Pazartesi, Ağustos 11, 2025

Kaybolma Sanatlarından dijital maske (1)

Sosyal medyada anonim-fake hesapları izlediğimi yazmıştım, onların kendilerine çizdiği personayı incelemek doğrusu bana ilginç geliyor. Genellikle “Mr-Miss Hyde” oluyorlar, doğrudan ve dobra, ajitatif ve meydan okuyucu, sarkastik ve grotesk davranıyorlar. 

Bu hengamede değişik biriyle tanıştım. Sahiden ilginç biriydi, son derece zeki ve espriliydi, okur yazar olduğu hemen anlaşılıyordu, siyasetle ilgiliydi ve anaakım değerlere rahatlıkla nanik yapabiliyordu. İtiraf etmem gerekirse anonim bir hesap olduğunu düşündüm, kadın kimliği vardı ama kadın olmayabilirdi, pek de umursamadım. Hiç fotoğrafı yoktu, işin ilginci yazdığı metinleri kısa sürede siliyordu. Daha da ilgilendim haliyle.

Şimdiki zamanda yaşıyor ama dijital ayak izlerini silmek için uğraşıyordu; bu görünürlük çağında görünmez olmayı seçmek demekti. Sürekli içerik üreten bir dünyada iz bırakmamayı, unutulabilir olmayı bilinçli bir tercih haline getirmişti. Sanki var olarak yok olmak istiyordu. Üstelik ironi bilen biri olarak yokluğunu bile estetik bir şekilde var ediyordu.

Doğal olarak tanıştık, okur yazar insanların karşılaşmaları, sahiden dost olmaları, iletişimin bu denli kolay olduğu bir dünyada bence daha da zor. En azından ben kolay kaynaşamıyorum… Beni tanıması, konuşmak için istekli olması dostluğumuzu kolaylaştırdı. İlk başlarda yazıştığım insanın bir erkek ya da bir kadın olmasıyla ilgilenmedim. O isimli biri olmayabilirdi, kendine avangart bir persona çizme ihtimali yüksekti…

Tanıdıkça o satirik ergenin uykusuzluk çektiğini, migreni olduğunu, kolay yorulduğunu, biteviye içine kaçtığını filan anladım… Bunlar hem bedensel hem ruhsal bir duyarlılığı işaret ediyordu. Sanki dünya fazlaca gürültülü, fazlaca hoyrat ve onun gibi biri için katlanılması güçtü. Kendi küçük, sessiz, kontrollü alanını (kitaplar, çiçekler) titizlikle inşa etmişti. Bir sevgilisi vardı, onunla hafta sonları görüşüyordu. Babası alkolikti, annesi pimpirikli filan, hayatını onlarla sürdürüyordu. Bir türlü uykuya dalamadığı için ilaç kullanıyor, onun etkisiyle sabahları metal bir yorgunlukla ayılamıyordu.

Sevgilisi vardı ama bir başka adama aşık olmuştu. Benim için hikayesi asıl burada başladı. Sevgilisini seviyordu ama adama aşık olmuştu işte. Aşık olduğu adamla (dediğine göre adam da onu seviyordu) hiç karşılaşmamışlardı. Adamın ısrarlarına karşın onunla yüz yüze gelmemekte ısrar ederek iddialı bir sınır çiziyordu. Hem aşkı yaşıyor hem de onu gerçekliğin yıpratıcılığından koruyor gibiydi. Belki ilişkiyi fiziksel dünyaya taşırsa o büyünün, o hassas dengenin bozulacağından korkuyordu. Ya da aşkı bir hayal, bir tasavvur olarak yaşamak ona daha güvenli geliyordu. Çünkü fiziksel karşılaşma, reddedilme, hayal kırıklığı ve kontrol kaybı gibi riskleri de beraberinde getirirdi.

Herkesin dijital maskeler taktığı bir çağda yeni arkadaşımın yaptıkları bana maskesiz kalmak için maske gibi davranmak gibi geldi. Komik ve haliyle trajik bir direnme biçimiydi. Walter Benjamin’in “aurası olan insan” yaklaşımı ya da günümüz psikanalizinde konuşulan “görünürlüğe karşı direniş” biçimini akla getiriyordu. Modern dünya, her birimizi “kendini sergilemeye”, paylaşmaya, belgelemeye, görünür olmaya zorluyor. O ise tam tersine silinmek istiyordu. İz bırakmamak, unutulabilir olmak onun özgürlük biçimi gibi görünüyordu. Benjamin, özgün ve tekil olanın kopyalanmasına direnir biliyorsunuz, arkadaşım da paylaşımlarının biricikliğini silerek koruyordu. İyi bir editördüm, yeteneği görebilirim, güzel metinler yazıyor ama her birini siliyordu. O an için okunan sonra yok olan, dolaşıma girmeyen metinlerin yazarıydı. Bana başta “kibir” gibi geldi, çünkü sarkastikti, kamusal yüzüyle yorumlar yaparken minnoş ve ponçik görünse de aslında kendisini okuyanlardan daha zeki olduğunu biliyordu.

Hassasiyetlerinin (uykusuzluk, migren, çiçek sevgisi, içine kapanma), sadece bir kişilik özelliği değil, dünyayla bir çatışma biçimi olduğunu anladım. Dünya çok fazla, ben çok azım diyen bir ruh hali vardı. Çevresindeki şiddeti, gürültüyü azaltmak için kendi varoluşunu “küçülterek” koruyordu. Barthes’ın “Camera Lucida” kitabında bahsettiği punctum kavramını hatırlatıyordu: Bazen bir fotoğrafın küçücük bir ayrıntısı bizi kalbimizden vurur, işte onun gibi, arkadaşım da hayatın içinde dev imgeler üretmek yerine küçük, keskin duygular yaratıyordu.

Yarın devam edeceğim.


3 yorum:

Aziz dedi ki...

Cevabı yok ama metni okurken şu geldi aklıma: Birini, başka biriyle birlikteyken sevmek, eğer fiziksel temas yoksa, aldatma sayılır mı?

Aziz dedi ki...

Görüşmeyi reddederek aşkı koruyorsa onu yaşamamış da olmuyor mu?

Levent Cantek dedi ki...

İki ayrı yoruma tek cevap yazayım. Aldatma meselesi bence edebi bir soru, cevabı yok diyemeyiz o yüzden. Mahkemede hakim bile yorum katmak zorunda kalabilir. İkinci soru ise konuyla ilgili iki gün daha yazacağım, sonra cevap vereyim. Çok selam

Related Posts with Thumbnails