Cumartesi, Mayıs 14, 2011

Orta Sınıf Nostaljisi

Mizah dergilerini izleyenler bilir, çizerler kendilerini tipleştirerek hikâyelerine katmayı severler. En azından anlatının başında veya sonunda dertleşerek konuşurlar. Bu eğilim, tahmin edilebileceği gibi, isimlerini anonim olmaktan çıkarmak, kendilerini ete kemiğe büründürerek varkılmak ve doğrudan doğruya sahneye çıkarmak olarak açıklanabilir. Çizgi romanın endüstri olduğu ülkelerde kahramanı (örneğin Süpermen’i) kimin yazıp çizdiği ekseriyetle önemli değildir. Aslolan kahramandır, yazar ve çizer durmaksızın değişebilir. Sinemadaki auteur anlayışına benzer biçimde hikâyeden çok anlatıcısının vurgulandığı sanat ve yaratıcı nitelemesi- zihniyeti, hemen her ülke çizgi romanında olduğu gibi bizde de yaygınlaşmış, anlatıcı olarak ün kazanan, hikâyelerinden ziyade ismiyle hatırlanan üreticiler çıkmıştır.

Gırgır ve sonrasındaki dergilerde bu türden bir yoğunlaşma yaşandığı, üreticilerin anlatılardan daha fazla konuşulduğu söylenebilir. Elbette öncesi yok değil, özellikle gazete karikatürcüleri kendilerini ve yakın çevrelerini anlatılarına dâhil etmekte beis görmemişlerdir. Cemal Nadir’e, Bedri Koraman’a, Altan Erbulak’a veya Gırgır’ın yaratıcısı Oğuz Aral’a kendi hikâyelerinde kolaylıkla rastlayabilirsiniz. Öyle ki aralarındaki atışmalar, çizerin kahramanıyla karşılaşması espri evreninin bir parçası sayılagelmiştir. Benim bildiğim iyi bir örnek, Oğuz Aral’ın hikâyeye katılarak kendi kahramanı Hayk Mammer’i öldürmeye kalkışmasıdır: “Seni Ben yarattım Hayk! Ama pişman oldum. Gene ben öldüreceğim”. 1958 yılından bir alıntı yaptım, düşünün. Bugün, geçmişte oldukça istisnai duran bu eğilime bakarak söylersek, çok daha fazla çizer kendinden ve kişisel hikâyelerinden söz ediyor. Yanlış anlaşılmasın, bu eğilim, sadece çizgi romanı değil hemen tüm popüler kültür evrenini etkilemiş durumda. Büyük anlatıların çöküşü denilen şeyi dar kapsamıyla ele alırsak, kişisel hikâyelerin ve yerel tarihin popülerleştiğini, “ben değerliyim, benim geçmişim de değerli” mantığının meşrulaştığını, sanatı, kültürü ve akademiyi başkalaştırdığı fark edilebiliyor. Kendini ‘ben bir üslubum-ben bir dilim’ diye sunan çizerin, geçmişine yoğunlaşması, üst üste gelen ve birbirini tamamlayan olgular oldu. Geçmişte bir daha tekrarlanmayacak olanı yaşatmaya çalışmak, hikâyeleştirerek ona can vermek, kendini anlatan çizerlerin sürekli malzemesine dönüştüler. Bir başka ifadeyle, bu süreç, kendisi görünmek-müdahil olmak, mahrem olanı anlatmak ve kayıp giden zamanı tutmak olarak ifadelendirilebilir.

Ersin Karabulut’un Sandık İçi adlı yakın dönemin fenomen çizgi romanın sac ayakları da bunlar. Ersin dizinin ilk yıllarında kendisini, çocukluğunu, yaşadıklarını ironik ve dokunaklı bir dille teşhir ediyor, orta sınıf mahcubiyeti denebilecek bir tutumla nedamet getiriyordu. Eski çizgi romanlar, akide şekerleri, bayram gezmeleri, Cincin sakızları, filmler, modalar, Star Wars, hezeyanlar, çekingenlikler, mahalleler, Cihangir, sınavlar ve nemrut öğretmenlerden oluşan, okuruyla arkadaş olma niyetini defaatle vurgulayan iyimser bir anlatı evreniydi bu. Şimdilerde köşe yazarı gibi başka dertlerinden de söz eder oldu, bana anlatısını başka bir yöne çekmeye çalışıyor gibi geliyor. Eğer illa bir tarafa seyreyleyecekse, hatıralar ya da yaşanmışlıklar kadar kurguya dayalı yeni bir çevre ve tipleştirmeler evreninin inşasına yönelmeli sanki. Dizinin süregelen gerçekçilik ve mahremiyet vehmi zaten onu takip edecektir. Köşe yazarlığı meselesiyse mizahçı için kör bir Keloğlan kuyusu; insan yaşlandıkça yavaşlıyor ve hata yapma riskini azaltıyor, bu açığı da genellikle nasihat vererek kapatıyor. Türkiye’de mizahçıların yaşlandığını nasihatçiliğe, “çok yanlış yapılıyor çok” moduna geçtiklerinden çıkartabiliyorsunuz. Siyaset kültürümüz haddini bildirmeye bayıldığından mizahçı nerden gelmiş, kimmiş önemsizleşebiliyor. Bir bakmışsınız ‘ya bu ne diyor’ dediğiniz televizyon hatibiyle aynı havuzda yüzüyorsunuz…

Sandık İçi’nin bence gerçekten ilginç bir yönü var ve sanıyorum, bu anlamıyla Türkiye’de bir benzeri yok. Yazılıp çizilenlere bakılırsa, Ersin’in genellikle kendisiyle yaşıt olan okuru yakaladığı için başarılı olduğu düşünülüyor ve ilginçtir onun sıra dışı bir çizer, karelerarası devamlılığı iyi kullanan bir hikâyeci olması hiç akla gelmiyor. Yani çizgileri ya da kurgusuyla değil anlattıklarıyla okuruna dokunduğuna inanılıyor. Popüler kültür ürünleri içinde yaşadıkları kültürel ortamın söylemine müdahale eden ve doğrudan doğruya ondan beslenen anlatılardır. Sandık İçi, dönemine özgü deyiş, söyleyiş ve zihniyeti görünür kılabildiği için başarılıdır. Bu zaten bir veri, benim ilgimi çeken, Ersin’in ve okurlarının ergenlik sonrasında erken nostalji yaşamaları. Nasıl oluyor da bu kadar genç insan, bu denli vaktinden önce, çocukluklarını özlüyor? Nostalji, nasihat veren yaşlı adamların işi değil midir biraz… Veya toplumsal amneziye bir tepki olarak gelişmez mi? Lahmacun, çiğ köfte veya bıyık düşmanlığı yapıldığı için Beyoğlu güzellemesi yapılmadı mı mesela… Ersin, 1981 doğumlu, aşağı on yıldır çiziyor bu köşeyi… 2000’lerin başında, doksanlı yılları özleyen, yirmili yaşlarındaki okurlar bir eksiklik, zamana ilişkin bir tükenmişlik mi yaşıyorlardı?. Yoksa bu nostalji, onları yaşça büyük ve olgun gösteriyor, bu yüzden mi rağbet görüyordu?. Geçerken internet çağını unutmayalım derim, ilk kullanıcılar daha çok bu yaş kesiminden çıktılar. Nostalji, sanıyorum hiçbir zaman, bugünkü kadar minimalist ve dar yaş gruplarına dönük bir işlevsellik taşımamıştır. Sandık İçi, hızla değişen zamanı tutan ve güzel günleri hatırlatan içeriği nedeniyle başarılı bir ergen anlatısı, doksanlarda çocuk ve ergen olmuş orta sınıfların nostalji sığınağı.

Radikal Kitap, 13.5.2011

4 yorum:

Adsız dedi ki...

bu yazının anlattıkları bir ersin karabulut yahut 50 lerden bu yana çizerlerin yapıp ettiklerinin çok ötesinde..son cümlede işaret ettiğiniz doksanlarda çocuk ve ergen olmuş orta sınıfların nostalji sığınağı'feci şekilde isabetli bir sosyolojik gözlem.fakat bana kalırsa bu durum büyük ya da olgun olma isteğinden kaynaklanmıyor bu durum belki de freud un kuramında da geçen bağlanmadan kaynaklanıyor.o yıllar o kadar müthiş geçmiş olmalı ki bizim için bi türlü yakasını bırakmak istemiyoruz,tıpkı bizimkiler dizisinin bitmesini istemediğimiz gibi.tesadüfen rastgelen bu yazı için teşekkürler

Levent Cantek dedi ki...

İlginiz için ben teşekkür ederim.

Gülni... dedi ki...

Ersin Karabulut 81'li ben 91'liyim ilk defa onu okuduğumda 15 yaşımdaydım bundan 6 sene önceye tekavül ediyor asla büyük ,olgun görünme hevesiyle değil ama çizimleri beni büyülemişti.Kimsenin çizgisine benzemiyordu ilk olarak çizgilerine uzun uzun bakmış daha sonra okumaya başlamıştım.Her detay gözümde büyüyordu okudukça evet ya böyle oluyordu bunları bizde yaşadık demeye başladım..
Bence onun kitlesi çocukluğunu güzel yaşamış insanlar yada paralel..
Ellerinize sağlık..

Bilek dedi ki...

"Genç nostaljisi" olayının nedenini merak eden yazar, takvimini biraz geriye alarak 80 kırılmasından itibaren (en azından Türkiye'de) hayatın ne yöne doğru gittiğini araştırmakla işe başlasa iyi olur. 80'de -mâlum olaydan sonra- başlayan, 90'larda bir nebze duraklayan, 2000'lerde ise -yine mâlum, ancak başka türden bir olayla- daha beter şekilde ivme kazanan toplumsal çöküş insanın hep o eski "güzel günler"i özlemesine neden oluyor. Örneğin Ersin'den 5-6 yaş büyük olan bendeniz de aslında son derece rezil yıllar olan 80'leri özlemiyor değilim... Gelen gideni aratıyor ya, o hesap.. Teknoloji gelişti ama sosyal hayat yerlerde.
Bir de kişisel bazda bir faktör var: kaç yılında doğmuş olursa olsun, herkes herşeyin elbebek-gülbebek olduğu, zahmetsiz sıkıntısız yaşadığı (orta-üst ve orta sınıf için ayrıca ekmek elden su gölden olan) çocukluk çağlarını özlüyor. Özellikle bendeniz gibi üniversiteyi ailesinden yüzlerce kilometre uzakta okumuş ve etkilerinden uzak kalan, ancak maddi desteği (!) kesilmeyen kişiler üniversite dönemini hayırla yad edebilir. Derslerden (!) ve zırt-pırt takıldığım çeşitli fikir gruplarının toplantıları/öğretileri vs.'den gayrı derdim olmayan o dönemler tabi ki (toplumdaki tüm olumsuzluklara rağmen)burnumda tütüyor! "Hayata atılıp" ekmeğini (taştan veya her neredense) çıkarmak zorunda kalınca toz pembe bulutlar da dağılıyor haliyle. Zannımca Ersin Karabulut hayata nispeten erken (en azından bana göre daha genç bir yaşta) atıldığı için gerçeklerle yüzleşmesi ve nostalji yaşaması da buna mütenasip daha erken olmuş...
"Gülnihâl-Ayrı değil birleşik"in değindiği "çocukluğunu güzel yaşamış" olma meselesi de bu bağlamda doğru bir tespit.
Son bir not: '80'lerin ve '90'ların bugünden kat kat iyi olan (en azından bana öyle geliyor) toplumsal ortamını özlesem de, o ğrenç müziklerini (hem yerli hem de yabancı) hiç özlemiyorum doğrusu! 2000'lerde de daha iyiye gitmedi, ne varsa hâlâ '60'larda/'70'lerde var...
(yazı eskiymiş, ama twitter aracılığıyla yeni gördüm. yorum yazmadan da edemedim)

Related Posts with Thumbnails