Romanca bilmeyen, Türk Romanları olduklarını
söyleyen Romanlarımız da var. Allah için güzel eğleniyorlar, Laz fıkrası
denildiğinde yüzüne bir tebessüm oturan milyonlar da var. “Kürd’ün biri” diye
başlayan fıkralar anlatılmıyor oysa, Muhsin
Bey filminden bu yana Doğulu genç göçmen tiplemeleri çıkmıyor değil. Heyhat
onlardan Kürt olarak bahsedilmiyor, “yahu adam Laz” diyerek dizlerin pat
patlanarak gülündüğü gibi “Kürt işte” den(e)miyor. Nedeni çok açık…Kürtlere
gülmek istenmiyor, Kürtlere gülmek demek onları sevimli de bulmak anlamına
gelecek. Belki taviz vermek… Sırplar Hırvatlara gülmüyordu, Boşnaklar da
Sırplara… Gülmek, bizi yakınlaştırıyor, kimse gülmek istemiyor…
(...)
Son söz: Televizyonlarda, günün birinde “Kürd’ün biri”
diye başlayan fıkralar anlatılırsa, yine de bir şeyler iyileşiyor demektir. Eğer
birileri stüdyoyu basmazsa içerdiği ayrımcılık ve sair konular ayrıca
tartışılır.
[Bu yazıyı yazalı on yıldan fazla olmuştur. O yıllarda aklımda esprilerimizle ilgili bir çalışma yapmak vardı, gündelik hayatın içinde nelere gülerek tepki verdiğimizi yorumlama arzusu duyuyordum. Mümkün olmadı. Belki ileride diyerek iyimserlik yapayım...]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder