Pazar, Ekim 30, 2016

Allah Derdini Artırsın


Lise'de bir gün okuldan kaçtık, kapılar kilitleniyordu, pencereden, epeyce yüksekten aşağı atladık, gizlendik, bekledik, koştuk, başka bir ufka çıktık. Aşıklar Tepesi denen yerde, neredeyse birdenbire, biz kahveye kağıt oynamaya giderken, karşımıza Kur'an okuyan bir adam çıktı. Bizi çevirdi, lafla sözle, yanına oturttu. O günlerde bizim oralarda Dersaneler açan, oralarda Abilikler yapan Nurculardan biriydi. Bizimle, sahiden durduk yere, Allah'ın varlığını yokluğunu tartıştığı, Allahın varolduğunu ispatladığı ezberlenmiş bir konuşma yaptı. Biz öğretmenlerden kaçıyoruz, karşımıza bir başkası çıkıyor, o kısmı geçiyorum. İlginç bir şey söyledi, bir arkadaşımızla, "dert iyidir, Allah insanın derdini artırsın" filan diyerek tasavvufu konuştu.

Sufilere göre dert, gerçek aşktır, gerçeğe ulaşma derdidir. Dert, insanın sahici bir hayır duasıdır. "Dertli Dolaba binesin" deyişi, o sebeple ilenme değildir. Tabii biz bu deyişi, sonradan tekrarlayıp durmuş ve bunu espriye dönüştürmüştük. Adam Sufi filan değildi, üç beş gün sonra gördük, yol kenarında park ettiği arabasına, bir Mercedese biniyordu. Sanıyorum, sufi gibi giyinerek, o tepede, o ayazda Kur'an okumak ona iyi geliyordu.

Ne zaman hayat, şimdi olduğu gibi kararsa, dertler büyüse, uykusuz, gamlı, gasavetli, ağrılı olsa "Allah derdini artırsın" lafı gelir aklıma. Hafiften de, o Sufiyi hatırlayarak gülümserim.

Son iki ayda onbinlerce insan işsiz kaldı, binlerce okul ve kurum, öğretmensiz, hocasız, personelsizler. Sahici bir nitelik kaybı yaşıyoruz. Görünen o ki, demokrasiden de vazgeçilmiş durumda. Hak arama özgürlüğünün insanların elinden alınması, üniversitelerde demokratik seçimlerin kaldırılması, suçun şahsiliği ilkesinin gözardı edilmesi, ifade özgürlüğünün sınırlanması, saymakla bitmiyor, öyle çok kötü şey oluyor ki anlatılır gibi değil. Yazık hepimize.

Soru şu, böylesi bir hayat ne kadar daha sürdürülebilir... 

Çoğu insan, bir yerden patlayacak, bu kadar mağdur varken bu kadar iç savaş gerginliği yaşanırken illa ki yoldan çıkılacak diyor. Kimileri, böyle gidecek, yaprak kımıldamayacak, paranın varlığı kavgayı önleyecek, insanlar oluruna bırakarak yaşayacaklar diyor. 

Bence ikisi de olacak, ilk senaryoya göre, seçimde ya da referandumda, taraflar evet-hayır ölçüsünde birbirlerine düşmanlaşacaklar. Bu durum, ülkedeki gerginliği katbekat artıracak. Çatışmalar ve bombalar dinmeyecek. İkinci senaryoda, insanlar, içinde bulundukları refahı kaybetmek istemeyecek, oluruna da bırakacaklar, geçici bir durum gibi görmek isteyecek, en çok çocukları için korkacaklar. Kendilerine dokunana kadar suskunluklarını sürdürecekler. 

Çare, doğal olarak demokraside, yüz yıldır, bir biçimde denediğimiz, eğitimini aldığımız, eğitimini verdiğimiz, hayatımızı zenginleştiren çoğulculukta... Bundan geri adım atmamamız gerekiyor. 

Bence daha çok konuşmalıyız. Sakince, kimseyi düşmanlaştırmadan, düşmanlıkla karşılaşacağımızı bilerek, sukünetle demokrasiyi, hak arama özgürlüğünü, suçun şahsiliğini, ifade özgürlüğünün anlamını, tek tek kıyaslayarak tekrar tekrar anlatmalıyız.

Ben sufilere inanmam, onları birer roman kahramanı gibi görürüm. Allah derdimizi artırsın diyen, sufilik pozu yapan adama hiç inanmadım, işte Müslümanların gerçek yüzü filan gibi bir öfkenin mezesi de yapmadım. Herkes yoluna gitti.

Burası büyük bir ülke. Herkesin istediği gibi ve birlikte yaşaması mümkün. Öyle ya da böyle, metropollerde bunu bir biçimde başarıyorduk da...

Konuşalım, benzerlerimizle değil başkalarıyla daha çok konuşalım.

Cuma, Ekim 28, 2016

Çizgilere Derkenar 2


Yeni Sabah gazetesinde yayınlanan Cafer ile Hürmüz bantında ilginç bir bölüme rastladım (1959 yılı). Dizinin çizeri Altan Erbulak, sert bir eleştiride bulunmuş: "Bunlar halk filan diil, sürü bunlar" diyerek ağır sözler sarfetmiş.

Mizahla ilgili değerlendirmelerde geçmişte çizerler her ne olursa olsun halkı eleştirmezdi denir; bu saptamayı bütünüyle yadsıyor değilim, evet, eski dergileri karıştırırsanız, güçlü bir iyimserlikle, halk neylerse güzel eyler diyen bir yaklaşımla kolay karşılaşıyorsunuz.

Peki yukarıdaki bant nerden çıktı derseniz...

Altan Erbulak gibi sahiden iyimser bir isim bile bu eleştiriyi yaptığına göre bu değerlendirmeyi yeniden düşünmek gerekiyor, en azından istisnalar olduğu düşünülmeli.

1959 yılında Demokrat Parti tüm yapıp ettiklerine karşın iktidarı kaybedecek gibi gözükmüyor, belki onun karamsarlığı da var bu sözlerde.

[Yazıyı 2006'da yazmışım]


Abdülcanbaz'ın 1960 sonunda yayınlanan bir macerasının ilanı ilginçmiş. Amerikan Kovboyları ve Aslan Abdülcanbaz, maceranın ismi. "Aslan" vurgusu tebessüm ettiriyor insana. Turhan Selçuk, Abdülcanbaz'da seriyal filmleri mantığını hep izlemiştir. Otuzlarda, kırklarda çocukların, gençlerin filmdeki jöne, kahramanlık yaptıkça "aslan oğlan" diye seslenip, alkış tuttukları hep anlatılır, yazılır.

Maceranın tanıtım metni ise şöyle: "Hanımların bellerini korselerle sıktıkları, Beylerin saçlarını briyantinleyip omuzlarını vatkalarla genişlettikleri bir devirde iki güçlü adam Abdülcanbaz ve Tarzan sahradan geliyorlardı. Onların ne omuzlarında vatka ne de saçlarında briyantin vardı…"

Başka türlü bir erkeklik nitelemesi.

[Yazıyı 2006'da yazmışım] 


Büyülü Rüzgar'ın Ocak sayısında (2009) hoş bir şey yapmışlar ve Alex Raymon'dun 100.doğum yılı vesilesiyle bir yazı yazmışlar. Yazıya göz atarken Raymond'un Dedektif Nik dizisinde çok çizdiği, şık spor arabası Mercedes 300SL ile kaza geçirip öldüğünün yazıldığını farkettim. Önemli mi diyebilirsiniz? Coçuk yaşta bu ölümle ilgili bir yazı okumuştum. Sonra başka yazılar da okudum, 300SL değildi, Corvette'ti...

Hemen ulaşacağım kitaplara baktım. Hafızam beni yanıltmamıştı. Raymond, 300SL'e değil, yakın arkadaşı Stan Drake'in arabasına, 1956 model Chevrolet Corvette'e -denemek için- binmiş, sürat yaparken bir ağaca çarpmış ve ölmüştü. Kazada arabada olan Drake de yaralanmasına rağmen kurtulabilmişti. Yanlış yazılmasıyla çok ilgilenmiyorum aslında. Benim ilgimi çeken şu, büyük bir sanatçının biyografisinde bir araba modelinin işi nedir?

Yazıyı yazan arkadaşların internetten malumat derlediğini düşünerek bir tarama yaptım. Sayısız kaynak birbirlerini yinelediğinden bu araba markası/modeli isim olarak geçiyor. Hatta Craig Yoe adlı birinin yazdığı Clean Cartonist's Dirty Drawings adlı kitapta Raymond'un 300SL ile öldüğünü de söylenmiş. Yani sadece bizimkiler yanlış yazıyor değiller.

Raymond, o dönem Amerikasında en çok kazanan sanatçılardan biri. Tipik bir playboy, spor arabalar, güzel kadınlar, şaşalı bir yaşam ve hız tutkusuyla tanınıyor. Dramatik ölümü ülkede üzüntü yaratıyor ve büyük de ilgi çekiyor. Biyografilerde ölümüyle ilgili ayrıntılar verilmesi boşuna değil, kolektif hazıfada yer ediyor çünkü; pahalı ve hızlı bir araba, hız denemesi ve gazetelerde ağaca toslamış bir araç resmi.


Çeyrek asır önce İngilizce bir kitap bulmuştum, fotokopilemişim. Kitap, çizgi roman hakkında çıkmış gazete küpürlerinden oluşuyordu. Adamın biri geçen yüzyılın başından itibaren küçük haberleri, röportajları, değinmeleri makaslayrak kesip saklamış, biri de bunu aynen yayınlamıştı. Bütün çocukluğum boyunca benzer bir şey yaptığım için çok hoşuma gitmişti.

O küpurlar, yarım yamalak, doğru yanlış haberler başka bir kaynak olmadığı için önemli. Çizgi roman önemsenmediği için o tarihlerde derli toplu malumat yok. Mal bulmuş mağribi gibi her ayrıntının üzerine atlanıyor. Gazetelerdeki o haberler pek çok kaynakta kesinmişcesine aktarılmıştır.

1970 öncesinde çizgi roman ile ilgili her kitap bu eksiklik ile maluldur. Koleksiyoncuların romantik ve nahif saplantıları kesin bilgiler gibi kullanılmıştır. Dedektif Nik'i 300 SL arabasıyla çizen Raymond'un 300 SL ile öl(dürül)mesi ve daha önemlisi bir sanatçının biyografisinde bir araba isminden söz edilmesi bu sebeple tuhaf değil.

[Yazıyı 2009'da yazmışım] 

Çarşamba, Ekim 26, 2016

Alayına İsyan


Sefa (Sofuoğlu) ile yeni bir çizgi romana başlıyoruz. Bu ay Kafa’da sonlanan İrem’i Beklerken’in yerine başlayacak Alayına İsyan, Ejder ve Neco isimli iki işsiz gencin serüvenleri.  Yaşanan zamanı anlatmak istedik diyelim. Yine gevezelikler, yine savrulmalar, yine üstüme gelme İstanbul halleri...

Severek yazıyorum; iş güç yığılıyor, hep bir şeyleri yetiştirmeye çalışarak geçiyor ömrüm ama küçük nişler oluyor hayatta. Alayına İsyan,  şu aralar benim için böyle bir niş.

Kasım'da Kafa'da...

Pazartesi, Ekim 24, 2016

Dün


Dün Ankara ÇSM'de bir panelde Aziz Nesin'i konuştuk. Doğrusu, arkadaşlar iltifat ettiler, o masada, o panelde olmamam gerekirdi sanki, sergiyle izleyicilik dışında bir ilgim olmadığı için, hariçten gazel okudum ister istemez. Herkes, sergiyi ve Aziz Nesin Arşivini konuştu, ben ilintilendirmeye çalışarak bir Aziz Nesin portresi çizdim.

Bu tür toplantılarda yer almadan, olabildiğince kaçarak yaşıyorum. Niye oradaydım derseniz, çok istediğim şeylerden biri, bir Aziz Nesin kitabı yazmak. Ucundan kıyısından Aziz Nesin'i konuşmayı seviyorum, vesile ederek bir makale çıkarırım ümidiyle konuştum.

Umarım yazarım, o kitaba bir bölüm yazar gibi yazarım.

Cuma, Ekim 21, 2016

Müptezeller


Güzel olmak isteyen alkolikler, berduşlar, kardeşler… Zembereği boşalmış hayat memat ezberleri, tek gözlü geceler. Yeraltının karın gurultusuna, belalı bir gündüze sarılan cuaralar.

Müptezeller, uğultuların, yoksunluğun ve kaybeden delikanlıların romanı. Lime lime, ufalanarak.
Emrah Serbes, kenarların soluğunu, dünyaya katlanamayan, kendine gömülen çocukları haykırarak anlatıyor.

Yaz biter, güz biter, hep kış gelir.

Perşembe, Ekim 20, 2016

Çarşamba, Ekim 19, 2016

Payidar 8


"Sahayı görünce içim titriyor resmen... Hani gençken sevdiğin kızı görünce iyi hissedersin ya..."

Payidar, her ay Fitbol'da... Berat (Pekmezci) çiziyor, ben yazıyorum.

Pazartesi, Ekim 17, 2016

Sait ile Orhan


Takvim için görsel karıştırırken rastladım, tarihinden emin değilim, Cumhuriyet'in hafta sonu, muhtemelen pazar ilavesinde çıkmıştı. Orhan Kemal ve Sait Faik, neşeyle içmekten söz ediyorlar (Semih Poroy, Haritada İki Nokta, 1988?). 

Yıllar önce Erdir Zat'ın editörlüğünü yaptığı Rakı Ansiklopedisine çizgi romanda rakı maddesi yazmıştım, kısa bir şeydi haliyle... Dergileri karıştırdıkça, daha kapsamlı yeni bir makale çıkabilirim  iştahına kapıldım. Hayal tabii, işten güçten dolayı hayal...Belki üç dört yıl sonra...


Cumartesi, Ekim 15, 2016

Mezarlık Kitabı


Mezarlık Kitabı, tipik bir Gaiman evreni içeriyor. Roman, gece yarısı girdiği evdeki herkesi katleden katille açılıyor; evin ve ailenin en küçüğü, yeni yürümeye başlayan oğlan çocuğuysa yakındaki mezarlığa giderek peşindeki katilden kurtuluyor. Mezarlıktaki ruhlar, aralarında tartışarak çocuğu kurtarmakla kalmıyor, yanlarında büyütmeye karar veriyorlar. Böylece, Kipling’in Orman Kitabı havasında, bir yanda mezarlıktakilerin  dünyayla ilişkisi, diğer yanda bir çocuğun büyüme ve gerçek dünyaya hazırlanma hikâyesi anlatılıyor. Romanın çocuklar için yazıldığı sanılmasın. Evet, Gaiman, pazarlama işlerini sevdiğinden çocuklar için ayrı bir versiyon çıkarmıştı ama Tim Burton ne kadar çocuksuysa, Mezarlık Kitabı o kadar çocuksu. O versiyonla hatırlanmayacak.

Gaiman, Sandman’le ünlenmiş, eskisi kadar olmasa da çizgi roman dünyasının hep içinde olmuş biri, her kitabında çizgili tercihlerde bulunuyor, Charles Vess’le çalışıyor örneğin. Mezarlık Kitabı’na Dave Mckean illüstrasyonlar çizmişti. Kitabın çizgi roman uyarlamasının yapılması sürpriz değil bu bakımdan. Edebiyatta sözcüklerle ilerleyerek anlatırsınız; çizgi roman karelerle, diyalogla yürür. Uyarlamalarda ister istemez özgün metin farklılaştırır. Uyarlamayı bir başka ünlü çizer Craig Russell yapmış ve bana kalırsa hakkını vermiş. İyimser renk seçimleri, romanın neşeli ve masum havasını doğru göstermiş. Tek tek bakılırsa çekinceler konabilir; romanda Silas’ın kim ve ne olduğu finale kadar anlaşılmazken, çizgi romanda görür görmez anlaşılan bir klişeyle tipleştirilmesi eleştirilebilir belki. Çok değil bu çekinceler. Popülerliği ve tekinsizliği iyi hesap edilmiş modern bir masal, başarılı bir uyarlama ve iyi bir çizgi roman okumak isterseniz, Mezarlık Kitabı doğru seçim.

Cuma, Ekim 14, 2016

Çizgilere Derkanar


Lone Wolf Cilt 16'nın ilk bölümü sahiden müthiş, sessizliği, tekrarı, çatışması o kadar başarılı ki... Bu sanatın gelmiş geçmiş en iyi hikâyelerinden biri olabilir. Biliyorum, iddialı bir çıkarımda bulunuyorum, belki abartıyorum, bunu hesap edin ama mutlaka bir göz atın. Hele çizerseniz, çizgiyle uğraşıyorsanız, hele storytelling işine kafa yoruyorsanız...Oturun inceleyin. Göz alıcı.


Yeni yayımlanmaya başlayan Mağara'da No:66 isimli bir çizgi roman var. Öğünç Ersöz yazmış, Kemal Aratan çizmiş. Aratan'ın ustalığını gösteren, hikâyenin hakkını veren, hayır, az söyledim, sınıf atlatan ölçüde güç katan bir şey okuyacaksınız. Öğünç'ün o sakin dünyasını içeriyor aslında hikâye, çok beğendim ama Aratan onu başka bir şekle sokmuş, delilik katmış işin içine, zıvanadan çıkarmış.


Tex 26'yı okudum, Seijas çizmiş, sevdiğim bir çizerdir. Hikâyeyse epey klişe. İşte büyük şehirde okuyan kız evine dönüyor, meğer babası ölmüş, bir üvey anne ortaya çıkmış, mirastan mahrum bırakılmış, kumpas kurulmuş şu bu... Teks ve arkadaşları oradan geçerken, mevzuya dahil oluyor, kasaba oligarşisinin ipliğini pazara çıkarıyorlar. İlginç olansa şu, Teks kıza yardım ediyor, eş zamanlı olarak aynı kasabadalar ama tuhaf bir biçimde hiç konuşmuyorlar. Adam akıllı sahneleri yok. İlk karşılaşmaları yukarıdaki karedeki gibi, yüz yüze bile gelmiyorlar. Halbuki genç kadın, hikaye açısından dramatik bir karakter, Kit'le yaşıt şu bu... Bir yerden sonra finaldeki teşekküre kadar hiç kullanılmadığı gibi hikâyeye de katkı getirmiyor. Facia ölçüsünde senaryo kusuru... Barutun var, kullanmıyorsun...


M.K.Perker'in Büyüklere Masallar albümü, anladığım kadarıyla ya yurt dışı düşünülerek çizilmiş işler ya da daha önce, ilk olarak orada yayımlanmış çizgi romanlar. Burada albümleşirken, Türkçeye çevirilirken garip bir şey yapılmış, yerelleştirilmişler. Perker, bunu neden yapmış, neden orijinalindeki gibi bırakmamış doğrusu hiç akıl sır erdiremedim. Çünkü öyle bir şey ki, çevre,  tipler, hikayeler Türkiye'de geçiyor gibi değil ama isimler, coğrafi yerler hep yerli, hep buradan gibi gösterilmiş. Yukarıdaki miğferleri ilk büyük savaşta Alman askerleri kullandılar örneğin... Albümde bu ve benzeri tuhaf duran epeyce ayrıntı var. Neyse... Dedim ya bu tercihi çok anlamadım. Tevfik Fevzi Bey olmasa Hans olsa ne olur ki...

Berber



Tuhaf havalar, bitmeyen cinayetler, bombalar, geçip gitmeyen bulutlar... Meryem’in dikiş izleri, bankadaki memur, Zeki Müren’in şoförü, gri pardösülü M. ile Hamle ve İstikrar Partisi’nden N., merkezden açılan telefon. Meserret Berberhanesi’ndeki adam. Yüzüklü parmaklar... Herkesin bir başkası olduğu acayip memleketin sonu gelmeyen kışı...

Berber, bir katilin hikâyesi, uzun bir kıyametin, karanlık bir kuytunun... Tayfun Pirselimoğlu’ndan ustaca yazılmış bir muamma, bir kara roman.

Perşembe, Ekim 13, 2016

Bob


Şöyle düşünüyorum. Bob Dylan gibi dışlanan, yok sayılan bir müzisyeni yeniden gün yüzüne çıkarmak, onu hatırlatmak da edebiyatçıların işiydi tabii..Nobel gibi siyasi bir ödülün bir azınlığa,  ticari kodların dışında unutturulan bir isme verilmesinden daha doğal ne olabilir di ki... Bob Dylan, hiçbir ödülle hatırlanmıyordu, adam daha yaşarken canlı canlı gömülmüştü. İyi oldu. Edebiyaçılar, hakkını teslim ettiler...

Şaka tabii...Geyik yapıyorum.

Öte yandan hoş tabii... Oyunbazlığı sevdim.

Çarşamba, Ekim 12, 2016

Hafıza


Son aylarda üst üste geldi, eski tanışlarım, evvelden aynı yerlerde bulunduğum geçmişten insanlar bana sosyal medyadan ulaşarak merhaba dediler, hal-hatır sordular. Ne var bunda diyeceksiniz, sosyal medya dediğin şey daha çok bu zaten. Herkes geçmişini, eski arkadaşlarını arıyor, buluyor filan.

Benim sorunum şu, bana yazan insanların bir tekini bile hatırlamıyorum. Nezaketsiz ve nahoş göründüğünü biliyorum ama bunu onlara da söylüyorum. Heves kırıcı olduğunu kabul ediyorum. İki tanesi kendilerini hatırlatmak için uzun uzun anekdotlar anlattılar, komik şeyler, küçük büyük gerilimler filan. Sınıfta şöyle olmuş, kantinde böyle olmuş, askerde şu olmuş. Yok ve yok... Ne anlatanları hatırlıyorum, ne de anlatılanları. Belli belirsiz bir şeyler...Hardcore var, hinterland sıfır...

İnsanları kırmamı bir tarafa bırakıyorum, kendimden de korkuyorum tabii. Yaşlılık emaresi mi yoksa bunlar?

Lise, üniversite ve askerlik benim için çok da mutlu zamanlar değildi. Sevmediğim, istemediğim zamanlardı, yapmak ve geçmek zorunda kaldığım merhalelerdi . Elbette bir tortu hatırlıyorum, birileriyle arada bir haberleşiyorum ama o yılları hafızam, galiba diyorum, pas geçiyor. Biraz da kavurucu bir ergenlik var işin içinde. Aile baskısı şu bu.

Aşağı yukarı bir sekiz-dokuz yıl filan olmalı, fena savruluyordum. Yüksek lisanstan sonra, yazıp çizip, bir şeyler yayınlatmaya başladıktan sonra toparladım ve olmak istediğim yola girdim. O yılları öfkeyle hatırladığım ve öfkeyle unuttuğum sanılmasın. İlgisi yok. O derece sert değil, kendiliğinden oluşan bir şey. Tek kelimeyle eksiltmişim. Unutmayı istemişim belki. Öyle anlıyorum. Bugün etrafımda olan insanlar, arkadaşlarım, sırdaşlarım hep o dönemin sonrasından...Hafızanın seçiciliği de var, benim o dönemden kimseyle yakınlık kurmamam da.

Bu yazacağımdan çok emin değilim ama geçmişi hatırlamak için vakit de gerekiyor, günü yaşayan, iş yetiştiren biriyim, belki o kadar vaktim de yok.

Neyse işte, karışık geliyor bu konu bana, net bir cevabım yok.

Salı, Ekim 11, 2016

Aziz Nesin Sergisi


Çankaya ÇSM'de Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 100 Yaşında Sergisini kaçırmayın derim. Mekan geniş olunca, Bursa'da yapılan sergiden daha kapsamlı bir iş çıkarmışlar. Küratörlüğünü Esin Pervane ve Salih Bora'nın yaptığı çalışma, Nesin'in bütün hayatını kronolojik bir sırayla izliyor, bugüne kadar getiriyor. Terekeden çıkarılmış belgeler, notlar, mektuplar ayrıca ilginçler.

Pazartesi, Ekim 10, 2016

Wajda


Wajda ismini ilk duyduğumda Videosinema okuruyum, sinema delisiyim. Sinemayla ilgili ne çıksa okuyorum. 1984 yılı. Filmleri seyredemesem de tek tek filmlerin konularını, oyuncularını, önemli sahnelerini, eleştirilerini biliyorum.

O günlerde Wajda'nın büyük yönetmen olduğunu söyleyebilirdim ama herhangi bir filmini seyretmemiştim. Filmlere erişebilmek öyle zordu ki... Video gelişmemişti, televizyonda haftada bir ya da iki film gösteriliyordu. Hele böylesi "sanat filmleri" ve "yabancı" olanlar hiç bulunmuyordu. Yok kategorsindeydi.

Wajda ölmüş, o hiç bilmeyecek tabii, filmlerini seyredebilmek için ne kadar uğraştığımı.

Cumartesi, Ekim 08, 2016

Vampire Veda


Kibar insandı Gio. Yay gibi gerim gerim bir hayatın içinde nezaketli, telaşsız. Pera'da bir levanten. Vampirlere mıhlanan bir kalp, barok hayaller ve pulp iştahına meftun bir ergen. Beyoğlu manzarasıydı. Lanetlenmiş türlerin Prensi. Efsunlu bir çalışkanlık, vasata gösterilen şefkatli bir merak. İstanbul yakın bir arkadaşını kaybetti, biz yanında rahat ettiğimiz öncüyü. Kırmızı kapaklı ucuz roman. Şatodaki hayalet.

İhbar ve Şikayet



Ayrımız gayrımız yok. Konuşuyoruz. "Eliyle koymuş gibi buldular" diyoruz, "E bunları oraya kim getirdi" diyoruz. "E bunlar niye darbe yaptı ki zaten iktidardalarmış, her yeri ele geçirmişler meğer" diyoruz. Of puf, vah vah, tüh tüh konuşuyoruz. Aylardır, sokakta yolda bayırda hepimiz çeşitli nedenlerle anlamak, eleştirmek, kızmak vs için bu meseleyi konuşuyoruz.

Suçun şahsiliği dikkate alınmadığı için Fetöcü nitelemesiyle pek çok insan tutuklandı, işten atıldı, banka hesaplarına el konuldu, açığa alındı. Çember daralmıyor, genişledikçe genişliyor.
Avrupalılar en çok bu meseleyi anlamıyor, bu kadar kısa sürede, bu kadar insanı nasıl tutuklayabildiğimize şaşırıyorlar. Delilleri merak ediyorlar.

Kestirip atıyoruz, işte şu yıl yapılan sınavda cevaplar sempatizanlara verildi deniyor. Biz o sınavda yüksek not alan herkese işten el çektiriyor, pasaportlarına el koyuyoruz mesela. Birilerinin o sınavda sahiden yüksek not alma ihtimaliyle ilgilenmiyoruz. Masumiyet karinesi denilen şey ancak mağdur olduğumuzda mı aklımıza geliyor? Basit bir örnek.

Herkesin konuştuğu da bu daha çok, kimle konuşsan, büfeciyle, taksiciyle, bakkalla şunla bunla konuşsan, istisnasız herkes bir haksızlık yapılabileceğini ihtimal olarak kabul ediyor. Kurunun yanında yaş da yanacak diyor, at izi it izi filan diyor. Hak da veriyor.

Böyle zamanlarda konuşmak lazım. Herkesle sakin sakin, usul usul konuşmak lazım. Fetöcü diye üniversiteden atılan solcu arkadaşlarımı söylüyorum, sırf muhalif oldukları için bu hengamade kahır çektirilen, üstüne gidilen, darbecilerle cemaatle ilgisi olmayan insanları anlatıyorum. Sempatizanla eylemcinin aynı şey olmadığını anlatıyorum.

İki tür tepki alıyorum. Birincisi, suçlananların düzenbaz-madrabaz olduğu, herkesi kandırıp, kendilerini masum gösterdiğine inanılması. Laf, kibarca "abi bunlar seni de kandırmıştır"a geliyor. Yine anlatıyorum, bildiğimi, tanıdığımı anlatıyorum, bak diyorum, bu adam, şuradaydı, şuradan şuraya geldi, yükseldi, şöyle oldu, böyle oldu, ona hiç dokunulmadı. Solcuyu, Fetöcü diye okuldan attılar, öğretmeni grev yaptı diye işten uzaklaştırdılar.

İşte o zaman, daha önce rastlamadığım bir tepki alıyorum. Abi diyorlar, ihbar et o adamları. Akılları, tutuklananda değil, tutuklanmayanlarda...

Orada, kalakalıyorum, çünkü şunu anlıyorum. İnsanlar bürokratların yanlışlık yapacağına inanmıyor. Sokaktaki insan, en babayiğidi, onların yanlış yönlendirildiğine inanıyor, o bürokratları devletle özdeşleştiriyor. Onlar devlet değiller, devletin gücünü ve itibarını kullanan senin benim gibi insanlar demek, bunu anlatmak hiç kolay olmuyor...

İhbar iştahını bir kalem geçelim. İnsan, insanı iyileştirir. İhbar, sağcıların işi... Şikayet bahsinde de bildiğim şu: şikayetçi olduğum insanlara, gidip bir başkasını şikayet etmek bence büyük ahlaksızlık. Yok bunu yapacaksan, o insanlardan şikayet etmemen gerekir. Ben şikayet merciinden şikayetçiyim.

Sabretmeli, işin içinden kolay çıkılmayacak...Kimsenin kurdu, kimsenin ihbarcısı olmam demek kolay anlaşılmayacak...Bilerek yaşamalı.

Konuşalım faslındaysa basit şeyleri hatırlatmak, yinelemek gerekiyor.  Demokrasilerde, yaşadığımız cumhuriyette "muhalif olmak suç mudur?" veya mesela şu, biz hangi yılda yaşıyoruz?

Cuma, Ekim 07, 2016

Tenten, tarihsiz bir edebiyat ülkesinde!


Romancılığıyla bildiğimiz Tom McCarthy’nin Tenten’le ilgili bir kitabı yayımlandı. Eksik söylemiş oldum, kitap sadece Tenten’i içermiyor; bir yandan çizgi romanın klişelerini, hikaye izleklerini ve değişimini anlatırken diğer yandan yazarın “Hergé üzerine yazarsam Freud, Derrida ve daha bir sürü insan üzerine yazmış olurum; ayrıca öylesi daha eğlenceli olacaktır,” fikriyle ele alınmış bir deneme. Çizgi roman, en çok edebiyata ve sinemaya benzetilir. Söz sanatlarını kullanmakla birlikte edebiyat değildir. Sahne istifi, ardışıklık ve kurguyu kullanma tarzı onu sinema da yapmaz. Çizgi romanın melezliği kolay anlaşılmayabiliyor, pek çok “yazar” benzerlikleri yeni keşfedercesine abartabiliyor. McCarthy’nin denemesi o gözle okunmalı demeyeceğim, biraz makyajlı ama yazdıklarının zihin açıcı tarafları mevcut. Sinema eleştirisi nasıl edebiyat sosyolojisinden beslenmişse, Türkçedeki yoksunluğu hesap ederek söylüyorum, çizgi roman yorumu benzer mecralardan çıkabilmeli. McCarthy’nin Tenten yorumu bu yönüyle değerli, çünkü edebiyat eleştirisini temel alıyor.

Tenten, Frankofon dünyanın popüler ikonlarından biri; hakkında onlarca kitap, yüzlerce makale yazılmış önemli ve itibarlı bir anlatı. Dizinin yaratıcı Hergé (Georges Remi) deseni ve sayfa tasarımıyla, “ligne-claire” denilen (açık berrak/temiz çizgi) biçemiyle çizgi romanı dönüştürmüş, tarzını “okul” olarak yaygınlaştırmış bir büyük usta. Tenten ve Hergé, bu kadar sevilip bu kadar modellenince dizinin mazisine ilişkin teşhirci bir şayia silsilesi de oluşmuştur. Hergé’in ilkgençliğindeki sağcı eğilimleri, Nazi işgali sırasındaki boyun eğici suskunluğu yıllardır konuşulur örneğin. Tenten serüvenleri tek tek incelenerek, ırkçı ve oryantal tutumu deşifre edilir. Yıllar içinde Türkçede bile çıkmış onlarca yazı ve haber sayabilirim. Garip bir ifşa iştahıyla aralıklarla konuşulur bu meseleler, McCarthy de yapıyor bunları. Hergé, savaş sırasında çizmeye devam ettiği, üstelik bunu sofu-sağcı bir yayında sürdürdüğü için “hain” olarak yaftalanmıştır. Yaşlandıkça siyaseten liberter eğilimler gösterir ve ikrar ettiği geçmişine dair savunmalar yapar, haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Ona göre, işgal yıllarında, pek çok kişi gündelik hayatın sürebilmesi için çalışmaya devam etmiştir: “Bir makinistin tren sürmesini herkes normal karşılarken gazeteciler ‘hain’ damgası yedi!” diye şikayet eder. McCarthy, “bu argüman, insanı hayrete düşürecek kadar naif görünebilir,” diyor ve ekliyor, “çünkü gerçekten de hayret edilecek kadar naiftir.” Hergé’in mantığını anlamış olmakla birlikte bana yukarıdan bakıyor gibi geldi, ihtimamsız buldum yazdıklarını: “Sanatçı, bir zanaatkar ya da teknisyen kadar saf ve basittir,” fikrine inanmasını akıldışı sayıyor: “Hergé bu önermeyi savaş sonrasında, Profesör Turnesol figürü üzerinden sonuna kadar dayatacaktır.”

Popüler kültür üreticileri, hele çok satanlar, hitap ettikleri kitlenin nabzına veya arzularına göre bilerek, planlayarak üretmezler. Genellikle ürettikleri şeylere izleyicileri kadar inanır, inandıkları şeyleri anlatır, öyle üretirler. Tenten, ilk yıllarında, ırkçı veya anti-komünist unsurlar içermiştir, çünkü o serüvenin yayımlandığı yıllarda, ülke iklimi, popüler kültürün nefes alıp verdiği aura, ırkçı ve anti-komünisttir. Tenten, o normalliğin sınırları içinde yayımlanmış, ancak o şekilde popüler olabilmiştir. Zaman ve popüler kamusallık, popüler kültürün asal belirleyenidir, o popüler ürün, zamanı yakalıyorsa, aktüel olabiliyorsa yaşar, aktüel kalabiliyorsa daha çok yaşar. Zaman değişir, geçmişte kullanılan ve normal sayılan ifade ve eğilimler değişebilir, yanlış bulunabilir. Günümüzün popüler kültür ürünleri, illa kendilerini açıklamak durumunda kalırlarsa, siyasi angajmanlarla değil, geniş bir insancıllık kavramsallaştırmasıyla konuşurlar. Bu insancıllığın içine hoşgörü, yardımseverlik, dostluk, paylaşma, özveri gibi şeyler katılır. Bütün uzun ömürlü kahramanlar gibi Tenten de bu yöne evrilen bir süreç geçirir. Irkçılıktan, sağcılıktan, emperyal kibirden uzaklaşarak siyaseten doğrucu bir yönseme içine girer. Milyonlarca hayranı olan bir çizgi roman ancak böylesi bir ortak paydada varlığı sürdürebilir zaten.

Hakkında yapılan çalışmalara, verdiği röportajlara bakılırsa eğer Hergé, pek çok bakımdan evhamlı, siyasetle ya da entelektüellerle ilişkisi sınırlı biri. Buna karşın özenli, popülerlik için nelere hassasiyet göstermesi gerektiğini bilecek kadar da akıllı. Kendini geliştiren ve değiştirmeye çalışan, öğrenmeyi seven biri. İlginç bir anekdot anlatılır, kitapta da yer verilmiş. Üniversiteden bir okuru, Hergé’ye mektup yazıyor ve duyurusunu yaptığı Uzakdoğu serüveninde klişeci ve oryantal vurgular kullanmaması konusunda onu uyarıyor. Çinli bir öğrencisini yanına gönderiyor. Hergé, böylelikle, sonradan yakın arkadaş olacağı genç ve yetenekli bir Çinliyle tanışıyor ve önyargılarından epeyce sıyrılıyor, başka bir yola giriyor. Girmeyebilirdi. Şunu demek istiyorum, McCarthy, hem Hergé’i bir biçimde naif buluyor hem de onun üretimlerini önemseyerek Barthes’çı bir yorum yapıyor, Derrida’dan ve Freud’tan kavramlar alarak serüvenleri yorumluyor, Balzac ile koşutluklar kuruyor. Tenten’i konuşmak için kuramcıları vesile etmiyor, tersini yapıyor. McCarthy, derdi bu değilmiş gibi görünmekle birlikte Hergé’i azımsıyor ve bu bana çelişkili bir mesafe kaybıymış gibi geliyor. Yazar dikkat çekici biçimde şunu yapmıyor, tarihsel bağlamı kesin biçimde göz ardı ediyor. Hergé’yi bugünden bakarak irdeliyor. Bireylerin hangi etkiler altında nasıl biçimlendikleri, tercihlerini nasıl yaptıkları, nasıl ve neden sevindikleri, üzüldükleri, anlatılarını neden şu veya bu biçimde ürettiklerini anlamak zor olsa da böylesi bir farkındalık, toplumları, edebiyatı veya popüler olanı anlamak adına çok önemli bana kalırsa.

Okura not: kitaptaki yorumları anlayabilmeniz için Tenten serüvenlerini bilmeniz gerekiyor, açıklayıcı olmak gibi özel bir kaygısı yok yazarın. Romancı McCarthy’yi denemeci olarak, iddia ettiği kadar eğlenceli bulmadım diyerek sözü bağlayayım. Kitabın sonunda çevirenin notu başlığı altında Türkiye’de Tenten serüvenlerini kopyalayanların listesi verilmiş, o ayrıca ilginç olmuş. Kaynak belirtilmediği için tek tek ayrıntısına girmeyeceğim ama çok fazla isim yazıldığını düşünüyorum. Farklı yayınevleri de olsa baskı klişeleri alınıp satılıyordu. Örneğin Ali Recan, Burhan Şener’in kalıplarını satın almıştı, yeniden kopyalamamış, kısmen düzeltmiş, yenilemiş, üstelik bunu da kendisi yapmamış, isimsiz gençlere yaptırmıştı.

Sabit Fikir, Eylül sayısında yayımlandı.

Salı, Ekim 04, 2016

Seyrüsefer Defteri 75



İstanbul seyahati (30 Eylül). ++Mechanic Resurrection (2016) bir JS aksiyonu, vasatının altında kalmış (29 Eylül). ++ Kingsglaive Final Fantasy Xv (2016) kendi türünde büyük prodüksiyon, klişe hikaye (28 Eylül). ++ Easy Sea1 Ep.5, 6, 7 ve 8'i seyrettim (27 Eylül). ++ Abluka, iyi ve uğraşılmış, akledilmiş film (26 Eylül). ++ Easy Sea1 Ep.1, 2, 3 ve 4'ü seyrettim (25 Eylül). ++ İstanbul yolculuğu (23-24 Eylül). ++ The Daughter (2015) güzel film çıkmış (22 Eylül). ++ Central Intelligence (2016), komedi avantür (21 Eylül). ++ Nina (2016), pek parlak değil, neler neler anlatılabilecekken (20 Eylül). ++ Mike and Dave Need Wedding Dates (2016) gençlik komedisi diyoruz, Plaza ve DeVine çıkış yapan oyuncular (19 Eylül). ++The Neon Demon (2016) ve Excess Flesh (2015), ilki hafif psikolojik ve eh dedirten, ikincisi baya'a vasat olan iki korku filmi (18 Eylül). ++X-Men Apocalypse (2016) tefrika devamı olarak izledim, ruhsuz bir klişe olmuş (17 Eylül). ++The Adderall Diaries (2015) edebiyat uyarlaması, meselesi seyirciyi etkileyemiyor (16 Eylül). ++ Belek Tatili (9-15 Eylül). ++Money Monster (2016) abartılı ve inandırıcılık sorunu olmasına karşın bir iki sahnesi çok başarılı (8 Eylül). ++ The Legend of Tarzan (2016) yeni yorum, eh diyelim (7 Eylül). ++ Diablo, korku ve muamma westerni (6 Eylül). ++ The Fits, ilginç bir tomboy filmi (5 Eylül). ++ The American Side, özel dedektif polisiyesi, film iyi değil ama klişeleri için seyrettim (4 Eylül). ++ Debug (2014), vasat altı bir BK filmi (3 Eylül). ++The Shallows (2016) sörfçü kızla köpekbalığının ger ger gerilimi, fena değil diyelim (2 Eylül). ++ Blood Father (2016), Mel G. için seyrettim, tv filmi havasında, iyi değil (1 Eylül).



Related Posts with Thumbnails