Çarşamba, Ekim 31, 2012

Emrah'tan (Serbes) yeni bir Kitap: Hikâyem Paramparça


 “Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında olduğum için kendisini sevdiğimi düşünmesin.”
“Tamam Galip.”
“Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin.”
“Tamam Galip.”
“İlk defa âşık olduğumu anlatma, beni bu konularda tecrübesiz biri zannetmesin.”
“Tamam Galip.” 
“Geçen sene el frenini çekmeyi unutup Kartal’ı boklu dereye yuvarladığımızı anlatma. Malının kıymetini bilmeyen biri olduğumu düşünmesin.”
“Tamam Galip.”  
“Babamın orospu çocuğu olduğunu anlatma. Onu bizzat ben anlatmak istiyorum.”
“Tamam Galip”. 

Gecenin ilk müşterisi olan, sabahçı kahvelerinde, çorbacılarda ayılan genç adamlar. Bazen en anlamsız yüzü yaşamanın ve bazen yel değirmenini arayan içli bir hatıra. Henüz ölmemişler ve  ölümle tanışmamışlara yazılmış hikâyeler... Namluya sürülmüş küfür... Büyümemiş bir çocuk... Pati yapan arabalar, yutkuna yutkuna dinlenen şarkılar ve hayattan meseleler. Kutlanan yenilgiler, "hayat kerpiçten bir gökdelen sevgili kardeşim, yanlış bir parantezde yaşıyoruz. Bırak konuşalım, iki çift laf edelim, yüz yüze bakıyoruz..."

Emrah Serbes, hayatı kendine katık eden, sokaktan çağlayan bir sesle yeraltının dumanını anlatıyor bize. Bitmez bir ergen öfkesiyle kuyuya düşmüş çocuklara sesleniyor.

Emrah Serbes'ten parça parça anlar, parça parça anılar, paramparça hikâyeler...

Seyrüsefer Defteri 28


+ Kavşak'ı izledim, insani hikayeler anlatılmış, sanki senaryo seyrelse ve bir başka gerilim katılsa, bu insanilik daha bir belirginleşecekmiş (31 Ekim). + Small Town Murder Songs'ı izledim, müzik güzel ama filmin önüne geçiyor. Polisiyesi yok. Din ve şiddet tartışılıyor sanki. Çok iyi değil (30 Ekim). + Asteriks ve Oburiks Gizli Görevde, çocuklardan çok ebeveynlere yönelik olmuş, yeni Asteriks Baer'i beğendim, 2002'de yan roldeydi, terfi etmiş (29 Ekim). + Hatfields & McCoys, bir kan davası hikayesi, western meraklılarının ayrıca ilgisi çekecektir.Berenger ve gençlerden Holbrook'u beğendim. Costner, western performansını yinelemiş. Parish ve Malone ilginç kadınları oynamışlar (28 Ekim). + Killers, vasat bir komedi avantür (27 Ekim). + Battleship, saçma filmler kontenjanı, Allahtan uzaylılar başaramıyor, kolaydı sanki (26 Ekim). + Nihayet Yeraltı'nı izledim, iyi oyunculuklar ve güzel sahneler var, daha uzun hikayeymiş, kısaltılmış, toparlanmış. Yeraltı, Ankara işte. (25 Ekim). + Sağ Salim'i izledim. Aksiyon komedisi yapmak zor iş. Sanki senaryo seyrelmeliymiş. Ölmüş ölmemiş esprisi için çok adam girmiş hikayeye (24 Ekim). + Sen Kimsin? iyimser bir "Pembe Panter" filmi. İyi çekilmiş bir gişe filmi, hareketli. Tolga Çevik kendine özgü bir espri bağlamı kurabiliyor (23 Ekim). + Contre-enquête, yavaşlıyan yavaş yavaş anlatılan bir intikam hikayesi (22 Ekim). + Green Lantern, naif bir hikaye bence. Eski ama basit ve tutarlı bir yapısı var. Film, o ölçüde başarılı değil (21 Ekim). + A Thousand Words, başarısız bir komedi. Uzakdoğu dinlerinin hafif çapta propagandası bile yapılmış (20 Ekim). +The Amazing Spiderman, önceki filmlere nazaran daha fazla ergen hikayesi olmak istemiş ama romantik gerilim çok oturmamış, seyirci yalpalamamış (19 Ekim). + The Expatriate, tempolu iyi bir aksiyon...Daha da koyulaşabilirmiş aslında. Mutlak çaresizlik hali merkezde kalamıyor (18 Ekim). + Benjamin, ou les mémoires d'un puceau, ürkek bir erotizm, abartılı bir aristokrasi, şefkatli bir ironi (17 Ekim). + Werewolf: The Beast Among Us, macera filmi ama bilgisayar oyunu zekasında vasat (16 Ekim). + İstanbul yolculuğu, popüler kültür hasbihali (15 Ekim). + Moju, Blind Beast, klasik bir Japon korku filmiymiş, bana drama gibi geldi, bazen başka bir şey olacak bir derinlik yakalamış (14 Ekim). + Men in Black 3, eğlenceli yine, hoş sahneler var (13 Ekim). + Factotum, Holivut anca bu kadar çeker Bukowski amcayı diyorsun (12 Ekim). +  Antalya yolculuğu, Mizah hakkında fan fin fon (10-11 Ekim).  + Aju Teukbyeolhan Sonnim, ilginç bir hikayesi var, bazen inandırıcılığını yitiriyor ama dokunaklı bir film (10 Ekim). + Güzel bir ergen filmi: Moonrise Kingdom. Neşeli ve iyicildi. + Logicomix hakkında bir yazı yazdım (9 Ekim). + Slovenka, mağlubiyet filmi, hayat bir hayal kırıklıkları dizgesidir hikayesi anlatıyor. Gerilimi iyi değil oysa böyle bir gerilim olsun isteniyor (8 Ekim). + 360, iyimser bir film. Sarıp sarmalıyor, diyorsun ki ülen felek bir ümit var işte, mutlu olsun şu insanlar (7 Ekim). + Tuna'yla Sammy'nin Maceraları 2'ye gittik.İddiasız bir iş, müzikleri beğendim, tempo yakaladığı yerler var. Zaafı: karakterler sürüklemiyor (6 Ekim). + Klasik kontenjanı: Streetcar Named Desire, Tennesse Williams şahaseri. Genç Marlon ve Vivien'in dramı (5 Ekim). + Trishna, Thomas Hardy-Tess uyarlaması, Hindistan'da geçseydi şu hikaye nasıl olurdu merakıyla izledim. Kıyaslamalar filan, ilginç o bakımdan (4 Ekim). + The Guard, Britanya mizahıyla dolu bir polisiye. Zaten o diyaloglar, ironi ve taşlama hoş, polisiyenin ahım şahım tarafı yok (3 Ekim). + 6 Bullets, vasat altı bir aksiyon (2 Ekim). + Deer Crossing, abartılı bir kötülük, bu tür filmleri sevmiyorum ama üreticilerinin ne tür bir derinlik aradıklarını her defasında merak ediyorum (1 Ekim).

Salı, Ekim 30, 2012

Süreyya Sami'nin Yeni Romanı...


“Yapabilir misin?”
“Neyi yapabilir miyim Cemil?”
“Kızımı geri getirebilir misin? Onu bu orospu çocuklarının elinden kurtarabilir misin? Hiç kimse bunu yapabilecek durumda değil. Hiç kimsenin maçası sıkmıyor, sıksa da resmi görev ellerini kollarını bağlıyor. Her dakika gözaltına alabilirler. Bu adamların izini sürmeye kalkanı mimliyorlar, iz sürdürmüyorlar. Tanıdığım insanlar arasında bunu yapabilecek tek kişi sensin. Süreyya, bunu yapabilir misin?”

AKP yeniden kazanmıştı, pek bir şey değişmemişti. Aynı göğe bakıyorduk işte. Trafik gene o trafik, hep aynı sakalet, hep aynı yaveler… Martılar Haliç kokuyor, Kürt bebeler Beyoğlu tramvayına asılıyordu, akşam vapuru hep kalabalıktı. Kimseye ne yapacağını söylemeden geliyordu gece.  Süreyya Sami sırt ağrılarıyla uyanıyordu. Samsun yakıyordu üst üste. Göz ucuyla Türkiye Kupası finaline, Alex’e bakıyordu. Eski gazeteleri okuyordu. Parası yoktu. Bir şey arıyordu ama sanki hep eksile eksile arıyordu.

Bir gün Devresi çıkageldi, yardım istiyordu. Sinematek’in barında elini tuttuğu kadını hatırladı. Bal rengi gözlü kız kayıptı. İçinde yıllar önce kurulmuş saatli bir bomba patladı.

Reis Efendi’den Zeynep’i geri almalıydı. Hangi cehennemdeydi o çiftlik? 38’lik Colt, dördüncü seriydi.

Süreyya Sami, başka bir serüvenle 2009 yılında…

Ara beni ne olur...

















Pazar, Ekim 28, 2012

Aile Albümü

Anne tarafından Dedem Baki Beyin resimleri bunlar. Fotoğraf 22 Nisan 1920'de çekilmiş, dedemin yazdığına göre Denizli Mebusu Recayi Bey çekmiş. Sanıyorum, yanlış hatırlamış, Denizli değil Trabzon mebusu Recai (Baykal) olmalı...Eldeki Karagöz Mizah Gazetesi...Meclisin kurulmasıyla ilgili olduğu için gözüksün istenmiş.
Bu fotoğrafın içinde Dedem yok sanki. Fotoğraf düşkünlüğü nedeniyle toplamış olmalı. 1920'lere ait bir kartpostal.

Ankara'da yapılan hava talimlerinden biri. İlgisini çok çekmiş olmalı ki saklamış. Yine 1920'lere ait.

Fotoğraf dedemin babası Halil Kemal Beye ait olmalı. 1917'de çekilmiş. Öğretmenlik ve Valilikte memurluk yaptığını biliyoruz. Naile Hanımın dört çocuğundan biri. Mehmet Şükrü, Hasan Sabri ve İsmail Hakkı isimli erkek kardeşleri var. Soyadı Kanununda Hız soyadını seçiyor. Karısı Zehra'dan Ahmet Baki ve Nüzhet adlı çocukları oluyor.

Dedemim askerliği sırasında çekilmiş bir fotoğraf, 1937 yılına ait, muhtemelen bir mizansen hazırlanmış. Bisikletli fotoğrafları da var, askerde Haberciymiş...

Bu ilginç bir resim. Muhtemelen askerlik dönüşü çekilmiş bir stüdyo fotoğrafı, modaya uygun. Sonradan bıyıkların ideolojik çağrışımından hoşlanmamış olmalı ki rotuş yaptırmış. Resme ilgisi nedeniyle kendi de yapmış olabilir. Soldaki fotoğraf rotuşlu, imzaya bakılırsa 1940 tarihli. Dedem savaş başlar başlamaz böylesi bir değişiklik yapmış.

Yirmili yıllara ait bir fotoğraf, ilkokuldan. Önden ikinci sırada, soldan ikinci.

Dedem, dönemine göre tuhaf ilgileri olan bir adammış. Önemli bir kartpostal koleksiyonu bıraktı bize. Başarısız ticaret deneyimlerinden birinde antikacılık dahi yapmaya kalkmış. Kartpostallardan faydalanarak yağlı boya resimler yapmış. Çok başarılı işler değil ama yaşadığı hayatın dışına çıkmak gibi güçlü bir arzusu olmuş hep.
Bu da onun orta yaşlılığına ait bir resim. 1959 yılında kalp krizinden ölüyor, bir hafta sonra, hemen arkasından, üzüntüden olmalı, annesi Zehra Hanım  ölüyor. Anneannem hamile, iki ölümün hemen ardından teyzem doğuyor, dedemi ve annesini hatırlatması için Zehra Bakiye adını koyuyorlar. Dramatik bir dönem, Dayım Ali Nihat okuldan ayrılıp MKE fabrikasında çalışmaya başlıyor. Akköprü'den taşınıp yoksul mahallesine Hacettepe'ye geliyorlar. Anneannem Ayşe Kadın, babası Hacı Bey'in yanına yerleşiyor.

Masada Olan Masada Kalmaz
















Cumartesi, Ekim 27, 2012

Karagöz'den Yana Olan Adam





Aziz Nesin, geçim sıkıntısıyla durmaksızın yazdı, malumunuz. Hiç yazamadığı, yazacak yer bulamadığı yıllar da oldu elbet. Kırklı yıllardaki Tan gazetesi ve Markopaşa deneyimlerinden sonra dramatik seneler geçirdiğini anılarından biliyoruz. Evliliği bozuluyor, çocuklarıyla bir başına kalıyor, parasızlık içinde kıvranıyor. Komünist yaftasından dolayı Babıali'de iş bulamıyor,  bıkıp usanmadan kapıları zorluyor, vazgeçmiyor. Başka işler deniyor ama aklı,  en çok alkış ve küfür aldığı yerde, yazarlıkta. İnsan hangi işi yaparsa yapsın, gün geliyor en iyi yaptığı işe dönüyor.

Mizaha yatkınlığı var, bu konuda başarılı bir geçmişi de olmuş. İşsizken hayıflanmış, mevcut mizah dergilerinin vasatlığına bakıp kendiyle kıyaslamış, öfkelenmiş olabilir. Gel gör ki vasatlığı görebilmek öngörü ister. Kimsenin durumdan bir şikayeti  yoksa vasatlık diye bir sorun da olamaz. Dönemin en önemli mizah dergisi Akbaba'nın sahibi Yusuf Ziya'ya hükümetten, örtülü ödenekten aldığı paralar yetiyor, bu yüzden de dergiyi biçimsel olarak değiştirmeye kalkışmıyor. Onun derdi, içerik değil siyasi iktidarla olan mesafesi çünkü. Aziz Nesin, çaresiz kalınca, Markopaşa'da eleştirdiği ve alenen küçümsediği rakibi Yusuf Ziya'dan iş istiyor. Üzücü bir durum bu. Nesin, 1953 ya da 1954'te Akbaba’da çalışmaya başlıyor. Bu başlangıç tarihi Ortaç’a göre 1952; Nesin’in kendi yazdığı kitaplarda ise bir ya da iki yıl sonrası olarak değişiyor. Nesin, imzasını kullanarak, 1957-1974 yılları arasında 332 hikâyesini Akbabada yayınladı. Büyük bir rakam bu.  1957 öncesindeyse Ortaç'ın endişeleri yüzünden çeşitli mahlaslarla hikâye, fıkra, taşlama ve çizgi roman senaryoları yazdı. Nesin Yayınevi, Aziz Nesin'in (kimileri takma isimle) yazdığı çizgi romanları albümleştirmeye karar vermiş. Bilmem Ne Adası (çiz. Nehar Tüblek) ve Berber Nonoş  (çiz. Yalçın Çetin)  önsözlerine bakılırsa beş kitapla nihayetlenecek dizinin ilk iki kitabı. Hayırlı bir iş olmuş.

Küçük bir eleştirim var, keşke çizgi romanların derginin hangi sayılarında (ve yıllarında) yayınlandığını künyede belirtselerdi. Çok zor olmazdı, Bilmem Ne Adası 1956 , diğeri 1956-57 yıllarında tefrika ediliyor. O dönemin şöyle bir özelliği var. Hemen bütün karikatüristler (çoğu ilk kez olmak üzere) çizgi roman üretmeye başlıyorlar. Akbaba da modayı izliyor, Nesin süratle senaryo işine giriyor. Milliyet'te Turhan Selçuk'la birlikte Abdülcanbaz'a da başlar o yıllarda. Bence o Abdülcanbaz'ın yayınlanması gerekiyor, bizim bildiğimiz olumlu bir kahraman değildir ilk serüvenlerinde. Keşke telif izinleri alınabilse, hem dizi zenginleşmiş hem de meraklısı Nesin'in Abdülcanbaz hikâyesini okumuş olur.

Aziz Nesin, dergilerde yayınlanan hikâyelerini kitaplaştırırken (hatta kitaplaştıktan sonra bile) hikâyelerini sürekli yeniden yazan (ve değiştiren) bir yazar oldu. Onun için aslolan dergi ya da gazete değil kitaplardı. Çok yazıyordu. Eğer iyi bir Nesin okuruysanız, bazı hikâyeleri sayısız kez kullandığını fark edersiniz.  Kitapların önsözünde belirtildiği gibi, bu çizgi roman senaryolarını sonradan Karagöz oyunu biçiminde yeniden ele aldı örneğin. Albümler, doğrusu parlak çizgi romanlar değiller. Yalçın Çetin, çizgi romanın anlatım geleneğine daha yakın bir tarza sahip. Kareler arası ardışıklık, karakter devamlılığı, arkaplan derinliğini sürdürmeye çalışıyor. Nehar Tüblek ise başarılı bir karikatürist ve kendine özgü bir dünyası olmasına rağmen çizgi romancı değil. Görünen o ki, kim kimdir izleğini yansıtamamış. Günü kurtarmak adına veya yine geçim sıkıntısından olabilir, her iki çalışma da hızlı çizilmişler. Hal bu olunca çizgiden çok senaryoyu konuşmak sanıyorum daha anlamlı. Aziz Nesin, Türkçe mizahın omurgası olmuş bir yazar. Uzun yıllar yazdıklarıyla bir anlatım tarzını yaygınlaştırdı. Özellikle Berber Nonoş, ellili yıllarda sık başvurulan bir parodiye dayanıyor. İki dolandırıcı arkadaş, zengin olmaya çalışıyorlar. Böylesi bir başlangıçta formül belli: hikâyenizin temeli aldatma üzerine kurulu olacak, bir kötülüğü anlatacaksınız ama bu naif kötülük, kapitalizm karşısında pirü pak kalacak. Buna göre onlar belki dolandırıcı olabilirler ama dahil oldukları sosyete baştan ayağa yozlaşmıştır, gösteriş budalasıdır, israftan ve akıllara ziyan paralar harcamaktan geri durmaz. Bönlük ölçüsünde modaya tapar, cahildir; kolay kandırılır çünkü kültürel sermayesi yoktur; tüketmekten ve kendi aralarında rekabet etmekten başka bir şey bilmez. Bu klişede dolandırıcılar cezalandırılabilir ama asıl eleştiri yeni zenginlere yöneliktir. Aptallığın teşhiri ve zenginlerin madara edilmesi hep hoşa gitmiştir. Mizah klişesiz yürümez. İki dolandırıcının sosyeteyi dolandırarak bir moda çılgınlığı yaratmasındaki espri nedir? Tüketim çılgınlığı mı? Zenginlerin cahilliği mi? Kullandıkları uydurmasyon dil üzerinden yabancı hayranlığı mı? Hepsinden azar azar galiba. Bu bakımdan pedagojik bir hikâye bu, hatta kaderci. Etme bulma dünyası mı diyelim yoksa herkes hak ettiğini yaşıyor mu? Finalde, sosyete parasını, sevimli üç kağıtçılarımız özgürlüklerini yitiriyor. 

Batı Avrupa modernleşmesinde her türlü adlandırmayı ekseriyetle orta sınıf yapar. Burjuvazi, yukarıdakileri ve aşağıdakileri, aristokrasi ve alt sınıfları, lümpen proletaryayı kıyasıya eleştirir, diline dolar. Bizdeyse aynı kıvamdaki adlandırma ve eleştirileri, sivil ve askeri bürokrasi yaptı. Bir yanda aşırı batılılaşmacılar diğer yanda cahil halk vardı, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Bihruz Bey ve Herif denildiğinde herkes neyin kastedildiğini biliyordu. Aziz Nesin'in en önemli farklılığı da bu noktada belirginleşiyor, Bihruz Bey çeşitlemelerine veya Sosyete kadını gibi nitelemelere sıkça başvurdu ama Herif gibi (Apaş, Hırt, Kırro, Kazma vb) adlandırmalarla alt sınıflara yönelmedi.  Yusuf Ziya Ortaç gibi alt sınıflardan korkmadı, tiksinmedi. İyi eğitim almadıklarını düşünmekle birlikte onları eğitimsizlikle suçlamadı. Çizgi roman senaryolarının Karagöz oyunlarına devşirmesi tesadüf değil. Karagöz'den yana oldu hep...Nesin'in etkisini yitirdiği doksanlı yıllarda mizah dergilerinde Karagöz yandaşlığı gereksizleşti, sosyete değil alt sınıflar seyir malzemesine dönüştüler. Nesin varken ve yokken kıyaslaması mizah tarihi ve edebiyat açısından ilginç.

Radikal Kitap, 26.10.2012
Related Posts with Thumbnails