Salı, Ağustos 12, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (2)

Arkadaşımla ilgili beni en çok şaşırtan, sevgilisine rağmen, hiç görmediği-yüzleşmediği bir adama aşık olması, o aşkı yaşama biçimi oldu. Aşıktı ama aşkı fizikselleştirmiyordu. Bilemiyorum, Belki aşkı bir “olasılık” olarak daha yoğun hissediyordu. Karşılaşmadığı için, aşk “bozulmuyor”, her zaman eksik ve bu yüzden daima canlı kalıyordu. Aşkı ciddiye alıyor, seviyor, arzuluyordu. Fakat buna rağmen ya da tam da bu yüzden, aşkı fiziksel dünyaya taşımıyor, karşılaşmıyordu. 

Çoğu zaman aşk, tanışmakla, dokunmakla, bir bedende karşılık bulmakla tamamlanır. Oysa onun aşkı, bir karşılaşmaya değil, bir karşılaşmamanın korunmasına dayanıyordu. Görüşmedikçe, aşk bir “olasılık” olarak kalıyordu. Aşk, somutlaşmadığı için, eksiksiz, bozulmamış, kirlenmemiş gibi hissediliyordu. Fiziksel buluşma, alışkanlık, hayal kırıklığı, yanlış anlama gibi riskler taşıdığı için görüşmeyerek, aşkı saf bir duygu halinde, hep en yüksek formunda tutabiliyordu. Ne diyordu Bataille: “Aşk, arzunun her zaman bir eksiklik çevresinde dönmesidir.”

İnsan böyle bir şeyi dinlediğinde şunu merak ediyor, ortada iki erkek var. Biri sevgilisi diğeri aşık olduğu adam… İlişkilerde bir his geliştirilebilir ve o ilişki o hisle (üstelik aşk olmadan) yürüyebilir. Sevgilisi bu aşkı bilmiyor ve “aldatıldığını” anlamıyordu, o kısmı anlıyordum. Oysa arkadaşım, aşık olduğu adamla fiziken karşılaşmayı redderek kendini aldatmış olarak görmüyordu. Anlamıyor olabilirsiniz, aşık olunan adamın ne hissettiğini bilmiyorum. Belki anlıyor da olabilir… Kristeva, aşkı, “bir diğerine duyulan arzu kadar, kendi içimizde açılan yeni bir anlam alanı” olarak tanımlar. Yani arkadaşım, aşk sayesinde, kendi içinde bir duygusal alan açıyor ve orada yaşıyordu. “Buluşmadıkça, aşk onun oluyor; buluşsa aşk paylaşılacak ve belki kaybedilecekti” veya “buluşmadıkça sevgilisini aldatmış olmayacaktı”…

Bana anlattığına göre sevgilisiyle bir gün ayrılacaklar ve o aşık olduğu adama gidecekti… Gülümsüyorum elbette. Bunun adı erteleme çünkü… Gelecekte bir zamanı işaret ediyordu. Hiçbir zaman tamamlanmayan bir aşk, hiç bitmeyen bir aşk olur. “Başlamayan aşk, bitmez veya bitmeyen aşk, daima var olur” demek bu. Arkadaşım aşkı bir “fiil” değil, bir “his” olarak yaşamak istiyordu. Aşkı bir “buluşma” değil, bir “duygusal atmosfer” olarak deneyimliyordu. Gerçeklikte karşılaşmadığı için aşkını kontrol edebiliyordu. Geleceği düşleyerek bugünkü sıkışmışlığından kaçıyordu: aşık olduğu adamla evlenmek, çocuk yapmak, birlikte bir hayat kurmak gibi hayallerle “ileride olacak şeyler” üzerinden bugünkü tıkanıklığını hafifletiyordu. Oysa herkese evliliğin kendisine göre olmadığını defaatle söylemişti, çocuk büyütmek hiç ona göre değildi filan… Karışık mı? Değil. Sevgilisini seviyor. Ona bir bağlılık ve şefkat hissediyor. Ama aşık olduğu adama karşı duyduğu arzu da gerçek. Yani, sevgi ve aşk onun içinde farklı kaynaklardan besleniyor.

Aşkın gerçekleşmesi için bir kopuş (ayrılık) şart. Ama kopuş, gerçekliğe adım atmak demek ve gerçeklik -hayalden farklı olarak- onu korkutuyor. Dolayısıyla arkadaşım sevgilisinden ayrılmayı yalnızca ahlaki bir mesele olarak değil, duygusal bir felaket olarak görüyor: Ayrılık, hem onu hem sevgilisini yaralayacak. Kendisini “kötü biri” gibi hissettirecek. Bana sevgilisiyle "geçmişlerini" anlattı, zahmetli ve zor bir süreçten birlikte geçmişler. Sevgilisi evliymiş boşanmış şu bu… Birilerini kırmış. Yine kıracağını biliyor. Dünyadaki en çok korktuğu şeylerden biri: birine zarar vermek. Bu yüzden ayrılığı zihninde “erteliyor”, “öteliyor”, “askıya alıyor”. Aşık olurken aldatmış gibi hissetmiyor, ama eğer fiziken karşılaşırsa kendini affedemeyecek. 

Bu, arkadaşımın bedensel deneyime, fiziksel karşılaşmaya yüklediği ağır anlamı gösteriyor. Onun için aşk bir hayal olarak kaldığı sürece: vicdanını yaralamıyor, ihanet gibi hissettirmiyor, çünkü somut bir eylem yoksa, somut bir ihlal de yok. Ama bir dokunuş, bir göz göze geliş, bedenlerin yan yana gelişi olursa, bu artık geri dönüşü olmayan bir kırılma olacak. Çünkü beden, onun dünyasında ruhun taşıyıcısı değil, mutlak gerçeğin kendisi.

Bu çok derin bir etik algıya işaret ediyor: “Bedenimle ihanet ettiğimde ruhumu da ihlal etmiş olurum.” Bunu Barthes’ın “ “göz göze gelmek” ya da “dokunmak” üzerinden tanımladığı aşkın doğrudanlığı kavramıyla ilişkilendirebiliriz. Aşk, adını sessizlikte bulur, ama gözde ve tende açığa çıkar.” Arkadaşım “hayalde özgür, bedende tutsak” biri yani. Haliyle hem sevgilisinden hem aşık olduğu adamdan kopamıyor : Biri ona şefkat ve güven diğeri ona arzu ve geleceğin ihtimalini sunuyor. Bu iki duyguyu birleştiremiyor. Bu yüzden aşkı idealize ediyor: Şu anda değil, gelecekte mutlu olacağız. Şimdi değil, sonra kavuşacağız. Bir gün hayat değişecek. Ama bilinçdışında şunu da biliyor: Gerçek hayatta hiçbir şey hayal edildiği gibi saf kalmaz. Bu yüzden, ütopyasını sonsuz erteleyerek koruyor. “Bir gün” diyor ama biliyor ki ama o “bir gün” hiç gelmeyebilir.

Yarın bitiriyorum... 

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails