![]() |
Gövsa belli ki bir Fransız dergisinden esinlenmiş, araya
Şopen, Şubert, Betoven, Flober, Bodler, Verlen gibi isimleri serpiştirmiş.
İlginçtir, Tamburi Cemil Bey’i de “neşesiz” olarak anıyor. Ama bu ne demek?
Suratsızlık mı? Melankoli mi? Gövsa bunu vereme bağlıyor. O yılların
anlayışıyla bakıldığında hastalıkla ruh halini doğrudan ilişkilendirmek çok
doğal görünüyor. Oysa bugünden bakınca, melankoliyi sadece “neşesizlik” olarak
tarif etmek hayli indirgemeci bir yorum olur. Melankoli bambaşka bir yoğunluk,
bir yaratıcı duygu hali de olabilir.
Tevfik Fikret için söyledikleri daha da çarpıcı: “Sağlam
ve pehlivan gibi bir bünyeye sahipken fazla hassasiyetinin ve bu hassasiyete
uygun gelmeyen muhit şartlarının tesiri altında titiz, geçimsiz ve neşesiz bir
adam olmuştu.” Sizin de dikkatinizi çekmiştir, “neşesizlik”, kişisel karakterin değil,
neredeyse toplumsal uyumsuzluğun işareti olarak gösterilmiş.
Yazının sonunda ise Gövsa, “neşesizlik tedavi edilir mi?”
diye soruyor. Verdiği reçete, bugünün “wellness” jargonunu andırıyor: düzenli
spor, sevilen bir meşgale, eğlenceler, ümitli bir meslek hayatı, bir ideale
bağlanış… Yani 1938’de de “ruhsal sıkıntı”ya karşı önerilen şey, aslında hayat
tarzının yeniden düzenlenmesi demekmiş.
Asıl mesele şu: Gövsa’nın “tedavi” önerileri, bireyin
içsel sıkıntısını toplumsal faydaya ve üretkenliğe bağlayan bir mantığı
gizliyor. Yani neşesizliği bile “düzeltilmesi gereken bir arıza” gibi görüp,
kişiyi yeniden işlevsel kılmaya çalışıyor. Bugünün terapi önerileri de çoğu kez
aynı şeyi yapmıyor mu? “Daha verimli ol, daha sağlıklı yaşa, mutlu ol ki
çalışmaya devam edebil.” Hüznün, melankolinin ya da neşesizliğin kendi başına
bir varlık ve deneyim biçimi olabileceğini görmezden gelinebiliyor demek
istiyorum.
Şunu sormasam olmaz: Neşesizlik neden mutlaka “tedavi
edilmesi” gereken bir şey olsun ki? 1938’den bugüne aynı ses yankılanıyor: her birimiz,
“neşeli” olmalıyız, aksi halde toplumsalın bir parçası olarak ya hasta ya da
sorunlu sayılırız.
Bugün “pozitif psikoloji” adıyla
pazarlanan yaklaşımlar da aynı damarı sürdürüyor. Neşe, bir ruh hali olmaktan
çok, ölçülüp biçilebilen bir performans kriterine dönüşüyor. “Mutlu olmayı
seç”, “kendini pozitif düşünceyle iyileştir” gibi sloganlar aslında bireyin
ruhsal yükünü tamamen kendi sırtına yıkıyor. Halbuki neşe, çoğu zaman dış
koşulların, toplumsal eşitsizliklerin, gündelik hayatın ağırlığının belirlediği
bir duygu iklimidir. Bunu göz ardı edip neşeyi bireysel bir sorumluluk haline
getirmek, tıpkı Gövsa’nın 1938’de yaptığı gibi, hüznü ve melankoliyi toplumsal
eleştirinin kaynağı olmaktan çıkarıp kişisel bir “arıza” gibi göstermekten
öteye gitmiyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder