Perşembe, Mayıs 31, 2018

Kardeşler



Senaristlerinden biri olduğum, yönetmenliğini Ömür Atay'ın yaptığı 'Kardeşler', 29 Haziran'da başlayacak Karlovy Vary Film Festivali'nde yarışacak.

Çarşamba, Mayıs 30, 2018

Nazım Yazmış Bu Çizgi Filmleri


Nazım Hikmet'in çok yönlü bir sanatçı olduğunu hepimiz kabul etmekle birlikte, yazıp çizdiklerini iyi kötü bilen herkes teslim edecektir ki şairliği kıyas götürmeyecek ölçüde başkadır. Diğer edebi türlerde yaptığı çalışmalar şiirleri kadar başarılı değildir. Güzel diyaloglar ya da ilginç bölümleri yok diyemem ama bütünlüklü olarak romanlarının iyi olmadıklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim örneğin. Vakt-i zamanında Nazım'ın çizgi filmle ilgilendiğini, Sovyetler Birliği'nde bu alanda senaryolar yazdığını biliyordum. Yıllar önce filmlerine ulaşabilmek için küçük çaplı araştırmalar, yazışmalar dahi yapmıştım. Nafile tabii. Melih Güneş de filmlerin peşine düşmüş, Nazım'ın son eşi Vera Tulyakova'nın yardımlarıyla onları gün yüzüne çıkarmış. YKY'den çıkan, iki ayrı çizgi filmin adını taşıyan Hanene Huzur Dolsun-Sevdalı Bulut kitabı, animasyonları içeren dvd ve ilgili dokümanlardan oluşuyor. Tek kelimeyle güzel! Çabayı ve sunumu takdir etmemek haksızlık olur. 

Öte yandan, filmler nasıl derseniz, zamanını aşabilecek nitelikte değiller dememiz gerekiyor. Döneme özgü Sovyet estetiği ve siyasetiyle üretilmişler.  Filmleri niteliklerinden ziyade Nazım külliyatı için birer belge olarak görmek ve onunla yetinmek belki daha doğru olur. Kitap, sadece filmlerden oluşmuyor dedik, film ve senaryolar hakkında Sanat Sovyeti toplantı tutanakları da derlenmiş. Belgeselci ağırlığı güçlendiren önemli bir katkı olmuş. Bu tür toplantılarda bürokratik gereklere dayanarak, ideolojik tutarlılığın sorgulandığını başka örneklerden de biliyoruz.  Yıllar içinde farklı film ve anlatılarla ilgili yayınlanan tutanakları incelediyseniz anlıyorsunuz ki Sanat Sovyeti sadece filmlerin içeriğini değil üreticilerin geleceğini belirleyebilmiş. Bu toplantılar, teorik olarak, estetik bir tutarlılık ve devamlılığı sağlayabilmek adına başlamışsa da giderek siyasi sadakatin arandığı (ya da bunun daha çok önem kazandığı) ve sorgulandığı yargılayıcı mecralar olmuşlar.  Resmi konuşmalara, ego çatışmalarına, ideolojik hassasiyetlere, sansür ve manipülasyona ister istemez sık rastlanılmış, çok başvurulmuş. Nazım nasıl değerlendirilmiş derseniz, genel politik atmosfere bağlı olarak şaire yakınlaşılmış ya da uzaklaşılmış, Vera'nın işine son verilmesi de bununla ilgili olmuş. Vera, Nazım'ın ardından anlatıyor: 'Başıma gelenleri sana anlatmadım (...) belki de beni düşürdükleri durumla seni kışkırtmak, skandal çıkartmanı tetiklemek, dahası en basit gerçeklerin bile fısıltıyla konuşulduğu ülkeden gitmeni sağlamaktı amaçları'. Nazım'a sempatiyle yaklaşırken ne konuşulmuş peki? Doğrusu pek önemli gözükmüyor konuşulanlar. İltifatlar, 'şurası şöyle olsa sanki daha iyi olacak' türü revizyonlar denebilir bunlara. 

Hanene Huzur Dolsun iddialı bir film. Sovyet animasyon geleneğinde hatırı sayılır yeri olan propaganda filmlerinden biri. Yarım asır öncesine ait olduğundan günümüz seyircisi ayırdına varmayabilir, resmi Sovyet sanat politikası gereği barış temalı sayısız animasyon üretilmiştir. Buna göre kapitalizmin ve emperyal arzuların en önemli sonucu olarak savaş gösterilmiş; asker, silahlanma ya da atom bombasına karşı işçiler, doğa ve zeytin ağacı-güvercin sembolleri öne çıkartılmıştır. Daha doğrusu, demokratik dünyada yaygınlık kazanan savaş karşıtı cepheye propagandif katkılar sağlamışlardır. Hatta öyle ki barış denildiğinde komünizmi ve Sovyetler Birliği'ni anlayan radikal sağın refleksleri kısmen doğrudur. Rus dilinin sınırlılıkları nedeniyle anti kapitalist simge ve semboller film ve  animasyonlarla yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Nazım'ın senaryosu da bu amaçla yazılmış, söz ya da diyalog kullanmadan kapitalizmi (onun emperyal büyümesini sağlayan savaşı) eleştirmek istemişler. Sovyet animasyonlarının yetkin örnekleriyle kıyaslandığında Hanene Huzur Dolsun için bunu başaramamış demeliyiz. Propaganda anlatılarında olması şart olan tek etkiye yoğunlaşamamışlar, uzatarak ve uzatırken dağılarak, güç kaybetmişler.

Sevdalı Bulut, daha serbest bir çalışma. İran minyatürlerini modelleyerek bir masal anlatmayı denemişler. Kuklalar kullanılmış, animasyon yine dönemine göre vasat (ile vasat altında) kalmış.  Anlatım devamlılığı aralıklarla sekteye uğramış örneğin. Yavaşlığı, teknik zafiyetlerle ilgili değil sadece. Naif bir dili var ama finali güçlendiren bir seyir izleyememişler. Film çocuklar için mi üretilmiş belirsiz, kötü adamın yenilgisi dahi aşikârlaşmıyor. Kederli, buruk ve kötücül bir yönseme var film biterken kendini gösteren.

Filmlere niteliklerinden çok Nazım'la ilgili belge sayarak bakmak lazım demiştim. Şunu da sormak gerekiyor tabii: bu çizgi filmler Nazım'ı ne kadar yansıtıyorlar? Çok fazla insanın emeği var ama Nazım kendi o coşkun tarzını ortaya koyabilmiş mi? Yazdıklarıyla kendini hissettirebilmiş mi? Nazım, bu filmler sayesinde Sovyet Canlandırma Stüdyosunda (Soyuzmultfilm) çalışan Vera ile tanışmış, arkadaşlığını ilerletmiş ve onunla evlenmiş. Filmler, en çok buna vesile olmuş gibi geldi bana. Onun dışında ne Nazım filmlere kendini katabilmiş ne de filmler Nazım'ın dilini taşımaya çalışmışlar. Büyük şair Nazım Hikmet, bazı animasyonlara senaryo yazmış o kadar.

Radikal Kitap,  9.3.2013

Pazar, Mayıs 27, 2018

Samanlık seyran olmuyor!


Son çeyrek yüzyılın en itibarlı çizgi romanlarından biri, Charles Burns’un (d.1955) bol ödüllü grafik romanı Kara Delik (Black Hole, 1995-2005) nihayet Türkçede yayımlandı. Bu kadar zaman popüler kalması, beğenilerek okunması ve konuşulması boşuna değildi. Öncelikle Beat edebiyatından beslenen genç bir içeriğe sahipti. Bir ucu Burroughs’a ve diğer ucu Cronenberg’e kadar çeşitlendirilebilecek muhalif bir auradan etkileniyor, ölüm korkusunu, hastalık endişesini, iğrenmeyi, esrimeyi, erotizmi iyi harmanlıyordu. Yetmiş yılları anlatıyor ve buna rağmen yeni duruyordu. Underground edebiyatın, yeknesaklığa duyulan bıkkınlığın, yetişkin olma iştahının farkındaydı. Kara Delik, en yalın haliyle, ağır akan bir muamma hikâyesiydi. Muamma derken esrarlı bir yavaşlıktan, gece geçen bir koyuluktan, ergen hallenmelerinden, ebeveynlere katlanamayan darlanmalardan, şehvet patlamalarından, tedirgin edici diyaloglardan söz ediyorum.

Kara Delik, çizgi roman dünyasının alışık olmadığı türden hikâyelerden biriydi. Çiniyi kullanma biçimi ve ürkütücü karakterleri nedeniyle korku türündeki çizgi romanları andırıyordu. Amerikalıların “Weird Tales” dediği, Eerie veya Creepy gibi dergilerle özdeşleşen irrite edici, ürkünç ve sürpriz sonlu hikâye geleneğinin bir parçası gibiydi. Sadece gençler arasında yayılan, ölümcül ve sebebi bilinmez bir hastalık etrafında gelişen bir tahkiyesi vardı. Cinsel yolla bulaşan-ne olduğu pek de açıklanmayan- hastalık, kurbanlarını her birini farklı biçimlerde mutasyona uğratarak, bir yaratığa dönüştürüyordu. Karakterlerin birinde kuyruk, diğerinin boynunda küçük bir ağız çıkıyordu örneğin. Kesikler, yaralar, döküntüler, iltihaplar, irinler, korkutucu deformasyonlar, cüzzamlıları hatırlatan garip insanlar görülüyordu. Mutasyonun çeşitliliği gençlerin birbirlerinden farklı psikolojilerinin tezahürü gibiydi. “Mikrop” veya “Ergen Vebası” denilen hastalık, enfekte olduğu hastaya özgü biçimlerde zuhur ediyordu. Yukarıda yaratık dedim, yaratık derken “freak edebiyatının” referanslarının ve görsel klişelerinin kullanıldığı belirtmeliyim. Yani Kara Delik, pulp evrenini her bakımdan hatırlatıyor, görsel klişelerini akıllıca yineliyor ama başka bir şey anlatıyordu. Bir kıyamet senaryosu değildi, yabancılar, kötü adamlar, hastalığı yayarak dünyayı ele geçirmek isteyen uzaylılar yoktu.

Burns, kendi gençliğinin geçtiği yıllara, 1970’lerin Seattle’ına bir gönderme yapıyor, ormanda toplanan gençlerden duyulan hoşnutsuzluktan ilham alıyordu. Anlattıklarına bakılırsa gençler, geceleri ormanda toplanıyor ve kendilerini iyi hissettikleri “etkinlikler” yapıyorlardı. Yerel otoritelerin, ebeveynlerin, gazetelerin bu ergen toplaşmalarından hoşlanmadığı, abartarak engellemeye çalıştığı tahmin edilebilir. Gençlerin cinsel ilişkiye girdiği, alkol ve uyuşturucu kullanarak yoldan çıktığı mutlaka konuşulmuştur. O yıllarda Türkiye’ye gelen, Sultanahmet’te toplaşan Hippiler de benzer biçimde resmediliyordu. Burns, “Zeno Gezegeni” adını verdiği ormanı gizemli bir biçimde şöyle niteliyor Kara Delik’te: “Oraya varmak için sarp bir dağ geçidini aşmalıydınız ve sonra çamurlarla ve yapışkan otlarla kaplı dar parkurlardan geçmeliydiniz. Bir kere oraya vardınız mı her şey güzel olurdu. Tepenizde sallanan kocaman ağaçlar, dallardan süzülen beyaz ışık… Bir kozanın içinde olmak gibiydi… Yumuşak, yalıtılmış, yeşil bir dünya… Kafayı bulmak için en mükemmel mekân.” Romantik ve masalsı ifadelerle bir genç sığınağı-cenneti niteleniyor aslında. Yetişkinlerin, öğretmen baskısının, katı kurallarının uzağında tecrit edilmiş modern bir Kaf Dağı adresi veya. Burns, bu ormana, Kara Delik’i çizmeye başladığı yılların dehşetli hastalığı, çağın yeni vebası Aids’i çağrıştıran bir hastalık katıyordu.  Asıl hikâye, bu atmosferi anlatıyor, Keith, Chris ve Eliza gibi üç önemli karakteri temel alarak gençlerin hayatlarından kesitler sunuyordu. Hastalığa kapılan gençler, insanlardan uzaklaşarak geceleri yaşıyor, ormana, ıssız yerlere ve birbirlerine sığınmaya çalışıyorlardı. Kara Delik, gitgide karamsarlaşan, ölümle sonuçlanacağı aşikâr olan karanlık bir yön içeriyor, aşkı ve cinsel arzuyu, bile isteye soğuk bir mesafeyle betimliyordu. Toplumdan kaçan ve dışlanan, dışlandığını bilerek acılaşan gençler ucubelikle-sapkınlıkla damgalanıyordu. Albümün takdim cümlelerinde geçtiği gibi “Bir kez etiketlendiğinizde, sonsuza dek ‘o şey’ oluyordunuz.” Kaçarak, saklanarak, yalnızlığa alışarak veya ölümü kabullenerek yaşamak... Bu anlatı reçetesi, sonraki yıllarda genç okur ilgisiyle global başarı kazanan mutant ve vampir anlatılarında defaatle yinelendi.

Burns’ün benzersiz ve hemen ayırd edilebilir bir üslubu var, yirmili yaşlardan itibaren çizgi roman üretse de Kara Delik, dile kolay, on yılda tamamlanmış, deyim yerindeyse el emeği göz nuru ilk uzun soluklu çalışması. Hemen ilk sayfalardan kendini gösteren bir tasarımı var kitabın. Bölüm başlarında sol sayfada yeralan görsel imge, yandaki sayfayı imleyecek bir paralellikle kullanılıyor. Takip eden sol ve sağ sayfalarda da kare/panel sayısı eşleniyor, açı ve perspektif devamlılığı bakımından bu paralellik sürdürülüyor. Bir başka deyişle sol ve sağ sayfalar birebir birbirine bakıyor ve tamamlıyor, üzerlerine kapanıyor. Albümün muammasını, esrarlı ve hypnotic doğasını pekiştiren bir sunum bu. Böylesi bir nakkaşlık, hummalı bir fedakârlık gerektiriyor ve yapılan işi başka bir merhaleye taşıyor. Burns, metinlerarası göndermeler yapmayı, dâhil olduğu hikâye evrenini doğru ve geleceğe kalacak biçimde anlatmayı deneyen biri. Kareye öyle bir ayrıntı ekliyor ki, çizerken kurmayı çalıştığı estetik koşutluğun, felsefi ve edebi olarak sürdüğünü fark ediyorsunuz. Kâbuslar, sanrılar veya uyuşturucu tripleri arasında bir bakıyorsunuz Tom Wolfe’un (d.1938)  The Electric Kool Aid Acid Test (1967) kitabı duruyor bir köşede.  Kitap, gerçek olaylara dayanır, bizde aynı isimli romanından uyarlanan One Flew Over The Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu, 1975, yön. Milos Forman) filmiyle bilinen yazar Ken Kesey’in (1935-2001) öncülük ettiği genç hippilerin bir otobüsle Amerika’yı dolaşmasını anlatır. İçinde otoriteye meydan okuma, ahlakla çatışma, konformize isyan, savaş karşıtlığı, rekabetçi toplumu reddiye gibi pek çok teferruat yer alır. Hepsinden önemlisi, coşkulu ve bir o kadar da kederli genç bir bulamaç kendini hissettirir. Kara Delik, içinde nefes alıp verdiğimiz, adına hayat dediğimiz cendereyle ilgili bir mecaz. Dünya, gençlerin ormanda toplanmasını istemiyor!


Cumartesi, Mayıs 26, 2018

Yeni Sinema


Yukarıdaki resim, hiç anlaşılmıyor ama, Ankara'da, Ulus'ta, Denizciler Caddesinin hemen başında yer alan tarihi bir Ankara sinemasına ait...

Daha doğrusu sinemadan geriye bir şey kalmamış, metruk bir halde... Sinemanın önünü değiştirmişler, duvar örmüşler filan... Bakıyorum ve nereye ne yapmışlar da bu hale nasıl gelmiş anlamıyorum...

Benim bildiğim, sinemanın olduğu bina Çocuk  Esirgeme Kurumu'na ait... Melih Gökçek bir ara oraya başkan olmuş ve o fırsatla sinemayı kapatmıştı... O gün bu gündür  sinema boş duruyor...

Burası  Sümer Sineması olarak da bilinir, seriyal filmlerinin, "32 Kısım Tekmili Birden" filmler gösterilen, tek biletle tüm seansların izlenebildiği ucuz bir sinemadır. Çocukların rağbet ettiği bir yerdir... 1940'larda, 1950'lerde çocuk olup da buraya gelmemiş Ankaralı yok gibidir... Bir ara, önce mi sonra mı emin değilim, kapalı yüzme havuzu olarak da kullanılıyor... Daha da sonra Yeni Sinema oluyor... 70'lerde burada erotik filmler oynatılırdı.


Meraklısı için Dumankara'da o dönemle ilgili bir senaryo yazmıştım, Berat da çizmişti...

İnsanların, şehirlerine geçmişlerine sahip çıkmamaları çok tuhaf...O kadar çok gelenek, o kadar çok tarih diyen var ki halbuki... Hep poz, hep iddia...

Resme tekrar bakın lütfen, gaddarca düzlenmiş bir neşe ve iştah göreceksiniz... Kıstırılmış, öldürülmüş, yok sayılan  bir tarih...

Başka türlü olamaz mıydı?

Mesela, Keçiören'deki Cem Sineması yine bir işe yaramış, o muazzam sinema da düzlenmiş ama paraya çalışan piyasa aklı hiç olmazsa onu bir şeye dönüştürmüş...



Yeni Sinema/Sümer Sineması yıllardır niye boş? İşletmecisi geçim derdiyle erotik filmler oynattı diye tarihe/geçmişe ceza mı kesildi? Yoksa düzlemek demişken Ulus'u düzleyeceğiz illa ki planında metruk yerlerin işi meşrulaştırmak gibi bir işlevi mi olacak?

Bakın kurtardık, bakın temizledik mi diyecekler...

[Bu yazıyı iki-üç yıl önce yazmıştım.]

Cuma, Mayıs 25, 2018

Uf!












Üniversitede çalışırken, fakültenin öğrenci gazetesi pek mühimsenirdi, teorik olarak çocuklar haber yazmayı, fotoğraf çekmeyi öğrenecek, şu olacak bu olacak, eğitiyoruz işte diyerek içimiz rahat edecekti... Pratikte olan ise "İcraatın İçinden" yayınıydı, Sayın Dekanımızın fotoğraflarının, beyanatlarının, akıllarının fikirlerinin neşredilmesiydi...

Asistanlığımın ilk yılında karşıma çıkan bir dekan vardı ki sahiden inanılır gibi değildi... Gazetede yayınlanan resimlerin yüzde doksanında gözüküyordu mesela...

Neyse, yukarıdaki ufo resimlerinin altında üniversite hatıralarının işi ne diyeceksiniz?

Mesele şu: yine bir palavra gazete çıkaracağız, 90'ların ikinci yarısı, öğrencileri topladık konuşuyoruz... Çocuklar, Dekan Hoca'nın gazetesini bilmiyorlar, hepsi taze, birinci sınıfa yeni girmişler, heyecanlılar, gazeteci olacağız sanıyorlar... Neyi haber yapmak isterler, ne düşünürler anlamak için konuşuyoruz. Asistanlık ne ki, hele İletişim Fakültesi gibi gevezeliğin bol olduğu yerlerde...E abilik ablalık yapıyoruz altı üstü...

Biz konuşuyoruz, iki kız var sus pus oturuyor, saçlar mor, saçlar kavuniçi... O yıllarda öyle saç boyandığı filan yok, hele benim çalıştığım Gazi'de boyamak, akıllara ziyan inanılmaz bir şey...Neyse, öğrenciler tek tek anlatıp çıkıyorlar sınıftan, bunlara sıra geldi...

O kadar öğrenci konuşmuş, hepsi Türkiye'nin, Ankara'nın, Fakültenin, Bölümün, Sınıfın, Kantinin sorununu önemsemişler, iştahla anlatmışlar... Bakalım bunlar ne diyecekler derken çocuklar önce hık mık ettiler...Sonra dediler ki asıl önemli mesele Uzaylılar... Bu evrende bizim dışımızda yaşayan birileri var... Biz Ufo'ları araştırmak istiyoruz...

E güzel...

Hayatta hepimiz için hep daha önemli şeyler var. Biri bir şeyle lgilenirken, bir diğeri onun ilgilendiği şeyi küçümseyebiliyor, ekonomi, siyaset, ırkçılık, hapisaneler varken, bunları konuşmak ve görünür kılmak gerekirken...başka şeylerle uğraşırsan küçümseniyorsun...

Çocukları eğitimleri süresince izledim, ufo'ları, uzaylıları unuttular, ortama uydular, çocukca bir hatıra olarak unutmak istediler galiba...Saçlar normalleşti filan...

Doğrusu buydu demiyorum, normal olanı yaptılar demiyorum. Bu dünya bütün farklılık iddiasına rağmen herkesi birbirine benzetiyor.

Elinde bir fakülte gazetesi yoksa ve sen konuşulmak istiyorsan, anaakım değerlere oynamak zorundasın. Daha büyük acılar, daha büyük gerçekler, daha önemli meselelerle ilgilenmek zorundasın. Acıların, gerçeklerin hiyerarşisi, önem sırası olamaz, olmamalı..Ama oluyor, acılar, meraklar, gerçekler yarıştırılıyor...

Ufolar bize, bu topluma hep komik geldi... Karşısına bir köylü çıkarıp "N'örüyon" dedirterek gülmek istedik Ufo'lara... Ufolar da hep köylülere "görüküyor" malumunuz. O köylü anaakıma nasıl dahil olabilir, olağanüstü bir şey yaparsa elbette...

Uzaylılarla karşılaşan köylülerin saçları ne renkti ben biliyorum.


Salı, Mayıs 22, 2018

Cümbüşçü Karıncalar



Yolların, dehlizlerin, masalların, mavilerin garip ve divane hikâyeleri... Ağaçların dili, kaçak aşklar ve tatlı gülüşler. Pınar Selek, dünyayla savaşı, yediveren bencillikle uğraşı anlatıyor. Toprakla, tohumla, şiirle, vicdanla, paylaşarak, tekere çomak, ana yollarda, ara yollarda… Mafyaya, ırkçılara, çokuluslu şirketlere karşı; karıncalar misali usul usul, ince ince çalışarak. Direnen ve meydan okuyan…

Cümbüşçü Karıncalar göçlerle, sürgünlerle başkalaşan bir Avrupa kentindeki yeryüzü karıncalarının romanı; umudu ve mutluluğu pay etme kavgası.

Bouken

Epey zaman önce Serüven adlı bir dergi çıkarıyordum. Çizgi roman araştırmaları dergisiydi, bilenler bilir...Oğlak Yayınlarından 6 sayı çıktık, sonra arkadaşlarla birlikte para toparlayıp 4 sayı da kendimiz çıkardık. Güzel şeyler de oldu, of off diye hatırladığım saçma şeyler de... Dergi işlerini severim. Yarın bir gün, boşa çıksam, yine yeni dergi işlerine girerim. Dergicilik ölüyor filan da demem...

Yukarıdaki ilüstrasyon Elif Varol Ergen'e ait...Serüven'i çıkarırken bir manga-anime özel sayısı yapmaya karar vermiştim. Yoksa bağımsız bir dergi mi olacaktı, onu da tam hatırlamıyorum... Güzel kapakları hep sevdim...Daha derginin içeriği belli değilken kapağıyla uğraşmıştım. Elif' Varol Ergen'le tanışıklığımız bile bu vesileyle olmuş olabilir, güzel çizmişti...Bouken, Japonca serüven demek...Epeyce zaman sonra kapağı yeniden görünce hoşuma gitti, paylaşayım dedim. Linklerde eskizler ve Elif'in DA sayfasını bulabilirsiniz...

link1
link2
link3
çizeri

Pazartesi, Mayıs 21, 2018

Geçmiş Zaman...


1992 yılında çıkardığım koloni isimli fanzine yazdığım manifestodan bölüm...O tarihlerde grafik roman filan bilinmezdi. Göz kararı mı el yordamı mı diyelim bilemiyorum, başka bir şey yapmak istiyordum. Gırgır ve benzerlerindeki üretime, Teksas Tommiks algısına bakıyor ve yeni olan bir şeyi üretmeyi arzuluyordum.

Manifesto romantik ve abartılı, tutarsızlıklar da taşıyor...Ama nostaljik ve galiba inat ettiğimi bana hatırlattığı için değerli...Yoksa kimselerin aklına gelmeyen şeyler değildi, grafik roman da bu sıkıntıdan doğdu. Endüstrinin ve anaakımın dışına çıkıp bir şeyler yapma enerjisinden...

Cumartesi, Mayıs 19, 2018

Ne Fark Var?




Bir fotoğraftan faydalanarak çizilmiş bir ilüstrasyon örneği. Çizerken, hele zamana karşı yarışarak çiziyorsanız, görsel referanslar işinizi kolaylaştırır. İyi bir çizerin bakışını, algısını geliştirmesi için bol bol resim incelemesi yapması, iyi bir fotoğraf ve resim arşivi olması gerekir. Buraya kadar tamam.

Soru şu: yukarıdaki fotoğrafla ilüstrasyon arasında ne fark var?

Resim, fotoğrafın gerçekçiliğini başka bir boyuta taşımış, idealize etmiş, yumuşatmış, erotikleştirmiş, magazin dünyasının piyasacı estetiğine uyarlamış...

Daha iyi veya daha kötü olmuş tartışmasına girmeyelim.

Popüler kültür kadınları ve erkekleri güzel ve yakışıklı yapar, sakaleti ve çirkinliği kabul edilebilir bir çizgiye çeker...

Neden?

Okur ve seyirci çirkin, yoksul, kirli ve yabancı istemez, sahicilik değil hayal ister, yok olmadı, sayfayı çevirir, kanalı değiştirir, satın almaz geçer gider çünkü...

Cuma, Mayıs 18, 2018

Yok Listesi (2)



Benim doğduğum köylerde / Buğday tarlaları yoktu, / Dağıt saçlarını bebek / Savur biraz! (Cahit Külebi).

Dinsizler için mezar yeri yok. Bense Müslümanların "yatacak yeri yok" dediklerindenim (Aziz Nesin).

Manitanın yatakta güzel sevişip sevişmediğini anlamak için ayak bileklerine bakmanız kâfidir. Eğer bilekleri inceyse mesele yok demektir. Sizi sabaha kadar zevkten bayıltır (Metin Kaçan, Ağır Roman).

Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok / şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak (Ece Ayhan).

Hangi mahallede imam yok, / Ben orada öleceğim (Fazıl Hüsnü Dağlarca).

Yok mu iç açıcı bir haber? (Refik Halid Karay’ın 1946 tarihli bir yazısından)

Perşembe, Mayıs 17, 2018

K24



Artık arada bir, ufak ufak K24'e yazacağım. İlk yazı Burns'un sıradışı grafik romanı hakkında. Meraklısına.

Pazar, Mayıs 13, 2018

Yaş dönümü-gün dönümü



Gün saydığım, emekli olabileceğim dediğim, gelmesini beklediğim bir yaşa girdim. Başarabilirsem eğer, hayat kısa, hayalini kurduğum işlere vakit ayırabileceğim artık.

Fotoğraf, Bursa'dan çarşamba günkü konuşmadan. Ciddi mesele, mizah dergilerini konuşuyorum.

Perşembe, Mayıs 10, 2018

Aynada Aksetmeyen Edebiyatçılar



Mizah dergilerinin geçmişte yazı ağırlıklı olduğu, kadrolarında edebiyatçılara daha geniş yer verdiği, entelektüel bir derinlik taşıdıkları iddia edilir. Bu olumlu sayılagelen tablo yıllar geçtikçe azalarak değişmiş, hatta Gırgır’la büsbütün kaybolmuştur vs. Kapı Yayınları’ndan Said Coşar’ın hazırladığı Karikatürün Aynasında Edebiyatçılar adlı bir çalışma yayınlandı. Coşar, sanırım hepsi daha evvel neşredilmiş makalelerini biraraya getirmiş. Doğum tarihlerine göre en yaşlısı Abdülhak Hamit, en genci Orhan Veli olan 14 edebiyatçıyı ekseriyetle mizah dergilerinden izleyerek haklarında yazılıp çizilenleri derlemiş.  Coşar, bir varsayım olarak yukarıda yazdığım iddiayı yineliyor ve diyor ki, Gırgır çıktıktan sonra edebiyatçılar mizah dergilerinde handiyse görülmez oldular. Ben katılmıyorum bu iddiaya, edebiyatçıların mizah dergilerinden uzaklaştığını düşünmüyor aksine çok sayıda yazar çıkarttıklarına inanıyorum. Onları tipleştirmek, komikleştirmek yapılmaz olmuştu, dergicilik anlayışı değişmişti o ayrı. Evet, ilk mizah dergilerimiz yazı ağırlıklıydılar, görsellik çok sınırlıydı ama bu, mevcut matbaa teknolojilerinin bir sonucuydu, bütün gazete ve dergiler yazı ağırlıklıydı. Gazete ressamları az bulunuyordu, fotoğrafçılar hiç yok gibiydi. Gazete satışları düşük olduğu için görsellik maliyet artırıyordu ve riskliydi, baskıda sorunlar çıkabiliyor, yayını geciktirebiliyordu. Şunu demek istiyorum, ticari ve teknik şartlar, yayınların yazı ağırlıklı olması sonucunu getiriyordu. Kaldı ki yazı, başlı başına entelektüel bir derinliğin garantisi olamaz. Ne/nasıl yazdığın daha önemlidir.

Peki, edebiyatçılar eski mizah dergilerinde daha çok mu görülüyordu sahiden? Mizah dergileri popüler olanla ilgilidirler, haliyle popüler olan edebiyatçıları, kamusal bir tartışmaya dâhil olan yazar ve şairleri konu etmişlerdir. Bunun dışında bir ilgileri olduğunu iddia etmek çok doğru olmaz. Ha şu var, Türkiye’de mizah dergiciliğinin yaklaşık yarım asır boyunca omurgası olan Akbaba’nın sahibi-yöneticisi olan Yusuf Ziya Ortaç, kendisini mizahçıdan çok şair ve başmuharrir, bir edebiyatçı olarak görüyordu. Onun edebiyatçılara ilgi gösterdiğini söylemek mümkün ama bunu yaparken de çekince koymak gerekiyor. Ortaç’ın hiç hatırlamadığı, hiç mühimsemediği veya ısrarla belirginleştirdiği isimler var çünkü. Karikatüristlere esprileri verdiği, pek çok fıkra ve anekdotu kendisi yazdığı için Ortaç nasıl bir edebiyat resmi çizdirmiş-çizmiş hayli önemli. Bana göre mizah dergilerindeki edebiyatçıların temsilinde Ortaç’ın keskin bir belirleyiciliği var.

Niyetim, Coşar’ın kitabını vesile ederek Ortaç’ın edebiyatla ilgili tercihlerini tartışmak. Kitabı büsbütün unutamıyorum çünkü kitaptaki edebiyatçılar, Ortaç’ın da edebiyatçı nitelemesine giren isimler. Ayrıca söylemeden edemeyeceğim, yazar tercihidir diyemiyor, kitapta yer verilen Hüseyin Cahit’i ve Falih Rıfkı’yı edebiyatçı sayamıyorum. Siyasal romantizmleri, ajitatif dilleri, kimi zaman romanesk ve şairane görünebilir ama bu onları “romancı” ya da “şair” yapmaz. Hele Falih Rıfkı, edebiyattan hazzetmediğini defalarca yazmıştır da. Hüseyin Cahit’e hiç girmeyelim. Coşar’ın seçtiği edebiyatçıları Ortaç’ın gözünden bakmaya çalışarak anlatayım. 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde, Ortaç ve ortağı, bacanağı Orhan Seyfi Orhon, Refik Halid’in Aydede’sini alıp Akbaba olarak sürdürürken, Babıali için çok genç bir yaştaydılar. Ortaç 28, Orhon 33 yaşında, sonradan Beş Hececi olarak birlikte anılacakları iki yakın arkadaşları, kitapta da yer verilen Faruk Nafiz 25, Halit Fahri ise 32 yaşındaydı. Bu yaşlar niye önemli? Bir kuşağı işaret ediyor; yaşıtlar var, kendilerinden önceki itibarla anılan bir başka yaşlı kuşak var. Bugün yaşamadıkları için hepsi aynı yaştalarmış gibi bir algı oluşabiliyor. 1923’te mizah gazetelerinde de yazan Süleyman Nazif 53, Rıza Tevfik 54 ve Ahmet Rasim 59 yaşındalar. Büyük yaş farkı var değil mi? Cevdet Kudret’in yazdıklarına göre, Ortaç, Kurtuluş Savaşı sorasında Anadolu hareketine katılmak istemiş, seciyesiz (karaktersiz) sayılarak kabul edilmemiş. Dönemler ve insanlar değişirler ama şurası kesin ki Akbaba’nın ilk yıllarında Ortaç’ın itibarlı ya da popüler bir yazar ismi yok. Siyaset ve edebiyatta bilinirliği yok. Bugünden bakıldığında edebiyat tarihimizde yeri olan, hatırlanan bir eseri de yok. Deyim yerindeyse şair ve yazar, edebiyatçı Ortaç, Akbaba olmasa akla gelmeyecek.

Ortaç’ın edebiyatçı seçimleri işte bu yüzden ilginç… Arkadaşlarını ve değer verdiklerini, kendinden yaşlı olan büyüklerini ve rahmetli olanları resmettiriyor ama bazılarını ya hiç görmüyor ya da sadece eleştiriyor çünkü. Örneğin Halide Edip, Hüseyin Rahmi veya Tanpınar’a hiç değinmiyor. O kadar çok isim var ki unutulan, hele Ortaç’tan genç olanlar… Baş muharrir olarak Hüseyin Cahit’i hep takdir etmiş biri, onun her devirde ayakta kalmayı başaran coşkun pragmatik kişiliğini dikkatle ve imrenerek takip ettiği anlaşılıyor. Yaşıtı Nurullah Ataç’ı sevmiyor çünkü Ataç onu edebiyatçı saymıyor. Orhan Veli’yi hiç sevmiyor, çünkü kendisinden yirmi yaş küçük, popüler bir şair, çünkü Ataç’ın onu himaye ettiğini düşünüyor. Orhan Veli meşhur olduğunda onu taklit ederek Nurullah Ataç’a şiirler gönderiyor, “bu kadar kötü şiiri mutlaka beğenir” diye. Ataç da şiirlerinden bir kaçını okur köşesinde yayınlıyor. Taklit ya da öykünme hali bana kalırsa isimler değişse bile hep sürüyor. 1920’li yıllarda şiirleriyle Süleyman Nazif’i düz yazılarıyla Ahmet Rasim’i taklit ettiğini düşünüyorum. Kırklı yılların genç şairleri Ortaç’ın ümid vaad eden şair olarak anılmasından sarakayla söz ediyorlar. 1895 doğumlu Ortaç istediği edebi başarıyı bir türlü elde edemiyor, ne zamanı ne de genç okuru yakalayabiliyor. En iyi yazdığı metinler, sanıyorum ki Akbaba’nın başyazıları. Doğal olarak bu durum, Ortaç’a yetmiyor. O yazıların daha çok konuşulabilmesi için ahlakçılık yapmaya, teşhir edici bir dil kullanmaya girişiyor. En önemlisi bir “yaşlı adam” gibi konuşmaya yöneliyor. Tecrübeli, olgun bir bilen olarak kendini tasarlayarak tarihten, gelenekten, eski adamlardan söz ediyor, Başbakanlara hiç cevap alamadığı mektuplar yazıyor. Tasarlamak sözcüğünü boşuna seçmedim, yazıp çizdiği onca şeyi bir kenara koyarak yarattığı en önemli edebi karakterin bizatihi kendisi olduğunu iddia edeceğim. Ortaç’ın görmüş geçirmiş, hakbilir, usta edebiyatçı, başyazar, cömert yayıncı ve tek kelimeyle seciyeli ve büyük yazarı Yusuf Ziya Ortaç’tan başkası değil. Said Coşar’ın çalışması, keşke şu soruyu tartışsaymış. Niye bu isimler, örneğin Faruk Nafiz ilgi çekmiş ve dergilerde yer almış da başkaları örneğin gençler, 1923’te çocuk olan edebiyatçılar rağbet görmemişler. Edebiyatın envayı çeşit yüzü var, sevilen-sevilmeyen, yok sayılan ve göklere çıkartılan onca yazar ve kitap. Geçmişe bakarken bugüne aksedenlere ve aksetmeyenlere biraz daha dikkat kesilmeliyiz.

Radikal Kitap, 17 Ocak 2015

Çarşamba, Mayıs 09, 2018

Anadolu Ağızlarından (5)


Norecig: Ne yapacağız?
Hırthış: Kullanılmış, işe yaramaz hale gelmiş
Bayrambeyi olmak: Bayramda aşırı yemek yiyerek ishal olmak, mide fesadı geçirmek
Fel fel esmek: (Kalp için söylenir) şiddetle çarpmak
Eli deli: Tutumsuz, savurgan
Nedisen: Ne yapıyorsun?
Bıcırgan: Ortalığı karıştıran kimse, fitneci
Modullamak: Homur homur söylenmek, kızgın kızgın mırıldanmak
Ofun sofuk olmak: Şaşırıp kalmak, üzüntüyle donup kalmak
Ölükuyruğu: Akrep

Related Posts with Thumbnails