Cuma, Ağustos 01, 2025

Amerika bir uğultudur

Ben çocukken Amerika, aklımda sadece kovboy filmleriyle ve gangsterlerle vardı, baştan sona sinema gibi bir şeydi. Gerisini çok hayal edemiyordum. Almanya gibi değildi. Amerika’yı anlatabilecek birileriyle çok karşılaşamıyorduk.

Okuryazarlığın şanındandır, Kafka’nın yarım kalan romanını okumuştum, var mı yok mu belli olmayan bir Amerika anlatıyordu.  Çalışanlardan söz ediyordu ama ne iş yaptıkları belli değildi. Herkes emir alıyordu ama kimin verdiği bilinmiyordu. Tedirgin ediciydi.

Tanımadığı kalabalıklar içinde sürüklenen roman kahramanı, hep dışarıdaydı. Ne bir yere ait hissedebiliyordu ne de zamana. İçeri alınmıyor, hep eşiğinde tutuluyordu. Kafka için kalabalık bir tür toplumsal tekinsizlik demekti.

Körfez Savaşı’ndan sonra Baudrillard çok moda olmuştu, onun da Kafkaesk sayılabilecek bir Amerika kitabı vardır. Amerika’ya hologram diyordu: geleceğin hayaleti, yüzeyin egemenliği. Dünyanın geleceği olarak tanımlıyor ve distopik mırıltılarla eleştiriyordu. Amerika’nın derinliği yoktu, her şey yüzeydeydi. Las Vegas, tarihsizliğin parlayan sahnesi, simülasyonun başkentiydi. Avrupa şehirlerinde tarih ve kimlik “yoğunlaşırdı”; Amerikan şehirleri ise bir boşluk organizasyonuydu. Kalabalık bile yoğunluk değil, şekilsiz bir yığılma hâliydi.

Eski dergilere ve gazetelere ilginiz varsa, sıklıkla Amerika’yı anlatan yazılara, iki ülkeyi karşılaştıran metinlere rastlıyorsunuz. Bu durum bize özgü değil. Bütün kültürlerde bütün metropoller Amerika’ya benzetiliyor örneğin. Amerika’ya muazzam, devasa, kalabalık diyen, gökdelenler, otomobiller, asfaltlar, koşturan insanlar ve gürültüsüyle anlatan sadece biz değiliz.

Altan Erbulak’ın Cafer ile Hürmüz bantında karşılaştım bu sahneye… 1950’li ikinci yarısında çizmiş. İkili, Amerika’da polisten kaçıyor ve kalabalığa karışıyorlar. Erbulak öyle bir sahne kurmuş ki, perspektif neredeyse sonsuzluğa açılıyor. Kaldırımlar insanla dolu, arabalar birbirine yaslanmış, binalar tabelalarla boğulmuş. Her şey üst üste, iç içe… Tek bir replik var: “Şu tarafa doğru gitti.” Bul da bulabilirsen

Vast communities lead to small individuals” denir ya… Büyük şehirler insanları küçültür, silikleştirir, kaybeder. Suç da tam bu silikleşme hattında görünmez hale gelir. Kalabalık burada bir topluluktan çok bir kılık değiştirme biçimidir. Herkesin izi silinebilir, çünkü hiçbir iz derin değildir ya da binbir türlü başka izin içinde kaybolur. Belki de bu yüzden, metropolü anlamaya çalışan yabancı için ilk his, hayranlık değil – kaybolma halidir.

Erbulak, “suçlu rahatça kaybolabilir” dediği şehri sevmemiş, korkuyla karışık bir sevmeme hali bu… Ölçeksiz, öznelerden arınmış birer kalabalık replikası hayal etmiş. “Suçun izi yok, çünkü herkesin izi silinebilir. Ayak izleri çokluktan bozuluyor, sesler uğultuda eriyor...” Hatırlayanlar çıkacaktır, Tunç Okan’ın Otobüs filminin dili yer yer groteske yaklaşır, ama göçmenin şehir karşısındaki dehşetini doğru bir yerden kavrar. Ne yapacaklarını bilemeyen insanların savruluşunu izleriz. Erbulak’ın orta sınıftan kahramanları kalabalıktan faydalanırlar, Otobüs’ün yolcuları ise perperişan olan “köylülerdir

Saçma gözükmesin, his olarak, benim için Amerika… İstanbul’dur… veya dehşetli bir kalabalık, içine karışılabilen ama asla ait olunamayan bir uğultudur. 

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails