Pazar, Ağustos 31, 2025

Neşesizler

Yukarıdaki görsel Yedigün’den, İbrahim Alaettin Gövsa’nın bir denemesinden (3 Mayıs 1938). Bugün okunduğunda bolca beyhude laf, yuvarlak cümle ve kısmen palavra içeriyor… Ben oldum olası kolay gülen, çabuk neşelenen biri olduğumdan “neşesizlik” meselesi hemmen dikkatimi çeker. Eski metinlerde “kolay gülen”ler çoğu kez aptal muamelesi görür, az gülmek ise ağırbaşlılık, hatta mütedeyyinlik göstergesi sayılır.

Gövsa belli ki bir Fransız dergisinden esinlenmiş, araya Şopen, Şubert, Betoven, Flober, Bodler, Verlen gibi isimleri serpiştirmiş. İlginçtir, Tamburi Cemil Bey’i de “neşesiz” olarak anıyor. Ama bu ne demek? Suratsızlık mı? Melankoli mi? Gövsa bunu vereme bağlıyor. O yılların anlayışıyla bakıldığında hastalıkla ruh halini doğrudan ilişkilendirmek çok doğal görünüyor. Oysa bugünden bakınca, melankoliyi sadece “neşesizlik” olarak tarif etmek hayli indirgemeci bir yorum olur. Melankoli bambaşka bir yoğunluk, bir yaratıcı duygu hali de olabilir.

Tevfik Fikret için söyledikleri daha da çarpıcı: “Sağlam ve pehlivan gibi bir bünyeye sahipken fazla hassasiyetinin ve bu hassasiyete uygun gelmeyen muhit şartlarının tesiri altında titiz, geçimsiz ve neşesiz bir adam olmuştu.” Sizin de dikkatinizi çekmiştir,  “neşesizlik”, kişisel karakterin değil, neredeyse toplumsal uyumsuzluğun işareti olarak gösterilmiş.

Yazının sonunda ise Gövsa, “neşesizlik tedavi edilir mi?” diye soruyor. Verdiği reçete, bugünün “wellness” jargonunu andırıyor: düzenli spor, sevilen bir meşgale, eğlenceler, ümitli bir meslek hayatı, bir ideale bağlanış… Yani 1938’de de “ruhsal sıkıntı”ya karşı önerilen şey, aslında hayat tarzının yeniden düzenlenmesi demekmiş.

Asıl mesele şu: Gövsa’nın “tedavi” önerileri, bireyin içsel sıkıntısını toplumsal faydaya ve üretkenliğe bağlayan bir mantığı gizliyor. Yani neşesizliği bile “düzeltilmesi gereken bir arıza” gibi görüp, kişiyi yeniden işlevsel kılmaya çalışıyor. Bugünün terapi önerileri de çoğu kez aynı şeyi yapmıyor mu? “Daha verimli ol, daha sağlıklı yaşa, mutlu ol ki çalışmaya devam edebil.” Hüznün, melankolinin ya da neşesizliğin kendi başına bir varlık ve deneyim biçimi olabileceğini görmezden gelinebiliyor demek istiyorum.

Şunu sormasam olmaz: Neşesizlik neden mutlaka “tedavi edilmesi” gereken bir şey olsun ki? 1938’den bugüne aynı ses yankılanıyor: her birimiz, “neşeli” olmalıyız, aksi halde toplumsalın bir parçası olarak ya hasta ya da sorunlu sayılırız.

Bugün “pozitif psikoloji” adıyla pazarlanan yaklaşımlar da aynı damarı sürdürüyor. Neşe, bir ruh hali olmaktan çok, ölçülüp biçilebilen bir performans kriterine dönüşüyor. “Mutlu olmayı seç”, “kendini pozitif düşünceyle iyileştir” gibi sloganlar aslında bireyin ruhsal yükünü tamamen kendi sırtına yıkıyor. Halbuki neşe, çoğu zaman dış koşulların, toplumsal eşitsizliklerin, gündelik hayatın ağırlığının belirlediği bir duygu iklimidir. Bunu göz ardı edip neşeyi bireysel bir sorumluluk haline getirmek, tıpkı Gövsa’nın 1938’de yaptığı gibi, hüznü ve melankoliyi toplumsal eleştirinin kaynağı olmaktan çıkarıp kişisel bir “arıza” gibi göstermekten öteye gitmiyor.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails