Perşembe, Mart 30, 2017

İzmir


1 Nisan Cumartesi günü, İzmir'de, Kültürpark'ta, saat 17:30'da "Popüler Kültür, Mizah ve Muhalefet" kapsamında mizah dergilerini temel alan bir konuşma yapacağım.

Salı, Mart 28, 2017

Araftaki İnternet


“Şimdi bir de internet var üstelik” demeden birazcık geriye gideceğim, Umberto Eco’nun zihin açıcı bir yorumunu hatırlatacağım: “Televizyonlu akşamlarımız artık öyküler anlatmıyor, herşey bir fragmana dönüşmüş durumda”. Benzer ifadeleri başta Baudrillard ve Postman olmak üzere yakınçağın önemli düşünürlerinin kaleminden okumuş olabilirsiniz. Hemen hepimiz, bu türden yargıları kabullenip paylaşırız, çünkü bunun ardında “daha iyi” olan bir geçmiş tahayyülü vardır. Televizyonun olmadığı zamanlarda akşamlarımız yekpare bir bütünlük mü arzediyordu acaba? Madem araç (medium) bu denli önemseniyor, radyolu ya da gazeteli akşamlarımız fragmanlara dönüşmemiş miydi diye sormamız gerekiyor. Örneğin gazeteler, rekabet koşullarının zorlamasıyla “magazine” mantığına dayalıdır ve magazin ile mağaza sözcükleri aynı kökten gelirler. Alışveriş sepetinize istediklerinizi doldurur gibi gazetede de her köşeyi-bucağı okumazsınız, seçersiniz. Radyo da öyledir, bütün bir ailenin milim kıpırdamadan pür dikkat radyoyu dinlemesi romantik bir mittir; Uzun dalga, kısa dalga, Kahire Radyosu, Moskova’nın Sesi derken mutlaka bir dolaşılırdı ta yıllar önce, “ajansın dinlendiği” zamanlarda. Radyonun yanında gazete, onun yanında pikap, dergi dururdu ve dışarıdaki semt sinemasını unutmayın.

Fragmente-parçalanmış bir hayat yaşıyoruz varsayımını şöyle kabul edebilirim. Her yeni iletişim aracı, daha büyük bir nüfusa ulaşır ve kendinden önceki aracın üstünlüklerini massederek ilerler (ilerledikçe seçenekleri ve fragmanları çoğaltır). Yoğunlaşma ve yaygınlaşma ölçeği elbette günbegün artıyor. Yoksa korku ve kaygı dolu serzenişler tarihsel bağlamı dışında pek bir anlam ifade etmiyor, çünkü bu bir vakıa, hep oluyor ve var işte. Yüzyıl önce çıkan gazetelerimize bakarsanız yaslı yeisli iddialarla karşılaşırsınız: “Radyo musikiyi, sinema sahneyi her ikisi birlikte sohbeti öldürdü”. Bugün de internet için benzer bir husumet ve beğenmemezlik sürdürülüyor. Kütüphaneye gitmeyip “google”layan öğrenciye, enformasyon çokluğu yüzünden odaklanamamaya, herkesin yazar olmasına, yüz yüze iletişimin azalmasına kızıp hararetleniyoruz. Oysa hepimiz bakıyoruz internete, hatırlamak, neye bakacağını fark etmek ya da sahiden bulmak için. Çokça zaman harcıyoruz ve bazen hiç bilmediğimiz kitaplara, filmlere, yıllarca aradığımız ayrıntı ve metinlere pat diye ulaşabiliyoruz. Dijital içerik ve download çağında yaşadığımız aşikâr…Tarihin hiçbir döneminde olmayan, bizzat mülkiyetin özel niteliğinin ihlal edildiği bir süreç yaşıyoruz. Paylaşıma dayalı özgür yazılım ve açık kaynak (open source) programları kullanıma açılıyor. Tüm hakları saklıdır (all rights reserved) şeklindeki yasal uyarıya karşı “tüm hakları feshedilmiştir” (all rights reversed) sloganı zuhur ediyor; fikir eserlerinin özel mülkiyete konu olmasına (copyright) karşı çıkan copyleft akım ve kavramından söz ediliyor. Sözü dolandırmayayım, geçmişin güçlü diğer mediumları için de yinelenebilir bu, internet ontolojik olarak bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Öncel olarak verili ya da tamamlanmış değildir: bu sebeple interneti sürekli değiştiğini bilerek sağladığı yeni imkânlarla birlikte değerlendirmek gerekir.

Yıllar önce televizyonda, bir Siyaset Meydanı programında muhalif bir yazar, kendisiyle –sanırım- Sakıp Sabancı’ya eşit konuşma süresi verilmesinin yanlışlığına işaret etmişti, çünkü Sabancı dilerse ve sürenin azlığına kızarsa, kendisine bir tv kanalı açabilirdi oysa yazar ne söyleyecekse ancak kendisine verilen süre içinde söyleyebilecekti. Bugün pek çok kişi kendi web sayfalarından görüşlerini ifade edebiliyor. Elbette bu önemli bir imkân; medya, ticarileştiği, eğlenceye yoğunlaştığı ve anaakım değerleri pekiştirdiği için katılımcı bir demokrasiyi varedemiyor, bu da ayrı bir vakıa. İyimser yorumlara bakacak olursak, internet, yeni bir siyasal alanın, tartışma ve müzakere kanallarının yeniden tesis edilmesini sağlıyor, siyasal katılımı artırdığı gibi farklı ses ve haber gündemlerinin kendilerini varetmelerini kolaylaştırıyor. Doğal olarak bu yorumları epeyce eleştiren var; doğrudan demokrasinin sorunlarının teknolojik değil mantıksal olduğunu iddia edenler, alternatif site ve bloglarda anaakımda yazılanların yinelendiğini ve elit manipülasyonunun bir kez daha pekiştirildiğini belirtiyorlar. Çeşitlilikten ve alternatif gündemlerin varolmasından yana olduğumdan bunu hesap ederek, yapabildiğim ölçüde eleştirel mesafeyi koyarak onları izlemekten yanayım.

Alternatif demişken, Birleşik Amerika’da medyada kullanılan Buckbobbill adlı bir nitelemeden söz edeceğim. Ticari basına karşı alternatif olarak dijital yayıncılık yapan, sorgulayan, html yazabilen, web imkânlarını iyi bilen, hayali bir araştırmacı gazeteci figürü bu. Bilim kurgu kahramanı Buck Rogers, malumunuz Bill Gates ve Watergate Skandalını ortaya çıkaran ünlü gazeteci Bob Woodward isimlerinin bir karışımı yapılmış. Buckbobbill tarzı yayıncılık, geleneksel ve yozlaşan gazeteciliğin alternatifi olarak gösterilen bir ideal. Biliyoruz ki bu tür gazetecilik adlandırmaları esprisi ve heyecanı dışında bir anlam taşımıyor; dijital gazeteciliğin geleneksel gazetecilikten bir farkı yok her şeyden önce, araç mevcut etik ve meslek ilkelerini –ve onların mevcut kullanımlarını- başkalaştıramaz ayrıca. Medyaya siyasal iktidarın gözcülüğünü atfeden liberal yaklaşımları revize etme iddiası taşınıyor bu adlandırmayla. Aktörler değişirse, Buckbobbill gibi ideal bir gazeteci çıkarsa, medya yeniden görevini layıkıyla yapacaktır gibi bir çıkarım baştan yanlıştır. Ne erdemli bir kahraman ne de onun kullandığı yeni bir medium, medya-siyasal iktidar ilişkilerini ve ideolojinin işleyişini baştan ayağa değiştiremez. Üstelik, teknoloji, nötr değildir; zaman ve mekan üzerinde bir taraftır ve tarih gösterir ki, teknoloji egemen sınıfların tercihlerini çoğaltmaya ve sağlamlaştırmaya yaramıştır her zaman.

Görünen o ki olan şu: kim(ler) ve nasıl kullanılıyor tartışması bir yana, bütün mediumlar giderek tek bir çerçevede toplanıyor. Varsayalım, internette şehirdeki suç oranının artışıyla ilgili bir haber okuyorsunuz. Haber, birden çok sayfaya açılacak biçimde (layering) hazırlanmış; birinde Valinin açıklamalarına göz atıyorsunuz, diğerinde konuyla ilgili bir köşe yazısı çıkıyor karşınıza, bir başkasında gazeteye gelen ihbar telefonunun ses kaydını dinliyorsunuz. Cinayetlerden birinin olay sonrası görüntüleri ve uzman görüşlerini de izleyebiliyorsunuz. Daha önemlisi, mesela bir harita çıkıyor haberdeki linkten, imleci gezdirdikçe, hemşehrisi olduğunuz şehrin hangi semtinde ne oranda cinayet işlendiğini görebiliyorsunuz. Haberin altında okur ve izleyici yorumlarını, tartışma forumlarını ayrıca okuyabiliyorsunuz. Günümüzde önemli gelişmeler, halen televizyondan izleniyor, internet, radyo ve gazetelere göre ilerde olsa da televizyonu henüz geçebilmiş değil. Ama hemen tüm dünyada yapılan anketler gösteriyor ki her gün gazete alanlar nadiren 30 yaş altından çıkıyor ve Tv haberlerini takip edenlerin yaş ortalamasıysa sürekli yükseliyor. Hal bu olunca, “genç” internetin, kendinden önce gelen bütün mediumları tekeline alacağını görmek, kapitalizmin işleyişi gereği kehanet olmaz. Bir çeyrek asır sonra, kuşak değişimi yüzünden internet öncesi dönemi hatırlayanlar dahi azalacak. İnternet ile ilgili olumlu beklentileri yüksek tutmak ya da endişeyle hayıflanmak sahiden abes. “Gerçek” Çehov’un dediği gibi “ikisi arasında bir yerde”, arafta sanki. 

[2010 yılında yazmışım.]

Pazar, Mart 26, 2017

Son Okuduklarım 13


Marlene, günümüzde geçen hafif erotik bir korku hikayesi, siyah beyazı kullanma biçimi ilginç. Senaryo, Hollywood işi olmuş. Güçsüz Düşmezsen Hayat Güzeldir, grafik romanın en itibarlı örneklerinden biri. Nisan ayında çıkacak Sabit Fikir'de albüm hakkında yazdım. Cravan, adından da anlaşılabileceği gibi bir biyografik çalışma, başarılı diyemem, bir ortalama tutturmuş, Rick Geary sevdiğim bir çizer. Adam Wild, Manfredi'nin Türkçe'de yeni başlayan serisi, son iki seride sorunlu ve zaafları olan birileriyle hikayesini yürütmüştü. Bu kez Jungle Jim havasında birini seçmiş.


Sand Castle, çizgilerini çok sevdiğim, tuhaf bir hikaye, sahilde, yüzmeye gelip gidenler arasında geçen gizemli bir şey. İlham verici. Eva Medusa, üç albümlük bir seri, yüz yıl önce Brezilya'da geçiyor. Büyü ve erotizm fonunda gelişen güçlü kadın hikayesi. Segura senaryosu olduğu için merak ediyordum. Tom's Bar, Berardi-Miazzo ortaklığının güzel bir örneği, bu kadar seveni olmasına karşın bizde tercüme edilmemiş olması ilginç. Muhtemelen bir dergide çıkmış işlerin derlemesi, toplamda dört hikaye var. Bouncer, şiddeti ve sürati nedeniyle, bizde çıkmış en ayrıksı üç beş westernden biri. Jodorowsky ilginçliği diyelim. İlk cildi hakkında Radikal Kitap'a yazmıştım, bu ikinci cildi, üç albümün birleşmesi olmuş.


Avni, 1999'da çıkmış, yayımlanan tek albüm, asıl ilginçliği çalışmaların yaprak mantığıyla sadece sağ sayfada kullanılması. Syd Barret, Nuri Kurtcebe'nin nasıl anlatmalı, video clip estetiğinde şiirimsi cümlelere çizdiği ilüstrasyonlara dayanıyor. Tam tersi de olabilir, o görsele eklenmiş dizeler de denebilir. Kurtcebe, bu tarzı defalarca denedi. Ardışıklık olmadığı için hikayesi var denemez. Eski tadı alamasam da gevezeliği ve aksiyon takibi nedeniyle Teks'i izlemeye çalışıyorum. Bu albüm de iki ayrı maxi sayısının birleşimi, ilkinin çizgileri ilginç. İkincisi, albümü de o sebeple aldım, Ortiz'in çizgilerine dayanıyor ve ne yazık ki, sanki o çizmemiş gibi savruk ve irtifa kaybetmiş, üzücü.

Cumartesi, Mart 25, 2017

Cuma, Mart 24, 2017

Aklımdaki, edebiyata iştah gösteren birilerine ulaşmaktı


Seçkiler, derlemeler genellikle bir nesnellik iddiasıyla yapılır. Sizin seçimleriniz ise oldukça öznel duruyor. Kimin hakkında yazıp yazmayacağınızı nasıl belirlediniz?
Nesnellik bir iddiadır ve nesnelliğin mümkün olamayacağını iddia edenler de vardır. Doğrusu aldığım akademik eğitim gereği asıl o iddiaya, “mümkün değil” diyenlere yakınlık duyarım. Nesnelliği irdeleyebilir ve sağlamasını yapmaya çalışabiliriz. Ne yaparız? Tez yazarken farklı kaynaklara bakabilir, mukayeselerde bulunur, o iddia öncesinde yazıp çizilen ve söylenen her ne varsa derler toparlarız. Dipnot verir, kaynakça yaparız. Ben seçki ya da derleme yapmıyorum. Şiirden, romandan nasıl nesnellik beklenemezse yaptığım şeyden de beklenemez. Bunların birer yorum, his veya iddia olduğunu bilmiyorum söylememe gerek var mı? Doğal olarak kişisel tercihlerim, okumalarım, beğenilerim ve takıntılarım var yazdıklarımda. Neyi önemsedim veya neleri bir seçim ilkesi olarak belirledim derseniz eğer, öyle ahım şahım büyük kıstaslarım oldu diyemem. Yakın döneme, bugünün yazarlarına pek rağbet etmedim. Bu tarza devam edeceğim için yakından tanıdığım insanları yazmamaya da çalışacağım diyebilirim. Ömrüm olursa, enerjim olursa, anılarımı yazarsam onları ayrıca anlatacağım diyeyim.

Halen editörlük yaptığınız ve pek çok yazarla çalıştığınız için mi böyle bir ayrım yapıyorsunuz?
Olabilir, bu da haklı bir gerekçe sonuçta. Geçim sıkıntısıyla, hayatımı sürdürebilmek için editörlük yapıyorum. Yaptığım işi daha da zorlaştıracak her şeyi hesap etmek durumundayım. Sonuçta farklı karakterleri olan insanlarla, yazarlarla çalışıyorum. Onlara ve çalıştığım yayınevine karşı sorumluyum. Yazmamayı tercih ediyorum.

Portrelerin çıkış noktası ne oldu?
Yıllar önce Turgut Çeviker’in yayımlandığı Güldiken dergisinde mizah dünyasıyla ilgili aynı tonda yazılar yazmıştım. İlk adı Kılçıklı Fasulye’ydi, sonra Mizah Mahallesi yaptım. Şehre Göçen Eşek kitabımda o yazılar derli toplu yer aldı. Yayınevinin Türkçe edebiyat kitaplarının arka kapak yazılarında da benzer bir dil kullanıyorum. En son Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’nde yazdım bu portrelerin bir kısmını. Tabii Takvim çok ağır bir iş… Sürekli malzeme ihtiyacı olan inşaat gibi… Yedek gibi yaparım, söz verilen yazılar gelmezse kullanırız diye başladım yazmaya. Başka bir şeye dönüştü en sonunda. Yazma işinde mutlu olmak önemli. Yaptığım pek çok işin dışında bir şey bu yazdıklarım.

Şiir tadı var…
Var evet, İletişim şiir yayımlamıyor. Yayınevi kurulurken böyle bir karar almışlar. Ben ucundan kıyısından sınırları zorlamış oldum.

Şiir kitaplarını takip ediyor musunuz?
Evet demem haksızlık, hayır demem yanlış olur. Bir iddiam yok. Şairleri yazar olarak ilginç buluyorum. Neredeyse hiç şair arkadaşım yok, onu da söyleyeyim.

Siz şiir yazdınız mı?
Hayır demem gerekiyor, herkes kadar bile şiir yazmamışımdır.

Portresini yazdığınız kişiler arasında övdükleriniz de var, yerdikleriniz de. Güzellemelerle dolu bir kitap değil bu.
Bu sizin yorumunuz, buna her okuyan başka türlü karar verebilir. Genelde iyimser bir kitap yazdığımı düşünüyorum. Bunlar kısacık şeyler. Etkisi ne olabilir? İştah açıcı olabilir, ilham verici olabilir. Kolay okunuyorlar, kolay okundukları için hemen karar verilebiliyor. Bana sıklıkla mesela o cümleyle ne demek istendiğim soruluyor, açıklamam isteniyor, itiraz ediliyor. Yapacak bir şey yok. Bir hayatı uzun uzadıya anlatmak isteseydim başka bir şey yazardım.

Aziz Nesin’i iki kere yazmışsınız,  çok sevdiğiniz başkaları oldu mu?
Aziz Nesin hakkında söyleyecek çok şeyim var ama genelde sevdiklerimi yazdım, belki başkalarını da birer kere daha yazarım. Aziz Nesin’i iki kere yazmam planlı bir şey değildi, bir baktım ki yazmışım. Yaşlı bir Pardayan’ım, unutuyorum.

Tanpınar ile ilgili, "Türkçenin en güzel nostaljisi, modern romanı ve güfteli iç sızısı," diyorsunuz. Neden en güzel nostaljisi? Bir de Tanpınar'ı "modern" kılan eksenleri nasıl tarif ederdiniz?
Sözünü ettiğim şey bu işte, huysuzluk etmiş oluyorum ama benden istediğiniz şey bir makale konusu. Nostalji nedir ile başlayıp modern romanın kıstaslarını sıralamam gerekiyor. Yapmayalım bunu, yapmak isteseydim zaten öyle yazardım. Nostalji bir yazarın tarihe veya maziye bakarken takındığı tutum değildir, sadece bu değildir. Tanpınar, anıt mezar gibi dolaşan, iç gıcıklayıcı bir mazi rüyasını yaşatan biri değildi, elbette değildi. Akademiden etkilenmiş biriydi. Sizin sorunuz da akademik. Nostalji bir histir, fasılalarla kendini gösterir. Para sıkıntısı çeken, beğenilmemekten korkan biri nostaljik olamaz mı diyeceğiz? Tanpınar, bir yere dönmek istediğinde maziye dönüyordu, en çok oradan besleniyordu. Yahya Kemal de nostaljiktir, Nazım Hikmet değildir. Bazen insanlar yaşlanmaya karar verirler, geçmişe sığınırlar. Halide Edip öyledir, Aziz Nesin hiç girmemiştir o yola. Geçmişe sığınmak ya da sığınmamak, nostaljiyle doğrudan ilgili olmayabilir. Bazıları, hep yaşlı adam gibi konuşurlar, mesela Peyami Safa öyledir. Maziye sığınarak otoritelerini meşrulaştırırlar. Bu da nostaljidir diyemeyiz. Tanpınar’ın sızısı nostalji.

O zaman şunu sorayım, akademi ile edebiyat örtüşmüyor mu?
Pekâlâ örtüşebilir, içeriğe bakılması gerekir diyeceğim ama önyargıları işleten bir yönü var bu ilişkinin. On iki sene üniversitede çalıştım, roman okumayı vakit kaybı olarak gören insanlar çoğunluktaydı. Tersinden bakalım, Tanpınar’ın yazar olarak o denli ciddiye alınmaması hocalığından kaynaklanır. Öldükten sonra romanları kaldı geriye, o mirasa, çağdaşı olmayan edebiyat okuru ilgi gösterdi. Edebiyatçı ve doktora yapmış yazar yok mu? Var ama akademisyenliği o kadar bilinmiyor olabilir. Edebiyat, öğretmenlik kaldırmıyor bana sorarsanız.

Kuş Eppeği’nde birtakım göndermeleri anlamak, yaptığınız ironileri kavramak ve incelikleri görebilmek için aslında söz konusu şahsiyetleri ucundan kıyısından bilmek gerekiyor. Bu bilinçli bir tercih miydi? Yani okuyucuda bir merak uyandırmak, eşelemeye sevk etmek mi istediniz bir bakıma?
Evet, bir oyun çağrısı var, yapmadım diyemem. Bir yandan da olabildiğince yalın ve anlaşılır olmak istedim. Her yazar, az ya da çok, öyle ya da böyle, bir okur tahayyül eder ve her zaman beklemediği bir okurla karşılaşır. Benim aklımdaki, edebiyata iştah gösteren, kimmiş bu diye merak eden birilerine ulaşmaktı. Kitapla ilgili aldığım en güzel methiye “Bana okuma kılavuzu çıkardın,” demeleri oldu. Kolay gaza geliyorum galiba; acaba dedim, Türkçe edebiyatla ilgili bir roman dökümü mü yapsam?

Böyle yazmayı sevdiğiniz anlaşılıyor. Devamı gelecek o zaman?
İsterim tabii de, üç günlük dünya, nasip kısmet…

[Söyleşi, edebiyathaber'de yayımlanmıştı.]

Perşembe, Mart 23, 2017

Muhalefet Defteri: Türkiye'de Mizah Dergileri ve Karikatür


Levent'le (Gönenç) birlikte yazdığımız Muhalefet Defteri: Türkiye'de Mizah Dergileri ve Karikatür başlıklı kitabımız, Temmuz ayında Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflarda olacak. Meraklısına duyurulur.

Çarşamba, Mart 22, 2017

Haset


İnsanlar, vicdanen kendilerini sorgulamayı durduk yere yapmıyorlar. Garip bir biçimde ancak ve ancak itham edildiklerinde kendilerine dönüyorlar, öncesinde, böylesi bir külfete girmiyorlar, yok yere zahmet sayıyor bile olabilirler. Bana dokunmuyor, benimle ilgili değil, başkalarının derdi ve saire... Ne yazık ki böyle, suçlu değilim demek, suçlanmadan, itham edilmeden mümkün olmuyor.

Suçlanınca ne oluyor?

Suçlananlar mutlaka kendileriyle ötekileri kıyaslıyorlar, ben şunu yaptım diyorlar, onlar gibi şunu yapmış değilim filan diyerek kendilerini savunuyorlar.

Birileri demiş ki, bir imza attılar kahraman olduk sanıyorlar, "ay ne salaklar, ay nasıl sersemler, hadi birlikte gülelim şunlara". Bu sözlerin meali nedir? Asıl mücadeleyi ben/biz veriyorum/veriyoruz şu bu...Yüksek hararetli alaycılık diyip geçelim mi?

İşlerinden atılmış, özlük hakları elinden alınmış, tek bir hukuki dayanağı olmadan mesleğinden ihraç edilmiş, sosyal ölüme terk edilen insanlara bu neden söylenir, niye söylenir? 

Şunu anlarım, barış demek, şu koşullarda çok zor, korkutucu ve tecrite yol açıyor, açacaktır da. Sağcılar ve genel ortalama, "barış olsun" diyen insanlardan korkabilir, şüphelenebilir veya nefret edebilir. 

Yok bunu diyenler solcuysa, anladığım şudur:  imzacıların varlığı, yapıp ettikleri, onları eleştirenleri değersiz, korkmuş, kıfayetsiz ve utanmış hissettirdiği için aşağılıyor ve suçluyorlar.  Bunun adı da haset olabilir. 

Ruhen itham edildikleri, doğru olduğunu bildikleri, vicdanları rahatsız olduğu için köpürüyorlar. 

Yoksa ihraç edilen imzacılar, bir meseleyle ilgili fikirlerini savunarak bir şey beyan etmişler, kendilerini kahraman, kendileriyle aynı fikirde olmayanları hain ilan etmiş değiller ki...

Yukarıda niye bıçak resmi var, hayatı o keskinlikte yaşıyoruz da ondan. 

Salı, Mart 21, 2017

6 Soru 6 Cevap


(...) Serüven bir kaynak dergi özelliği de taşıyor. Ama hem az okunan hem de bugün için çizgi romanların çok satmadığı bir ülkede çizgi roman hakkında yazılmış yazılardan oluşan bir dergi çıkartmak nasıl bir şey?
Az okunma meselesini konuşmaya gerek yok. Bu işe girdiğimizde öğrendiğimiz bir sorun değildi. Babalarımızın çocukluğunda da bu sorun vardı. Herkes bu gerçeğe göre davranmak zorunda. Sorunuza tam cevap olur mu bilmiyorum. Kişisel olarak ben Serüven’de çizgi romana farklı açılardan yaklaşılsın, Türkiye’deki genel çizgi roman algısının dışına çıkılsın, yeni isimler çizgi roman hakkında yorumlar yapsın, örneğin genç akademisyenler-edebiyatçılar alana ilgi göstersin istiyorum. Popüler nitelikleri olan bir dergi yapmak gibi bir niyetim hiç olmadı. İlginç olan şey ise şu: Serüven birçok çizgi romandan çok sattı, dokuz aydır yeni bir sayısı çıkmamasına rağmen halen de satıyor.  Oysa böyle olmamalı, Serüven’in satış rakamları normal aslında da çok bilinen çizgi romanlar az satıyorlar o garip. Bunu gerçekten şaşırdığım için söylüyorum. Demek ki sadece koleksiyoncular için dergi çıkartılmayacak, dar cemaatlerin kendi aralarında yaptıkları muhabbetlerin dışına taşınması gerekiyor çizgi romanın. Sorunuza dönersek böyle bir ortama dergi çıkartmak bir tarafıyla kışkırtıcı tabii. Benim dışımda hiç kimse - eski yayıncımız Raşit Çavaş, yakın arkadaşlarım, çoğu yazarımız da buna dâhildir- Serüven’in yaşayabileceğine-satabileceğine inanmadı.

Serüven geniş ve birikimli bir yazar kadrosuna sahip, hiç “koca koca adamlar oturup çizgi roman okuyoruz, başka işimiz mi yok” diyor musunuz kendinize…
Bana diyenler oluyor, akademisyenim, kendi adıma başka alanlarda çok daha verimli olabileceğim ortadayken çizgi romanla uğraşıyor olmamı mantıksız bulan birçok arkadaşım ve hocam var. Çünkü yaptığım işlerin kabul gören bir akademik niteliği yok. Çizgi roman camiasında kimseler işin bu tarafını bilmiyor ama akademik bir mücadele de veriyorum…

Çizgi roman hobinizdi, ama bu dergi başka zorunluluklar getirdi acaba ara sıra hobinizden sıkılıyor musunuz?
Elbette sıkılıyorum. Bir tür deformasyon yaşıyorum aslında.  Yerli çizgicilerin tamamını izliyorum. Gazeteler, dergiler, genç çizerler, eskiler-yeniler hepsini izlemek zorunda hissediyorum. Bu bazen bunaltıcı oluyor. Şu türü sevmem, bu adam bana küfrediyor, bu adam yeteneksiz, bu çizgi estetik değil buna bakmayayım diyemiyorsunuz. Yaptığım işe duyduğum saygı gereği her şeyi, bazen çok kötü anlatılmış-çok kötü çizilmiş çizgi romanları okumak zorunda kalıyorum. O zamanlar kendimi kötü hissediyorum. Bu iş nereye kadar gidecek diye düşündüğüm oluyor. Yabancı yayınlar konusunda ise daha seçiciyim, istediğimi okuyorum…

Türkiye’de şu sıralar nedense fumetti rüzgârıdır gidiyor, arada bir-iki comics çıkıyor, yenilerde Strip dergisi, Ümit Kaptan, Komiser Nevzat gibi yerli çizgi romanlar çıkıyor. Ama bunlar güçlü bir gelenek oluşturamıyor, yaşatamıyor, sizce Türkiye’de çizgi romanın gelişmesi için ne yapılması gerekiyor?
Bir reçetem yok. Ama gördüğüm şu: Türkiye’de çizgi roman konuşulmuyor. Bir itibar sorunu var. Tersten bakalım: İnternetteki çizgi roman mecralarını izlerseniz Komiser Nevzat’ın konuşulmadığını görürsünüz. Oysa geçen yıl Ekim ayında çıkmasına rağmen yılın en çok satan çizgi romanı oldu. Çünkü kitap dünyasında itibarlı bir yazarın, Ahmet Ümit’in imzası vardı. Oysa aynı mecralarda uğruna kavgalar edilen, “klasik” sayılan çizgi romanlar ise bütün hararetlerine rağmen satmıyorlar. Sayısız kez yazdım: Nostalji tükenmenin-yok olmanın göstergesidir. Sokağı ve zamanı yakalamak zorunda çizgi roman.

Eskiden Özcan Eralp, Sezgin Burak, Suat Yalaz gibi çizerlerimiz yurt dışında çizgi roman yaparlardı, şimdilerde mk perker, Yıldıray Çınar, Nadir Balan v.b. çizerlerimiz yurt dışına çalışıyor. Özellikle de Amerika’ya,   Türk çizerlerin yurt dışına çizmesini de bir beyin göçü olarak değerlendirebilir miyiz? Bu Türk çizgi romanına bir şey katar mı?
Beyin/bilek göçü olarak değerlendirilemez, ayrıca ortada göç olarak nitelenebilecek bir çokluk yok, sayılı örnekler bunlar. Çizer olmak isteyen, dil bilen, yeteneği olan her insan endüstrinin olduğu yere doğru gider. Ellili yıllardan beri çizerlerimiz yurt dışına çıkarlar. Ne yaptıklarına, nasıl çalıştıklarına dikkat etmek gerekiyor. Büyükçe çoğunluğu ucuz işçilik yaptı bu insanların, küçük yayınevlerinde düşük teliflerle işleri yayınlandı. Erotik-pornografik çizgi romanlar yaptılar. Geçim sıkıntısıyla yapılan işlerin Türkiye’de çizgi romana bir şey katabileceğini söylemek saçmadır.  Sırf yurt dışında çizmiş oldukları için onlara önem atfetmek ise yanlış olur. Tek tek isimlerden söz etmiyorum, bir genelleme yapıyorum.

Hâlâ Karaoğlan, Hızırbey, Yüzbaşı Volkan, Delibalta gibi eski artık klasikleşmiş Türk çizgi romanları yeniden basılıyor, eski çizgi romanları hâlâ raflarda görmek Türk çizgi romanına  bir şey katar mı
Katmak derken bir değer biçerek sorduğunuzu düşündüm, yanlış da anlamış olabilirim. Bu soruyu bir üretici ya da bir yayıncı cevaplandırsa daha iyi olur. Benim alana ilişkin mesafem geleceği şekillendirecek yorumlarda bulunmakla ilgili değil.  En azından asıl amacım bu değil. Sorunuzda ismen geçen vakt-i zamanında yayınlanmış ve her biri kendi ölçülerinde ilgi görmüş yerli çizgi romanların tamamını okudum, biri hakkında kitap yazdım. Onları değerlendirirken birçok ölçüte bakarım ama temel olarak onları yayınlandıkları ve ilgi gördükleri tarihsel ve sosyo-ekonomik koşullar içinde yorumlamayı tercih ederim. Koleksiyoncu-çizgi roman satıcısı (sahaf) ekseniyle ilgili konuşmaktansa bu eksene yönelik yayın kılavuzları hazırlamak, Serüven’de yaptığımız gibi listeler çıkartmak daha uygun bence.

[Söyleşiyi 2006 yılında Hayal Saati için Ahmet Yüksel'le yapmışız. O yıllarda çıkardığım Serüven'le ilgili sorular. Görsel de 2006 Kış sayısının kapağı. Ozan Küçükusta çizmişti.]

Pazartesi, Mart 20, 2017

Berni'ye Veda


Büyük bir sanatçıydı, el emeği, göz nuru derler ya, öyle bir işçiydi, öyle bir karıncaydı, öyle büyük bir sabırdı. Ne üretse olağanüstüydü.

Cuma, Mart 17, 2017

1951, sayfa 63


Yeni grafik roman çalışmamız 1951'in 63.sayfası. Ben yazıyorum, Sefa (Sofuoğlu) çiziyor.

Perşembe, Mart 16, 2017

Serüven Külliyatı Militarizmi Seviyor mu?


Militarizm denildiğinde akla gelen birkaç tanım var. Biri, savaşı ve savaş hazırlığını normalleştiren görüş, eğilim ve kurumsal oluşumlar. Diğerleri daha kapsayıcı –ama zihin açıcı- nitelemeler; sorunların ancak şiddet yoluyla (savaşarak) çözülebileceğine dair inanç, hiyerarşinin yüceltilmesi ya da kadınlar karşısında erkeğin üstünlüğünü-şiddetini meşru saymak vs. Serüven külliyatının militarizmle ilişkisine bakmak için türün nasıl tanımlandığını da hatırlamak gerekiyor. Serüven külliyatını genelleyen ifadeler vardır, şoven ve erkek, anlatıları olduklarını söylenir örneğin. Militarizm de milliyetçilik, erkek kahramanlığı, askerlik, vatan müdafaası için ölmekle (sonsuz itaatle) ilgilidir. Serüven külliyatında erkek kahramanın türlü zorluklarla savaşarak elde ettiği yengi tüm anlatıların temelinde yer alır. Aksiyon-savaş ve mücadele olmadan serüven olmaz. Kahraman, yurt müdafaası için bekleyen bir asker gibi her zaman yeni bir mücadeleye hazırdır. Kötü adam-düşman ölmeden, mağdurlar-kadınlar kurtarılmadan serüven-savaş bitmez. Özellikle hikâye finallerindeki iyi ile kötü (erkekler) arasındaki teke tek kavga yüceltilir, kavgasız-cezasız mutlu son yoktur. Her serüven, kahramanın düzenli dünyasına (bekçiliğine) bir tehditle başlar, her defasında yeni bir savaş başlar.

Marksist temelli edebiyat eleştirisi, serüven külliyatını -daha genel olarak popüler edebiyatı- defalarca incelemiş, türle ilgili doğru ve belirleyici yorumlarda bulunmuştur. Buna göre serüven külliyatının çoğunluğu erkekler için üretilen, şoven nitelikleri olan, zaman ve kültürlerarası değişkenlere bağlı olarak farklı düzeylerde ırkçı anlatılardan oluşur.  Yapısal olarak sağcı nitelikleri daima ön plandadır. Kapitalist piyasanın işleyişi nedeniyle ürünlerin çok satması gerekmekte, her şey buna göre düzenlenmektedir. Mesajlar basitleştirilmekte, karakterler klişeleştirilmekte, sanat niteliği geriye itilmekte, ortak özellikleri olan bir okur kitlesi hedeflenmektedir. Popülerleşmeleri her şeyi tanzim etme gereği duyan siyasi iktidarların da ilgisini çekmiştir. İlgi derken, bunun gizlenen bir ilgi olduğunu, geniş anlamıyla popüler edebiyatın, siyasi ya da kültürel iktidar nezdinde –resmi olarak- sevilmediğini belirtelim. Hemen her zaman inşa edilmeye çalışılan kültür kavramı dışında tutulmuşlardır. Ulusal dil, mit ve karakteristiklerin yaygınlaştırılmasında kullanılmaları dahi dışlayıcı-küçümseyici yargıdan kurtaramamıştır onları. Popüler edebiyat yazarlarından kimileri “sanat” dünyasına taltif edilseler de popülerlik hiçbir zaman saygın bulunmamıştır.

Bu dışlamanın asıl can alıcı tarafı, popüler edebiyat üreticileri üzerinde kendini gösterir.  Hemen herkes yazdıklarına değer verilmediğinin farkındadır; çoğu üretici, yazıp çizdiklerini geçim sıkıntısıyla yapılan iş olarak anmakta, sanat ve entelektüelizmi kendileri dışında birilerine bırakmaktadır. Popüler edebiyat, özellikle serüven külliyatı (küçümsenmesi hasebiyle) “kendinden utanan türleri” içermektedir. Yine bu nedenle çoğu üretici, bu utancı, mevcut ideolojinin hararetli bir savunucusu olarak kapatmaya çalışır. Hemen her üretici, vatanseverlik vurgusu yapmakta, gençlere örnek olacak, neredeyse pedagojik (tarihi sevdirmek, ülkenin önemli sorunlarını popüler bir dille anlatmak, gerçekleri göstermek, tüm bunları yaparken de toplum değerlerini belirginleştirmek gibi) nitelikleri olan hikâyeler anlattıklarını iddia etmektedirler. Oysa sonuçta anlattıkları tipik bir aksiyon hikâyesidir, kahramanın başardıkları (düşmanlarına ve kadınlara karşı üstünlüğü) çok daha önemlidir. Bir başka ifadeyle aksiyon ve erotizm, militer, ırkçı ya da milliyetçi vurgulardan çok daha baskındır.

Serüven külliyatı ile militarizm ilişkisine dair genel bir kanıdan söz etmek gerekiyor: “Serüven külliyatı, içeriği ve anlatım biçimi nedeniyle militarist görüş ve eğilimlerden beslenmektedir veya serüven külliyatı, militarizmin toplumda yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır” denir. Son kertede söylenenler doğrudur, ancak, yukarıda değindiğim, aksiyon ve erotizmin, militarizm ile kıyaslandığında daha baskın olmasının üzerinde durulması gerektiğini, böylesi yargılarda bunun çok da hatıra gelmediğini düşünüyorum.

Serüven külliyatında kahramanların sosyal hayata uyum sağlayamaması, emir altına girememesi, otoriteyle didişmesi, bürokrasiyi ve politikacıları sevmemesi mutlaka vurgulanır. “Tek başına ordu” olmaları, disiplinle-hiyerarşiyle uzlaşamamaları kahramanlığın ön şartlarındandır. Bir kadına âşık olabilir (kadın muhtemelen ölecektir), bir orduya ya da lidere bağlanabilecektir (mutlaka anlaşmazlığa düşecektir) ama hepsi geçici birlikteliklerdir. Popüler anlatılar oldukları için düşmanlar değişebilmekte, milliyetçi ve militarist vurgular azalıp çoğalabilmektedir. Kötülerin hangi ırktan ya da siyasi görüşten olduğu, aktüelle ilişkilidir; bu, hikâyeyi gündelik olana yaklaştırırken gerçeklik vehmini güçlendirir, anlatıya farklı bir derinlik katar. Kahramanlar böylelikle yurt ve dünya politikası hakkında konuşarak çoğunlukla milliyetçi cevaplar verirler. Çünkü saldırgan olan kötüler bu konularla ilgili klişe iddialarda bulunmaktadırlar. Serüven külliyatıyla ilgili siyasi eleştirilere genellikle bu diyaloglar temel oluşturur. İlginçtir,  şiddet dolu ve müstehcen bulunduklarında üreticileri aynı diyalogları kendilerini savunmak (ne kadar vatansever ve pedagojik olduklarını göstermek) ve ciddiye alınmak için hatırlatırlar. Bu serüvenler sayıca azdır, zira kahramanların bu denli ciddi konuşma yapmaları beklenmez, onlar olayları genellikle eylemleriyle sonuçlandırırlar. Ciddi konuşmalar yaşlılar, uzmanlar, bilim adamları ya da politikacılara bırakılmıştır. Kahramanlar bir çocuk sabırsızlığıyla konuşmanın bitmesini bekler ya da “anlayabileceğimiz biçimde basitleştirir misiniz?” derler.

Kahramanlığın önemli bir karakteristiği daha var ki serüven külliyatının militarizm ile olan mesafesini ortaya çıkarıyor: Bireycilikleri. Senaryolar her türlü hiyerarşiyi ve grupları çözerek bireylerine ayrıştırmakta, teke tek kalma imkânı üretecek biçimde gelişmektedir. Kahramanlar eğer askerse, üstleriyle araları kötüdür, istifanın eşiğindedirler; değillerse, asker olmaya genellikle yanaşmazlar; hiyerarşi ve disiplin ile ilgili sorunları vardır. Serüven külliyatı, sivil ve askeri bürokrasiye bütünüyle muhaliftir. Bürokrasinin her türlü biçimi kötüleri üretmektedir; başta rüşvet, şantaj, tehdit, adam kayırmak türü çıkar ilişkileri bütün sistemi ele geçirmektedir. Bu noktadan bakıldığında ordu hiyerarşisinin ve disiplinin reddine yönelik en popüler metinler serüven edebiyatından çıkmaktadır bile denebilir. Üstelik bu mesaj, o denli sık tekrarlanmaktadır ki yaygınlaştırıcı bir etkisi olduğu iddia edilebilir. Madem, kahramanların ne söyleyip nasıl yaptığı siyaseten dikkate alınıyor ve serüven edebiyatı anlamlandırılırken önemli bir kıstas olarak kullanılıyor; otorite, hiyerarşi ve disiplin karşıtı tutumların da o ölçüde hatırlanması gerekiyor sanki… Aynı metinlerden militarist olduğu kadar anti-militarist yönler de çıkartılabileceğini düşünüyorum. Serüven külliyatı eleştirileri genellikle “edebiyat” kıstaslarıyla kuruluyor, toplumdaki tüketilme/kullanılma biçimlerinin farklılığı göz ardı ediliyor. Ayrıca kafa karıştırıcı bulunuyor olmalı ki popüler kültür ürünlerinin çelişkili içerikleri olduğu -bir tarafından tutmayı tercih ederek- kolayca göz ardı ediliyor. 

[2006 yılında yazmışım.]

Salı, Mart 14, 2017

Şimdiki kadar çok yazmadı...


Kuş Eppeği, ad, vaat, içerik ve boyut olarak aynı izlekte ilerliyor. Hem bir yazar hem de bir editör gözüyle yanıt vermenizi istesem: Form ne kadar önemli sizin için?
Biçimle oynayan kitapları seviyorum ama yayıncılık açısından risk olduğunu da biliyorum. Bu kitaba özgü bir deneme yapmak istedim, mesele o.

Kuş Eppeği’nde kimler var? Bir seçki, herhangi bir seçki, içeri aldıkları kadar, dışarıda bıraktıklarıyla da cümlesini kurar. Bu bakımdan, nasıl bir “kültür dünyası” sunuyor Kuş Eppeği?
Buna başkaları karar vermeli, “kültür dünyası” da tartışmalı bir alan. Niye o var da bu yok tartışması bence zaman kaybı olur. Şöyle diyeyim, ömrüm ve iştahım oldukça yazacağım bir anlatım tarzı bu, daha çok insan yazacağım.

Kadınların, gayrimüslimlerin temsili, mesela, bir kıstas mıydı sizin için?
Geniş bir alana baktığımı düşünüyorum, insan neyi seviyorsa, neyle ilgilendiyse, neye hakimse oralarda geziniyor. İlla kıstas istiyorsanız gençlere ve yakın döneme özellikle pek bakmadım.  Sanıldığı kadar çok kadın şair ve yazarımız yok ayrıca. Azınlıklar hakeza öyle… Ama Orhan Gencebay diliyle söylersem “ne söylesem bir eksik”

Kuş Eppeği’nde, Mizah Mahallesi ve Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’nde daha önce okurla buluşmuş isimleri de içeriyor. Mesela Mizah Mahallesi’nden Salih Memecan bu seçkide var da Oğuz Aral yok, takvimdeki portrelerden hemen herkes var da Hüseyin Rahmi yok. Bu sınırları nasıl belirlediniz?
Bir reçetem var diyemem, Resimli Türkçe Edebiyat Takviminde günün tarihi olayına atıfta bulunarak arka sayfada iktibaslar yapardık. Bu sene bu iktibas işini yapmadım, olabildiğince özgün metin yazmaya çalıştım. Portreleri de o sebeple daha çok yazdım, her hafta bir tane olsun demiştim ama galiba daha fazla oldu. Kuş Eppeği’nde kullanmadığım elliye yakın portre var elimde. Kimisini sevmedim, kimisi daha bitmemiş gibi geldi… Erteledim diyelim… Birlikte çalıştığım insanlarla da konuştum, kimisi bu kitapta sadece edebiyatçılar olsun istedi, sinemacılar, müzisyenler, mizahçılar ayrı tutulsa diyenler oldu. Dinlemedim hiçbirini. Hissiyatım böyleydi.

Portre yazarları ekseri şahsen tanıdıkları isimleri yazmışlar; Yahya Kemal’den Refik Halid’e, Yusuf Ziya’ya pek çok isim bu yolu seçmiş. Beri yandan, Cemal Süreya “toplumda o sıra öne çıkan” isimleri yazarak toplumun yazıda izdüşümüne ulaşmayı hedefliyordu. Levent Yılmaz da sonradan Paralel Hayatlar adıyla kitaplaştıracağı portrelerin çıkış noktası olarak, bir söyleşisinde, “Tek derdim, aslında, eleştiri idi” diyor. Levent Cantek’in bu toplamı hazırlarken hedeflediği neydi?
Her edebi metinde dil oyunu, eleştiri, malumat, hoşbeş, alkış ve yuhalama vardır. Saydığınız isimleri azımsamak gibi bir niyetim yok, tarz olarak aynı şekilde yazdığımızı düşünmüyorum. Biyografik nitelikler, açıklamalar, mukayeseler yapan, uzun uzadıya anlatan birileriyle kıyaslanmam, bana değil asıl onlara haksızlık. Geçen birisi yüz yıl önce yazılmış bir portre kitabıyla beni kıyaslamış, bana mantıklı gelmiyor bu. Yorum yapmak, eleştirmek öğrenilen bir süreçtir ve tek biçimli değildir. Çocukken ilk eleştirdiğim yazar Kemalettin Tuğcu’ydu, bana gözyaşı da döktürmüş ilk yazardı ama. Kanarak okumak ve oradan sıyırılmak öğreticidir. Üniversitedeyken siyasi düşünceler dersini seçmeli olarak alan mühendislik bölümü öğrencilerini izlemiştim. Bir şeyi tartışırken neredeyse hepsi çok net ve keskindiler, abartıları doğru değildi ama ben öğrendiğim için söyledikleri bana zihin açıcı gelmişti. Onlar kadar kılıç kuşanmamam gerektiğini fark ettim. Derler ki o kötü romanı niye okuyorsun, o filme niye vakit harcıyorsun? Neyin yanlış yapıldığını anlamak çok öğreticidir, niye böyle bakılmıyor, bilemiyorum. Şairlerin yazdığı anlatılara özellikle dikkat kesilirim. Bağlamları farklıdır. Şairden coşku ve ters köşe okursunuz. Onlar genellikle başka tarafa bakarlar. Benim yazdıklarım illa bir şeye benzetilecekse şiir kitaplarının içindeki metinlere benziyor. Kıstas ve amaç derken hep aynı soruyu yineliyorsunuz, inanın, bu soruların tek bir cevabı yok, doğru cevabı ise hiç yok. İnsan yazmazsa ölecek gibi hisseder veya bir şeye kızarak, bazen coşkuyla yazar. Hatta bazen nedensiz yazar, nedeni sonradan üretir.

Yakup Kadri’den Çetin Altan’a, Haldun Taner’den Oktay Akbal’a, Beşir Ayvazoğlu’na, Enis Batur’a pek çok isim bu türde çok önemli eserler vermişken, portre edebiyatımızda ve okur nezdinde hakkı teslim edilen bir tür mü sizce? Bunu neye bağlamak lazım?
Ben bu hakkını teslim etme işlerine pek inanmam. Bakın siz, böyle bir soru sorarak bu teslimi yapıyorsunuz işte. Portre yazanların veya türle ilgili kitapların az ilgi görmesinin bence bir önemi yok. Hayatta yaptığınız en iyi şey yazmaksa, sizi en mutlu eden şey yazmaksa… Yazacaksınız. Edebiyat öğretmenleri, yarışma jürileri, sanatseverler, kurumlar getirecek gerisini… Portre edebiyatı adına, onları temsilen konuşmayı ben yapamam. Zaten konuşma yapmak sevimsiz bir şey… Affedin beni…

Doğan Hızlan, 99 Yüz için yazdığı Önsöz’de “Her insanın biyografisi tek bir cümleye indirgenebilir” diyor. Bir yaşam bir portreye indirgenebilir mi sizce?
Bunun cevabı yok, edebiyat söz konusu olduğu için yok. Bir cümle, size bir yazarı anlatıyor gibi gelebilir, bir başkasına hiç ilgisi yok gibi gelebilir. Az cümleyle anlattığım için bana da söylenecek bunlar. İtiraz eden ve beğenmeyen de çıkacak, çok beğenen de. Bir hayatı, bir cümleyle değil üç cümleyle bile anlatmak risktir… Alkışa ya da yuhalanmaya hazır olacaksınız.

Bağlantılı olarak soralım: Kitapta iki portresi olan tek isim Aziz Nesin. İlk portrede Nesin’in birey olarak yazar, ikinci portrede ise toplumsal bir figür olarak yazar portresi öne çıkıyor. Neden önemliydi bu toplamda iki Aziz Nesin’in yer alması?
Aziz Nesin’i seviyorum da ondan, ileride bir gün biyografi yazarsam, onu yazacağım. Çalışkanlığını, huysuzluğunu, adanmışlığını seviyorum. Bunu sorsunlar diye iki kere yazdım…

Peki, yapılan her tanım aslında bu isimleri bir kimliğe, bir sıfata hapsetmiyor mu? Sözgelimi, “soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı” Sevim Burak’ı, “melankoli tutsağı” Tezer Özlü’yü, “günahkâr kullarından edebiyatın” Murathan Mungan’ı, “mürteci öfkesi” Falih Rıfkı Atay’ı doyurucu bir şekilde tarif ediyor mu sizce?
Bu söyleşiye bir başlık atacaksınız, peki o başlık, konuştuklarımızı hapsetmeyecek mi? Lütfen yanlış anlamayın, şaka yapıyorum. Hapsetmek demeyelim. Bunlar birer yorum, metaforlar içeriyor, epeycesi muğlak hatta. Ben bir şey yazıyorum, çoğu şey, bilenleri için bir gönderme. O yazarın geçmişinde bir yeri olduğunu bilmiyorsanız, size iyi ya da kötü akışkanlığı olan bir cümle gelebilir, geçer gidersiniz. Dünyanın sonu değil, portre dendiğinde ansiklopediler akla geliyor. Ben kolay eleştirilebilecek metinler yazdığımı düşünüyorum. Bunu sevmiş, bunu abartmış, bunu yazarken eğlenmiş diyecekler.

Hilmi Yavuz, Belleğin Kuytularından’da “Acaba Yakup Kadri kadar müstehzi, Yusuf Ziya kadar acımasız, Yahya Kemal kadar doğrucu olabilir miyim? Belki bütün bunlar, ancak, portreleri yazılacak kişilerin adlarını vermeden yapılabilir” diyor. Sizin üslup açısından tutturmayı hedeflediğiniz bir ton var mıydı?
İnsan olarak iyimser biri olduğumu düşünüyorum. Kin tutmuyorum, kolay unuturum, işime gücüme bakarım. Hayallerim var, onlar için çalışıyorum. Yazarlığımın, yazarak geçinmemin de bir lütuf ve şans olduğuna inanıyorum. İyi bir okurum, iyi bir film izleyicisiyim. Bunları niye anlattım? Ton dediğimiz, üslup dediğimiz şeyler buralardan çıkar, eğitimden, aileden, çevreden, sınıftan, yazma deneyiminden, zamandan ve yoğunlaşmadan çıkar… Hilmi Yavuz’la başlayayım, verdiği her örneğe itiraz ediyorum, ben asla öyle demem. Yakup Kadri, müstehzi filan değildir veya Yahya Kemal doğrucu. Yusuf Ziya, acımasız değil, olsa olsa acınasıdır. Sorunuza geleceğim, bağlamı şöyle kurayım. Bir yazar vardı, öğrencileri okuduğu için sevişme sahnesi yazamadığını, karakterlerini küfrettiremediğini söylüyordu bana. Saçma olduğu için buna gülünebilir ama bir yandan da sükûnetle bu ihtimamı anlayabiliriz. Öte yandan aynı yazar, üniversitedeki öğrencilerine kitabını zorunlu olarak satın aldırıyorsa gülmekten fazlasını yapmalıyız. Şimdi bu örnek, edebiyatın bir parçası mı? Yakına, bugüne geldikçe yazar büyüsü dağılıyor, tanıyorsun, görüyorsun. Yazar da bunu dağıtıyor, Türkiye, tarihin hiçbir anında şimdiki kadar çok yazmadı. Sadece yazarlar değil herkes çok yazıyor, çok şey söylüyor, çok konuşuyor. Dedikodu, magazin, tanışıklık, aktüelite çok karışıyor, böyle olunca biri hakkında yazmak zorlaşıyor. Oğuz Aral’ın bir uyarısı varmış, kendi uyabilmiş mi bilmiyorum, bence anlamlı bir çerçevesi var. Diyor ki “kimsenin çayını içemeyeceksin”, eleştireceğin insanlarla aynı masaya oturmayacaksın, yok oturursan eleştiremezsin. Uzun yaşarsam, ileride anılarımı, isim isim, hiç saklamadan yazacağım. Ama yakından tanıdığım yazarları, hele bugünün yazarlarını Kuş Eppeği tadında anlatmayı hiç düşünmedim.

Bir kişinin portresi, kuşkusuz, övgü, hiciv, parodi gibi pek çok işleve hizmet edecek şekilde yazılabilir. Yusuf Ziya, Kerime Nadir, Levent Kırca, Kuntay, Kozanoğlu gibi bazı portrelerde sivri eleştiri, yadırgayan ve yargılayan bir tavır varken, “dalından düşecek kadar büyük bir rüya elması” dediğiniz Nazlı Eray için, mesela, yoğun bir sevgi hissediliyor. Portre, hep bir başkasının, hep yazarın mıdır?
Siz de bir yorum yapıyorsunuz, insanların neyi yadırgayacağını bilmek her zaman tahmin edilebilir değil. Nazlı Eray için “hafif deli” dedim, ya sizin gibi düşünmüyorsa… Nasıl okuduğunuz önemli, tabii ki ne demek istediğinizi anladım. Sanıyorum Kuntay’ın her yazdığını, sadece kitaplarını değil gün be gün her gazete yazısını günlerce aylarca okumuşumdur. Kozanoğlu’nun her kitabını ta çocukluğumdan biliyorum, kendimi bir Yusuf Ziya uzmanı sayabilirim. Sizin sivri dediğiniz eleştiriyi ben yakınlaşmaktan gelen hararet olarak görüyorum. Yoksa o sivriliği sahiden yöneltebileceğim başkaları vardı, onlara henüz girmedim diyelim. Genel olarak iyimser metinler yazdığımı düşünüyorum, en çok o yönden eleştirilebilirler hatta… Biraz “şair helecanı” var içerde… Eşe dosta Selçuk Baran’la iki saat konuşabilseydim keşke diyorum mesela… Enis Batur’la hiç tanışmıyoruz, bir kere telefonda konuştuk, size hikâye yazdırmak istiyorum dedim, şaşırarak kahkaha attı. Yazdığım portreler biraz o kahkaha tadında olsun isterim. Uçucu ve hayat dolu…

Adalet Ağaoğlu, Halide Edib gibi yapan- eden portrelerin yanında, “Türkçenin en çok âşık olunan kadını” Tomris Uyar ve bir ölçüye dek “Resimsi. Sinemasal” Füruzan fazlasıyla edilgen, maruz kalan portreler olarak ortaya çıkıyor. Bu eleştiriye ne dersiniz?
Öyle yazmadığımı iyi biliyorum. Kim söylüyor bunu? Üstelik, kadınların daha iyi yazdıklarına inanıyorum, her türlü azınlık ve her türlü azınlığın azınlığı, bence yazmak hususunda iki adım önde… Romantize etmiyorum, işim gereği çok okuyorum, gördüğümü söylüyorum.

Nahid Sırrı Örik için “Sözcükleri mi eskiydi yoksa erkek Bâbıali, eşcinsel Nahid Sırrı’yı yazardan mı saymıyordu” diye soruyorsunuz. Ya bugün? Bugün edebiyatımızda bir tür müesses nizamdan söz edilebilir mi sizce? Bugün edebiyatımız “erkek” mi?
Evet, ekseriyetle erkek ve çok bağırıyor, çok iddialı. Bağırınca haklı olduğunuz düşünülür, iddia ederken çok net olursunuz, hayran toplarsınız. Günümüz edebiyatı nerede duruyor sorusunun cevabı daha derin tabii…Onu söylemiyorum, bir yoğunlaşmadan söz ediyorum. Zamanın ruhu da öyle. Herkes çok haşin ve sert… Hiç kolay değil artık hasbihal etmek.

Reşat Nuri neden romancılığımızın “hem sonu hem doğuşu”dur?
Reşat Nuri, romanı topluma sevdirerek, okutarak bir yerden bir yere getiren çok ama çok önemli bir yazar, ondan sonra kimse öyle şeyler anlatmadı. Belki artık gerek yoktu, belki bir daralma oldu. Paradigma değişti. Hem ortaya çıkışı hem de yokluğu böyle anlatılabilir.

Oğuz Atay için “Türkiye’nin ruhu” diyorsunuz. Neden?
Lütfen yanlış anlamayın, yazdıklarımla ilgili derkenar türünden bir açıklama yapmayı kendi adıma doğru bulmuyorum. Bir tane yaptım, siz de beni kırmayın. Üstelik,  bence Oğuz Atay okuyan herkesin bilebileceği bir şey bu. Muamması pek yok demek istiyorum.

Önsöz’de “… yazarlar enikonu yalancıdır… E ben öyleyim. Üstüne üstlük yazarlar bir de hırsızdır” diyorsunuz. Bu, okur bir yana, yazar Levent Cantek’ten, editör Levent Cantek’e bir hatırlatma olarak da okunabilir mi? Ya da bu bilgi, editör olarak çalışmalarınıza ne kadar içkin?
Yok canım öyle bir şey yapmıyorum. Kuramsal tartışmalara dair mizahi bir gönderme aslında bu. Vaaz verir gibi kestirimde bulunuyorum, şöyledir böyledir filan. Ama madem yeri geldi, yalancı deyince aklıma geleni anlatayım. Otuz yıl önce anneanneme yüksek sesle roman okuyordum, dramatik bir sahnede, rahmetli başladı ağlamaya. O ağlayınca üzülmesin diye “yalan bu ananee” dedim, “roman işte ağlama”. “Yalan olur mu, yalan yazar mı koca yazar” dedi. Roman dediğin yalan dünya, şiir dediğin yalancı cennet… Yuvarlanıp gidiyoruz. Sanat olmasa nasıl katlanırdık bu hayata bilmiyorum.

[Söyleşiyi K24 için M.Şevki Çoban'la yapmıştık.]


Pazartesi, Mart 13, 2017

Cumartesi, Mart 11, 2017

Suat Gönülay’ın İlk Serüveni


Hortlak'ın son sayısına Suat Gönülay'ın ilk çizgi roman çalışmalarını, Limon'daki ilk üretimlerini yazdım.

Cuma, Mart 10, 2017

Bozkırda Bir Gece Yarısı


Bozkırda kış kıyamet, gece yarısı Ankara yolu, gece yarısı köy yolu… Uygunsuz bir zamanda edebiyat sofrasından kaldırılan genç bir hekimin çilesi… Tavada pişen sucuk dilimleri…

Ercan Kesal, bozkırdan gelip bozkıra dönen bir hikâye anlatıyor, neşeli, koşturan bir şiir dizesi.

Behnan Shabbir, düzlüğü, tuhaflığı, manzarayı resmediyor, dünyayı hafifleten renkleriyle.

Yazarından Dinle-Ankara Üçlemesi

Perşembe, Mart 09, 2017

İki Soru-İki Cevap


(...) -“Her şey olacağına varır (mı?) yazınızda “Tefrika geleneği bitmiş dergiler tıkanmış, alan marjinalleşmiş durumda. Çizgi romancılar alışık olmadıkları kitap dünyasının koşullarına uyum sağlamak zorundalar...” diyerek genç çizerlere bir çağrı yapıyorsunuz. Dergide okumayanlar ve dergiye ulaşamayanlar için burada bu çağrıyı biraz daha açarak yenilemenizi istesek çizerlere yaptığınız çağrıyı tekrarlayabilir misiniz?

O yazıda bir karşılaştırma yaptım, edebiyatçılarla, özellikle romancılar ile çizerleri, roman ile çizgi roman üretimini kıyasladım. Sık karşılaşıyorum, çizerler daha en başta “kaç para alacağım” diye soruyorlar. Ben bunu normal bulmuyorum, parayı beğenmezse çizmeyecekler. Yaşadığımız dünya öyle bir hal aldı ki herkes bunu normal buluyor. Yani bir üreticiyi üretmeye teşvik eden sadece paraysa, parayı beğenmeyip çizmediklerine göre bir yanlışlık var demektir. Hangi romancı alacağı telifi düşünerek roman yazıyor, onları üretmeye teşvik eden kesinlikle para değil, hele Türkiye’de. Her nedense bunu çizmezsem ölürüm diyen adamlarla çok az karşılaştım. Hep sipariş düşünüldüğü için bana bir tarihi roman yap, bana bir aşk romanı yap dendiği için çizerler kişiliğini, kendi dünyasını taşıyacak işler yapması gerektiğini düşünmüyor, düşünmemiş. Sonra tutup çizgi roman sanattır diyorlar.. Yazdıklarım bir çağrı ya da genç çizerlere yönelik bir şey değil, çok genel bir eğilimi vurgulamak aslında… Çizgi romanla ilgili yeni bir çıkış yolu üretilebilecekse eğer… Bu romancıların yaptığı gibi uzun soluklu, maddi çıkar beklentisiyle üretilmeyen çalışmalarla gerçekleşebilir.

 -Emrah Özen ile birlikte yazdığınız “Başkomser Nevzat’ın Suç öyküleri” makalesinde “Şöyle söylenebilir çok satan kitaplar arasına çizgi romanlar giremiyor. Çizgi romanlar gazete bayilerinde ucuz fiyata satılan, sanat niteliği düşük yayınlar olarak görülüyor ve “kitap dünyasına”,”sanat algılamasına” kolaylıkla dahil olamıyor”   diye bir saptama yapıyorsunuz. Çizgi romanın okunmama sebepleri arasında vitrinlerinde ön plana çıkamadığı ve zaten pek çoğuna da uğramadığı gazete bayilerine dağıtılması ve bu sonuçla ucuz olması gösteriliyor. Ben çocukluğumdan, gençliğimden hatırlıyorum da harçlıklarımla hem o haftayı iyi geçirir hem de Tommiks, Teksas ve benzeri yayınları şimdiki yayın formatından daha sık yayınlanmasına rağmen kaçırmadan takip ederdim. Hatta benim gibi çizgi roman sever bir iki arkadaşla da değişerek bütün yayınları okurdum. Şimdi eskisi kadar geniş bir yayın yelpazesinin olmamasının yanı sıra düzgün bir dağıtım da yok. Okur ne gazete bayiinde ne de kitapçıda aradığı çizgi romanları bulamıyor. Daha çok şimdilerde çizgi roman satışı yapan özel kitapçılar var. Size göre bu piyasa koşullarında çizgi roman dağıtımını yeniden yapılandırmaya kalktığımızda okura çizgi roman nasıl ve ne şekilde daha kolay ulaşır?

Bir parça iç dökme gibi olmuş. Reçetem olmadığını hep söylüyorum. Geçmişi geriye getirmek mümkün değil, “eskiden ne güzeldi” nakaratını bırakın başkaları yapsın diyebilirim. Örneğin gazeteciler yapsın, sürekli çizgi roman okumayanlar yapsın! Üstelik bu nakarata hararetle kucaklayanlar, özellikle fanlar bilsinler ki çizgi romana kötülük ediyorlar. O kadar eski ki, o denli tükenmiş ki konuşulacak bir tek çocukluğumuzda yaşadıklarımız kaldı, öyle mi? İlgisi yok, böyle yapılırsa, bugün çizgi roman için çalışanlara ayıp edilir her şeyden önce. Bugünün şartlarına ve süregelen eksikliğin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Tekrar ettiğim mesele ise şu: Çizgi roman gündemde değil, çizgi roman nostaljiyi çağırıyor, bugünü anlatmıyor. Tommiks Teksas demişsiniz onlar eskiden sinemayı, daha çok da western türünü çağrıştırıyordu, sinemadan ucuzdu, daha kolay ulaşılabilirdi. Bugün nostalji dışında ne anlamı olabilirler ki… Başkomser Nevzat çok sattı, neden? Ortalama çizgi roman okurunun dışında ilgi gördü, o yüzden… İlgi çekecek, bugünü yakalayacak öyküler anlatmalısınız ki işin maddi getirisi artsın… Sonra hiç merak etmeyin, dağıtım filan şaşıracak ölçüde hızla çözülür…

[Söyleşiyi, muhtemelen 2006 yılında Ahmet Yüksel ile yapmışız. Eski söyleşileri kaybetmiştim, Ahmet'ten istedim, sağolsun aktardı. Kısa bir bölümünü aldım, gerisi aktüel ve bugün için bence geride kalmış ayrıntılar içeriyor, Çizgi, Cem Dinlenmiş'in o yıllarda çıkan Serüven dergisinin 6.sayısına çizdiği kapaktan ayrıntı...]

Salı, Mart 07, 2017

Kırgınlığın Kuytusunda


Gidenler, kalanlar, usulca söylenen itiraflar, hiçbir mevsimin ısıtmadığı yalnızlıklar. Durup dururken suskunlaşan kadınlar, çocuklar, dedeler ve diğerleri. İçli bir yağmur yağıyordu şehre.

Kırgınlığın Kuytusunda, başka başka hayatların ürpertisinin, aşktan ve hoyratlıktan yükselen kalp seslerinin hikâyeleri.

Sedef Betil, kımıltıları, serinliği, küçük ve büyük kara bulutları anlatıyor. Hepimiz bir kozanın içinde yaşayabiliriz.

Pazartesi, Mart 06, 2017

Duman Otel



Garip ve uğultulu, karlı, yağmurlu, fırtınalı bir İstanbul... Hele gece olunca o karanlık sokaklardan gelip geçenler. Yolcular, âşıklar, yarım kalan arzular… Öyle tutkulu, öyle zifiri... Kaybolan müşteriler, konuşan bir fare, esrarengiz bir kadın... Melekler kımıldamadan uyurlar. Çık ortaya Galip Işık!

Duman Otel, uzun bir hesaplaşmanın, zindana dönüşen bir muammanın romanı...

Bülent Çallı, ustaca, nefes nefese, tekinsiz ve coşkulu bir dille anlatıyor. Önce karanlık vardı.

Cumartesi, Mart 04, 2017

Memleket Salçaymış, Levrekmiş...


Kendimi bildim bileli içkiyle ilgili siyasi bir tartışma sürer, kimine göre cami mahyası gibi "içki, bütün kötülüklerin anasıdır." Kimine göre ise hani neredeyse herkes içki içse Türkiye modernleşecek, ilerleyecektir. İki gram aklınız varsa, bu cenderenin saçmalığını anlarsınız.

Herkesin bildiğini tekrar edelim, memlekette, tek tek her şehirde içkili lokantalar, meyhaneler kapatılıyor, buna rağmen içki satışı her yıl artıyor, "zinhar yok" şehirlerde de, taşrada, şurda burda da artıyor üstelik. Hani kapatmıştık, nasıl oluyor da oluyor demiyoruz. İçki karşıtı hükumetin en büyük gelir kaynağı içkiden geliyor filan... Bunları da bir fasıl geçelim.

Dolaşımda bir video var, seyredince ayılıp bayılıyor, ağlıyormuş insanlar. Türkiye'den gitmek-kaçmak isteyen bir çift, gurbetten ziyarete gelen arkadaşlarından yardım istemeyi düşünüyorlar. Birlikte yemeğe çıkıyorlar filan. Orada açılacak, danışacak, akıl alacaklar. Öyle oluyor ki, işler başka türlü gelişiyor, gurbetçi arkadaş o kadar özlemiş ki Türkiye'yi, garsondan salça istiyor, gelen yemeğe bayılacak kadar seviniyor, rakı kadehini iştahla kaldırıyor, yan masadaki şarkıya katılıyor, boğaz manzarasına seyre dalıyor şu bu... Çift, hal bu olunca, Türkiye'den vazgeçemeyeceklerini anlıyorlar. Ünlü bir oyuncunun da sesini kullanmışlar, mırıl mırıl, tütünlü bir tonla seslendirmiş. Sezen Cumhur olmazdı tabii orada.

Benim anladığım şu, filmimize göre memleket salçaymış, rakıymış, şarkıymış, levrekmiş, İstanbul'muş, güzelmiş. Değil işte desem kaç yazacak kestiremiyorum, insan böylesi bir vasatlıkla, böylesi bir ergenlikle nasıl başedeceğini bilemiyor. Görünen o ki, birbirlerine kafir veya cahil diyen, içkinin bütün kötülüklerin veya bütün güzelliklerin anası, babası olduğuna inanan insanlarımız var. Hadi film bayık ve helecanlı, onu bir nebze anlarım da bu insanları ne yapacağız?

İnsanlar, içkiyi değil kendilerini önemsiyorlar. İçiyorum-içmiyorum, afferim size, afferim bize, tüh size, tüh bize. Sürekli bir poz hali. Adamlık edebiyatı da buralardan çıkıyordu değil mi?

Zevzeklik.

Cuma, Mart 03, 2017

Perşembe, Mart 02, 2017

Dünyaya nasıl katlanırız?


Bizim çizgi roman üretimimiz, hele son kırk yılı hesap edersek, yoğun olarak mizah dergilerinde gelişti. Bugün, komik çizgili ve underground eğilimli hâkim bir üslubumuz varsa eğer, bunun asıl nedeni yazar-çizer tercihlerinden çok yayım mecrasının belirleyiciliğidir. Öte yandan dergide üretim yapmanın temel bir sıkıntısı varsa o da az kareyle (panel) anlatma zorunluluğudur. Dolayısıyla ister istemez hızlı ve o kısalık içinde ilgi çekmeyi amaçlayan, son karede -sürpriz sonda- odaklanan, tek etkiyle ilerleyen hikayeciliğimiz var demek gerekiyor. Mizah dergilerindeki üretimler bu yaklaşımın bugün dahi çok dışında değiller, bu tarzın eskidiğinin okur da farkında; yeni hikayeciler konuşulurken, onların ayrıntıcılığından söz ediliyor en çok. Hikayeden çok bir diyalog veya tahkiye içinde “ilgisiz” duran bir şey mesele edilebiliyor. Eskiden, okurun ilgisini dağıtacağı düşünülerek kahraman dışında kimseye, çevrede olup bitenlere, yan karakterlere neredeyse hiç bakılmazdı. Asıl olan kahramanın yolculuğuydu, yan hikayelerin ve teferruatların gereği yoktu. Eh, zaman değişti, beklentiler değişti, doğal olarak sadece hikayeler değil, çizgi roman da değişti. Çizgi romanlar hâlâ süratli, bol aksiyonlu şeyler anlatıyorlar ama sinema, televizyon ya da bilgisayar oyunlarının süratiyle baş edemeyeceklerini de biliyorlar. Grafik romanların daha fazla konuşulmasının bir nedeni de bu. Çok açık biçimde daha derin, daha insani ve mutlaka yavaş hikayeler anlatıyorlar. Grafik romanla çizgi romanın farkını anlamadıklarını söyleyenler oluyor, her defasında yineliyorum, anlamak için hikayeye bakılması gerekiyor, asıl farklılık tahkiyenin kuruluşunda çünkü. Yavaşlar, yavaş olmak zorundalar, ancak yavaş kalarak, karakter anlatarak “hayatta kalabilirler.”

Yakınlarda Sıradan Zaferler (Le Combat Ordinaire) isimli, Manu Larcenet imzalı bir Frankofon grafik roman yayımlandı. Türkçede yakın dönemde yayımlanmış en önemli on grafik romandan biri olabilir. İyi bir grafik romanda hemen dikkat çeken ve olması gereken bütün niteliklere sahip. İlk olarak, bir karakter ve onun psikolojisini; ikincisi, karakterin dönüşüm ve olgunlaşmasını içeriyor. Başkarakterin yolculuğu, bir şeyler öğrendiği, kendisini ve etrafını sorguladığı bir süreci anlatıyor. Sıradan Zaferler, 2003 ile 2008 yılları arasında yayımlanmış dört albümün bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Fransa’da önemli bir ilgi gören seri, ilk albümüyle 2004’te, Angouléme’de ödül kazanmıştı; sonra başka ödüller de aldı, 2014’te sinemaya uyarlandı. Manu (Emmanuel) Larcenet, 1969 doğumlu, yirmili yaşlarının sonundan itibaren yayımlanan elliye yakın albümün üreticisi, oldukça deneyimli ve ustalık dönemi işlerini çıkartıyor epeydir. Müzikle ilgilendiği, ilk gençliğinde punk kültüründen etkilendiğini belirtiyor. Siyasetle ve siyasetçilerle ilişkisinde, hazcılığı ve öfkesinde punk müziğin izdüşümleri kolaylıkla görülebiliyor zaten. Müziğe yaptığı atıflar, hikayelerini tamamlar nitelikte, doğru seçimler. 


Yazının girişinde bizim çizgi romanımızdan bilerek söz ettim, Larcenet bizim çizgi geleneğimizden çok uzak bir üsluba sahip değil. Ne ki biz bu yoğunlukta albümler çıkartamıyoruz. Telif getirisinin olmayışına veya azlığına bağlamak üreticilerimize haksızlık olur. Kastettiğim şey hikaye yavaşlığı, hayata ve olup bitenlere karşı bir eleştirel konuşkanlık. Hiç yapılmıyor demiyorum, Umut Sarıkaya’nın Naber dergisinde yaptığı edebiyat uyarlamalarını örnek olarak hatırlatacağım. Sarıkaya, o uyarlamalarda, sadakatli bir yorum yapmıyor, kimi yerleri ayıklıyor ve öne çıkartıyor, komik biçimde yerlileştiriyor vesaire ama edebi özgül ağırlığı bozmuyor, gidişatı bilerek hızlandırmıyor örneğin. Bir başka deyişle Larcenet ile birlikte aynı edebiyat bahçesinde geziniyorlar. Hatta yaptıklarını abartmamak için gösterdikleri ironik kayıtsızlık ve mizahi itirazlar bile bana göre benzer bir havadan nefes alıp veriyor.

Sıradan Zaferler, Marco isimli bir fotoğrafçının hikayesi. Seri, Marco’nun terapistiyle yaptığı konuşmayla açılıyor; tedavi gördüğünü, çeşitli anksiyeteleri olduğunu, panik ataklar yaşadığını, sakinleştirici ilaçlar aldığını öğreniyoruz. Bir terapistle konuşmaktan veya ilaçlarla yaşamaktan gocunmuyor. Çevresindekilerle uzun uzadıya konuşması, iç dökmesi ve anlamaya çalışması karakterinin tipik özellikleri. Kardeşiyle, annesiyle, sonradan kaybettiği babasıyla, çocukluğundan beri tanıdığı babasının iş arkadaşı Pablo’yla, sevgilisi Emilia ile derinlere dalarak sohbet ediyor. O konuştukça endişelerini, güvensizliğini, sorumluluktan kaçma arzusunu tartıştığını fark ediyor, sıkıntılarının bazen üstünü örttüğünü, bazen aşmaya çalıştığını anlıyoruz. Hikayenin çokkatmanlılığı en çok bu konuşmalarda kendini gösteriyor. Marco, ebeveynleriyle sorunları olan, babası gibi tersane işçisi olmaktansa Paris’e sanatçı olmaya giden orta sınıftan iyi eğitimli biri. Toplu taşıma araçlarından, arabalardan korkuyor, paniklemesine neden olan gerilimleri var, öfke ve neşe patlamaları yaşıyor, geçiştiriyor, yüzleşmekten kaçıyor, içine kapanıyor... Fotoğrafçılık işini tutkuyla seviyor ama çektiği fotoğrafları yetersiz ve başarısız buluyor. İnsanlardan olabildiğince uzak duruyor, önce kız arkadaşıyla birlikte yaşamak istemiyor, sonra baba olmaya yanaşmıyor, kızı doğduğunda işleri Emilia’ya bırakmak istiyor ama nevrotik kişiliği nedeniyle hiçbirinden uzak kalamıyor.

Albümün ilk bölümlerinde belli belirsiz kendini gösteren politik tutum, Marco’nun ilk gençliğinde çalıştığı, babasının emekli olduğu tersanenin kapatılacak olmasıyla birlikte belirginleşiyor. Marco, bir sergi için işçilerin portrelerini fotoğraflamaya başlıyor. Geçmişini inkar ettiği için iş gibi baktığı bu fotoğraflar giderek hayatının merkezine oturuyor ve babasından yadigar gibi gördüğü yaşlı işçilerle vakit geçirir oluyor. Albüm, 2002 Seçimleriyle, Sarkozy’nin başkan oluşuyla bittiği için siyasi bir yüzleşme de yaşanıyor. Marco’nun nevrotikliği gibi Paris’le taşra, sağla sol, sahicilikle pozculuk, mahalleyle büyük siyaset, göçmenlerle Fransızlar, Müslümanlarla Hıristiyanlar, Fransa’yla Cezayir de diyaloglarda karşı karşıya geliyorlar. Larcenet, o bölümlerde birbirleriyle çelişen pek çok görüşü farklı karakterlerin ağzından aktarıyor. Kah mırıldanarak, kah bağırarak, kahrederek…

İlginç ve önemli bir albüm Sıradan Zaferler. İyimserliği, gevezeliği ve mizahı başarıyla harmanlamış. İyimser çünkü her karakter şu ya da bu şekilde, birbirini dinliyor ve anlamaya çalışıyor. İnsanların birbirini dinlemediği bir çağda yaşadığımız için bu vurgu bile albümü iyimser kılabilir. Komik çizgileri olmasına ve mizahı kullanmayı sevmesine karşın çok da abartılı olmayan sakin ve mesafeli esprileri var. Mizaha, karakteri derinleştirmek için başvuruyor veya karakterleri espri yaptıklarının farkındalar. Mizahın kullanımı ve politik eleştirellik, o komik çizgileri ters köşe yaparak başka türlü gösteriyor. Laf uzamasın, grafik roman tutkunlarının kaçırmaması gereken bir güzellikle karşı karşıyayız.

Sabit Fikir, Şubat 2017

"Temel motivasyonum genç yazar ve ilk kitap çıkarmak, taşradan yazar çıkarmak. Onlara başka türlü bakıyorum."


Son Gemi söyleşisi
link
Related Posts with Thumbnails