![]() |
Okuryazarlığın şanındandır, Kafka’nın yarım kalan
romanını okumuştum, var mı yok mu belli olmayan bir Amerika anlatıyordu. Çalışanlardan söz ediyordu ama ne iş yaptıkları belli değildi. Herkes
emir alıyordu ama kimin verdiği bilinmiyordu. Tedirgin ediciydi.
Tanımadığı
kalabalıklar içinde sürüklenen roman kahramanı, hep dışarıdaydı. Ne bir yere
ait hissedebiliyordu ne de zamana. İçeri alınmıyor, hep eşiğinde tutuluyordu. Kafka için kalabalık bir tür
toplumsal tekinsizlik demekti.
Körfez
Savaşı’ndan sonra Baudrillard çok moda olmuştu, onun da Kafkaesk sayılabilecek bir
Amerika kitabı vardır. Amerika’ya hologram diyordu: geleceğin hayaleti, yüzeyin
egemenliği. Dünyanın geleceği olarak tanımlıyor ve distopik mırıltılarla eleştiriyordu.
Amerika’nın derinliği yoktu, her şey yüzeydeydi. Las Vegas, tarihsizliğin
parlayan sahnesi, simülasyonun başkentiydi. Avrupa şehirlerinde tarih ve kimlik
“yoğunlaşırdı”; Amerikan şehirleri ise bir boşluk organizasyonuydu. Kalabalık
bile yoğunluk değil, şekilsiz bir yığılma hâliydi.
Eski
dergilere ve gazetelere ilginiz varsa, sıklıkla Amerika’yı anlatan yazılara, iki
ülkeyi karşılaştıran metinlere rastlıyorsunuz. Bu durum bize özgü değil. Bütün kültürlerde
bütün metropoller Amerika’ya benzetiliyor örneğin. Amerika’ya muazzam, devasa,
kalabalık diyen, gökdelenler, otomobiller, asfaltlar, koşturan insanlar ve gürültüsüyle
anlatan sadece biz değiliz.
Altan
Erbulak’ın Cafer ile Hürmüz bantında karşılaştım bu sahneye… 1950’li ikinci
yarısında çizmiş. İkili, Amerika’da polisten kaçıyor ve kalabalığa
karışıyorlar. Erbulak öyle bir sahne kurmuş ki, perspektif neredeyse sonsuzluğa
açılıyor. Kaldırımlar insanla dolu, arabalar birbirine yaslanmış, binalar
tabelalarla boğulmuş. Her şey üst üste, iç içe… Tek bir replik var: “Şu tarafa
doğru gitti.” Bul da bulabilirsen…
“Vast
communities lead to small individuals” denir ya… Büyük şehirler insanları küçültür,
silikleştirir, kaybeder. Suç da tam bu silikleşme hattında görünmez hale gelir.
Kalabalık burada bir topluluktan çok bir kılık değiştirme biçimidir. Herkesin
izi silinebilir, çünkü hiçbir iz derin değildir ya da binbir türlü başka izin
içinde kaybolur. Belki de bu yüzden, metropolü anlamaya çalışan yabancı için
ilk his, hayranlık değil – kaybolma halidir.
Erbulak,
“suçlu rahatça kaybolabilir” dediği şehri sevmemiş, korkuyla karışık bir
sevmeme hali bu… Ölçeksiz, öznelerden arınmış birer kalabalık replikası hayal
etmiş. “Suçun izi yok, çünkü herkesin izi silinebilir. Ayak izleri çokluktan
bozuluyor, sesler uğultuda eriyor...” Hatırlayanlar çıkacaktır, Tunç Okan’ın Otobüs
filminin dili yer
yer groteske yaklaşır, ama göçmenin şehir karşısındaki dehşetini doğru bir
yerden kavrar. Ne yapacaklarını bilemeyen insanların savruluşunu izleriz. Erbulak’ın
orta sınıftan kahramanları kalabalıktan faydalanırlar, Otobüs’ün yolcuları ise
perperişan olan “köylülerdir”
Saçma
gözükmesin, his olarak, benim için Amerika… İstanbul’dur… veya dehşetli bir
kalabalık, içine karışılabilen ama asla ait olunamayan bir uğultudur.
![]() |


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder