Uzun zamandır Türkiye bu kadar mutsuz olmamıştı.
Gaddarlık, huşunet, habaset bitmiyordu ama mutlu olmanın bir meşruiyeti de
vardı. Bir hakkı…
Şimdi, galiba, o meşruiyeti kaybettik. Bu kadar kötü şey
olurken kitap okumak, film seyretmek, kendi zevklerine vakit ayırmak güçleşti,
ayıp oldu, utanılacak şey oldu. Olup biteni teğet geçerek yaşama imkânı ortadan
kalktı.
Kültür Endüstrisi, böylesi tedirginliklerden hemen
etkilenir. Her alanda, büyük düşüş var. Sinema seyircisi arttı diyenler
olabilir. Ortada adam akıllı tek bir film yokken, seyirci sayısındaki artışın
nedeni, insanların televizyondan kaçma arzusu olmalı. Gördükleri ve duydukları
sertlikten uzaklaşmak istiyorlar.
Kendi işimle ilgili bir örnek vereyim. Her yıl, yaz
sonunda, Eylül ayında, yayınevine gönderilen edebiyat dosyalarında ufak çaplı bir
“patlama” olur. Hani neredeyse yılın en çok dosya gelen ayı Eylül’dür. Görünen
o ki, insanlar yazmak için en geniş vakti ancak yazın bulabiliyorlar. Veya
başladıkları işi ancak o zaman bitirebiliyorlar. Öğrenciler, gençler,
öğretmenler… Yükleniyorlar bir şekilde. Bu yıl öyle olmadı, yaşadığımız dönemin,
Temmuz-Ağustos aylarının sıkıntı ve karamsarlığı, görünen o ki, o yoğunlaşmayı
sekteye uğrattı. Gelen dosya sayısı yarı yarıya düştü.
Dünya tarihinde pek çok örnek var, toplumlar
mutsuzlaştığında edebiyat bir sığınak işlevi görür, yazanı ve okuyanı çoğalır.
Bizde de er ya da geç böyle olacaktır diye düşünülüyor.
Bizim durumumuz şu an için farklı, baskının bile bir
rutini vardır, böylesi bir rutine sahip değiliz, tedirginliği büyüten bir
muğlaklık, ne olacağı kestirilemeyen bir yarın kaygısı içindeyiz. Bu
sürdürülebilir bir hayat hali değil, sadece kültür-sanat endüstrisini değil
ekonomiyi bütünüyle zorlayan bir atmosfer bu. Hep birlikte yaşıyoruz.
Laf buralara gelince illa ki “ne yapacağız?” diye
soruluyor. Hayata siyasete, her ne olursa olsun, iyilikle ve sakinlikle
bakmaktan yanayım. Arkadaşlara sığınmak, daha çok yardım etmek ve daha çok yan
yana durmaktan söz ediyorum. Sakin kalmak, Türkiye’de pek anlaşılmıyor, büyük
bir çoğunluk, bağırıp çağıran insanlara alıştığından sakin kalmayı
anlamlandıramıyor. Sakinliği, sinsilikle (ve korkaklıkla) özdeşleştiriyor. E buna da sakin
bakmak gerekiyor, höt zöt devrindeyiz.
2 yorum:
Ben bu sureci de edebiyatin siginak islevi gordugu bir donem olarak dusunuyorum aslinda. Tabii mutfagin arkasinda degilim yazan potansiyelini izleyemiyorum ama okuyanlarda bir artis oldugu seklinde gozlemim var ve tabii bu degerlendirmeyi de sadece etrafima bakarak soyleyebiliyorum, genele vuramam. Ama gozardi edemeyecegim kadar dikkatimi cekiyor ve iclerinde konusabildiklerim, bu ortamda en iyi kacis yolu oldugunda hem fikir. Yoksa aklimizi kacirabilecegimize dair cok ciddi endiselerimiz var. Kisacasi sanki o siginma okuyan acisindan baslamis olabilir...
"tedirginliği büyüten bir muğlaklık, ne olacağı kestirilemeyen bir yarın kaygısı içinde" sakin kalmak...
hımmm
pek bilemedim şimdi.
Yorum Gönder