Pazartesi, Nisan 30, 2018

Çizgilere Derkenar 10


Uzun yıllardır konuşulan, "keşke" denilen hayal gerçekleşti, Corto Maltese'in devamı olan yeni bir seriye başlandı. Türkiye'de Blacksad ile tanınan Canales ile Dieter Lumpen ile bilinen Pellejero işbirliğiyle iki yeni albümü çıktı. İkincisini henüz okumadım ama ilk albüm, gerek çizgi gerekse senaryo, bana kalırsa, Pratt'ın gerisinde kalmamış. Bu arada Corto Maltese'i YKY yayımlayacakmış ve bu serüvenler de programdaymış.


Baleyle ilgili okuduğum ilk çizgili hikaye galiba. Çizgi romanlar, doğaları gereği baleyle pek ilgilenmezler. Çok çalışılır ve büyük sanatçı olunur gibi bir hikaye değil bu. Böyle bir klişesi yok. Polina, başarılı bir büyüme hikayesi. Eskizvari çizgileriyle, kurduğu yumuşak estetiğiyle, ilk aşkı anlatma biçimiyle filan çok nitelikli bir grafik roman. Vivés bildiğim bir sanatçı değildi, izleyeceğim.


Total Jazz, adından anlaşılacağı gibi Blutch'un Caz müziğiyle ilgili kısa çizgi romanlarından, eskiz ve ilüstrasyonlarından oluşuyor. Blutch ile bir de söyleşi yapılmış kitabın sonunda, türü sevdiğini, bildiğini, iyi izlediğini böylelikle daha iyi anlıyorsunuz. İçerde çizgi romanların caz müziğiyle ve hatta müzikle ilgili çocuksu anti entelektüelizmini eleştirdiği bir iki sayfa var, onlar da eğlenceli olmuş.


Doğrusu, bildiğim ve beklediğim bir albüm değildi. Wilbert van der Steen, Hollandalı bir çizgi romancıymış. Sun (Zon) geçen yıl çıkmış, bu yıl İngilizceye çevrilmiş. Hikaye bildiğiniz soap opera klişesi, hafif tertip edepsiz bir Kemalettiın Tuğcu hikayesi diye niteleyebilirim. Mutsuz ve meşum anne, tek gecelik bir ilişkiyle doğan ve istenmeyen çocuk, zengin bir aile vs vs... Ama güzel çizilmiş, klişeleri de iyi kullanmış.


Nihayet Ersin'in albümünü görebildim, Frankofon pazarıyla uyumlu olabilecek üçer beşer sayfalık 15 hikâye seçilmiş. Ona göre revizyonlar yapılmış. Esprili bir havası var albümün. O da bir tercih elbette. Bizim hikayelerimizin dergicilikten gelme bir sür'ati var, olayı daha fazla önemsiyoruz, olayla ilgili buluşları daha çok seviyoruz, nasıl karşılanacağını ben de merak ediyorum. Umarım, ikincisi de çıkar ve İngilizceye çevrilir.

Pazar, Nisan 29, 2018

Bir Yirminci Yüzyıl Klasiği



Malumunuz, çizgi roman çocuklar için üretilmemiştir ama çocuklardan ilgi gördükçe çocuksulaştırılmış, ahlaki ve pedagojik bir denetimle endüstriyel kodları belirlenmiş bir mecraya dönüştürülmüştür. Hal bu olunca, yani çizgi romanlar, çok sattıkça, kârlı bir sanayi koluna dönüştükçe, yetişkinlere, edebiyata ve sanata yönelik içerikten yıl be yıl uzaklaşmıştır. 1950'lerde Amerika'da belirlenen yayıncılık kurallarına göre örneğin çıplak bir kadın çizmek, küfürlü konuşmak, kanunun suç saydığı edimleri olumlu ya da olumsuz resmetmek, hükümetleri, orduyu, eğitim sistemini, aileyi eleştirmek yasaktır. Çizgi romanların iyi ya da kötü arasında, iyinin kötüyü alt etmesiyle sonuçlanacak biçimde hikâyeleştirilmesi yeterlidir. İyilik ve kötülüğün ne olduğunun tartışılması tehlikelidir. Çizgi roman, her zaman, net, basit ve kolay anlaşılır olmalıdır vs. Herhangi bir sanat ürününü endüstriyel kodlarla üretmeye kalkarsanız, yazarın veya çizerin kim olduğu önemsizleşir. Sanatçılar değişebilir, aslolan dizinin devamlılığı ve marka değeridir.

Böylesi bir tabloda üretici olduğunuzu, kendi hikâyelerinizi anlatmak istediğinizi düşünün. Çocuksulaştırılmış, sınırları belirlenmiş kahramanlardan oluşan bir yayın dünyasının içindesiniz. Çok sıkı bir sansür var, o sansürü belirleyen büyük firmalar yayın dağıtım ağlarını da kontrol ediyorlar. Hikâyenizin içeriği daha en baştan kabul görmüyor, görse bile vitrine çıkamıyor, dağıtılamıyor, dağıtılamadığı için satamıyor ve telif geliri elde edemiyor. El fatiha!

1960'lı yıllarda pek çok çizgi romancı bu çıkışsızlıktan şikâyetçiydi, alternatif mecralar oluşturmaya çalışıyordu. Bir on yıl içinde bunu başardılar da! Çok şükür başardılar da çizgi roman yeniden sanata ve edebiyata göz kırpar oldu o tarihten sonra...Underground Comics denilen akımın dünya çapında şöhret kazanmış ismi Robert Crumb tam da o yıllarda çizgi romana başladı. Sadece bizim çizerlerimizi değil her kültürden çizgi romancıları, karikatüristleri yarım asırdır etkileyen bir ustadan söz ediyorum. Flaneur, underground çizgi romanın sembollerinden olan iki Crumb tiplemesinin Fritz the Cat ve Mr.Natural'in serüvenlerinden oluşan iki ayrı albüm yayınladı. O vesileyle yazıyorum bunları. Hazır, 1960'lardan, yeraltı sanatlarından söz etmişken, yazıyı Fritz ile bağlayalım isterim. Çünkü bu sarkastik kedinin ortaya çıkışı ve sonlanışı, underground çizgi roman üretiminin trajikomik nitelikli tipik hikâyelerinden birini içeriyor.

Crumb, 1943 doğumlu, kalabalık ve epeyce sorunlu bir ailede büyüyor. Sonradan uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybedecek olan erkek kardeşiyle birlikte amatörce çizgi romanlar yapıyorlar. Fritz adlı kedinin ilk çizimlerine henüz 16 yaşındayken başlıyor. Çeşitli söyleşilerinde farklı biçimlerde hatırlasa da anlaşıldığı kadarıyla altı yıl kadar aralıkla bu tiplemenin hikâyelerini çiziyor. 1965'te, Harvey Kurtzman'ın editörlüğünde çıkan Help için çizerek Fritz'i gün yüzüne çıkarıyor. Sonrası epey karışık. Kardeşi ölüyor, genç yaşta evleniyor, LSD kullanmaya başlıyor ve neyi-nasıl yaptığını hatırlamadan yaşadığı, mutsuz ve bulanık bir evreye giriyor. Ailesinden uzaklaşma telaşı, yalnızlığı, anarşist akımlarla yaşadığı uyumsuzluk, maddi sıkıntılar, mutsuz evliliği, hepsi peşi sıra geliyor. Gel gör ki, aynı hayhuy içinde, Fritz, underground alemde popülerlik kazanıyor ve animasyona uyarlanıyor. Kazandığı para ona iyi gelse de Crumb filmden hoşlanmıyor, karısı ondan habersiz, para için ikinci filme de izin veriyor, sonra zaten boşanıyorlar. İlginç olan şu, Crumb, kendisi için hayati bir gerekçeyle, mutsuz evliğini, uyuşturucuya bulaşarak ölüme yaklaştığı günleri veya karısıyla paylaşmak istemediği telif gelirini düşünerek olabilir, Fritz'i çizmeyi bırakıyor.

Burası biraz teferruat istiyor. Crumb, piyasanın işleyişi nedeniyle düzenli ve iyi bir gelire sahip bir çizer değil o yıllarda. Güçlü çizgisine, parlak zekasına rağmen anakım çizgi roman dergileri için çalışmıyor. İşadamlarını, ticari ürünleri, kapitalist ahlakı, piyasa etiğini, hiç bir zaman kabullenmiyor ama gel gör ki geçim sıkıntısıyla paraya ihtiyacı var. Böyle bir durumda bile, markaya dönüşecek, altın yumurtlayan tavuğunu, haşarı kedisini umursamıyor ve onu mezara gömer gibi sönümlendiriyor. Crumb, sadece bu kararıyla bile büyük bir sanatçı. 

Fritz'le ne yapmıştı? Hafif bohem ve beat, pozcu ve palavracı, haz düşkünü, güvenilmez, sözde şair, saplantılı, bencil, müptela bir kediyi kendine kahraman olarak seçmişti. Yayınlandığı dönem için ilginçliği şuydu: hakim mizahın aksine diyelim, çizgiler ve tiplemeler komik çizilmekte birlikte, anlatının dili söz komiği değildi; sakindi, gerçekçiydi, bağlamsız sayıklamalar, tekrarlar, klişe sözler, gençlik alt kültürünü iyi tanımlayan ifadeler, akıl yürütmeler içeriyordu. Sokağı, mahremi, bekar evini ilk kez birisi başka bir gözle anlatıyordu. Bütün tiplemeler bir gösteri olarak mutsuzdu, çabuk sıkılıyor, devrimci tiradlar atıyor, ot tüttürüyor, muhafazakarlara küfrediyor, kolay savruluyor, tutarsız davranışlarda bulunuyordu. Kamerası ilginçti, aynı açıyı kullanarak sayısız kare çiziyor, herkesin kıpırdamadan, birbirini dinlemeden, uzun uzun nasıl gevezelik ettiğini neşeli bir havada güzel resmediyordu. Fritz the Cat, 68 öncesini ve sonrasını, öğrencileri, gençleri, şehrin kenarlarını, hava kararınca yaşananları anlatan bir yirminci yüzyıl klasiğidir, kaçırmayın.


Radikal Kitap, 3.10.2014

Cumartesi, Nisan 21, 2018

For President



Beyden bir at istedim, verirse biner giderim, vermezse döner giderim.

Yeni baskı haberi


Popüler kültürle ilgili yazılarımdan oluşan Şehre Göçen Eşek kitabım üçüncü baskısını yaptı. Kitabı yaparken bu tür yazılarımı toplayacağım başka çalışmalar da tasarlamıştım ama araya grafik romanlar girdi, bir türlü devamını getiremedim. Belki emeklilikten sonra tekrar denerim -diye umuyorum.


Cuma, Nisan 20, 2018

Poz, Palavra ve Futbol


i- Futbol kardeşliktir, centilmenliktir, hoşgörüdür filan denir ya, palavradır. Elbette, öğretmenler, ebeveynler, yöneticiler, eğitim kurumları bunu değişmesi için cebelleşirler. Tersi olsun diye uğraşır, didinirler. Beyhude bir gayrettir. Rekabetin olduğu her yerde nahoşluk, fırsatçılık, kuralları kötüye kullanma vardır, yalan, dolan, hile olur. Yenilginin olduğu her yerde üzüntü, kahır ve intikam hissi yükselir... Oksijeni gibidir.

ii- Futbolun sahada değil arsada oynandığı zamanlarda da bunlar birebir yaşanırdı, endüstriyel futbol geldi, bu işler bozuldu filan diyorlar ya... o da palavradır. Futbolun oynandığı her ortamda haksızlık, kavga ve gerginlik yaşanır ve yaşanacaktır.

iii- Futbolda hakedilmiş galibiyet ve yenilgi yoktur, haksızlık, tahrik, hakem yardımı, kural ihlali, şansızlık vardır (!). Oynayanlar, seyredenler ve anlatanlar uzun uzun bunları konuşurlar.

iv- Müsabakaların eşit ve adaletli bir ortamda oynanması için konulan kurallar bu sebeplerle geliştirilir. Kurallar, biliyoruz ki kazananlar ve kaybetmeye tahammül edemeyenler tarafından manipüle edilir, lehlerine değiştirilir... Sürekli ihlal edilir, sürekli yeniden yorumlanır.

v- Futbol taraftarlığı eninde sonunda militan olmayı gerektirir. Hayatı futbola göre yaşarsınız. Önce o takımın taraftarısınızdır, daha sonra solcu, sağcı, dindar, yazar, doktor, mühendis olursunuz. Hayat, futbol oynanmadığı zamanlarda yaşanan kısa zaman aralıklarıdır. O aralıklarda solcu, sağcı, dindar, yazar, doktor, mühendis olursunuz.

vi- Futbol kavgası, dünyanın en sahici ve insani kavgasıdır. İnsan, insanın kurdudur.

vii- Futbol kavgalarını saçma bulanlar, daha önemli davalar için kavga edilmesini isteyenlerdir.


Çarşamba, Nisan 18, 2018

Çizgi Roman Sevmeyen Don Kişot




Don Kişot, dünya tarihinde modern romanın ilk örneği sayılır. Tahkiyesi, metinlerarasılığı, oyunbazlığı ve anlatım gücü sahiden de aşılamayacak ölçüde farklı ve her bakımdan yeni bir romandır. Don Kişot yazıldıktan sonra roman sanatı başka bir merhaleye geçmiştir. Ve sanıyorum, her kültürde bilinen, pek az kitaba nasip olmuş bir popülerliğe sahiptir. Farklı mecralarda defaatle uyarlanmış, taklit edilmiş, bir parodi unsuru olarak sayısız kez kullanılmıştır. Ünlü Alman çizer Flix imzasıyla Don Kişot’un çizgi roman uyarlaması yayınlandı geçenlerde.

Bir parantez açalım: çizgi romanlar, gazete bayilerinden çok kitapçılarda görülmeye başladığından beri edebiyat uyarlaması çizgi romanlar çeşitlendi, çoğaldı. Meraklısı, Flix’in çalışmasını pek de ilginç bulmayacaktır o bakımdan. Yıllar içinde diyelim, Türkçede benim sayabildiğim yirmiye yakın Don Kişot uyarlaması çizgi roman yayınlandı örneğin. Flix ne yapmış, boncuk mu kondurmuş diyebilirsiniz. Üstelik bu tür uyarlamalar, çizgi roman okurlarına değil çocuklarına okuma zevki vermek isteyen ebeveynlere yöneliktir. Anneler-babalar, çocukları için satın alırlar bu uyarlamaları. Çocuk, edebiyat uyarlamasını önce çizgi roman olarak okuyacak sonraki plana göre- giderek edebiyattan zevk almaya başlayacaktır vs. Çizgi romana servis aracı, hatta ve hatta servis şoförü muamelesi yapan bu anlayışa, orta sınıfların pedagojik patetikliğine bayılıyorum. Çizgi roman, sanatlar hiyerarşisinde en tepede duran romana ulaşmamızı sağlayan bir araç filan değil ama kimin umurunda?

Flix, çizgi romanın kendine özgü bir anlatım aracı olduğunun öyle iyi biliyor ki… Bu farklı albümü okuyanlar Flix’in zekâsını, Don Kişot’u başka bir bağlama taşıyan ironisini, romanın değil Don Kişot mitinin uyarlandığını hemen fark edeceklerdir. Malumunuz, Don Kişot okuduğu romanların etkisiyle hayaller görmeye, gerçekte olup bitenleri kendi algısıyla anlamlandırmaya başlar, şövalye romanlarıyla bezenmiş bir hayali evrende yaşıyordur. Gerçekle fantezi o kadar iç içe geçer ki romanın anlatı ekseni giderek karmaşıklaşır. Don Kişot, dalgın, tafra-furuş, beceriksiz, kibirli, sakar, vehimli biridir ve onun pozcu-palavracı halleri romandaki karmaşıklığı daha da komikleştirir. Sayfalar ilerledikçe şövalyemizin içine düştüğü açmaza üzülmeye başlarız, bu saf adam düpedüz deliriyor, alay konusu oluyor, baştankara sonuna doğru sürükleniyordur. Flix, bu karakteri hiiç bozmamış, onu uzak taşrada tek başına yaşayan yaşlı ve huysuz bir adama çevirmiş. Sağa sola şikâyet dilekçeleri yazan, zabıtalık yapan, şanlı tarihimizi, cemiyet terbiyesini diline dolayan amcaları düşünün ve Don Kişot’u onlardan biri sayın. Kendi devranında dönen, kızı ve torunu olduğunu bilmeyen ya da unutan biri. Flix, şahane bir tvist yapmış, Sancho Panza olarak sürekli Batman okuyan ve dedesinden farkı olmayan torunu kullanmış. Bu eğlenceli tercihle, iki ayrı yönde gelişen ve benzeşen Dede-torun Don Kişot hikâyesini anlatmaya başlamış. Çizgi romana yönelik göndermeler, yaşlı Don Kişot’un türe duyduğu husumet, baştan ayağa Cervantes ruhu taşıyan espriler olmuş. Düşünün, çizgi romanların kaldırılması için gazetelere mektup yazan bir Don Kişot okuyoruz.

Oğlum beş yaşında falandı, üniversite kreşindeki doktora öğrencisi rehber öğretmen, bizim küçük Örümcek Adam’ın çizgi film seyretmemesini istemiş, gerçekle hayali karıştırmasının büyük bir tehlike olduğunu filan söylemişti. Böylesi durumlarda Allah’ın beni sınamak için karşıma birilerini çıkardığını düşünüyorum! Çıldırdım tabii, verdim veriştirdim. Öyle bir dalmışım ki, hanım kaş göz ediyor, araya giriyor, ben duramıyorum. En son öğretmenin doktora tezinin varsayımlarının kifayetsizliğine kadar getirdim, gerisini siz düşünün. Eğitim sistemi, kontrollerinde olmayan her hayalden tiril tiril korkuyor. Hayal kuran çocukları da hamur gibi yoğurup kendine benzetiyor. Doğru eğitim ve rasyonel akıl diye vaz’edilen şeye toslayıp duruyor, seri imalatla sıkıcı çocuklar üretiyoruz. Flix, şövalye romanlarıyla çizgi romanları, hakikati, aklı, tahayyülü, normali, halüsinasyonu, edebiyatı, deliliği, yaşlılığı, çocukluğu maharetle harmanlıyor. Duvara tosladığımızın farkında ki dedeyle torunun nasıl sudan çıkmış balığa döndüklerini anlatıyor. Hayal gören, hayalleriyle reel yaşamın dışına çıkan insanlar, edebiyata ve sanata bakarak konuşuyorum, iyi ki varlar. Hani derler ya, bu dünya dönüyorsa, bu insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor.

Flix, başarılı bir uyarlama yapmış, hayalcileri ve yeryüzünün en ünlü hayalperestini dikkatle yenileyerek romanın mizahını tazelemiş, insani bir meseleye, örneğin yaşlılığa, örneğin deliliğe getirmiş lafı. Derinlikli bir senaryo çıkarmış, ironik alt metinler oluşturmuş, saçma olduğunun farkında olan espriler yapmış. Şöyle anlatayım, bana göre, sadece çizgi romanda değil, her alandaki en yenilikçi Don Kişot uyarlamalarından biri olmuş yaptığı çalışma. Kaçırmayın diyorum.

Salı, Nisan 17, 2018

Çarpışmanın Teşhiri



İpek ve Burak, Oky’nin yazıp çizdiği bir ilişki hikâyesi, genç bir çiftin aşk, tutku ve sadakatle ilgili savrulmaları melodram kalıplarında anlatılıyor, Çarpışma adıyla da biliniyor. Dizi, az değil, on küsur yıldır yayınlanıyor, günümüz koşullarında tefrika edilen bir çizgi romanın ömür uzunluğu bile bir başarı artık. Haftalık hikâyeler, eskilerin deyişiyle tefrikalar takip edilemez oldu. O hafta başlayıp bitmeli, sürmemeli, okur illa ki ucunu kaçırıyor vs deniyor. Artık okurun ilgisini çeken o kadar çok mesele, şayia, lakırdı, anlatı ve hadise var ki diye ekleniyor…

Mizah dergileri azalan satışlarını tutabilmek için başkalaşan hikâye ve espri evrenine yetişmeye, kendilerince cevap vermeye çalışıyorlar. Büyük hikâyeleri ve iddialı yorumları daha popüler mecralara, televizyon ve sosyal medyaya bırakmış görünüyorlar. Asıl yaptıkları, kabaca televizyonda yer verilmeyen hikâyeleri televizyonun ve sosyal medyanın yapageldiğinin aksine olabildiğince yavaş anlatmak. İpek ve Burak da bunu yapıyor, melodramı olabildiğince yavaş anlatıyor. Yavaşlığı belirginleştiren birkaç unsur vardır. Çizgi romanda sahne değişmezse, diyaloglar uzarsa, kafalar çoğalırsa, genel gidişat ilerlemiyorsa o yavaşlığı hissederiz.

Oky, karakterlerini eylemle değil diyaloglarıyla tanıtmayı seven biri. Gevezelik ölçüsünde çok konuşuyor kahramanları. Sinemada konuşmayan ya da az konuşan karakterler ve onların anlatıldığı filmler seyredebilirsiniz. Buna karşın televizyon dizisinde bunu yapamazsınız, seyirci konuşan insanlara alışkındır, sessizlik ilgisini yitirmesine neden olur. Mizah dergileri de konuşkan mecralardandır. Gündelik dilin, argonun ve genç eğilimlerin izlendiği her mecra konuşkandır. Oky, televizyon kanallarının çoğaldığı, internet çağına geçildiği bir dönemde popülerleşen çizerlerden. Mizah dergilerinin uzun diyaloglara başvurduğu, büyük siyasetten uzaklaştığı, iddiasızlaşıp naifleştiği bir evrede Oky popülerleşti demek istiyorum. İpek ve Burak da o evrenin nitelikli bir ürünü. İlginç yönlere sahip, örneğin bütün hikâye çok az mekânda, evde, yatak odasında ya da salonda geçebiliyor. Çok az karakter var ve hiç birinin dış dünyayla adam akıllı bir bağı yok, komün gibi kendi aralarında yaşıyorlar. Bu karakter azlığı ve mekânsızlık –evlere kapanma hali sosyal bir tercihi yansıtıyor. Mizah dergileri, Gırgır’ın temsil ettiği anaakım değerlerin yıllardır çok uzağındalar. İpek ve Burak, metropol dışında yaşanması mümkün olmayan bir hayatı betimliyor. İkilinin kalabalıklardan uzak durması, kendilerini kıstırılmış gibi hissetmeleri, muhafazakâr ahlâkla ilgilenmemeleri okurlarına tuhaf gelmiyor elbette. Dikkat çekici bir yön daha: cep telefonları hemen her zaman hikâyenin merkezinde duruyor, karakterler ya mesaj atıyor ya uzun uzadıya konuşuyorlar. Nesi ilginç demeyin. Bütün konuşmalar ikna ve itirafa dayanıyor, kendilerini ya da başkalarını ifşa ediyorlar, bu da tanıdık değil mi? Sosyal medya bağıra çağıra sürekli bunu yapmıyor mu?

Oky, yakınlarda başka bir meseleye yoğunlaştı bana kalırsa. Sadakat gösterememe, aldatma, arzu duyma hikâyede anlatılıyordu, melodramın temel motiflerinden şüphe duyma ve sınanma sıkça kullanılıyordu, hep vardı ama Oky bu defa direksiyonu mahremle ilgili açmazlara kırdı. İleride birileri yaşadığımız dönemi anlatırken selfielerden ve sextape skandallarından, dolaşıma giren amatör cinsel ilişki kayıtlarından mutlaka söz etmek zorunda kalacak. Hiçbir dönemle kıyaslanamayacak, hiçbir kültürün dışında kalamadığı teşhirci bir zamanın içinde yaşıyoruz. İpek ve Burak, fantezilerini, partnerleri konuşuyorlar, fotoğraflar, mesajlar, kayıtlar gırla gidiyor aralarında. Oky, bunları erotizme başvurarak anlatmıyor. Hiç değinmiyor değil, derdinin o olmadığını göstererek başka bir yoğunlaşmayı işaret ediyor. Karakterleri giderek bozulan bir ilişkinin içindeler, geçmişi unutamıyor, bugünü dengeleyebilmek için eksik kapatmaya çalışıyorlar. Yalan söylüyor, kandırıyor, pişmanlık duyuyor, nedamet getiriyor, kendileri ve birbirleriyle cebelleşiyorlar.

Aşk, ayrılık, güvensizlik, kıskanma, barışma gibi okunabilecek duygu izleğini Oky farklı bir gerçekçilikle oluşturuyor. İpek ve Burak’ın arasında evliliği andıran bir bağımlılık mevcut…  Onların birliktelikleri,  ayrılıp birleşmeleri, hikâyenin dengesini-tanzimini sağlıyor. Büyük aşk, en uzun süreli aşk, birlikte büyümek gibi daha derin bir yakınlıkla her defasında birbirlerine dönüyorlar ve her defasında incinen, yıpranan bir ilişki hafızasını sürekli hissettiriyorlar birbirlerine. Çaresiz ve mutsuz gibiler. Birbirlerinden vazgeçemiyorlar ama cinsellik ve aşkla ilgili yeni birini, bir başkasını, hep yedekte tutuyorlar. Küçük yalanlar, entrikalar, ayarlamalar, sırlar okuyoruz… Yetinemiyor, doyamıyor ve duramıyorlar demek daha doğru. Hem bir aşk hikâyesi anlatıp hem de aşka inanmamak İpek ve Burak’ın ilginç çelişkisi; bu aynı zamanda dizinin gücünü, zaafiyet ve “modernliği”ni yansıtıyor. Dizinin ayrıksılığı bu karmaşık halinden çıkıyor. Bence sanılanın aksine, bunu edebiyatı da dâhil ediyorum, Türkiye’de televizyon dizileri ve gişe filmleri dışında aşk hikâyesi pek anlatılmıyor. Hele ki klişelerin dışında bir yerden, başka bir gözle hiç bakılmıyor aşka. İpek ve Burak, sadece bu bakımdan bile ilgiyi hak ediyor. 

Radikal Kitap, 9.1.2015
Related Posts with Thumbnails