Perşembe, Haziran 30, 2022

Yenilmek

"Ben yenilmeye tahammül edemem, tavla [halı sahada] bile oynasam kazanmaya oynarım" gibi klişe bir cümleyi duyduğunuzdan eminim. Yekten yazayım, ben pek sevmiyorum bu ezberi, çok palavra geliyor... Hele sporcular söyledi mi, ayrıca illet oluyorum... Hayatı galibiyet ve mağlubiyet dualizmine getirmek bizi hastalıklı bir rekabetçiliğe sürüklüyor. 

Spor, hayatın hiç bir yerinde olmayan-kurulamayan eşitliği oyun sahasında "varederek" gerçekleşir, evet kabul ediyorum, ben de spor yaptım, hırslı bir oyuncuydum, tabii ki oyunu kazanırsan eğlencelidir, tabii ki kaybedersen üzülürsün filan ama şunu bilirsin ki rekabet gereği her oyunun skor olarak sadece bir galibi olabilir, çalışmaya devam edersin... 

Oysa hayat, gençlikle gelen gücümüzün ve nefesimizin yettiği bir oyun değildir, hepimiz kapitalizme, otoriteye, hiyerarşiye, disipline, hiç olmadı zamana yeniliriz veya "asla kazanamayacağımız" bir hengamenin içinde yaşadığımızı biliriz... 

Spor ruhundan filan söz etmiyorum, hayvanları beslenmek  için değil itibar (kabilenin takdiri) için öldüren ilk avcılardan da konuşuyor olabilirdim.

Çocuğuyla oyun oynarken bile yenilmeye tahammül edemeyen babaların olduğu bir dünyada yaşıyoruz, görgülü kuşlar gördüğünü işler misali, hastalıklı biçimde nesilden nesile bu ezberi birbirimize aktarıyoruz...

Salı, Haziran 28, 2022

Son Okuduklarım 57

İki Yaşam, Fabien Toulmé'nin iyimserliğinin, uzun ve yavaş anlatımlı hikayeciliğinin dilimizdeki son örneği. Hayatla başetmek konusunda birbirinden farklı yollar çizen iki başarılı ve iyi eğitimli kardeşin serüvenini anlatmış bu defa: "İki hayatımız vardır, ikincisi, tek hayatımız olduğunu anladığımızda başlar" benzeri bir düsturla geliştirilmiş, Konfüçyüs söylemiş meğer, ticarileştirilmiş bir NLP sloganı gibi durduğunun farkındayım. Toulmé de farkında olmalı ki, günümüz orta sınıfını etkileyen o klişeye ironik bir mesafesi olsun istemiş,  tahkiyesi o  tutumu nedeniyle pek öyle sırıtmamış, esprili dili, sevimli çizgileri bu aurayı istiflemesini kolaylaştırmış görünüyor. 

Eskisi Gibi, ona göre daha sert bir hikaye, ki Alfred de iyimserliği ve mutlu son'ları seven bir auteurdur... Üç dört yıl önce okumuştum, İki Yaşam'ı bitirince dönüp tekrar elime aldım ve bu kez Türkçe'sini okudum... Yine bir erkek kardeşler ve yol hikayesi olduğu için aklıma düştü galiba. Benziyorlar ama ilki televizyona ikincisi edebiyata yakın hikayeler... 

İki Yaşam'daki iki erkek kardeş zıt karakterlilerse de birbirlerine çok düşkünler... Alfred ise birbirlerini uzun yıllardır görmeyen, sevmekle kavga etmek arasında salınan, alt sınıflardan iki kardeşin ilişkisini seçmiş... Küçük kardeş, serseri, dikbaşlı ve babayla kavga ederek evden kaçmış abisinin izini Fransa'da buluyor, tıpkı İki Yaşam'da olduğu gibi bir  "beyaz" yalanla onu yolculuğa, İtalya'ya dönmeye zorluyor... Yani iki albümde de iki erkek kardeşten gönülsüz olanını yolculuğa zorlayan bir yalan var... 

Yol ve yolculuk hikayeleri, malumunuz "büyüme anlatılarıdır", yolcular olgunlaşarak çıkarlar o yoldan... Didişmeler, itiraflar, geçmişle hesaplaşmalar, gülmeler, ağlamalar ve haliyle flashbackler izleriz.  İki albüm bana birlikte okunabilirmiş gibi geldi, klişeleri görmek bakımından öğreticiler. Eskisi Gibi, daha derinlikli, entelektüel ve edebi arayışları olan daha estetik bir albüm, diğeri başarılı bir mainstream iyimserliği taşıyor.

Pazartesi, Haziran 27, 2022

Yücel Köksal

1936 yılında Adana’da doğmuşum...Babam komiserdi, bu yüzden çocukluğum Anadolu’nun değişik yerlerinde geçti. İlkokulu Trabzon’da, ortaokulu Adana- Osmaniye’de, liseyi’de İstanbul Tophane Sanat Enstitüsünde bitirdim... Çocukluğumdan beri her fırsatta çiziyordum zaten. Kardeşim de tiyatroya meraklıydı. Tabii o dönemde bu uğraşları  meslek haline getireceğimiz aklımıza gelmezdi. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Elektrik Bölümüne girdim. Bölümüm çok içime sinmemişti ama okumaya devam ediyordum işte... 1957 yılında, galiba Hürriyet gazetesiydi, çıkan bir ilanı gördüm...Dönemin en önemli yayınevlerinden Ekicigil kopist çizer arıyordu. Çizimlerimi alıp gittim. Yayınevinin sahibi Recep Ekicigil gösterdiğim örnekleri beğendi ve bana kurşun kalemi çizilmiş birkaç çizim vererek yarına kadar bunları çinileyip getirmemi istedi, kararını o zaman vereceğini söyledi. O güne kadar hep kurşun kalemle çalışmışım, çinilemenin nasıl yapılacağı hakkında hiçbir bilgim yok ama bunu söylemeye de çekindim. Eskiden Babıali’de matbaa ressamlarının ofisleri olurdu. Cağaloğlu’nda dolanıp bir tanesini gözüme kestirdim. İçeri girip “Afedersiniz, birkaç dakikanızı alacağım, bana çininin hangi malzemeyle nasıl yapılacağını gösterebilir misiniz ? “ meali birşeyler söyledim...Ama adamda medeniyet yokmuş, ters ters bakıp “bu kadar işimin arasında seninle mi uğraşacağım” diyerek beni bir güzel tersledi. Bir şey söylemeden çıktım, ama acayip bozulmuştum. Düşündüm bunu bilse bilse kırtasiyeciler bilir diyerek Teknikel kırtasiye’ye gittim. Orada bir Uğur vardı ya, onun rahmetli babası, adını hatırlayamadım, sağolsun bana bütün malzemeyi tek tek anlatarak verdi. “İşte bu tarama ucu, bu sapı, bu çini mürekkebi, hatalı yerleri beyaz Guajla düzelteceksin” filan deyip bana ayak üstü hepsini bildiği kadarıyla anlattı. Mutluluktan uçuyorum, koşturarak eve geldim. Recep beyin verdiği kurşun kalem çizimleri çinileyip ertesi günü söylediği saatte yayınevine gittim. Recep bey yaptığım işi beğendi ve bana “aramıza hoş geldin” dedi ama bir sorun var, ben hergün okula da gitmek zorundayım. Ben meramımı anlatınca “ Eee, nasıl olacak bu iş ?” diye sordu. Ben de hiç merak etmemesini her öğleden sonra okuldan yayınevine geleceğimi kalan işleri de evde bitireceğimi filan söyledim. Böylece başladım ama çok zorlanıyorum tabii... Bir gün anfide en arka sırada ertesi gün baskıya girecek bir işi çiziyorum, Adını hatırlamıyorum, sürekli beyaz önlük giydiği için “kasap” dediğimiz bir hoca taa yanıma gelmiş bana bakıyormuş, ben işe dalmışım farkında bile değilim. Diğer arkadaşların gülme sesleri üzerine kafamı kaldırınca karşımda hocayı gördüm. Kızmadı da yaptığım çizime el koydu. Ben hocaya yalvarıyorum “Ne olur geri verin hocam” diye ama dinleyen kim ? Bir süre daha böyle ite kaka götürmeye çalıştım ama baktım olmuyor ikinci sınıftan okulu bıraktım. Hiç unutmuyorum ilk olarak orijinali renkli olan Robin Hood çizgi romanını tire olarak çizmiştim. Ağırlıklı olarak Yelpaze  dergisinin vinyetlerini, çizgi romanlarını filan çiziyordum. Askere gidene kadar çalıştım, 1958 Temmuz’unda Mamak Yedek Subay okuluna gittim.1960 yılında terhis oldum ve tekrar Ekicigil’e döndüm. 1964 yılında Ekicigil kapanana kadar orada çalışmaya devam ettim. Ceylan Yayınları Ekicigil’in piyasasını da ele geçirmek niyetindeydi. Erdoğan (Egeli) beyle anlaşarak işe başladım. Ama başka yerlere de çalışıyordum, 1966’da Kıral yayınevine gene Yelpaze tire işleri yaptım. O dönemde GökAli diye bir bilim kurgu çizgi romanı hazırladım. Akbulut Kaan’ın çinilemesini yapıyordum. (Bahadır’ı] Altan Deliorman yazıyor ben çiziyordum, benden sonra da uzun bir süre Şahap Ayhan çizmişti. Hep çalışırdım ben, gündüz işte çalışır eve gelir yemeğimi yer tekrar masaya otururdum. Ne yaparsın, iş beklemez...Rahmetli eşim de bir tek bundan yakınırdı, “bari Pazar günleri işi bırak” derdi, tamam derdim ama öğleden sonra gene masama otururdum. (…) Uzun yıllar çok yoğun çalıştım, ama demek ki içimizde varmış. Tekrar dünyaya gelsem gene ressam olurdum herhalde.

[Yücel Köksal'ı yakınlarda kaybettik. Serüven, Kış 2007 sayısında Fatih (Okta) Yücel Köksal ile bir söyleşi yapmıştı, sanıyorum, onunla ancak bir iki söyleşi yapılmıştır, blog için uzun olacağından soruları çıkartarak, kısmen de kısaltarak meraklısı için paylaşıyorum.]

Cumartesi, Haziran 25, 2022

Çizgilerle Nazım Hikmet


Çizgilerle Nazım Hikmet, Müjdat Gezen’in yazıp Savaş Dinçel’in çizdiği, adından anlaşılacağı gibi  Nazım Hikmet’in yaşamını konu alan bir albüm (Cem Yayınevi, İstanbul). 1978’de yayınlanmış, hakkındaki yasaklama ve toplatma kararı ise ilginç bir biçimde altı yıl sonra verilmiş. Kitaplarla ilgili yasaklama kararları her zaman anlaşılır değildir. Benzer içerikte yayınlar dururken başka bir kitabın toplatıldığına şahit olabiliriz. Çizgilerle Nazım Hikmet için altı yıl sonra açılan davanın iyi niyetli olmadığı aşikar. Dava sürecinde Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel’in tek tip mahkum kıyafetleriyle ve kelepçeli olarak mahkemeye getirilmeleri ise açık bir ayıp. Daha baştan beraat edeceği belli olan bir dava açmak, üreticilerine eziyetten başka bir anlam taşımıyor. İki yıl kadar önce Kültür Bakanlığı, vakt-i zamanında siyasi ve konjentürel tercihlerle yasaklanmış kitaplarla ilgili bir sergi hazırladı. İçlerinde Çizgilerle Nazım Hikmet de vardı.

Albüm, batı’da yaygın olan, belli bir konuyu çizgilerle anlatan popüler kitapları ilke olarak izlemiş. Müjdat Gezen, albüm için yazdığı önsözde bu benzerliği açıklıyor. Konuyla ilgili ilginç yorumları da var. Örneğin yolculuklarda sürekli çizgi roman okuduğunu belirtiyor “yolun uzunluğu bu resimlerin arasında kayboluverir. Bir bakarım ta güneyden Karadeniz’e çıkmışız”. Tom Miks okurken birdenbire kafasında bir şimşek çakıyor: “Bu adamlar bana ve benim gibi kim bilir kaç kişiye bu zırvaları bu denli kolay okutmanın yolunu nasıl bulmuşlar. Yanıtı kolay tabii, çizgi ile”. Gezen, okumayı sevmeyen ama çizgi roman okuyan insanlara onların istediği türden bir kitap hazırlamaya karar veriyor. Hem çok satsın, hem kendinden söz ettirsin hem de okuyanlar “Tom Miks Teksas okur gibi yutuversinler” istiyor. Kimi konu alacağını, neyi işleyeceğini düşünürken devrimci birini anlatmayı tercih ediyor: “Öyleyse.. evet Nazım Hikmet olur bu…Zaten Moskova’dan yeni dönmüşüm, karısı ile de tanışmışım, mezarına çiçek de koymuşum, onsekiz yıldır da okumadığım kitabı kalmamış… Çok da ama çok çok da seviyorum Nazım’ı…Evet kararı verdim. Kitap Nazım Hikmet’i anlatacak ve de çok çok çok satılacak, herkes de okuyacak bu kitabı”. 

Çizgi romanla ilişkilendirerek açıklansa da Çizgilerle Nazım Hikmet  bir çizgi roman değil. Çizgi, metnin okunmasını kolaylaştırmak için tercih edilmiş. Resimler birbirini değil metni izliyor. Üstelik bu izlemenin her zaman metinle uyumlu olmadığını söylemek gerekiyor. Bir başka deyişle yazar Müjdat Gezen albümde daha fazla öne çıkıyor.  

Böylesi bir biyografik çalışmada “yazara” düşen en önemli sorumluk kitabın belgeselcilik iddiasını dengeleyebilmesinde yatıyor. Müjdat Gezen, Nazım Hikmet’in hayatının kimi dönemlerine daha fazla yer verse de, iyi bir “özet” yapmış. Ayrıca yayınlandığı dönem itibarıyla iyi hazırlanılmış, metni görsel olarak destekleyecek materyal de iyi toparlanmış. Öte yandan Nazım ile ilgili sol içindeki tartışmaları özellikle dışarıda tutarak tarafgir sayılabilecek bir metin yazdığını söylemek mümkün. Ama Gezen niyetinin propaganda olduğunu belirtiyor zaten, albümün “yutar gibi” okunmasını istemesi saf bir dil sürçmesi değil. Albümün çizeri Savaş Dinçel, bugün daha çok popüler televizyon dizilerindeki rolleriyle hatırlansa da yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren on yılı aşkın bir süre çeşitli gazete ve dergilerde bant karikatür çalışmaları, kitap resimlemeleri yapmış biri. Politik karikatüre yatkınlığı nedeniyle Çizgilerle Nazım Hikmet  albümünde hiç bilmediği bir alana girmiş değil. Kitabın kolay okunma amacına uygun bir anlatım dili aramış, büyük ölçüde başarmış; eklemek de gerekiyor: Kimi zaman Dinçel’in komik doğalı çizgisi metinde öne çıkan dramatik coşkuyla uyuşmamış. Benzer nitelikteki siyasi propaganda kitaplarında foto realist bir çizginin öne çıkartıldığı düşünülürse Dinçel, bu çizgi açığını (ya da komikleşme tehlikesini) fotoğraf ya da gazete kupürleri kullanarak kapatmaya çalışmış. Rahatsız edici olan ise kaligrafiyi de kendisinin yapması. Bu kaligrafinin göze hoş gelmeyen estetiği bir yana gözle görülür dil yanlışları içermesi Çizgilerle Nazım Hikmet’in en önemli kusuru.

Çizgilerle Nazım Hikmet’in yayınlandığı döneme özgü aktüel ayrıntılar albüme dahil edillmiş. Örneğin Sabahattin Ali’nin ölümüyle ilgili o yıllarda açığa çıkan bir duyum konu edilmiş, Nazım okuduğu gazeteye bakarak şüphelerini dile getiriyor, öngörülerinde haklı çıktığı vurgulanıyor. Müjdat Gezen, Sabahattin Ali’nin ölümünün Nazım Hikmet’in kaçışını tetiklediğini düşünüyor. Nazım’ın yurt dışına kaçmasına kimin yardım ettiği o tarihlerde bilinmediği için Refik Erduran’dan bahsedilmemiş ister istemez. Albümün ilk sayfalarında ise daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış anı, şiir ve fotoğraflar kullanılmış, bu da ilginç.

Çizgilerle Nazım Hikmet, iddiasıyla birlikte düşünüldüğünde okur olarak kimi hedeflediği çok anlaşılmıyor. Kitap okumayanlar (ya da çizgi roman okurları) için hazırlandığı iddia edilse de albüm; şiir, siyaset ve tarih ekseninde sanıldığı kadar “kolay yutulur” değil. Çocukların ya da kitap dünyasıyla ilgisi olmayan okurun takip edebileceği bir yayın hiç değil. Türkiye’de çocuklar ya da çocuk zekasıyla eşleştirilen çizgi roman okurları düşünülerek hazırlanan propaganda yayınlarının başarılı olamadığını iddia edeceğim. Mesaj kaygısının hikaye anlatma kaygısının önüne geçmesi elbette önemli bir handikap. Asıl ilginç olan ise bu tür yayınları çocukların değil ebeveynlerin satın alınması. Bir başka deyişle bu tür yayınları çocukların satın almaması ya da okumaması sorun edilmiyor; ebeveynler arasında yaşanan alışveriş ruhları kurtarmaya-en azından ilaç olmaya yeter sayılıyor. Çocuklar için “doğru çizgi romanı” hazırlarken ve çocuğu için “faydalı çizgi romanı” satın alırken, aslında çizgi romana yönelik hoşnutsuzluk eksilmeden sürüyor. Çizgilerle Nazım Hikmet, çizgi roman okurunu yakalayamayan, hedeflediği kitleyi büyük ölçüde ıskalayan bir çalışma. İlginçliğini iki ünlü tiyatro sanatçısının ortak çalışması olmasından alıyor. Ayrıca Nazım Hikmet ile ilgili yapılmış tek yerli çizgili anlatı olma özelliği taşıyor.

[2007 yılında Serüven için yazmışım.]

Cuma, Haziran 24, 2022

Şaheserler Antolojisi

Vasfi Mahir'in (Kocatürk) hazırladığı Şaheserler Antolojisi (1934) kitabının içindekiler sayfası. Dönemin bir tercihi olarak yazarlar orijinal dillerinde yazıldığı gibi değil okunduğu biçimde paylaşılmışlar. Bayron (Byron), Bodler (Baudelaire), Çekof, Danonçiyo (D'Annunzio), Dode (Daudet), Dostoyefski, Farer (Claude Farrére), Flober (Flaubert) gibi... 

Çocukluğuma denk gelen zamanlarda, yetmişli yıllarda hakim bir kullanım olmasa da bu tercih halen yaşıyordu, dil öğrendikçe bunu saçma bulsam da Niçe yazmak, Ruso veya Mopasan demek hoşuma giderdi. Doğruydu veya değildi, bu tercih, farklı kültürlerle (dış dünyayla), daha çok da Batı Avrupa literatürüyle karşılaştıkça tavsadı, arkaik kaldı, şimdi o metinlere veya yukarıdaki listede geçen isimlere fıkra gibi aa diyerek kıkırdayarak bakıyoruz.

Benim ilgimi çeken, bu kitabın okullar için hazırlanmış seçme okuma metinlerinden oluşması...El hak, güzel metinler seçilmiş, gel gör ki, okulların bağnazlığı o metinlerin ışıltısını somurur, öldürür gibi geliyor bana.. Bodler'in "Fakirlerin Gözleri" ders olarak okutulursa üstüne bir de fatiha okumak lazım sanki...abartıyor muyum acaba?

Sahiden emin olamıyorum, çok ama çok kötü öğretmenlerle karşılaştım, Sait Faik galiba diyorum onlar yüzünden bana nasıl sası gelirdi anlatamam... 

Veya Mark Twain "derslerin [okulun] eğitimime engel olmasına izin vermedim" gibi bir şey dermiş ya, o hesap, insan kendine başka yollar arıyor ve buluyor...

Derslerde bunlardan söz etmeli ama o güzelleri müfredata dahil etmemeli sanki... onları ahlakçı ve hımhım eden pedagoglara çevirmemeli...

Perşembe, Haziran 23, 2022

İsterlerse


İsmet İnönü hakkında mizahi bir roman buldum, pek parlak bir şey değil, kendi imkanlarıyla kitap bastıran "yazarlardan" birinin kaleminden çıkmış... 

Romanın sonu ise benim için ilginç, o sebeple paylaşıyorum: "Başkent, yine ışıl ışıl aydınlık içinde... Roman, burada noktalanır. okuyucular sürdürür sonunu... İsterlerse..." 

Atılan tarih, benim dünyadaki ilk günümü gösteriyor, doğum yerimi, gün, ay, yıl olarak doğum tarihimi...Roman bitmiş-ben doğmuşum gibi, neye yormalıyım bilemedim...

Çarşamba, Haziran 22, 2022

Fındık

Yukarıdaki görseli sosyal medyada görmüş olabilirsiniz, Tenten köpeğine çeşitli dillerde ismiyle bağırıyor, espri yapmışlar, son kare sevimli köpeğe ayrılmış, Fındık'ın kafası karışıyor... Fındık dedim, bizde Boncuk da dendiği oldu. 

Çizgi romanlar genellikle çocuklar için üretilip pazarlandığı için onların anlayabileceği biçimde yerelleştirmeler yapılırdı. Hani  çocuk, Milu'yu anlayamazdı ama Fındık dersen bilebilir ve özdeşleşme kolaylaşabilirdi filan. Tenten tercihinin, Tintin olarak bırakılmamasının nedeni de bu...

Günümüzde çeviride uyarlama yoluna pek gidilmiyor, en azından çeviri eğitimi yapan bölümlerde, akademide bu yola gidilmemesi yönünde bence doğru ve güçlü bir eğilim var.

Elbette bu yerel uyarlamalara alışan insanlar için orijinal isimler tuhaf gelebiliyor. Daha önce yazmış olabilirim, Obelix'e Hopdediks demeye o kadar koşullanmışım ki, her Obelix dendiğinde huylanıyorum, sonradan yapılan yeni adlandırma olan Oburiks de tuhaf geliyor bana.

Salı, Haziran 21, 2022

Cilalı


Şehvetten titreyen gözler. İnsan ne cahildir mealinde espri. Cilalı İbo, mütercimi olamayacak komik. Hamamcı. Deli bakış, ayvadan ev. Muammer Karaca’nın tespih tanesi. Rüyalar ülkesinde çözülmüş makara. Kasımpaşa ve Tophane gözetleme kulesi, libidonun seyir defteri. Cilalı İbo, kırmızı rujlu tombul kadınları ve soyu tükenmeyen gangesterleri anlatan sinema bileti, sahaflarda.

Pazartesi, Haziran 20, 2022

Son okuduklarım 56

Beni Avlayamazsın bir roman uyarlamasıymış, Guéraud bildiğim bir yazar değil, diğer yandan ilgi çekici tarafı şu, Alfred'in tatlı bir iyimserliği vardır, seçilen novellaysa sert ve cinnet dolu bir "katliam" hikayesi, insan ister istemez niye seçmiş diye düşünüyor. Ailesi tarafından dışlanan ve küçümsenen bir delikanlının (yakınlık, sempati veya özdeşlik kurduğu) zihinsel özürlü bir kasaba sakinine yapılan eziyete katlanamayarak abisinin düğün günde ailesini ve çevresini katletmesi anlatılmış. Kurgusu, temposu gayet başarılı bir grafik roman, ne ki  (değilmiş gibi gözükse de) öfkeli bir edebi iç sesle okura cinayeti onaylatmak istemişler, işte o fasıl sorunlu, iyiler ve kötüler gibi çok net bir ayrım yapılmış çünkü... 

Horla, bir Maupassant öyküsünden yapılmış bir çizgi roman uyarlaması... Sorel, bizde de yayımlandığı için hatırlatayım, Seksik'ten Zweig'in Son Günleri'ni de uyarlamıştı, görsel bir aura kurma mahareti olan iyi bir çizer... Horla ise fantastik bir gerilimi olan, bu yönüyle bilinen ve hatırlanan bir hikaye, malum, iki asır önce, türe pek yüz verilmezdi, iyi edebiyat ve edebiyat sayılmama korkusu yazarların hikaye seçimlerini etkilerdi. Maupassant, el hak, türle özdeşleştirilemez ama "tekinsizin" kıyılarında dolaşmayı hep sevdi. Horla onun sayesinde bugüne değin yaşamış olabilir ama nasıl anlatsam günümüz için o fikir ya da espri enikonu arkaik kalmış durumda, şapkadan çok tavşan çıktı... 

Ercümend Kalmık, sevdiğim bir ressamdır, kitap onun adına yapılmış bir albümmüş (1991), bilmiyordum, arayıp buldum. Biyografik yazılar, hakkında çıkmış makaleler, konuşma metinleri ve resim çalışmalarından örneklere yer verilmiş. Kalmık, otuzlu yılların ortasından itibaren aşağı yukarı bir on beş yıl, dergi ve gazetelerde faal olarak ilüstratörlük yapmıştır, kitapta o döneme ilişkin pek çizgi bulamadım, bu bakımdan hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur, o çizgilerini çok severim. Ellili yıllara girerken Kalmık niteliğinde bir başka çizgici olmadığı için yokluğu açık ara hissediliyor. Sadece Kalmık değil, Orhon Tolon ve Ekrem Dülek de ellili yıllara girerken kaybolan ilüstratörlerden...Albümle ilgili dikkat çekici bir not düşeyim,  Kalmık'ın kendini çok çizdiğini fark ediyorsunuz, bu bana ilginç geldi. Selfie fotoğraflarının bu denli çoğaldığı bir şimdiki zamandan bakarak söylüyorum bunu...

Derde Deva Randevu 3, bir Murat Menteş kitabı, ünlü edebiyatçılarla yaptığı hayali söyleşilerden oluşuyor, benim asıl ilgimi çekense metne eşlik eden Hakan Karataş çizgileri... Uzun yıllardır bu denli göz alıcı işçilik içeren çizgiler görmüyorduk, Karataş, büyük emek veriyor ve sahiden döktürüyor...

Pazar, Haziran 19, 2022

Tedailer

Yirmi yıl kadar olmuştur, milli kütüphanede çalışırken Abidin Dino'nun bir gazete yazısına rastgelmiştim, Kayseri'de kaldığı bir günden söz ediyordu, işte geldiği gün Kurşunlu Camii etrafında dolaşmış, gece  yakındaki bir otelde kalmıştı. Sabah uyandığında İstanbul'da uyanmış gibi hissetmişti, çünkü Mimar Sinan İstanbul demekti ve o manayı (ruhu) yaptığı camiyle Kayseri'ye taşımıştı. 

Dino sürgündeydi ve sıla özlemi çekiyor gibi gelmişti bana, yazıdan ilhamla günlüğüme yazmışım, "Ankara'da kimi cadde ve sokaklar o kadar hafızamda yer etmiştir ki, gittiğim her yerde oraların izini bulurum, benzetirim, şurası şuraya benziyor gibi gibi diye bakınır dururum... Hatırladıklarımız ve yaşadığımız yerler, bizi biz yapan bir membadır" falan filan...

Yazıya yukarıdaki kitapta yeniden rastladım, bağlamı benim hatırladığımdan biraz daha farklıymış, alıntılayım: "Her şehrin kendine mahsus bir uyanışı vardır. Paris'te uyanış Londra'nınkine benzemez ne de Moskova'nınki Atina'ya. Her şehrin kendine has tedaileri [çağrışımları] vardır (...) Kurşunlu Camii, İstanbul denilen terkibin  [bileşimin] bir işareti idi.(...) İstanbul neresidir diye soranlara Sinan'ın iz bıraktığı yerdir cevabını vermek doğrudur bence

Sinan'ın eserinin olduğu her yer İstanbul'dur gibi bir çıkarımı var... Doğrulanabilir bir şey değil, ama romantizmi güzel... Abidin Dino, İstanbul'u seyrederken-hatırlarken Mimar Sinan'ı, Ara Güler ahşap evleri, işçileri, balıkçıları görmüş... Veya Fatih Akın melodiler, tınılar, ritimler gördü-duydu...  

Bu çıkarımların yanlış ya da doğru olmasından çok bağlamını, zamanını, söyleyenini (kime karşı söylendiğini) ve iddiasını bilmek bana zihin açıcı geliyor... Abidin Dino, niye Mimar Sinan'ı  veya Ara Güler niye yoksulları ve keşmekeşi seçti-seçiyordu gibi...

Cumartesi, Haziran 18, 2022

Ayla Algan ve fay hattı

Resim, oyuncu-yorumcu Ayla Algan'a ait, Ercümend Kalmık onu çocukken çizmiş, kırklı yıllar olmalı... Bir çocuğun resminin çizilmesi ister istemez bir kültürel sermaye göstergesi...İyi ve eğitimli bir aileden geldiğinin delili hatta. 

Yıllar önce, üniversitedeyken üç profesörün konuşmasına şahit olmuştum, birinin duvarında ablasıyla birlikte çekilmiş tatlı bir çocukluk fotoğrafı vardı, diğer ikisi bakıp, sahiden üzülerek o yaşta çekilmiş tek bir resimleri olmadığını söylemişlerdi. Yoksulluk, taşra, ailelerin bir farkındalığının olmaması şu bu... o konuşmalardan etkilenmiştim. 

Ne zaman değişti bilmiyorum ama otuzlu yıllarda örneğin, yukarıdaki resmi çizen Kalmık'ın öğrenci olduğu zamanlardan söz ediyorum, Güzel Sanatlar'a sınavla öğrenci alınmıyormuş, zaten öyle büyük bir ilgi de yokmuş, senede on, bilemedin on beş öğrenci başvuruyormuş, hepsi mutlaka alınır, ilk iki sene sonunda hevesli ama yeteneksiz-yetersiz bulunanlar elenirmiş... Yani bir hocanın atölyesine giremeyince öğrenciliğin bitiyormuş... Sanatla uğraşmak meslekten sayılmadığı, kazanç getirmediği için olmalı, aileler çocuklarını göndermiyorlarmış... Hocalar ve öğrenciler için ayrı ayrı gerilim demek bu...Bu riski kim göze alabilir, bu anti entelektüelist ve sanat karşıtı tutumu kimler "göğüsleyebilir"?

Ayla Algan'ın resmini görür görmez hiç çocukluk fotoğrafı olmayan profesörler geldi aklıma... Romalılar, e bu fay hattı değilse nedir?

Cuma, Haziran 17, 2022

Akıllı bir iyimserin yokluğu

Her türlü cangırtının dışında kalması, pozun, palavranın, temaşanın uzağında durması, memleketin bitimsiz asabiyetinin içinde bir derviş sabrı ve neşesiyle tatlı tatlı gezinmesi… Latif Demirci, tek kelimeyle benzersizdi, sakinliği, çalışkanlığı, yeniliğe açık olması, olağandışı üretkenliği hakkında ne söylense eksik kalır… O kadar üzücü ki kaybı, onun akıllı iyimserliğinin yokluğu bizi öyle yavanlaştıracak ki…

Latif, çok genç yaşlardan itibaren çizen, gazete ve dergilerde yaşayan, oralarda büyüyen ve olgunlaşan bir karikatürcüydü. Düşünün, bir ara Gırgır’dan ayrılarak Mikrop’a gitmişti, 1978’ti, henüz on yedi yaşındaydı, Canavar Koyun Orhan’ı çizmişti. Bu kadar erken yaşta hayata atılmak ve üreterek ayakta kalmak sahiden kolay değil. Tabii ki Gırgır’da genç üretici sayısı çoktu, Latif gibi başkaları da vardı ama onu özel kılan ve o yıllarda henüz anlaşılamayan bir başka derinliğe sahipti. Edebi bir tadı vardı esprilerinin, herkesin çok bağırdığı mizah dünyasında ironik bir mırıltıya sahipti. Siyasetle meşbuydu ama bunu belirginleştirmeden kullanabiliyordu, gücünü yumuşaklığından alan bir üslubu vardı.  

Canavar Koyun Orhan’dan birazcık olsun bahsetmek bile o üslubu anlatabilir. Adından anlaşılacağı gibi Orhan insansı özellikler taşıyan, yaşadığı kenar mahallenin hatırı sayılır delikanlılarından olan bir koyundu. Sıradan bir insan gibi mahallede dolaşıyor, iş güç peşinde koşuyor, kafa çekiyor, kahvede muhabbete katılıyor, dertlenince şarkılar türküler söylüyordu. Dizinin ilginçliği, Orhan'ın koyunluk kaderine gösterdiği isyanda gizliydi. Yetmişli yıllarda olduğumuzu unutmayalım, Orhan, militan bir koyun hakları savunucusuydu. İnsanların duyarsızlığı, koyunların makûs talihi, onu kederden kedere sürüklüyordu. Kasaplara ve kasaptan et alan müşterilere saldırıyor, koyunlara yönelik ayrımcı ifadeleri eleştiriyor, insanları handiyse politically correct davranmaya zorluyordu. Latif, patetikliği gülünçleştirmekle birlikte bunu sevecenlikle esprileştiriyordu. 1980’de çizmeye başladığı, Behiç Pek’le birlikte yarattıkları Muhlis Bey de benzer bir naiflik taşıyordu. Muhlis, çapaçuldu ama beyefendi olduğunu sanıyordu, yazamıyordu ama büyük bir gazeteci olduğunu iddia ediyordu, irrasyonel çıkarım ve öngörüleriyle hemen her konu hakkında büyük laflar ediyordu ama mutlaka küçük ve sıradan açmazların figüranı oluyor, bitmeyen ve her defasında yenilenen bir hüsran yaşıyordu. Son dönemlerinde Hürriyet’te çizdiği Press Bey, hepimiz biliyoruz ki Muhlis Bey ile Ertuğrul Özkök karışımı bir tiplemeydi.

Latif, pozcu bir suskunluğu, kişisel memnuniyetsizlikleri, farklı görünme hallerini, hinlikleri, bir hava yaratma arzusunu ve o halleri alaşağı etmeyi hep sevdi, espri olarak daima aklındaydı bunlar. Takıntıları seviyordu, garip korkuları, gizli saklı arzuları narsistik büyüklenmelerle ahlaki ve babayani geçiştirmelerle birlikte tezat olarak istiflerdi. Sadece komik karakterler düşünürken değil, toplumu resmettiği, espri manzaraları sunduğu karikatürlerinde de şaşırtan zıtlıkları-çelişkileri anlatmak istedi. Nohut pilav satan seyyarın hamburger yemesinden, kotrasıyla sahile yanaşıp salaş çaycıdan çay isteyenlerden, safari cipiyle kenar mahalleden geçerken video çekim yapanlardan hep hoşlandı. Modern zamanların tuhaflıkları, rekabetçilik, sınıf atlama hırsı, olduğundan farklı görünme çabası, koşuşturma, yoksullardan uzaklaşma, zenginliğe pervane olma, markalar, gecekondular ve villalar Latif’in espri dünyasının parçalarıydı. Çeviren Latif Demirci (1996) isimli iddialı bir albümü vardır, Hopper, Lautrec gibi büyük ressamların ünlü resimlerini kendi tarzında karikatür olarak yorumladığı çalışmalarından oluşur. Ters yüz etme çabası Latif’e sadece komik gelmiyordu bence, estetize etmeye çalıştığı bir şeydi, gerçeği gösterme ve eleştirme yöntemiydi.

Mesleğe bu kadar genç yaşta başlamasına karşın neredeyse hiç bir dönem “genç karikatürist” sayılmadı, buna hiç ihtiyaç duymadı, yoluna çalışarak devam etti… Daha da önemlisi kendini sakınarak yoluna devam edebilme başarısı gösterdi. Seksenli yıllarda Kadınca’ya Behiç Pek ile birlikte bir röportaj vermişler, Behiç şöyle bir şey demiş: “İşimiz bizim adımızın duyulmasını gerektirmiyor (…) Amacımız bizim değil yaptığımız işin öne çıkması”. Bugün için garip duran bir alçakgönüllülük bu, ikili olarak doğru bir biçimde yanyana geldiklerini gösteriyor. Latif yıllarca ülkenin en ünlü karikatürcülerinden biri olmakla birlikte bunu tuhaflık ölçüsünde bir tevazuyla, neredeyse saklanırcasına yaşadı, sadece yaptığı işlerle hatırlanmak istiyordu, medyatik teşhir ve algının dışında kalmayı tercih etti.  Sakınma olarak gözüken dahil olmama tercihinin bir sebebi, farklı siyasi ve kültürel kamusallıklarla karşılaşması, öğrenmeye açık olması, kendisini mizah dergileriyle ve yaptığı işle sınırlamaması da olabilir. Seksenli yıllarda, 12 Eylül’ün tazyikinden çıkmaya çalışan liberter dergi ve gazetelerde çizer olarak yer alması, Sokak, Yeni Gündem, Söz gibi yayınların içinde ya da çeperinde olması başka türden bir irade gösterdiğini anlatıyor. Belki o yıllarda eşi olan ve birlikte büyüdükleri anlaşılan Latife Tekin de onda başka bir tını bırakıyor… Ergönültaş’ın ve Oğuz Aral’ın teneke mahallesini sahici bir gecekonduya çeviren ayrıntıları tam da o zamanlarda çizmeye başlıyor, bir başka deyişle Sevgili Arsız Ölüm’ün (1983) yayımlandığı yıllarda... 

İlk yıllarında Oğuz Aral’dan ve Engin Ergönültaş’tan etkilendiği söylenir, eğer öyleyse, Aral’a meydan okuyan Ergönültaş’tan daha çok etkilenmiş olabilir, Canavar Koyun Orhan’da o aura kendini daha çok hissettirir ama bence çok dikkatli bir gözlemciydi, onlardan çalışma disiplinini ve kendine özgü dünya kurma zanaatını öğrendi, neye çaba göstermesi gerektiğini fark etmesini sağladılar. Etkilenmeler faslında asıl olarak Altan Erbulak ve Sempé’nin sayılması gerekiyor… Latif’in anlattığı tatlı bir hikâyesi vardır, on bir yaşında falanken Erbulak’ın sahne aldığı tiyatroya gidip onunla tanışmış, işlerini göstermiş, sonraları Fırt’ta birlikte de çalışmışlar. Aralarında otuz iki yaş var, biri çocuk dememiş, ilgilenmiş, diğeri sanki bir meslektaşıyla tanışmaya gitmiş… Erbulak, cıvıl cıvıl bir neşeyle üreten, siyaseten neler olup bittiğinin her zaman farkında olan ama o gürültünün içinde değil de kıyılarında gezinmeyi seven, eşsiz bir hedonist, meramım yanlış anlaşılmasın, tatlı bir “ergendi”.  Oyunbaz muzipliği, ona Aral’ın otoriterliğinden veya Ergönültaş’ın o yıllardaki ortodoksluğundan daha iyi gelmiş olmalı… Erbulak’ın şen sesi ve kıkırdamaları, Latif’i ta ilk günlerden etkiledi. Bir diğer isim, mizah dergilerinin erkek hayhuyundan uzaklaşarak haftalık ve aylık siyasi magazin dergilerine çizmeye -kaçamaklar yapmaya- başladığında kendini gösterdi. Sempé’nin iyicil esprileri ve karakterlerindeki hayata tutunma halleri Latif’e geniş bir ilham verdi. İlk kazandığı teliflerle kitap olarak bir Sempé albümü alması tesadüf ya da tevafuk olmalı. The Selamün Aleyküm (1985) ve Yes Problem (1987) albümleri Sempé’yle hısım akraba olan esprilerle doludur…

Latif, tıpkı Sempé ve Erbulak gibi çocuk ruhuyla dünyaya bakanlardandı, hayret etmesi, büyük büyük kızmaması, hep o çocuksu merakla takılıp kalmamasından kaynaklanıyordu. Mizah dergilerinde mesleki ve tecrübe hiyerarşisinin bir sonucu olarak “abilik” bir makam olarak kullanılır ve yüceltilir. Latif, ruhen “abi” olmayanlardan biriydi, çünkü bütün o vahşi keşmekeş içinde sahiden çocuk kalanlardandı. Ağaran saçlarıyla neredeyse yarım asra yaklaşan işçiliğini bir pelerin gibi sırtında taşıyor, itibar görüyor ama işleri dışında “konuşmuyordu”. Abilik, mizah dergileri içinde iddialaşmalarda ön planda olmayı, geleneğin sahibi gibi konuşmayı gerektiriyordu. Hiç yapmadı. Onu Gırgır nostaljisi yaparken de göremezdiniz, çocuklar özlem duyarlar, güzel hatırlarlar ama nostaljiyi bilmezler… Gırgır’ı ya da mesleki sıkıntıları başka türlü ve eleştirel anlatabilecek bir donanıma sahipti ama yine o çocuk gözleriyle kimseyi dışlamıyor, anlamaya çalışarak konuşuyordu. Siyasetle ve dünyayla ilişkisindeki ayrıştırıcı olmayan ironisinin temelinde de o masumanelik (ve iyi kalabilme direnci) yatıyordu.

Herkesin had bildirdiği, sakinliğin sinsilik ve korkaklıkla nitelendirildiği bir “şimdiki zaman” yaşıyoruz, onun üretimleri, düşmanlaştırmayan, anlamaya çalışan, farklı hayatları hatırlatan güleç ve akıllı bir iyimserlik taşıyordu, çok fena eksildik… 

[Yazıyı Oksijen için yazmıştım, 10-16 Haziran 2022]

Çarşamba, Haziran 15, 2022

Halit Naci


İlk karikatürcülerimizden olan Halit Naci, hakkında yazılmış her türlü biyografik malumatta belirtildiği üzere bir fabrikatörün oğlu, zengin çocuğu... meselenin para kadar kültürel sermaye olduğunu söylemeye gerek yok. Resme büyük ilgisi varmış, ailesi tarafından teşvik edilmiş, bu ancak zengin bir kültürel sermaye ile mümkün. 

Sonra asker olmuş, bugün bu tercihi anlamak zor, şimdiki zamanın hali vakti yerinde ailelerinin çocukları, metropolden uzakta mahrumiyet yaşayacakları ve tayin edilecekleri meslekleri, örneğin doktorluğu veya askerliği tercih etmiyorlar artık. Halit Naci etmiş-istemiş, belki ailesi etmiş-istemiş... O yılların fabrikatörü de devletin bürokratından çok farklı değil... 

Bahriye Nazırı'nın portresini yapıyor, beğenilince Abdülhamid'in resmini yapması isteniyor filan...Takdim ediliyor, fabrikatör, nazır, eş dost araya birileri giriyor anlayacağınız... Abdülhamid, resmini beğeniyor ve Halit Naci'nin kaderini değiştiriyor, Güzel Sanatlar okumasını istiyor, "asker çok, ressam yok" diye düşünüyor muhtemelen... İstisnai askeri öğrenci olarak Sanayii Nefise'ye gidiyor ve oradan mezun oluyor. Fransa'ya da gönderilmiş, dönüşte Çini Fabrikasının Baş Ressamı olmuş vs... Bir mide hastalığından dolayı erken emekli edildiği yazılıyor ama cephe gerisinde kimileri propaganda türünden sayılabilecek askerlik işlerine devam ediyor. 

Asker olması önemli, Abdülhamid hayatında yeri olan önemli birisi, ressam olmasını sağlıyor, eğitimine izin veriyor vs gel gör ki sonrasında İttihatçılarla da çalışıyor İtilafçılarla da... Daha da sonra Kemalistlerle...Çünkü sahiden asker ve dönemin ruhuna uygun bir modernist, bir seküler milliyetçi... Bütün o farklı gözüken siyasi deveranların ortak paydasında üretebilmesini sağlayan şey bence askerlikle gelen zihniyete vakıf olabilmesi... Kültürel sermayeyi gözardı ediyor değilim, saydığım bütün siyasi akımlar aynı paydanın, benzer bir auranın "hısım akrabaları" aslında...Ama askerlik nasıl desem, milletin selameti ve saadeti için pekiştirici ve "yapıştırıcı" bir vazife, bir sorumluluk yüklüyor "subaya"...

Halit Naci, karikatürümüzde ilk öncülerden sayılır, "devletlu" ve vazifeli bir siyasetle karikatüre yaklaşması bakımından ister istemez ne çizmiş, nasıl esprileştirmiş diye okunması gerekiyor bence... Uzun yıllar Karagöz çiziyor örneğin veya ben severek çevirmişimdir sayfalarını, Nasrettin Hoca fıkralarını resimlemiş... Ders anlattığım yıllarda bir konuyu mutlaka karikatürlerle ve çeşitli görsellerle pekiştirmeyi severdim ve mutlaka sorardım... Neden söz söylerken bu geleneksel kahramanlarımız kullanılıyor, neden onlar konuşturuluyor, neden onların sözcülüğüne ihtiyaç duyuluyor diye diye... akıl yürütmelerini isterdim öğrencilerden. 


Mesele doğru cevap almak değil, düşündürmek elbette... Çünkü bu tercihin tek bir cevabı yok, üstelik tasarlanmış, baştan belirlenmiş bir niyet de değil bana kalırsa, romantizm bir duygu olarak çok güçlü çünkü... 19.Yüzyıl sonunda doğmuş subayların hatıratlarında çok sık karşılaşılıyor, askeri öğrenciler, ders aralarında "Orta Asya" haritalarına hevesle bakarlarmış... İşler kötü gittiği ve devlet sürekli toprak kaybettiği için çare aranıyor ve bakir bir gelenekle, milliyete yeni bir milad inşa ediliyor, İslam'la karşılaştık, yavaşladık, Türk olmaktan utanır olduk, köklerimizden koptuk şu bu... İşte tam o yıllarda Nasrettin Hoca veya Karagöz başka türlü hatırlanıyor, revize ediliyor. Öyle ki, Karagöz'ün sözü sentimental bir doğruluk taşıyor, konuşmaya başlamadan evvel bir sempati oluşturuyor.

Halit Naci, Karagöz'le yeni devletin ve yeni ulus devlet hayallerinin sözcülüğünü yapıyor demek istiyorum. Keşke birisi, çizdiklerini İttihatçılarla, İtilafçılar ve Kemalistlerle birarada düşünerek yorumlasa... kopma ve süreklilik tartışmalarına verimli bir malzeme olur sanki. 

Salı, Haziran 14, 2022

Seyrüsefer Defteri 140

Verdens verste menneske (2021) büyüme ve hayatla başetme hikayesi, klişeleri güzel kullanmış, genç feministlerin heyecan yapması normal, güzel ama başyapıt değil, arthouse with popcorn demiş birisi, dedim olabilir (31 Mayıs).++ Everything Everywhere All At Once (2022) genç senaryosu ama yaşlı bir kadrosu var, buna rağmen yüksek reytingi olmuş, doğru pazarlanmış görünüyor (30 Mayıs).++ Under the Banner of Heaven Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (29 Mayıs).++ RRR (2022) tatlı bir Hint karmaşası, şahane ölçüsünde  kalabalık sahneleri  var (28 Mayıs).++ Love, Death & Robots Sea3 Ep.7, 8 ve 9'u seyrettim (27 Mayıs).++ Valet (2022) iyimser ve Meksikalı (26 Mayıs).++ That Dirty Black Bag Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (25 Mayıs).++  The Protege (2021) ekşın faslından iyi sahneler var, iddiası var ama senaryo çok karışık (24 Mayıs).++ Love, Death & Robots Sea3 Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (23 Mayıs).++ Pig (2021) arthouse formatında slowburn bir klişe olmuş, o nedenle ilginç (22 Mayıs).++ Love, Death & Robots Sea3 Ep.1, 2 ve 3'ü seyrettim (21 Mayıs).++ Erşan Kuneri Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (20 Mayıs).++ Sans répit (2022) muamması ve fikri güzel ama o denli işlenememiş (19 Mayıs).++ Erşan Kuneri Sea1 Ep. 5 ve 6'yı seyrettim (18 Mayıs).++ Kimi (2022) bütçesi pandemiye ve dijitale göre ayarlanmış bir iş, dağınık ilerliyor ama finali fena toparlamamışlar (17 Mayıs).++ Erşan Kuneri Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (16 Mayıs).++ Uncharted (2022) hikayesi vasat, reji kalabalıkla başedebilmiş, aksiyonu çok iyi, pileysiteyşın uyarlamasıymış, hakkını vermiş (15 Mayıs).++ Erşan Kuneri Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (14 Mayıs).++ John Wick 1 ve 2, iş icabı yeniden seyrettim (12-13 Mayıs).++ No Exit (2022) tek mekanda ucuza bir gerilim çıkaralım iştahı var ama temposuzluğu, ürkekliği, amatörlüğü filmi dakka dakka düşürmüş (11 Mayıs).++ Memory (2022) bir hikayesi var, aksiyonu, gerilimi ve kimi oyuncu seçimlerini daha iyi yapabilseler film büyürmüş (10 Mayıs). ++ Rumspringa (2022) vasataltı komedi, Amish Commnunity dava açmaz demişler galiba (9 Mayıs).++  Aykut Enişte 2 (2021) yine çok iyi bir iki sahne var, oyuncu performansıyla yürüyen iyimser bir ortalaması vardı, onu sürdürmüşler (8 Mayıs).++ Lady Vengeance (2005) ikinci kez seyrediyorum, teatral ve epik bir öfkesi var, konuşturan bir iddiacılığı (7 Mayıs).++ That Dirty Black Bag Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (6 Mayıs).++ Rifkin's Festival (2020 ) tipik bir WA hikayesi, mıymıylar, mırıldanmalar ve ofpuf ağrıları (5 Mayıs).++ The Devil's Advocate (1997) biraz eskidi, epeyce tüketildi filan ama kimi sahneleri halen ilham verici (4 Mayıs).++ The Northman (2022) neden bilmiyorum Conan bekliyordum, taşrada daha dar ve sıkışmış bir kan davası hikayesiyle karşılaştım, bir iki sahne etkileyiciydi (3 Mayıs). ++ The Lost City (2022) vasat altı bir serüven, Jack Trainer olmasa hatırlamaya bile değmez (2 Mayıs).

Pazartesi, Haziran 13, 2022

Gör


Filmin ismini, de/da sancısı ve resimle ilişkisini... ortaya karışık bırakıyorum. 

Asistanken, henüz bilmiyordum, meğer böbrek taşım varmış, anlamıyorum, arada kum döküyormuşum... Üniversite hastanesinde doktora gittim, ben yaşlarda biri, işte kontroller filan, "bir şeyin yok" dedi, "e niye oldu peki bu ağrılar" dedim, artık niyeyse, espri yapmak istedi galiba, sırtararak "evlenince geçer" demez mi...

O kadar ağrı çekmişim, derdime derman bulamamışım, beyfendi bana cıvık cıvık bir şeyler söylüyor, hödük, zıvanadan çıktım aslında da kendimi tutarak sakin sakin tane tane... bu ağrının evlilikle bekarlıkla ilgisi olmadığını, üstelik benim cinsel hayatımı bilmeden konuşmasının bilimsel ve tıbbi olamayacağını filan... söyledim ve o da kızarıp bozardığına göre söylediğine pişman oldu.

Çocukken, işte on yaşında filanım, taş çatlasa benden üç beş yaş büyük bir çocuk, insanların evlenince kulaklarının kalınlaştığını söylemişti, ciddi ciddi dinliyoruz, biteviye otuzbir çekildiği için kulaklar zar kıvamında incelirmiş, düzenli seksle falan filan oluyor, kulak normale dönüyormuş...Aynada kulağımı incelemiştim, kulaklar dikkatimi epeyce çekmişti bir ara...babamın dedemin esnafın kulağına bakmıştım. 

Sonradan işin aslını öğrendim elbette,  bizzat gözlemledim diyelim, kakır kukur amcalar güya şakasına, biçare ergenlerin kulağını iki parmaklarının arasına alıp ince ince ezerken bir yandan da "ne o lan, kulaklar incelmiş" filan derdi... Pes demiştim gördüğümde, bilim milim hak getire, o çocuğun kulağını çekmişler.

Evlenince geçer, evlenince şöyle olur, evlen de gör... Cesur Barut sinirlenmişti işte...

Cumartesi, Haziran 11, 2022

Nükte

Rauf Tamer'in Sözün Kısası (1973) kitabında rastladım yukarıdaki fıkraya... Tamer, kısa yazıyı maharetle kotarabilen bir gazeteciydi, onunla kıyaslanabilecek çok az köşe yazarı vardı bence... Sağcıydı, romantik öfke gösterileri yapardı ama buluşları olan ilginç bir dile sahipti. 

Nükte ile ilgili yazmış, biri yapar biri kapar... nükteyi kapmak (çalmak) kolay, yapmak zor çünkü kafa işidir, yani belden yukarıdır demiş... Mizah söz konusu olduğunda cinselliğin kullanılmasına yönelik bir alerjik tutum bir kez daha kendini gösteriyor... Tamer, aktüele gönderme yaparak nükteyi, belden aşağı düşürenler revaçta diye başlamış, razıydık, ayağa da düşürecekler diye devam etmiş... 

Dün-bugün-yarın klişesi bir kez daha yineleniyor. Dün iyiydi, bugün kötü, yarın bir felaket olacak klişesinden söz ediyorum.

1973'te bir mizah dergisi (Gırgır) alışılmadık ölçüde çok satmaya başlıyor, acaba dedim, ona mı gönderme yapıyor yoksa bir başka gazetecilik klişesine başvurarak, ortaya yazıp, kim neyi anlarsa mı demek istiyor...

Cuma, Haziran 10, 2022

Mizahı nasıl bilirdiniz?

Gırgırla, Akbaba’yla, Çarşaf’la büyüdük. Perguen, Uykusuz vazgeçilmez oldu uzun yıllar hayatımızda. Size bir okur olarak sorayım önce: Eski tat var mı?

Eski tat olamaz, çünkü mizah dergileri aktüelin parçasıdırlar, yoksa satamazlar, her zaman günü yaşarlar, o sayede popüler olurlar ve o nedenle de yarına kalamazlar. O hafta okunur ve biterler. Bugünün gençleri için eskimiş bir mizah bu, onlar başka şeylere gülüyorlar. Biz Akbaba’ya bakınca ne anlıyorsak onlar da Gırgır’dan o kadar anlıyorlar. Dikkat edin yaşlanan mizahçılar da kendi dönemlerinin nostaljisini yaparlar. Gereksiz bir tartışma diyeceğim idealleştirme olduğu için tartışma da olmuyor aslına bakarsanız. Mizah, her dönem başka türlü yaşıyor. Gırgır, en popüler olduğu dönemde bizzat mizahçılar tarafından tahkir ölçüsünde aşağılanır, beğenilmezdi, bayağı bulunurdu. Şimdi insanlar bugünü eleştirerek “Oğuz Aral’ın kemikleri sızlıyor” filan diyorlar. Siyaseten romantik çıkışlar diyelim, böyle gelişiyor…

Karikatür neden muhaliftir? Ağlanacak halimize gülmek için mi? 

Zor soru, karikatürün muhalif olduğuna dair bir inanış varsa bu kabul edilmiş bir yargı olduğunu gösterir, “alışkanlıkla muhaliftir” demek bu. Büyük dinler öncesindeki pagan geleneğe bakarsak, orada belli günlerde, karnaval ve bayramlarda “normal dışına” çıkarak eğleniliyor, maskeler takılıyor filan… Dikkat edin bu maskelerde de bir karikatür var. İşi hem komikleştiriyor hem de mevcut ahlaki ve dini düzeni tehdit ediyorlar. Kralın soytarısı da böyle bir şey, aklımıza hemen cüceler geliyor, o da karikatür gibi okunabilir. İlk karikatürlerde gülünçlüğü, iğrençliği, ürkütücülüğü birlikte görebiliyorsunuz. Karikatür ve mizah, edebiyatın edep dışında bir yerde geziniyorlar. Teşhir ettikleri şeyler “edepsizce” bulunuyor. Tıpkı o karnaval zamanın serbestliği gibi bir meydan okuma ve eleştirellik içeriyorlar. Din ve din adamı eleştirileri yaptıkları için burjuvazi tarafından da destekleniyorlar. Bizde de Bektaşi fıkraları benzer biçimde yaygınlaştırılır. Ve evet, teoride muhaliftir, ihyacı ve destekçi değildir. Ama nasıl karnavallar kilise tarafından kontrol edilirse modern devletler de sansürle, cezayla neyin ne kadar muhalif olacağına karar verirler. Rejimin düşmanı kimse karikatürün de düşmanı o olur… Orada muhalefet de karışır diyelim.

‘Muhalefet Defteri/Türkiye’de Mizah Dergileri ve Karikatür’ başlıklı çalışmanız, Türkiye’de karikatürün tarihini anlatan çok kıymetli bir kaynak. Araştırma ve yazma sürecinde geçmişten en etkilendiğiniz dönem ne zamandı?

Levent (Gönenç) ile ortak kitabımız olduğu için ona da sormak gerekiyor. Benim için özel bir dönem yok aslına bakarsanız… Karikatür tarihi, popüler kültür ve medya tarihiyle birlikte düşünülmesi gerekiyor. Genellikle siyasi tarihle, seçimlerle, partilerle birlikte anlatılıyorlar, o hoşuma gitmiyor, daha karmaşık bir üretim ve tüketim süreci var, oralara hiç girilmiyor. Bunu kendime de bir eleştiri olarak söylüyorum.

Kırılma dönemleri var mı karikatürlerin? Ne zamanlar onlar ve neler yaşanıyor?

Bir gazetecilik türü olarak bakarsak, karikatürün telifle kurduğu ilişkiyi hesap etmemiz gerekiyor. Espriler, çizgi biçimlerini yönlendiren ve çoğaltan bir telif etkisi var. Bir espri veya çizgi beğeniliyor, benzerlerinin üretimi teşvik ediliyor gibi düşünün… Yıllarca bu kadar çok Oğuz Aral taklidi boşuna olmadı. İkinci olarak matbaa teknolojilerinin dönüşümü önemli. Gırgır, ellili yıllarda çıkamazdı, çünkü o tarihte o kadar çok dergiyi basacak matbaa yoktu ve basılan dergiler bütün ülkede satılmıyordu. Simaviler, milyon satan gazeteler çıkarmasa, Veb ofseti kurmasa, Gırgır ve Çarşaf olmayacaktı, ya da fenomen olamayacaktılar. Özel televizyonlar tirajları nasıl düşürdü, hatırlayın, bugün sosyal medya, neler  yaptı gazetelere dergilere…

Karikatür hep yasaklı alanlarda dolaşır. Sizde karikatürün toplumun bilinçaltına dair ipuçları verdiğini söylüyorsunuz. En çok hangi tür ve ne için yasaklanıyor? Yasaklar karikatürün önüne kesiyor mu?

Karikatür bir espri içerirse, önce mizahla ilgili düşünmemiz gerekiyor sanki. Mizah, yasak olandan beslenir, argo ve cinsellik her zaman büyük membaıdır mizah için. Sizin yasaklı alanlar dediğiniz yer burası zaten… Ne yasaklanır dersek eğer karikatür tarihimiz cinsellik ve argo ile çeşitli yasaklamalarla dolu… Sadece bizde değil her yerde bu böyle. Siyasi eleştiriler de çoğu zaman demeli, yine buradan besleniyor. Teyelleniyor, iliştiriliyor gibi… Ratip Tahir, Menderes’i sürekli kadın olarak çizerdi veya Demirel, vatandaşa “nah” işareti yapardı filan… Yasaklamak ise başka bir konu, döneme göre değişiyor ve toplumların muhalif düşüncelerle, cinsellikle veya argo kullanımıyla ilgili tavrı tek yönlü ve doğrusal değildir. Bugün bir muktediri kadın olarak çizemezsiniz ve eleştiri olarak siyaseten doğru olmaz. Birinin kadın olması eleştiri kategorisi olarak görülemez. Veya 1978’de çıkan Mikrop dergisi yasalar gereği son on yıl içinde yayımlanamazdı. Yasaklama, anayasayla, kanunların mahkemelerde yorumlanma biçimiyle de ilgili elbette. Son soru, yasaklama ve cezalar, elbette ki karikatür üretimini etkiliyor, ilgili herkesi korkutuyor çünkü…

“Karikatürün içtimai silah olarak yazıdan, şiirden ve resimden daha kuvvetli olduğu bir gerçektir. Büyük halk kitlelerine hitap etmek isteyenler için karikatürün en kısa yol olduğu bilinmektedir.” Diyen Abidin Dino “hala” haklı mı?

Söylendiği dönem için doğru tabii, ama o alıntıdan karikatürü çıkartın yerine sinemayı koyun… Aa hiç olur mu demeyiz. Çizgi roman da böylesi bir mantıktan çıkıyor. Gazete patronları, halkın uzun yazıları okumadığını farkediyor, resimle birleştirerek anlatacakları bir ifade aracı arıyor ve buluyorlar. Karikatürü, çizgi romanla daha başka ve popüler bir merhaleye taşıyorlar… Kilise resimlerinden etkilendiklerini söylesek pek itiraz eden olmaz. Günümüzde tabii ki çok daha değişti işler, ironiyle soruyorum, instagramın bir silah olarak yazıdan, şiirden ve resimden daha kuvvetli olduğu iddia edilebilir mi?

Kim söylemiş bulamadım ama “Mizah bir yumruktur, kime ineceği belli olmaz” sözünü bir karikatüristin Demirel’e söylediğini okudum bir yerlerde. Bugün medyanın gücünü dikkate alarak söyler misiniz; karikatürün yumruk atacak gücü kaldı mı?

Doğrusu bu tür çıkarımları bağlamını ve dönemini bilmeden yorumlamak bana hakkaniyetli olurmuş gibi gelmiyor. Hamasi ve mesleği-türü itibarlandırıcı bir erkek romantizmi var. Yumruk derken bir eleştiri kastediliyorsa rejim, o eleştiriye kanunlar çerçevesinden bakar. Hangi kanunlar? 61 Anayasası başkaydı, 12 Eylül başka, şimdi başka… Tabii ki bugün karikatürün böyle bir gücü ve etkisi yok, geçmişte niye vardı, karikatürler gazete görselliğinin hayati bir parçasıydı, fotoğraf çok kullanılamıyordu. Fotoğraf ucuzladıkça, yayınlar daha iyi basıldıkça eski güçlerinden uzaklaştılar. Geçmişte vardı dedim ama büyük ve çok satan bir gazetede oldukları için de vardı. Ha nasıl vardı, o gazetenin rejimle bağını unutmayalım. Karikatürlerimiz, milliyetçi ve sekülerdir, niye, çünkü kamusal alan bunu zorunlu kılar, çok satmak bunu gerektirir filan… Bugün arada bir karikatürler tartışılıyor, dikkat edin, sadece politically correct olup olmadıkları tartışılıyor. Cinsiyetçi bulunuyor mesela… Geçmişe dönelim, Gırgır kapaklarını her gün paylaşın, dünya kadar eleştiri alırsınız, kadın bedeni üstünden çok kaba saba bir mizah vardır çünkü…

Teodor Kasap tarafından Kasım 1870’te çıkarılmaya başlanan ‘Diyojen’, Osmanlı’da bağımsız olarak yayınlanan ilk mizah gazetesi… Diyojen’in ilk sayısında, gazetenin çıkış amacı şöyle açıklanmış: “Hükümetin ve halkın sorunlarına değinilecek, ülkemize yabancı olan şeylerle alay edilip, küçük görülecektir.” Padişahın mutlak idaresine de karşı çıkabilecek Diyojen’in etkisi olmuş, niye önemli ve nasıl sonlanmış?

Mizah dergileri genellikle popülerlikleri yakalayamadıklarında kapanırlar. Siyasi iktidarlar, mizah dergileriyle veya başka yayınlarla niye uğraşır? Popüler bir yayın olup kendilerini siyaseten eleştirdikleri için… Diyojen veya Markopaşa, bağlam çok değişmez, iki dava, üç toplatma o dergilerin güç kaybetmesine, ürkmesine, bıkmasına sebep oluyor. Hapse giriyor, sürgüne gönderiliyorlar. Ne desek boş? Bir eleştiri geleneği olmadığı için geçiştiremiyor, kabullenemiyorlar. Ah vah edecek de bir durum yok, o mizahçılar için sürpriz değil bu durum, riske girdiklerini bilerek bir yayın çıkartıyorlar.

Gırgır Türk karikatürcülüğü tarihinde neden çok önemli? Oğuz Aral nasıl bir milat yarattı?

Gazeteci Simavi ailesi Gırgır’ı yayımlarken o güne kadar hiçbir mizah dergisinin çalışanlarına vermediği telifi ödüyor. Dağıtım şirketleri de olduğu için daha ilk anda kırk elli bin satıyorlar ki… hafızadan söylüyorum o yılların ünlü mizah dergisi Akbaba ancak onun yarısı kadar satıyor. Dağıtım imkanları, yüksek telif ve giderek yükselen satışlar Gırgır’ı yaşatıyor. Şimdi bunlar derginin sahibinin sağladığı imkanlar. Önceden dergileri yine karikatüristler çıkarırdı, para işlerinden anlamadıkları için sıkıntı çeker, dağıtımcılara para kaptırır, deyim yerindeyse sermayeyi kediye yüklerlerdi. Gırgır’ın daha en baştan avantajı şu: para pul işleriyle ilgilenmiyorsunuz, dağıtımı sizi çıkartan şirket yapıyor. Oğuz Aral, ne yaptı, bu düzeneği şart koştu, sürekliliğini sağladı ve gençlerle çalıştı. Onları teşvik etti ve karikatüristliğin meslek olmasını sağladı. Yüzlerce karikatürcü ve mizah yazarı onun yardım ve teşvikiyle çizgili işlerin parçası haline geldi. Şöyle anlatayım, diyelim Diyojen’den Gırgır’a kadar olan dönemde çıkan üreticisi sayısı, Gırgır ve sonrasındaki dergilerin üretici sayısının üçte biri etmez, az bile söylemiş olabilirim, o derece büyük bir değişim. Bu çokluk, bir çeşitlilik de demek…

Dijitalleşme karikatürcülüğü nasıl etkiledi sizce? İnternet ile mizah ne noktaya geldi?

Okunma sayısı bakımından inanılmaz rakamlara ulaşan karikatürcüler var ama bu işten maddi kazançları var mı derseniz, olamıyor… yayın mecrasının şekillenmesi ve telife dönüşebilir bir yola girmesi gerekiyor. Bu tabii ki sadece bizim değil, geleneksel medyadan kazandığı telifle geçinen herkes için bir sorun…

Dergiler kapanıyor, sayıca azalıyor, tirajlar düşüyor ama mizah nasıl daha çok güçleniyor, nasıl daha etkili hale geliyor?

Mizah, hayatla ve zorluklarla başa çıkma biçimi… bir genç için veya evden çıkamayan bir teyze için… dışlanan biri için ayrı ayrı anlam taşıyor. Mecra değişiyor ama mizah bir histir, edebiyata dönüşmesi, ne bileyim gündelik dilde fıkra olması veya ticari olarak pazarlanır olması başka başka şeyler… Yaşayacak demek istiyorum. Mizah dergileri, yazılı basın ne yaşıyorsa onu yaşıyorlar, gazeteler ne durumda ki, onlar daha iyi olsun…

Neye gülerdik, artık neye gülüyoruz? Mesela bugünlerde en çok neye gülüyoruz?

Bu çok zor bir soru. Yaşanmış ve geçip gitmiş bir dönem için bile cevaplaması zor. Bugün, sosyal medya üzerinden bir şeyler söylemek, sinemayı, televizyonu, internet fenomenlerini, youtuberleri izleyerek çıkarımda bulunmak mümkünse de daima eksik olur, çok havada kalır ama şunu diyebilirim. Metropol orta sınıfı “Karagöz’e” gülmeye devam ediyor, alt sınıflara yönelik ironik ve “tipleştirici” bir espri devamlılığı var.  Tarihsel olarak Herif, Apaş, Kazma, Hacıağa, Hıdır, Kırro, Keko, Amele, Zonta, Maganda sırayla alay ediyoruz. Karagöz’ü hem seviyor hem dövüyoruz demek istiyorum.

Söyleşi, ScienceUp Kasım 2020 sayısında Şükran Pakkan ile yapıldı.

Perşembe, Haziran 09, 2022

Sevim ve Altan


Muhtemelen 1950'ler... Altan Erbulak ve Sevim Burak yan yana bir davette. İkisini yan yana göreceğimi sanmazdım, ona şaşırdım ve galiba Erbulak'ı ilk kez sakallı görüyorum. Gençlik hevesi gibi duruyor, seyrek ve hırpani...Gülmemesi ilginç, halbuki cıvıl cıvıldır hep, habersiz yakalanmış sanki fotoğrafa... Sevim hanım ona göre daha  hayat dolu görünmüş...

Çarşamba, Haziran 08, 2022

Kalbim Duracakmış Gibi


Kalbim Duracakmış Gibi'nin ilginç ve popüler hikayelere göre zor bir konusu var. Üniversite öğrencisi bir genç, yaşlı teyzeleriyle yaşayan iki genç kadının evine oda kiracısı olarak giriyor ve haliyle kızların ikisi de ona aşık oluyor. Zor dediğim bu, iki arkadaş hadi olur, melodram klişesidir ama iki kardeş külfetlidir. Bi de aynı evde üç kadın bir erkek, konu komşu ne der Sevim...

Abla daha en baştan delikanlıya göz koyuyor, evlenmek istiyor, küçüğü ise ablasının meylini sineye çekiyor. Esas oğlan ise küçüğe gönlünü kaptırıyor filan. Hikaye açısından bu çatışma yeterli görülmüş, ne anlatmalı bahsi ise fasılasız ve rabıtasız geçiştirilmiş. Oğlumuz, küçük kardeşi kıskandırmak için büyüğüyle nişanlanıyor, sonra "yeter artık çık odamdan" filan diyerek onu kovuyor, o niye oldu, bu niye oldu, çok anlayamıyoruz. Sonra küçük kardeşle evlenmek isteyen ve kabul görmeyen bir başka erkek, bizim kiracıyı gösterip, niyeyse artık, bu çocuk seni seviyor filan diyor, onlar da o gazla sarılıp vuslata eriyorlar. Abla ne oldu bilmiyoruz, olup bitenler yaşlı teyzenin kalbine vurdu mu onu da öğrenemiyoruz... 

Maksadım, kötü bir hikayeyi sarakaya almak değil. Ortada bir vasat var ve bu vasat, çok satıyor. Nesi ilginç gelmiş de satmış veya ilgi görmüş onu merak ederek bakıyorum. Sahneler var, aşkın açığa çıkması, kucaklaşma, birdenbire ortaya çıkan ayrılık, fedakarlık, tereddüt, telaş ve endişe filan... Tek tek bir şeyler. Bu sahneler nasıl yetebilir ki? Yetmiş ama...

Çünkü fotoromanın yayıncısı ve dağıtım şirketi sahibi Hürriyet gazetesi, bu kitapları çok basıyor, her yere dağıtıyor, fiyatı ucuz ve arkasını getiriyor... Arka kapaktaki gelecek sayı duyurusunda Muazzez Tahsin Berkant'tan bir uyarlama yapılacağı yazılmış mesela. Yatırım yapılmış, para harcanmış, devamlılık kurulmuş. Popüler olmak için her zaman iyi hikayeye, ünlü isimlere gerek var diyemem, asıl hayati olan o dağıtım ağının parçası olmak. Orada olursanız, o devamlılıkla popüler olmamanız, satmamanız çok zor. 

Çok izlenen televizyon kanalında prime time saatlerinde dizi olmak gibi... diyemem çünkü daha fazlası. Herhangi bir yayıncı, fotoroman yayımlamak istese, Hürriyet'le dağıtım için anlaşmak zorunda, onun izniyle dağıtım ağına giriyor ve haksız bir rekabetle varolmaya çalışıyor, ne kadar yeterse artık... 

Gazete-dergi tarihimizin en çok satan yayınlarının Simavi kardeşler tarafından çıkartılması tesadüf değil... 

Salı, Haziran 07, 2022

Taarkan ve Yaprağım

Babam, bir ara adımı Tarkan koymak istediğini, vazgeçtiğini söylemişti, ortaokuldaydım, isabet olmuş, iyi ki Tarkan olmamışım diye içten içe sevinmiştim. Çevremde adı Tarkan olanlara çocuksu bir salaklıkla "Taa arkan" gibi bir şey söyleyip gülüyorlardı, bununla uğraşmak zorunda kalmadığım için sevinmiştim. [Büyümek çok zor, bölüm bilmemkaç]

Bazı isimlerin zamana özgü kadersizliği oluyor, bir arkadaşım anlattı, tanıdığı biri mahkemeye başvurup, Kezban olan ismini değiştirmiş... Ben öğrenciyken Şaban ismi duyulunca insanlar gülümserdi, bir ciddiye alamama durumuydu... Geçen şunu fark ettim, aileler Yaprak ismini de tercih etmiyorlarmış, argoda geçen "yaprağım" hitabı nedeniyle kakır kukur gülüyormuş ahali... 

Taarkan'dan yaprağıma...amma da değişti hayat mı diyeceğiz? 

Argonun işleyişi, zamanelik, popülerlik, itibar kaybı (disrepute) isimlerin kaderlerini de seçimlerini de etkiliyor... Bazıları unutuluyor, modası geçiyor, bazıları revize ediliyor...

Hatırladıklarımdan sıralayayım, Hıdır biraz maganda gibi kullanılırdı, unutuldu sanki... Pakize, genç güzel biraz da saf kızlar için söylenirdi, galiba şimdilerde Merve'ye evrildi... Şengül, eşcinsel erkeklere, daha çok da pasif olanlara söylenirdi, bu deyiş, Ankara Ulus'taki Şengül Hamamı ile ne kadar ilgiliydi bilmiyorum, koli kesmek denirdi, emin değilim ama şimdilerde Şengül kullanılmıyor gibi geliyor bana... Esrara Gonca, kokaine Beyza dendiğini edebiyattan biliyorum, hiç gündelik dilde kullanılırken rastlamadım.

İlkokuldayken sınıfta dört tane Levent vardı, modaymış meğer, eskisi kadar akla gelmiyor galiba, bir arkadaşım yeni doğan erkek çocuklarına en çok Eymen isminin verildiğini iddia etmişti, öyleymiş sahiden... Eymen, bir dizide kokain çeken, sağa sola musallat olan bir denyonun ismi olsa... ne kadar etkilenecek aileler... 

Pazar, Haziran 05, 2022

Latif

Her türlü cangırtının dışında kalması, pozun, palavranın, temaşanın uzağında durması, bitimsiz bir asabiyetin içinde bir derviş sabrı ve neşesiyle tatlı tatlı gezinmesi… Tek kelimeyle benzersizdi, sakinliği, çalışkanlığı, yeniliğe açık olması, olağandışı üretkenliği hakkında ne söylense eksik kalır… Çok üzücü, onun akıllı iyimserliğinin yokluğu bizi öyle yavanlaştıracak ki…

Kesik Baş

Kesik Baş, bir Hüseyin Rahmi polisiyesi, türe bir tutkunuz varsa, veya benim gibi beyfendi nasıl yazmış aceba diye merak ediyorsanız, biraz dağınık olmakla birlikte bir ortalaması var, alın okuyun derim... Yeni baskıları mevcut...

Romandan söz etmeyeceğim, Hüseyin Rahmi'nin tatlı bir gevezeliği vardır, yazarken iştahlanır, birini sever, onun peşinden bizi sürükler, iki kişiyi konuşturur, lafı çok başka bir meseleye getirir... Roman biter, e peki biz o kısımları niye okuduk deriz... Bunun en temel sebebi, yazarımızın esasen tefrikacı olması, aralıklarla yazması, bile isteye uzatması veya nereye bağlayacağını "henüz" bilmediği için vakit kazanması olabilir... 

İşte o kısımlardan birini anlatacağım, romanda haliyle öldürülen biri var, onun kat'li araştırılıyor, adam evinden çıkmış, bir arabaya binmiş bilinmeyen bir yere gitmiş, polislerimiz o arabacıyı bulmak için gazeteye beş yüz lira ödüllü bir ilan veriyorlar... Bu ilan meselesi, o dönemde polisiye türünü taklid ve inşa eden yazarlarımızın çok sık aklına gelmiş... Gazeteler o denli etkili değil halbuki. Artık ne ise, nasılsa, romanda arabacılar gazetedeki ilanı okuyor, duyuyor ve emniyete başvuruyorlar...

Tam da bu noktada Hüseyin Rahmi devreye giriyor ve en iyi yaptığı şeyi yaparak, para için taklalar atan, yalan söyleyen, kurnazlık eden alt sınıflardan insanları konuşturuyor. Arabacılar, ödülü alabilmek için yalan üstüne yalan söylüyor, iki hafiyemizi kandırmaya çalışıyorlar. Hatta bir tanesi, bir İnekçi ile anlaşıp metruk bir evde cinayet mekanının tasarımına bile kalkışıyor, yerde kanlı kemikler şunlar bunlar istifliyor... Neler neler… 

Kapak resminde Münif Fehim'in çizdiği sahne de öyle... Sarhoş Nafiz, paraları tüketmiş ve zilzurna bir halde, kaynanasının gönlünü almak için satın aldığı lahanayla birlikte eve dönerken kuyuya düşüyor, işte adamcağızı oradan çıkarmak için toplaşanlar, aralarındaki konuşmalar filan bizi "kıkır kıkır" güldürürken... lahana sanılan kesik bir baş çıkıyor ortaya... 

Yani laf "ebeliğiyle" dolandırıyor Hüseyin Rahmi, gezdirip duruyor bizi...İddialı bir cinayet, zeki bir katil, işini iyi yapan polislerden çok o gezintiyi okuyoruz, polisiyeyi mahalleye, arabacıya, lahanaya, kaynanaya getirmek...ben seviyorum, hoşuma gidiyor o ayrı...

Cumartesi, Haziran 04, 2022

Yaz yâre böyle...

Fotoğraf, otuzlu yıllardan, rakıyla efkar dağıtan beyfendi, kendine hatıra istemiş, bir "resim çekinmiş."

Hani şimdi, "habersiz gibi çek pampa" esprisi yapılıyor ya, o hesap, beyfendi de hülyalara dalmış bir halde kaykılmış, elinde bir ince belli, ağaç dibinde buzlu rakı... Püfür püfür de esiyor...

"İstanbul'dan ayva gelir, nar gelir, günaşırı alacaklılar gelir..."

"Nasıl yaşıyorum soran yok Muazzez... Sensiz saatler ellerimde ufalanıyor."

Müteessir bir yüz, gamlı bir ifade, neşesiz, pişman, kahretmeye hazır bir haleti ruhiye...

Böyle mizansenlere, bu türden hazırlıklara bayılıyorum. İki lıkırdatacağız arkaşım demiyor, ıstıraplı bir poz istifliyor.

Fotoğrafa bakarken kıkırdamış mıdır, bence evet, eseflenecek değil ya...

Cuma, Haziran 03, 2022

Münif ile Ramiz

Bir müzayededen Münif Fehim fotoğrafı satın aldım, ilk gördüğümde bana o değilmiş gibi geldi, üstelik yanındaki Ramiz'di ama belirtilmemişti, bana sorsalardı böyle söylerdim. Hoş, şüphelerim filan olduysa da satın almamazlık etmedim. 

Münif Fehim ile Ramiz'in bir ortak sergisi var, o sergi için birlikte fotoğraf çektirmişler, Yedigün'de de yayımlanmıştı, onu bulayım diye düşündüm...Tek istediğim şey dergiyi bulabilmek, yeter ki aklıma takılmasın, hem çok işim var, hem de iki gündür, polenlerden dolayı hapşırık ve alerjik baş ağrısı yaşıyorum, bulamazsam ağrılarım katlanır iyi biliyorum. Şanslı günümmüş meğer diyelim, gülerek yazıyorum, en fazla yirmi saniye aradım ve buldum, paylaşayım.

Bu sergi ve haber çıktığında biri 36 diğeri 37 yaşında iki arkadaşlar... Benim müzayededen aldığım fotoğraf ise en az on yıl sonrası olmalı, zaten Ramiz erken sayılacak bir yaşta, 53'ünde ölüyor... Eskiden fotoğraf az bulunurdu, e biliyorsunuz insanlar yıllar içinde hem değişiyor hem de "resimlerde" normallerinden epey farklı gözükebiliyorlar vs vs...

Soru şu: Fotoğraftaki iki insanın, Münif Fehim ve Ramiz olmama ihtimali nedir?

Perşembe, Haziran 02, 2022

Dicital işler

[Kimin için üretiliyor?] Kişilerle ve özellikle yerel üretimlerle ilgili konuşmayı sevmiyorum, o bakımdan beni affedin, şöyle anlatayım, popüler kültür işleri genellikle çocuk zekalıdır, genellikle ergenlere yönelik üretilirler. Çocukken, gençken sevdiğiniz bir hikayeyi, bir temaşa sanatçısını halen seviyor olmanız tabii ki mümkün ama bilin ki o işler sizden daha genç birileri için üretiliyor artık. Endüstri, o basitlikle satıyor, çoğalıyor, yaygınlaşıyor. Hep verdiğim örnektir, mizah genç işidir, otuzuna gelince 14 yaşında güldüğün şeye gülemezsin, eskiden koşulsuz gülüyordun, içten gülüyordun, şimdi sorumlulukların var, "correct" olmayı öğretti hayat sana. Biraz öyle düşünün bence. 

[Nostalji] kolayca anlatılabilecek bir şey değil, evet hayat hızlı akıyor, popüler kültür ürünlerinin ömrü kısaldı, her şey daha çabuk unutuluyor, bu nostaljiyi tetikliyor elbette ama nostalji, bir büyüme göstergesidir, sosyal medya had bildirme, ahkam kesme, deşifre etme mediumu olduğu için herkes rekabet gereği sözünü dinletmek istiyor. Sözünü dinletmek, her kültürde yaş almakla da ilgilidir, yani nostalji bir söz dinletme ve itibar gösterisine de dönüşüyor demek istiyorum.

[Netflix], bir dünya markası ama şunu unutmayalım, Amerika'da rakiplerine göre yayın politikası kurarak-öyle sürdürerek işe başladı, orada HBO ve Disney var örneğin, onların iyi yaptığı işleri ve anlatım biçimini onlara bırakarak bir alternatif kurmayı tercih etti. Tabii ki kabaca bir ayrım yapıyorum, zaman içerisinde çok şey değişti. Bizde ise Disney ile HBO max yeni geliyor, ne yapacaklar bilmiyoruz, yani seçtikleri hikayeler, kendilerinden önce piyasada olan Netflix'in seçtiklerinden ne kadar farklı olacak bilmiyoruz. Bizim kendimize özgü anlatım tercihlerimiz var, bunu da bir dönem piyasayı domine eden Kanal D yönetici editörleri belirlediler, halen de belirliyorlar. 

[Daha önce bir bölümünü paylaştığım doktora tez görüşmesinden...]

Related Posts with Thumbnails