Çoğu zaman aşk, tanışmakla, dokunmakla, bir bedende karşılık
bulmakla tamamlanır. Oysa onun aşkı, bir karşılaşmaya değil, bir
karşılaşmamanın korunmasına dayanıyordu. Görüşmedikçe, aşk bir “olasılık”
olarak kalıyordu. Aşk, somutlaşmadığı için, eksiksiz, bozulmamış, kirlenmemiş
gibi hissediliyordu. Fiziksel buluşma, alışkanlık, hayal kırıklığı, yanlış
anlama gibi riskler taşıdığı için görüşmeyerek, aşkı saf bir duygu halinde, hep
en yüksek formunda tutabiliyordu. Ne diyordu Bataille: “Aşk, arzunun her zaman
bir eksiklik çevresinde dönmesidir.”
İnsan böyle bir şeyi dinlediğinde şunu merak ediyor,
ortada iki erkek var. Biri sevgilisi diğeri aşık olduğu adam… İlişkilerde bir
his geliştirilebilir ve o ilişki o hisle (üstelik aşk olmadan) yürüyebilir.
Sevgilisi bu aşkı bilmiyor ve “aldatıldığını” anlamıyordu, o kısmı anlıyordum.
Oysa arkadaşım, aşık olduğu adamla fiziken karşılaşmayı redderek kendini
aldatmış olarak görmüyordu. Anlamıyor olabilirsiniz, aşık olunan adamın ne
hissettiğini bilmiyorum. Belki anlıyor da olabilir… Kristeva, aşkı, “bir
diğerine duyulan arzu kadar, kendi içimizde açılan yeni bir anlam alanı” olarak
tanımlar. Yani arkadaşım, aşk sayesinde, kendi içinde bir duygusal alan açıyor
ve orada yaşıyordu. “Buluşmadıkça,
aşk onun oluyor; buluşsa aşk paylaşılacak ve belki kaybedilecekti” veya
“buluşmadıkça sevgilisini aldatmış olmayacaktı”…
Bana anlattığına göre sevgilisiyle bir gün ayrılacaklar
ve o aşık olduğu adama gidecekti… Gülümsüyorum elbette. Bunun adı erteleme
çünkü… Gelecekte bir zamanı işaret ediyordu. Hiçbir zaman tamamlanmayan bir
aşk, hiç bitmeyen bir aşk olur. “Başlamayan aşk, bitmez veya bitmeyen aşk,
daima var olur” demek bu. Arkadaşım aşkı bir “fiil” değil, bir “his” olarak
yaşamak istiyordu. Aşkı bir “buluşma” değil, bir “duygusal atmosfer” olarak
deneyimliyordu. Gerçeklikte karşılaşmadığı için aşkını kontrol edebiliyordu. Geleceği
düşleyerek bugünkü sıkışmışlığından kaçıyordu: aşık olduğu adamla evlenmek,
çocuk yapmak, birlikte bir hayat kurmak gibi hayallerle “ileride olacak şeyler”
üzerinden bugünkü tıkanıklığını hafifletiyordu. Oysa herkese evliliğin
kendisine göre olmadığını defaatle söylemişti, çocuk büyütmek hiç ona göre
değildi filan… Karışık mı? Değil. Sevgilisini seviyor. Ona bir bağlılık ve
şefkat hissediyor. Ama aşık olduğu adama karşı duyduğu arzu da gerçek. Yani,
sevgi ve aşk onun içinde farklı kaynaklardan besleniyor.
Aşkın
gerçekleşmesi için bir kopuş (ayrılık) şart. Ama kopuş, gerçekliğe adım atmak
demek ve gerçeklik -hayalden farklı olarak- onu korkutuyor. Dolayısıyla
arkadaşım sevgilisinden ayrılmayı yalnızca ahlaki bir mesele olarak değil,
duygusal bir felaket olarak görüyor:
Ayrılık, hem onu hem sevgilisini yaralayacak. Kendisini “kötü biri” gibi hissettirecek. Bana sevgilisiyle "geçmişlerini" anlattı, zahmetli ve zor bir süreçten birlikte geçmişler.
Sevgilisi evliymiş boşanmış şu bu… Birilerini kırmış. Yine kıracağını biliyor. Dünyadaki
en çok korktuğu şeylerden biri: birine zarar vermek. Bu yüzden ayrılığı zihninde “erteliyor”, “öteliyor”,
“askıya alıyor”. Aşık olurken aldatmış gibi hissetmiyor, ama eğer fiziken
karşılaşırsa kendini affedemeyecek.
Bu, arkadaşımın bedensel deneyime,
fiziksel karşılaşmaya yüklediği ağır anlamı gösteriyor. Onun için aşk bir hayal
olarak kaldığı sürece: vicdanını yaralamıyor, ihanet gibi hissettirmiyor, çünkü
somut bir eylem yoksa, somut bir ihlal de yok. Ama bir dokunuş, bir göz göze
geliş, bedenlerin yan yana gelişi olursa, bu artık geri dönüşü olmayan bir
kırılma olacak. Çünkü beden, onun dünyasında ruhun taşıyıcısı değil, mutlak
gerçeğin kendisi.
Bu çok derin bir etik algıya işaret ediyor: “Bedenimle
ihanet ettiğimde ruhumu da ihlal etmiş olurum.” Bunu Barthes’ın “ “göz göze
gelmek” ya da “dokunmak” üzerinden tanımladığı aşkın doğrudanlığı kavramıyla
ilişkilendirebiliriz. “Aşk, adını sessizlikte bulur, ama
gözde ve tende açığa çıkar.” Arkadaşım “hayalde özgür, bedende tutsak” biri
yani. Haliyle hem sevgilisinden hem aşık olduğu adamdan kopamıyor : Biri ona
şefkat ve güven diğeri ona arzu ve geleceğin ihtimalini sunuyor. Bu iki duyguyu
birleştiremiyor. Bu yüzden aşkı idealize ediyor: Şu anda değil, gelecekte mutlu
olacağız. Şimdi değil, sonra kavuşacağız. Bir gün hayat değişecek. Ama
bilinçdışında şunu da biliyor: Gerçek hayatta hiçbir şey hayal edildiği gibi
saf kalmaz. Bu yüzden, ütopyasını sonsuz erteleyerek koruyor. “Bir gün” diyor
ama biliyor ki ama o “bir gün” hiç gelmeyebilir.
Yarın bitiriyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder