Pazar, Mayıs 31, 2020

Bir Nurullah Ataç Sözlüğü İçin Girizgah 1948-1949 (K-Z)

Z
Dilci değilim, “yazarken” seçtiğim sözcüklere, cümle yapılarıma bakılırsa eğer oldukça keyfi bir yaklaşımım olduğu görülebilir. Ayrıca, Nurullah Ataç’ın dil anlayışına yakın olmadım hiç. Bu, ona karşıt olduğum anlamına da gelmemeli. Onun yazarlığını, olaylara, döneminin tutumlarına ilişkin yargılarını daima etkileyici bulduğumu ise saklayamam. Bir dönemi herhangi bir yazarla özdeşleştirerek tanımlamak ne denli sağlıklı olur bilemiyorum ama kendi açımdan Ataç, kırklı yılların entelektüalizminin  en önemli sembollerindendir. Aktüel tartışmalara dâhil edilmeye çalışılan, rejimin ebedi bilirkişisi sayılarak saldırılan, sayısız köşe yazısı ve fıkraya konu edilen biridir.  Çoğu zaman hakkında söylenenlere doğrudan cevap vermeyen (tenezzül etmeyen demek daha doğru olur) ama (buraya dikkat!) polemik yapmadan yazamayan yazarlardandır. Önemli bir özelliği dilindeki sükûnettir sanıyorum; metaforlar kullanarak hasmını küçümsemek, “alaysılamak”, kinlenmek onun tarzı değildir. Hempası da olsun istemez sanki… Tanımlanmaktan, biri ya da birileriyle anılmaktan hoşlanmaması karakter özelliklerindendir. Onu, sayısız kez “hayır ben öyle değilim” derken, o minvalde yazarken görebilmek mümkündür.

Bu küçük sözlüğü hazırlarken öncelikle Ataç’ın yazılarından alıntılar yapmayı istedim: Böylelikle sözcüklerin nasıl kullanıldığını göstermek kadar, onun yazar kişiliğini vurgulayabilecektim. Aslına bakılırsa, sözlük, Ataç’ın belirli bir dönemde Ulus gazetesinde haftalık olarak yazdığı yazılardan derlendiği için, baştan bir sınırlılık taşıyor. Evvela, ne öncesi ne sonrası var. Gazete yazılarından çıkartılmış olmaları, Ataç’ın bu sözcükleri “sürekli” kullandığını göstermiyor, göstermemeli. Neden 1948 ve 1949 yılları derseniz, özel bir nedeni yok, “sözlük”, sürdürmekte olduğum bir başka çalışma için belirlediğim dönemden derlendi. Ataç, bana çok “çarpmaya” başlayınca, kendime bir sözlük yapmaya karar verdim. Yıl olarak, gazete sayfalarını epritecek kadar titizlenmedim ama birkaç yıl önceye ve sonraya da baktım. Şunu söyleyebilirim: öncesinde ve sonrasında öz-Türkçe sözcük kullanımı azalıyor, bu anlamda yoğunlaşma yılı ise 1949. Aynı yılın sonunda bir kırılma da oluyor. Dil Kurultay’ından sonra gözle görülür bir azalma hissediliyor. Bazı sözcükleri kullanmaktan vazgeçiyor Ataç, niyesini bilmiyorum.

Ataç, seçtiği birçok sözcük için “henüz daha iyisini bulamadığım için kullanıyorum” demekten çekinmiyor. Amacının tüm sözcüklerin kökenini bilerek kullanmak olduğunu söylüyor. Sözcüklerin ne demek olduğunu anlamadan, onları gelişigüzel diziverenleri “cahil” buluyor (Ulus, 2.9.1949). Sözcük seçimlerinde bütünüyle özgün olmak gibi bir amacı olduğu da söylenemez. Bir çok sözcüğü (keleci, tilcik) Türk Dil Kurumunun sözlüklerinden çıkarıyor: “Ben gösteriş olsun diye yalın Türkçe yazmaya çalışmıyorum, artık Arapça’yı öğrenmeyen Türk toplumunda eski tilciklerin yaşamayacağını bildiğim için böyle yazıyorum; yarının dilini kurmaya uğraşanlara ben de elimden geldiğince, gücümün yettiğince yardım ediyorum” (Ulus, 15.4. 1949). Döneminde olsun, sonraları olsun Nurullah Ataç, “aşırı” bulunduğundan karikatürize edilerek eleştirilmiştir. Doğrusu, Ataç bunları pek önemsememiştir, dahası, farklı bir mizah anlayışı var, özgüvene dayanan mizah denilebilir buna. Bir gün, “Nurullah da ne oluyor?” diyerek cümleye başlıyor ki çabasını, kişiliğini açıkladığını düşündüğüm bu alıntıyla bitiriyorum “önsözü”: “Nurullah da ne oluyor? Adaşlarım darılmasınlar, güzel bir ad değil doğrusu! Ne bileyim? Buram buram bir eskilik kokuyor… Attım ben onu (…) Arkadaşlara, bildiklere de söylüyorum, bana bundan sonra yalnız ‘Ataç’ desinler. Arapça’dan, Farsça’dan Türkçe’ye girmiş tilcikler arasında nice beğendiklerim, sevdiklerim vardı, onları bile kullanmıyorum; babamın taktığı addır diye Nurullah’ı mı saklayacağım” (Ulus, 10.6.1949).


Kalık: Hava.
Kalıksızlık: Havasızlık.
Kamulbuyrum: Cumhuriyet.
Kanığım: Eminim. “Şuna kesin olarak kanığım ki Laurence Olivier Hamlet’i görmükte oynarken onun bir yerini bile kaldırmaz, Shakespeare’e saygı gösterip onun dileklerine uyar[dı].” (Ulus, 19.3.1949).
Kapsadığı: İhtiva ettiği.
Karabasan: Kabus.
Karşıt: Zıt.
Karavaş: Cariye.
Kavsaklamak: Farkına varmak. “O düşünler, siz de kavsaklamadan içinize işlemiştir.” (Ulus, 15.7.1949).
Kaytaklık: İrtica.
Kez: Defa.
Kıpı: An.
Kıpılık: Anlık.
Kıynık: Parça.
Kipler: Kalıplar. “Yazı dilimize gelince, o, bir takım kiplere saplanmış yapma bir dildir.” (Ulus, 4.11.1949).
Kirtinmek: İtiraf etmek. “İstanbul aydını da kirtinsin kirtinmesin içinden, ta içinden bu kanıdadır.” (Ulus, 14.10.1949).
Koçak: Kahraman. “Durulu kurtaracak, gerçek düzeni kuracak, otu ata, eti ite yedirecek koçak onun ölümünden sonra gelen Fortinbras’tır.” (Ulus, 11.3.1949).
Koçaklama: Destan.
Konuşu: Conférence.
Kopuzsul: Lirik. “Bizim kopuzsul yırlarımızın onlardan çok güzel, çok üstün olduğu söylenebilir, bana öyle geliyor ki Fransızların büyük kopuzsul ozanları, bizim divan ozanlarımızın büyükleriyle pek boy ölçüşemezler.” (Ulus, 16.9.1949).
Koşuk: Nazım, manzum. “Bir de eleştirmecimiz olsa, koşuk düzeyit ne yazlırsa yazılsın okusa, gerçek değerleri bulup ortaya çıkarsa, işte o gün görmeli bizi, neymişiz, kendimiz de anlarız” (Ulus, 1.7.1949).
Koşut: Şart. “Bu toplumda, eleştirmecinin yetişmesi için gerekli koşutlar daha yok da onun için eleştirmeci yetişmiyor.” (Ulus, 1.7.1949).
Kög: Vezin.
Köğsüz: Vezinsiz. “Bir yırın yeni sayılması için köğsüz, uyaksız olması yeteceğini sandılar.” (Ulus, 18.11.1949).
Köğük: Mısra.
Kurağlar: Müesseseler.
Kural: Kaide. “Doğrusunu söyleyeyim, yazı yazmanın kuralı kuralları yoktur, kural koymağa kalkanların da bütün dedikleri boştur” (Ulus, 15.7.1949).
Kuramdan Eyleme: Nazariyeden Fiiliyata
Kuşak: Nesil.
Küşüm: Şüphe. “Yazağından ne çıkmışsa hepsinde ölmez derin derin doğrular, geçmez görkemli güzellikler bulunduğunda şuncağız küşümü yoktur.” (Ulus, 19.8.1949).
Küvezlenme: Gururlanma. “Oyunculardan bilmem hangisine uslu uslu öğütlerde bulundu: ‘Bu başarıyla şımarıp da büyüklenme, küvezlenme sakın! Git, öğretmenlerinin önünde diz çök, ellerini öp’ dedi. Diz çöküp el öpmek öğüdüne epeyce gülmüştüm.” (Ulus, 13.5.1949).

Meziyet: Erdem.

Nen: Şey. “Hani Readers Digest diye bir Amerikan dergisi var. Bizde de epeyce satılıyor, okurlarına bir iyimserlik aşılıyor, sormayın sanırsınız ki ürkülecek, korkulacak bir nen kalmamış.” (Ulus, 22.7.1949).
Netek: Nasıl.
Netekse: Nasılsa.
Nite: Nasıl. “Biz bugün Avrupa uygarlığına girmeğe özeniyoruz, o uygarlığa girdiğimizi söylüyoruz, oysaki o uygarlığın özü olan Yunan uygarlığı ile Latin uygarlığını bilmiyoruz, öğrenmiyoruz, nite anlarız, nite kavrarız, nite benimseriz Avrupa uygarlığını?.” (Ulus, 16.9.1949).

Obartma: Mübalağa etmek.
Olanak: İmkan.
Oruntuladığı: Temsil ettiği.
Ozan: Şair.

Öden: Mükafat.
Öğe: Unsur.
Öğrence: Ders.
Öğseyin : Elbette, Zaten. “Şimdiye dek söylememişsem de öğseyin anlamışsınızdır: pek tutulurum ‘biz’ diye konuşanlara . ‘Biz’ demenin alçak-gönüllük göstereni vardır ya, öylesine değil onların ki. Bütün toplum adına, Türk toplumu adına söz söylemeğe kalkıyorlar: düşünmüşler, iyiden iyiye incelemişler, hangi yolun doğru olduğunu, bu ülkeye, bu ulusa nenin gerekip nenin gerekmediğini bulmuşlar, anlamışlar. ‘Anlamış bulunuyorlar’ deyin, daha bir yaraşır onların o çalımlı durumuna. ‘Biz böyle istiyoruz, şöyle istemiyoruz’ dediler mi, bitti artık, size düşen ancak boynunuzu eğip uymaktır.” (Ulus, 12.11.1949).
Öğüt: Tavsiye
Ön yargı: Peşin hüküm. “Eleştirmenin kökü bütün ön yargılara karşı olduğu gibi bütün inanlara karşı da özgür olabilmektedir de onun için.” (Ulus, 1.7.1949).
Önerme: Kaziye.
Önüt: Üstad. “Önüt öyle buyurmuştan bir türlü kurtulamıyoruz.” (Ulus, 2.3.1949).
Örneğin: Mesela.
Örtünç: Müphem. “Ne demektir, ben pek anlamıyorum. Örtünç sözler bunlar, ne var ki bu örtünç sözlerin çok kişiler üzerinde büyük etkisi oluyor: anlayıveriyorlar, anladıklarını sanıyorlar.” (Ulus, 24.1. 1948).
Ötün: Günah. “Özgürlük sevgisinin Tanrı buyruklarına, bağlanca aykırı olduğunu söyler de küvezin en büyük ötün olduğunu düşünmez. (Ulus, 7.9. 1948).
Öy: Vakit.
Öykü: Hikaye. “Bundan böyle hikaye yerine dinlemece diyecekmişiz. Türk Dil Kurumu üyelerini o güzelim buluşlarından tiksindirmemek için ben, söz veriyorum kullanmayacağım o dinlemece tilciğini; bir yol alıştım öykü demeğe, bırakma-yacağım.” (Ulus, 15.4.1949).
Öykünmek: Taklit etmek.
Öylük: Synchronisme.
Özeği: Merkezi.
Özgür: Hür. “Bütün nenlerden önce toplumun kendi kendine karşı özgür olması, bireyleri arasında bir takım duygu, düşünce ayrımları bulunmasına katlanması, bunu bir iyilik sayması, bireyin üzerinden baskısını kaldırması gerektir.” (Ulus, 25.11.1949).
Özgürlük: Hürriyet.
Özlem: Hasret.
Öz-sevi: İzzet-i Nefs
Özsöz: Vecize

Sağtöre: Ahlâk. “Bu ülkede sağtöreyi Abdülhamit bozmuştur. Düşünmeyen bir kimsede gerçekten sağtöre olmaz.” (Ulus, 29.7.1949).
Saldamlı: Ciddi. “Keziban şaka mı ediyor, doğru mu söylüyor, pek anlayamıyordum. Saldamlı diye dinlemeği yeğinledim.” (Ulus, 10.6.1949).
Salkılamak: Haber vermek.
Saltık: Mutlak. “Arı düşünenler, saltık doğrular arkasından gidenler, Hind’in göbeğine bakan ağlakçılarına benzetilerek az mı alaya alındı.” (Ulus, 22.6. 1948).
Sanduvaç: Bülbül. “İşte geyikler var, aslanlar var, gece dallarda şakıyan sanduvaçlar var, nesine yetmiyor? Öyle it gibi, karga gibi, kurbağa gibi gölükleri (hayvanları) karıştırmasın yırlarına, adlarını anmasın onların, ince duygulu okurlarını incitmesin” (Ulus, 18.8. 1948).
Satıca: Çarşı. “Değerlisini seçmeği de bilemezler. Satıcaya giderler en aşağı ne varsa onu seçerler oradan.” (Ulus, 15.7.1949).
Sav: İddia. “Savlamak tilciğini de beğenmediniz mi? Bilirim, ‘havlamak’ tilciğine benzetip güler, alay edersiniz. Benzerse benzer, ne yapalım? Beğenmeyecekler de alay edecekler diye ben, öz dilimde bulunan, ‘iddia’ anlamına gelen ‘sav’ kökünden asılanmayayım mı?” (Ulus, 9.2.1949). [Karşısav: Antitez; Bileşim: Sentez]
Sava: Dava. “Bana öyle geliyor ki ılımlılar da aşırılar da dil savasının özünü kavrayamıyorlar.” (Ulus, 22.12.1949).
Savlıyamaz: İddia edemez.
Sayrı: Hasta.
Sayrılık: Hastalık.
Sazın: Kağıt.
Sevi: Aşk.
Sinci: Mezarcı.
Somutlaşmış: Müşehhaslasmış.
Sorumluluk: Mesuliyet.
Soy: Classique.
Soyut: Mücerret.
Sözdeşi: Yani.
Sözdizimi: Syntaxe. “Bilmediğimiz, unuttuğumuz birtakım tilciklere tapa, kolay anlaşılır, o yazarlar açıkça söylerler söyleyeceklerini, konuşma dilimizin sözdizimine göre söylerler, öyle yazarlar.” (Ulus, 8.7.1949).
Sunca: İthaf.
Sücü: Şarap.
Sürüm: Rağbet.

Şölen: Ziyafet. “Bir gün Yahya Kemal şunu günüsünden çatlatayım diye düşünmüş, yalandan bir şölen uydurmuş” (Ulus, 30.9. 1948).
Takışma: İtiraz.
Tanım: Tarif.
Tanıtlama: İspat etme. “Doğru olabilir dedikleri, gene de benim tuttuğum yolun yanlış olduğunu tanıtlamaz.” (Ulus, 19.8.1949).
Tanmalı: Tuhaf. “Ne tanmalı kişilerdir şu Edebiyat-ı Cedide ozanları.” (Ulus, 22.7.1949).
Tanrıganlık: Rahiplik. “Yazı yazmak, yazarlık etmek kutsal iştir, bir türlü tanrıganlıktır.” (Ulus, 26.4. 1948).
Tansıklama ile: Hayranlıkla. “Onlar sizi tansıklasalar bile siz inanmayın bilginize.” (Ulus, 15.7.1949).
Tapa: Rağmen. “Türk Dil Kurumu bizim kendi kendimize çalışmalarımızı iyi görmese bile, onun bütün buyrularına tapa biz de kendi kendimize çalışacağız.” (Ulus, 2.4.1949).
Taplamak: Kabul etmek. “Ben o yollardan birinin ötekilere üstün olduğunu taplasam bile ötekilerin de büsbütün yanlış, büsbütün yalan olduğuna kendimi kandıramıyorum.” (Ulus, 26.8.1949).
Tekdüzelik: Yeknesaklık.
Tellim: Daima.
Tepki: Aksülameller, reaction.
Tınlılar: Canlılar.
Tigin: Prens.
Tikesidir: Cüzudur. “Onların hepsi ölüdür, artık yıkılmış birer acunun kişileridir, durgun bir toplumun hepsi de biribirine benzer, biribirinin yerine geçebilecek birer tikesidir.” (Ulus, 22.1.1949).
Tilcik: İs. Kelime. “ (…) uygun tilcikleri seçip diyivermeli.” (Ulus, 15.7.1949).
Tin: Ruh. “Neyse ki benim tinim yoktur, bir öldüm mü, bir daha dirilmeyeceğim.” (Ulus, 19.8.1949).
Tirge: Masa. “Ben öldüm mü, büsbütün ölüp gideceğim; tinimi tirge başına çağırmağa kalkanlar boşuna yorarlar kendilerini. Yok ki gelsin.” (Ulus, 7.1. 1948).
Törüt: Sanat.
Tura: İmza.
Tükel: Tam.
Tükelediklerini: Tamamladıklarını.
Tükeli: Tamamen.
Tümce: Cümle.
Tür: Nevi. “Öykü türlerinin biri için bile şöyle kesin olarak ötekilerden üstündür, aşağıdır diyemeyiz. Diyenler, kendilerini beğenmiş, bilgiçlik satmağa kalkan kimselerdir. Ne yazdıklarını okurum onların, ne de yüzlerini görmek isterim. Uzak olsunlar benden.” (Ulus, 25.11.1949).
Türetiverir: İcat eder.
Tüz: is. Halk. “Ozanlarımız Edebiyat-ı Cedide’cilikten kurtuldular, daha eski ozanları, en çok tüz ozanlarını okuyarak Edebiyat-ı Cedidecilerinkinden başka bir yol bulunduğunu öğrendiler.” (Ulus, 8.7.1949).
Tüze: Hukuk.

Ucil: is. Hudut. “Adları dillerde dolaşır, ucilleri aşar da yayılır, yer yüzüne” (Ulus, 1.7.1949)
Ucukler: Harfler. “Arap ucuklerini bilmezler ki ikisinde de ayn’ı görsünler. Yani’yi ayrı, ma’nâ’yı ayrı bellesinler diyeceksin, sonra da çocukların anlamadıkları nenleri bellemelerine, ezbercilikle yetinmelerine şaşacaksın.” (Ulus, 16.12.1949).
Uçlar: Sebepler. “Usa dayanan, usa dayandığı için tartışmadan kaçınmayan uçlar gösteriyoruz” (Ulus, 14.4. 1948).
Uğraş: Meslek.
Uğum: Karar. “Böyle bir uğuma varılırsa sevineceksiniz.” (Ulus, 16.12.1949).
Ulu Gün: Kıyamet. “Koca Süleymen Ulu-Gün’e dek anılacaksa bu, Baki’nin sözündeki bengi suyun duldasındadır.” (Ulus, 24.6.1949).
Usamal: Mantıkî.
Usamaya: Mantığa.
Usul: Akla uygun, makul. “bana o betiyi gönderen kişiler de, onun gibi düşünenler de, bu doğruyu taplamıyorlar, bir dilin, bir yazı dilinin, bilim dilinin usul olması gerektiğini düşünmüyorlar da onun için…” (Ulus, 8.4.1949).
Utku:Zafer.
Uyak: Kafiye.
Uygarlık: Medeniyet.
Uyumlu: Ahenkli.
Uza: Mazi. “Kişi oğlunun en ulu ereği yeniliktir, bütün uza boyunca öyle olmuştur. Yeniliği aramasak, yenilik diye didnmesek bugün düne benzerdi de yaşamın büyük bir çekiciliği kalmazdı.” (Ulus, 20.5.1949).
Uzabetiğimizi: Tarihimizi.
Uzabilim (Uzabilik): Tarih. “Aşık-Paşa-Zade’nin uzabiliği, Mercimek Ahmet’in Kabusname çevirişi gibi birkaç betik var, ancak onları okuyan yok.” (Ulus, 8.7.1949).
Uzağı: Kadim. “Bugünkü uygarlığın uzağı uygarlığı kat kat aştığını görmüyor musunuz?” (Ulus, 16.9.1949).
Uzağıbiliksil: Tarihî. “Bizde olayları, uzağıbiliksil bir görüşle inceleme töresi yoktur. Avrupa ülkelerinden öğrendiklerimizi de öyle bir görüşle incelemiyoruz. Batı uygarlığı ise, uzağıbiliksil bir görüşle ele alınmayınca kavranılmaz.” (Ulus, 2.3.1949).
Uzluk: Maharet.
Uzsöz: Maxime.

Ürün: Mahsül.
Üskes: Mutlaka.
Üstün: Özel.
Üycük: Beyit. “Kög bozulmaz, bozulmaz ya, üycüğün bütün güzelliğini yitirmiş oluruz. Bu da işte yırın büyüsü.” (Ulus, 30.9.1949).

Varım: Mal.

Yacın: Saray. “Yacınına gelen oyunculara babasının öldürülmesine benzer bir oyun oynatır, dilediği Cladius’un yüzüne bakmak, Cladius’un tepkileriyle doğruyu kavramaktır.” (Ulus, 11.3.1949).
Yağı: Düşman.
Yakınma: Şikayet
Yanıt: Cevap.
Yankılayacak: Aksettirecek.
Yansılama: Taklit.
Yapıt: Eser.
Yapıttan yapana: Eserden Müessire
Yararlığı: Hizmeti.
Yararlıkları: Hizmetleri.
Yasavul: Polis. “Bütün o serüven öykülerini, uğruluk, öldürme öykülerini, yasavul öykülerini neden küçük görüyoruz?” (Ulus, 19.1. 1948).
Yasık: Zarar.
Yaşam savaşı: Hayat mücadelesi.
Yaşam: Hayat.
Yaşamı süresince: Hayatı müddetince
Yaşamın Görkemli İyemine: Hayatın haşmetli letafetine
Yazak: Kalem. “Dillerinin, yazaklarının ucuna gelen ilk gelen tilcikle yetinip gelişigüzel yazıveriyorlar, bizler ise kullandığımız tilciklerin gerçek yorularını araştırarak yazmağa çalışıyoruz.” (Ulus, 2.9.1949).
Yeğniseme: Hafifseme, istihfaf. “Kendisinde bulunmayan ne varsa hepsini küçümser, yeğniser.” (Ulus, 21.10.1949).
Yeke: Hükümet. “Demek ki, bir çok kimseler gibi Özgür Düşünceleri Yayma Kurumu da dilimizin yeke gücü ile değiştiğine, yekenin dil işlerine karıştığına inanıyor” (Ulus, 30.6. 1948).
Yetkinlik: Mükemmellik
Yılınç: Müthiş
Yımızık: Çirkin. “Biri için, suçsuz, yoksul bir kızcağızın çektiği acıları anlatıp göz yaşları döktüren bir öykü nite yazılmış olursa olsun, güzeldir; öteki güler buna, yımızık olduğunu söyleyip başını çevirir.” (Ulus, 12.11.1949).
Yır: Şiir.
Yin: Vücut. “Ben yinden ayrı bir tin bulunduğuna inanmadığım gibi biçimden ayrı bir öz bulunabileceğine de inanmam.” (Ulus, 18.11.1949).
Yititler: Meziyetler.
Yitmek: Kaybolmak.
Yoksunlaştırmış: Mahrum etmiş.
Yoksunluk: Mahrumiyet.
Yoluğlar: Fedakârlıklar. “Gençlik bize doğanın bir vergisi değildir. Onu ancak çalışmamızla, kendi kendimizi aşıncaya değin çabalamamızla edinebiliriz. Ona ermemiz için bir çok yoluğları göze almamız gerekir.” (Ulus, 6.5.1949).
Yoluğlanması: Feda Edilmesi.
Yoru: Mana. “O yazılardan bir yoru çıkarıyoruz diye kendilerini oyalar, avuturlar.” (Ulus, 15.7.1949).
Yörelice: Etraflıca. “Şöyle dilediğim gibi okuyup üzerine görelice bir yazı yazmağa daha elim değmedi.” (Ulus, 25.3.1949).
Yürek Karası: Vicdan azabı. “Gerçekten iyi olan bir kimse, başkasının ettiği kötülükleri de kendi etmiş gibi duyar, o yüzden yürek karası çeker. (Ulus, 29.7.1949).
Yürekleme: Teşvik. “Yahya Kemal’e, altmışından sonra, bir yürekleme ödeneği vermeyi doğru bulmuşlar. Doğrunun da bu denli eğrisini görmedim hani! Altmışını geçmiş bir ozanın arkasını sıvazlamak: ‘göreyim seni! Çalış da daha iyi işler gör, adını yeryüzüne tanıt’ demek” (Ulus, 24.1. 1948).

Cumartesi, Mayıs 30, 2020

Öteki Kadın



Yetmişli yılların şöhretli çiftlerini her zaman ilginç bulduğumu bir kaç kez yazdım. Sansasyona olan eğilimleri, teşhircilikleri, radikal tutumları, mahrem olanı deşifre etme arzuları benzersizdir. Lennon-Yoko Ono çifti bunlardan biri. Yukarıdaki kadın ise bir başkası, magazin dünyasında öteki kadın diye anılan May Pang.

Lennon ile Ono, 1973'te bir süre ayrı yaşamaya karar verirler ve o arada, Ono yanlarında çalışan, asistanları henüz yirmi üç yaşındaki Pang'i, Lennon'a partner olarak önerir. Bir başka ifadeyle, Ono, yokluğunda Lennon'un kimle yaşayacağına karar vermiştir. Cerzebeli, kamuoyunu meşgul eden bir ilişki yaşamaya başlar Pang ve Lennon. Dönemin tuhaf atmosferi nedeniyle teşhirciliklerini sürdürürler, saklanmazlar, meydan okuyucudurlar. Lennon, Yoko Ono ile ne yapıyorsa, özellikle medya karşısında hayatını nasıl yaşıyorsa, Pang ile onu yapmaya devam eder.

Bundan sonrasıysa epeyce karışık.

Rivayete göre Ono, ilişkinin denetimi dışına çıktığını görüp, Pang'ten Lennon'dan ayrılmasını ister. O bunu istediğinde olmasa bile Lennon, Ono'ya döner ve Pang, bir buçuk yıllık beraberlik sonunda evden ayrılır. Günümüzde iki kadın arasındaki nefret, hezeyan, habislik ve tek kelimeyle alelacayiplik dolu ruh hali varlığını koruyor. O yaşanmışlık unutulmuş değil. Uzun yıllar, iki kadının karşılaşma ihtimalleri dahi haber oluyordu. Pang, başka müzisyenlerle de çalıştı, halkla ilişkiler türü bir iş yapıyordu, bunu sürdürdü. Lennon ile yaşadıklarını kitap yaptı vs vs...Lost Weekend adıyla yaşadıkları film de oldu. Bugün, doksan yaşına merdiven dayamış Ono ile konuşmuyorlar, röportajlarında ya da yazdıklarında birbirleri hakkında kem sözler ettiler vs

Başa dönersem, bu skandal ilişki ve medya önünde yaşama halini elbette ve son kertede tatsız buluyorum. İlginç bulduğum, aktörlerin medya karşısında kendilerini savunma biçimleri. Cesurlar, geri adım atmıyorlar ve eylemlerini mevcut ahlak kriterleriyle savunmuyorlar. Seksenlerde muhafazakarlaşan dünya bu türden ilişkileri bütünüyle karaladı, medya başka kurbanlar buldu ama o kurbanların hiç biri kendini 70'li yıllardaki benzerleri gibi savunamadı. Öylesi bir derinliğe sahip değillerdi, donanımsızdılar. Global ölçekli popüler kültür, bireyci Madonna'yla yetinmek zorunda kaldı.

Cuma, Mayıs 29, 2020

Rahatlama


İnsan nasıl rahatlar, sıkıntılı bir ruh halinden bir his olarak kurtulmaktan söz ediyorum. Dünya kadar yolu var, "şu maçı alsak", "şu sınavı geçsem", "şu askerlik bitse" " düğün bi nihayete erse" filan gibi bir sürecin sonuna gelmek mesela şahanedir... Askerliğim bittiğinde nizamiyeden çıkarken attığım adımlar bana olağanüstü gelmişti, bi kurtulsam hissi öyle güçlüydü ki, "dur daha bitmedi, gitmiyorsun" deseler oturup ağlardım

Bir ağlasam rahatlayacağım denir... ağla evladım açılırsın da denir... Bir cendereden çıkarız, bir yakınımız ölür, arkandan fısıldaşırlar, "hiç ağlamadı çok fena"... Gülünce de rahatlarız, arkadaşlar iyi gelir, kıkır kıkır neşeleniriz... Sofrada seni bilen ve seven biri olması şarttır... Falsonu kaldırır, seni kollar, kasmazsın... rahat edersen güzel konuşur, güzel açılırsın... Yakın bir arkadaşıma düğününde sağdıçlık etmiştim, damat ve geline musallat olan her zibidiye mani oluyor, tatlı dille, çakallıkla "tehlikeleri" bertaraf ediyordum. Arkadaşım, "Levent geldi, artık rahatım" demişti...

E yani, aklınız fikriniz sekizde dokuzda, çoktan gelmiştir dilinize, cinsel yolla rahatlama vardır... Ankaralılar, seks yapamadığı için mutsuz ve öfkeli olan kadınlara "s.k değmedik alnını çatık aldı" erkeklere ".m görmedk yüzünü çopur aldı" derler... ayıp ayıp şeyler. Yani yapmazsan rahat edemiyorsun, mevsiminde kedilerin dört dönüp kapıları tırmaladığı gibi...oy oy dağlara taşlara taşıyorsun...

Kavga edince rahatlayanlar vardır, çatacak yer ararlar, camı çerçeveyi indirip, masayı devirirler... Babam, sinirlenince mutlaka bir şeyi kırar, annem "bunu alacağına şunu alsaydın" ve "buna niye bu kadar para verdin" diye söylendiği için beyfendi, şiddetle hallenerek yeni aldığı radyoyu duvarda parçalamış... düdüklü tencereyi balkondan dışarı atmıştı. İlkini kurtaramadım ama ikincisini, bittabi neşeli bir ergen olduğumdan sırtararak koşup gidip sokaktan almıştım. O yaşlarda ben bunu yazarım diye düşünmüştüm, kısmet bugüneymiş Romalılar...

Yükseklik korkum var, uçağa bindiğimde kitabıma gömülüp dünyadan kopuyor, kendimi okuyarak rahatlatıyorum. Bir iki defa denk geldi, yanımda yine korkan birisi olunca ayrıca rahatladığımı hissettim. Aa panik atak da neymiş..nasıl rahatlatıcıyım görseniz  "Hiç bi şey olmaz, merak etmeyin" türü lakırdılar...Made in LeCe

Hah, bende bir şeyi kaybetme korkusu da var, sıklıkla anahtarı unuttum sanıp, bulunca rahatlarım. Böyle düşününce gün içinde sayısız kez rahatlıyorum, ketılı kapattım mı, fişi çektim mi, kapıyı kilitledim mi, pııyy say say bitmez...

Bedensel ve zihinsel rahatlamalar ayrı ayrı gündeliğimizin içinde yer alıyor. Daha derin ve yaralayıcı olanlar ise psikolojik ketler-eşikler... sır saklamak zorunda kalmak veya o sırrın açığa çıkmasından, dolayısıyla yalan söylemekten kurtulmak mesela...Mis gibi bir rahatlama yolu. Af dilemek ve affedilmek de rahatlatır, anlaşılırsak rahatlıyoruz...

Yukarıda "ağlarsan rahatlarsın" deniyor dedim ya, muhabbetle söylüyorum "su dökmekle rahatlansaydı, işeyerek de olurdu" desem mesela... Psikolojik eşik yüksekse-sertse ağlamak yetmiyor çünkü... Rahatlamak... hafiflemek gibi bir şey, yük atıyoruz, yük atarak rahatlayınca yola devam ediyoruz ama ... Bu kadar çok rahatlamaktan söz ediliyorsa, rahatlamak o kadar kolay değil demektir.

Lise son sınıfta anlamsız bir histeriyle beni disipline verdiler, biyoloji hocası bir kadın vardı, bana "rahatsız mısın oğlum sen?" demişti...

İnsan haz alırken, korkuyla baş ederken, severken, yiyip içerken, oyun oynarken, uyurken... farklı biçimlerde rahatlarken hayvanlara benzeyebiliyor... ama vicdanıyla didişirken, utanırken, rahatsızlık duyarken soru soran ve anlamak isteyen bir canlıya dönüşüyor. İnsanı hayranlık uyandıracak ölçüde iyi ve dehşetle korkutacak kadar kötü yapan özelliği bu, insan rahatsız bir hayvan...

Fotoğraf: Luis González Palma

Perşembe, Mayıs 28, 2020

Marianne Faithfull
















Marianne Faithfull, 60 ve 70'lerin çarpıcı kadınlarından. Müzik dünyasında pek çok ünlü solistle uzun süreli ilişkileri oldu. Kendisi de şarkıcıdır, çatallı, acı çekmiş birini andıran bir sesi vardır. Sigaradan çatlamış ya da bir şeyler içmeden şarkısını sürdüremeyecek hissi verir insana. Mick Jagger'la olan ilişkisi, Lennon-Ono beraberliğine benzetilmiştir. Hoş, o dönemin tuhaf çiftleri vardı ve çoğu, onlarla kıyaslanırdı. Faithfull, oyunculuk ta yaptı. 1968 yapımı Motosikletli Kız'daki Rebecca rolü Batı Avrupa kültürünün halen popüler ikonlarındandır. Sayısız göndermeye rastlarsınız bu film ve Faithful'la ilgili.

İlginçtir, Marianne Faithfull, halen yaşıyor, şöyle bir tararsanız siz de farkedersiniz, sonraki hallerini gösteren fotoğraflara pek rastlamıyorsunuz. Global popüler kültür onu yirmili yaşlarıyla hatırlamak istiyor. Ünlü erkeklerin peşinden koştuğu, masum ve çekici bir görünüme sahip olduğu, tuhaf sesli kadını başka türlü düşünmek istemiyor; bir gençlik idolü, graffiti örneği, direniş temsilcisi ve ergen isyanı fotoğrafı olarak hatırlamayı tercih ediyor. Çeşitli reklamlarda, nostaljik metinlerde hep bu yıllardaki haliyle kullanılıyor. Tamam diyorsunuz, yaşlılık sevilmiyor, herkes güzel yaşlanmıyor şu bu...Ama Marianne Faithfull neden sadece bu küçük genç kız haliyle hatırlanıyor?

Mick Jagger, onun için Sister Morphine adlı ünlü bir şarkı yapmıştı. Merhameti ve kanundışılığı kabullenen fedakar bir kadın vardı, morfin krizinin ve ölümün eşiğindeki erkeğine yardım eden:

"İşte burada bu hastahane yatağında yatıyorum / Söylesene Morfin Abla, ne zaman geleceksin yanıma / O kadar bekleyeceğimi sanmam / Görüyorsun o denli güçlü değilim (...) Karabasanımı rüyalarımla değiştir/ Görmüyor musun hızla solup gidiyorum" vs vs...

Galiba diyorum o yıllardaki ergen zekası (ve o ergenlerin yaş aldıkça büyüyen nostaljisi) esrarlı, şehvetli, ters köşeye yatıran bir masumiyet istiyordu. Marilyn Monroe için Sister Morphine benzeri bir şarkı yapılmadı mesela. E vakit altmışlar...

Çarşamba, Mayıs 27, 2020

Marlon ve Baldwin İstanbul'da...


Resim ilginç, Marlon Brando İstanbul'a gelmiş, yıl 1967. Karşısındaki ünlü siyahi yazar James Baldwin. Marlon'un sağındaki de muhtemelen Engin Cezzar. Baldwin, vakti zamanında Cezzar'ın yakın arkadaşıymış. Anlatıldığına göre kimi romanlarını İstanbul'da, Cezzar ve Gülriz Sururi'nin evinde kalarak yazmış. Ellili yıllarda Amerika'da çok konuşulan bir yazardır Baldwin. Hem siyah hem de eşcinsel olması nedeniyle ayrıca ilgi çekmiş, Giovanni'nin Odası romanı hayli populer olmuştur. Marlon'un buralara kadar gelmesi, boğazda oturup sohbet etmesi ilgi çekici elbette. Niye burada bilebilmek çok mümkün değil. Marlon Brando, James Baldwin, Harry Belafonte ve Sidney Poitier gibi isimler 1963'ten beri siyah hakları için çeşitli eylemler yapıyorlar. Muhtemelen benzer bir oluşum için konuşuyor olabilirler.


Marlon pek çok gösteride, basın açıklamasında Baldwin ile yan yana gelmiştir. Özellikle Mart 1963 tarihli yürüyüş tarihi siyahi hareket için büyük önem arzeder. O yıllarda Marlon sivil haklarla ilgili destek ve öncülüğü nedeniyle Cumhuriyetçilerden ve anaakım Amerikan kamuoyundan büyük tepki çekmektedir. Öyle ki planlanan yürüyüşte Marlon'un en önde olmasının pek bir manası yoktur. Marlon huysuz ve isyankardır, zaten orada olmaması tuhaf kaçacaktır. Eylemi büyütebilmek için ilginç bir yol denerler, Hollywood'tan başka türlü bir destek alacaklardır. Belafonte biliyorsunuz, bizde Calipso Kralı Metin Ersoy'ın taklit ettiği neşeli şarkıların solistidir ama asıl ilginçliği, siyah hareket için yapıp ettikleridir. Marlon'la kafa kafaya verip Marlon'la kortejin başında yürüyecek birini düşünürler. Cumhuriyetçi biri olmalıdır. İsmi Marlon önerir. Belafonte, Charlton Heston'a gider ve Marlon'la beraber yürümesi için onu ikna eder. Heston, kötü bir oyuncudur, hele Marlon'la kıyaslandığında çok ama çok gerilerdedir. Marlon'la yan yana yürüme, Hollywood'un iki devi olarak medyada gösterilme fikri hoşuna gider. Biri alenen sağcı diğeri "radikal" olan iki oyuncu Marlon ve Heston, yan yana yürüyerek,  eylemin konuşulmasını sağlarlar. Fikri veren Marlon da Belafonte de amacına ulaşırlar. Aşağıdaki resim de o günlerden, Heston, Baldwin, Marlon ve Belafonte biraradalar.
[2013]



Salı, Mayıs 26, 2020

Ağlama Şucuğum



Matrak olsun diye çektirdim bu fotoğrafı, sonradan anladım ki resimdeki çocuğu tanımayan dünya kadar insan var. Hatta biri sen misin dedi. Yok artık diyemedim ama dank etti. Popüler kültür böyle işliyor işte, unutuluyor hemen,halbuki bu “resim” bir fenomendi… Öyle ki, seksenli yılların sonunda popüler kültür dendiğinde en az Gencebay kadar akla gelen bir görsel referanstı.

Eskiden “denize gitmek” denirdi, Ankara’dan denize giderken her mola yerinde bu resmi arardım, illa ki bir asan olurdu, oyun gibi olmuştu benim için… Demek ki bi Ankara’da yoktu, a burda da varmış…  Dünyam ne ki, işte bizim apartman, bizim sokak…

Sadece Türkiye değil tabii, resim o kadar sevilmişti ki,  handiyse global bir deliliğe dönüşmüştü… Şöyle bir bakındım, İngilizler bir ara bu resme hallenmiş, uğursuzluk getirdiğine inanmışlar, yok efendim bir İtfaiyeci demiş ki, yangın çıkan her evde bundan var falan… Malum, salaklık evrensel bir zafiyet… The Sun bunu haberleştirmiş, yetmemiş kendine vazife çıkartmış, okuyucular gazete önünde toplaşıp bir ayin gibi getirdikleri ağlayan çocuk resimlerini yakmışlar… Yoksa diyorum Çaki, buradan mı ilham aldı…

Meğer resmin-çocuğun adı Çiko’ymuş… Benim bildiğim Zagor’un espri mezesi Don Felipe gibi… Çiko yani… Pulp resimle çizerek geçinen bir İtalyan resmetmiş… O yaşlarda bana sorsan bilmiş bilmiş “Aslan” (Şükür) çizmiştir derdim.

Çocukluk dedim, o yaşlarda bu kadar insan bu resmi niye asıyordu hiç anlamıyordum, annem “güzel de onun için” demişti, peki niye ağlıyordu, öksüz müydü, yetim miydi, yoksa Ulus’ta hep gördüğüm gibi yalandan dilenip amcaları teyzeleri mi yoluyordu. Muamma… Üzülüyor muydum, yoksa resmi her gördüğümde eğleniyor muydum emin değilim… Galiba diyorum insanlar ağlayan çocuk resmi asarak merhametli olduklarını göstermek istiyorlardı…

Siz de artık naanladıysanız…

Damar Çatlağı









Pazartesi, Mayıs 25, 2020

Çizgi roman sohbeti


Ö l ü m - k a l ı m  H a l l e r i
Şu soruyla sık karşılaşıyorum, "çizgi roman ölüyor mu?" veya ne yapmalı da çizgi roman "ölmekten kurtulur?". Niye ölsün diye başlıyorum cevabıma, bu bir anlatım biçimi, derdini ve hikayesini anlatmak isteyenler "kıyamete kadar" çizgi romanı bir araç olarak kullanmayı sürdürecekler...Üstelik, diyelim bugün bir şey oldu ve hiç üretilmeyecek bile olsa yüzbinlerce okunacak çizgi roman var, okuyabiliriz. Çocukluğumuza ve kaybolup giden bir sanata "hadi gel" birlikte ağıt yakalım canım benim demek istiyorlar sanki. Üzerinde hemfikir olacağımız, uzlaşabileceğimiz bir çocukluk hatırası da yok ayrıca... Aynı mahallede bile büyüsek, hepimiz başka yerinden hatırlıyoruz olup bitenleri...

Yok, endüstriyel bir sorunsa, o benim sorunum değil... Örümcek Adam'ın satıp satmaması benim derdim olamaz. Hadi diyelim ben "tarihçisiyim", endüstrinin gelişimini izlerim, kayıt altına alırım ama bir şeye ah vah edeceksem, tek başına iş üreten bir grafik romancının hayal kırıklığına daha fazla üzülürüm... Yok, üreticisi olarak bana soruluyorsa, hikaye anlatmak için her zaman bir yol bulurum, buldum da...(...) Siz bunlara kapılmayın, üretirseniz, üretmeyi bırakmazsanız mutlaka karşılığını alırsınız. bakmayın siz, pozunu çok yapıyorlar, çalışmak kolay değil, onu pek yapmıyoruz.

Y e n i  ü r e t i c i l e r
Elbette, üreticisi sayısında bir azalma var, yetenekli insanların para kazanabileceği yeni araçlar var çünkü.... veya çocuklar için çizgi roman artık temel bir eğlence değil... çocuklar eskisi kadar çok "çizgi romancı" olmak istemiyorlar. Üretici sayısının azalması "sanat" olarak itibarı düşüren bir neden olamaz ama...

P o p ü l e r  k ü l t ü r  i ç i n d e
(...) Çizgi roman, popüler kültürün bir parçasıydı, artık eskisi kadar değil... bir tarihi ve folkloru var ama...bu gücünü mazisinden alıyor... Yeni bir ikon üretebilmesi imkansız... Hikayeler evreninde dijital platformlar, televizyon ve sinemanın yanında... etkiden konuştuğumuz için söylüyorum, esamisi okunamaz. Çizgi romanlar bin ya da bin beş yüz basılıyor, altı yüz adet basılanlar bile var artık. Sinema etkisiyle altı yedi bin satılan yabancı çizgi romanlar varmış. On beş bin satsa ne olur ki... 1970'lerde kırk bin satan dergiler az satılıyor diye kapanırdı. Mizah dergilerimizin hepsini toplasak yirmi bin satılıyor mu emin değilim, sanmıyorum. Bir etkileri var ama telife dönüşebilecek bir etki değil bu... Rağbet olmazsa telif de olmuyor, konuşulmuyor da... İnsanlar, sorarsanız popüler olanı eleştirirler ama döner dolaşır, konuşulur olanı konuşmak isterler...

O r i j i n a l l e r
(....) çizgi romanın eskisi gibi üretilmiyor, bilgisayar daha fazla işin içinde ama çizim sayfalarının koleksiyon ve sergi değeri yükseldi... İnsanlar tek ve biricik olan orijinal sayfayı satın alıyorlar... Yani geleneksel olan bitmez ve parayla olan ilişkisi nedeniyle değerli olmayı sürdürür. Sırf bu satış için sınırlı sayıda sayfa geleneksel olarak da çiziliyor. (...)

N o s t a l j i
(...) Dünya kadar insan halen üretiyor, sen çocukken okumuşsun, şimdi yaşlı adam gibi, nostaljiyle bize bir maziden bahsedip "bitti bu iş" filan diyorsun... Üretenlere saygısızlık filan demeyeceğim, senin beğenin veya seninle aynı fikirde olanların beğenisi... çizgi roman için bir ölçüt olamaz. Çok şükür olamaz. Dünya kadar farklı anlayış var bu işin içinde. Sen okumuyorsun diye okunmuyor diye düşünmek nasıl bir mantık anlamıyorum. (...) bakın bu da aynı şey, eskisi gibi çizilmiyor demek, eskisi gibi yazılmıyor demek... elli yıl önceki hikayelerle ilerlemek mümkün değil ki... akıl hala çocuklukta... sen o çizgi romanı okurken annen içerden gelip "dersine çalışsana evladım" diyecek sanıyorlar. (...) Popüler kültürün işleyişini düşünün, yeni gelmesi lazım bize, nostalji deniyor ya, o da revize edilen ve güne uyarlanan bir şeydir, nostalji dahi güne uyarlanmazsa yaşayamaz.

G r a f i k  R o m a n
(...) Grafik roman, yeni bir yön, çizgi roman için yeni bir anlatım biçimi... Edebiyata yakın bir dili var, bu bence çizgi romanın dergiden kitap formatına geçmesiyle de ilgili işlevsel bir yenilik... Biz çok farkında değiliz ama Batı Avrupa'da feministler grafik romanı tür olarak çok sahiplendiler, bir ifade ve tepki aracı olarak sahiden iyi kullanıyorlar (...) Hayır, karıştırılıyor, İngilizcesiyle biri comics diğeri graphic novel... bizse o Amerikan icadının milli şuurumuza tehlike yaratmasını istemediğimizden, onu ta en baştan edebiyata-romana yaklaştırmak istemiş, benzetmiş, iliştirmişiz... yani biz çizgi roman derken, daha öncesinde resimli roman derken "comics" demek istiyoruz...

U n d e r g r o u n d
Underground çizgi roman da tür olarak bir alternatifti... ve bence bizim çizgi romanımızın bu konuda da bir geçmişi vardı. Ama muhafazakar bir dönemdeyiz, nasıl desem, sahaflarda içki masası resimleri çok satıyor, neden çünkü, kaybolur gibi oldu, büyük şehirler dışında içkili lokantalar yok oldular. Mevcut sansür koşulları nedeniyle diyelim Lombak tarzı öyküleri yeniden görebilmek artık o kadar kolay değil... Politically correct de değil... (...)

M i n i m a l  i ş l e r
(...) Öngörüde bulunmak zor, içinde bulunduğumuz kültürel iklim, insanların otobiyografik hikayeler anlatmasını teşvik etmiyor, siyaseten hep bir "ağır" şey oluyor ve tepki veriyoruz,vermek zorunda kalıyoruz,  hep daha büyük bir mesele var, kendimizi kolay ifade edemiyoruz. Yani bu hengamede minimal işlerin çıkması çok zor...daha bağıran hikayeler olur ama...oluyor da zaten...

E s k i l e r
(...) Kim ilginçti, hep söylüyorum aslında... Engin Ergönültaş ilginçti, İlban Ertem hakeza... Suat Gönülay yine öyleydi...Üçü de çok güzel hikayeler bıraktılar bize... Ben nasıl desem, bu konularda bir oburum, ararım, eskilere bakıyorum, bir kaç ay önce Suavi Süalp topladım, okudum, biraz dönem ruhuna bakmaya çalışıyorum... Galiba diyorum, senaryo işlerim bittikten sonra yazacaklarımı istifliyorum.

S e n a r y o  i ş l e r i m
(...) Benim çizgi romanla ilgim, kitaplarım, grafik romanlarım filan senaryo işlerimde bana bir öncelik, bana bir kolaylık filan sağlamadı. Editörlüğüm veya akademisyenliğim de öyle... Başka başka çevreler bunlar... Yüksek bir rekabet var, senaryoya bakıyorlar, piyasa ölçüleriyle iyiyse, ilginçse, uygunsa seninle ilgileniyorlar. Yani ben editörmüşüm, kitaplarım varmış falan bunlar laftır, sahiden kimse ilgilenmez, kimse geçmişe bakmaz, çoğu insan yaptığım herhangi bir işi okumuş değildir. Hadi takdir edildim ve itibar gördüm diyelim, dün yok ki, aslolan bugün ve işin kendisi... yeniden ve yeniden bir kavga veriyorsunuz.

[2019 yılında Hacettepe ve Başkent Üniversitesinde yaptığım konuşmalardan, kayıtları deşifre eden Deniz'e (K. Yiğit) teşekkürler. Metni konuşma havasını bozmadan küçük düzeltmeler yaptım ve ara başlıklar ekledim]

Pazar, Mayıs 24, 2020

Cemal Süreya


Asıl adı Cemalettin, yürüyen adam. Mülkiyeli, maliyeci. Memo'nun babası. Papirüs’ün kralı. Aşk hikâyeleri, nişanlar, sevgililer, uzun süren ayrılıklar. Üvercinka'nın güvercin kanadı olarak seyrüseferi. Anayasaya aykırı dizeler. Kavaldan akan gökyüzü. Önce öpüp sonra doğrulan sevda sözleri. Alaycı, neşeli, başka türlü anlatırım iştahı. Meydanın şairi, şiirin meydan okuması. Türkçenin en güzel denemecisi. Cemal Süreya, edebiyatın açmazı, boz böcüsü, büyücüsü.

Cumartesi, Mayıs 23, 2020

Son Okuduklarım 43


Ölen Adam, Lawrence'ın novellası, çeviri Bilge Karasu'nun, üstelik tercüme altmışlı yıllarda ödüllendirilmiş...Doğrusu, ben çevirmenin kendini unutturmasından yanayım... Karasu, tercihleriyle Lawrence'in cümle ve sözcüklerini başka bir biçimde  yorumlamak istemiş.. sanki çevirmenin üslubu, kimi zaman yazarın üslubunu ötelemiş...Tek veya asıl niyeti buymuş demiyorum, Karasu'nun meydan okuyucu bir çeviri yapmak istediğini tahmin ediyor, sonuçlarını ilginç ama tartışmalı buluyorum, Çeviri bölümlerinde ayrıca inceleniyor olmalı. Hikayeyse güzel, hele ilk bölümü, hiç bitmesin istedim, daha neler anlatabilirmiş hissiyle-tahminleriyle okudum. Nakavt, bir kaybeden hikayesi, siyahi eşcinsel bir boksörün trajik biyografisi de denebilirdi. Kleist, hemen her çalışması dilimize tercüme edildiği için artık tanıyoruz, iyi bir hikayeci, nerede-neyi öne çıkartacağını biliyor ve kolay okunan bir ardışıklık kurabiliyor. Hikayeyi rahatsız edici bir kırılmayla açmış, gerilimi onun üzerine inşa etmiş. Boksörümüz, bir maçta ölümüne "dövdüğü" ve hayatı boyunca suçlanmasına sebep olan rakibine anlatıyor yaşadıklarını. Boksa başlayışını, gay sevgililerini, sahte evliliğini, annesini, başka bir hayat yaşama arzusunu, pişmanlıklarını sıralıyor... Güzel ve rahatsız edici (edebi ve insani) bir gerilimi var Nakavt'ın. Gemici Sinbad, Ferit Öngören'in Sinbad yorumu, muhtemelen bir gazete için yapılmış resimli bir bantmış,  o yayından çok sonra kitaplaştırılmış. Öngören, Sinbad'ı güçlü kuvvetli bir Keloğlan gibi çizmiş, masallarda anlatılan bütün yolculuklarını yorumlamış, bazen yorulmuş ve hızlı çizmiş, aralıklarla o yağ gibi akan tarzını hatırlayarak başka bir desen tutturmuş. Hikayeleri siyaseten eleştirmesi ise Öngören'in dünyayla ilişkisini anlatıyor ki çalışmanın en güzel kısımları onlar. Doğu Öyküleri, Edgü'nün bilinen bir kitabı. Edgü'nün zekayla ilgili bir takıntısı var, köylünün akıllısını da seçiyor, umulmadık sözler ve tepkilerle uzak taşranın tuhaflığını anlatıyor, zamanın akışına, oraları İstanbul'la mukayese ederek bakıyor. Sahicilikle ilgili romantize ettiği de oluyor, gerçeklik algısının göreceliğine işaret ettiği de... Edgü'ye benzer ve o ölçüde popülerleşebilmiş yazarımız yok.


Yukarıdaki üç kitap da görsel olarak birer albümler... Beyoğlu 1930, büyük fotoğrafçılarımızdan Selahattin Giz'in Beyoğlu'nda çektiği resimlerden oluşuyor... her biri birbirinden güzel, hikayesi olan dehşet fotoğraflar düşünün...Bir dönemi, bir muhiti, bir zihniyeti anlatan sahiden benzersiz bir kitap olmuş...Çizgilerle Haliç'te Gezinti, Ferit Öngören'in karikatürlerinden oluşuyor, bir serginin parçası olmalı, az basılmış... Öngören, İstanbul'un kalabalık ve kargaşasını çizmeyi seviyor... Orhan Kemal ile birlikte yaptıkları İstanbul albümünde bunu güzel güzel, iştahla yapmıştı... Bu kez sadece Haliç'e bakmış... Her manzarasına yukarıdan, önce martılarla çizerek başlamış, sonra keşmekeşi, uzaktan, yukarıdan aşağı karikatüre özgü bir perspektifle betimlemiş... Haliç'i çizmek eskiyişi çizmek gibi demiş önsözünde... Albüm 2000 yılında yayımlanmış ama sanki 60' ya da 70'leri "gösteriyor" gibi geldi bana... Buna bir özlem de denebilir, Öngören'in hatırlayışı da... Son albüm, adından da anlaşılacağı gibi Ergün Gündüz ile İstanbul yine İstanbul temalı... Ergün Gündüz, fotorealistik bir üslupla İstanbul'u resmetmiş... Semtler hakkında turistik bilgiler kullanılmış, güzel ve erotik olanı arayan-gösteren bir çizgisi var Gündüz'ün...Üç ayrı albümden söz ederken, İstanbul'a ve zamana yönelik üç ayrı bakıştan-görme biçimini vurgulamak gerekiyor aslında...başlı başına bir yazı konusu



Uzun Bir Gece, Necati Cumalı'nın şöhretli ve bu şöhreti de hakeden Ay Büyürken Uyuyamam öykü kitabının devamı gibi, aynı havada, aynı meselelerle evlere ve taşraya bakıyor. Kadınlar, erkekler, mutsuzluklar, şehvetle saçmalayanlar, yerinde duramayanlarla dolu yine güzel hikayeler tabi... Kokain, Freud'un kokain kullanarak yaşadıklarını anlattığı metinlerden-alıntılardan oluşuyor, bir iki tane akademik yorum yapmış, sonra mektupları filan... Neler hissetmiş, nasıl savrulmuş...Sunum yazısı da ilginç ve açıklayıcı olmuş. Kitaptan memnunum ama daha kapsamlı olmasını beklerdim, entelektüel bir dönem değerlendirmesi ve o yıllardaki uyuşturucu algısını akademik olarak daha ayrıntılı tartışılabilirmiş sanki...Kitap, zenginleşebilirmiş demek istiyorum. Maymun Pençesi, Gram Yayınlarının minik kitaplarından biri... Jacobs'un sonraları korku edebiyatında imge olarak çok kullanılan Maymun Pençesi öyküsünü ayrıca kitaplaştırmışlar. Yani minicik, yirmi otuz sayfalık kitaplar hayal etmişler... Kitap ve dizi fikri güzel ama estetik olarak daha iyi tasarlanmalı ve etlendirilmeliymiş...   İstanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri, kapağa Osman Cemal Kaygılı'nın ismi yazılsa da esasen bir derleme. Hatta Kaygılı'nın tek yazısına karşın Ahmet Rasim'in üç yazısı var filan. Adından anlaşılacağı üzre kitap, halk edebiyatının ve sözlü kültürün bir parçası olan meydan şairleri hakkında, manilerden, mekanlardan, tarzlardan söz ediyor... Sözlü kültür, yazıya döküldüğünde etkisini epeyce yitiriyor, en azından "söyleyiş" gücünü, söyleyenin kendini katarak zikrettiklerini, mimiklerini, jestlerini, oyunculuğunu kaybediyor... Bu kayba zamanla eskimeyi, mizahın değişimini de ekleyin... Komik ya da ilginç olabilmesi için bugünle harmanlanması gerekiyor meydan "şair" ve "şiirlerinin"... Geriye kalan tarihi döküm ve yorum aslında... Kitabın niyeti de bu...

Cuma, Mayıs 22, 2020

Lambaları Yanıyor


Nerede yaşarsak yaşayalım, hangi şehri tercih edersek edelim, dönüp dolaşıp kendimize ait bir ev veya oda kuruyoruz. O evde nefes alıyor... o eve birilerini davet ediyoruz... Eve kaçıyor, odamıza sığınıyor ve dışardakilere istediğimiz ölçüde yakınlaşıyoruz. Ev, dönüp dolaşıp "kapandığımız" "kendimize ait" bir yer... İnsanlar, yaşadıkları şehirleri överken, farkında olmadan evlerini-odalarını, arkadaşlarını, alışkanlıklarını, ailelerini, tarih ve hatıralarını katıyorlar işin içine....

Ha ne oldu, Pandemi, bizi evde kalmaya zorladı, (adı ne olursa olsun yaşadığımız) şehir tekinsizken evimiz kalemiz oldu... karantina psikolojisinin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz ama "evde kalırken" daha şimdiden çıldıracak gibi olanlar, ruhen öleyazanlar var... "Valla gayet memnunum yani" diye kendilerini ve bizi ikna etmek isteyenler de var...

İnsan sosyalleşerek yaşayan bir varlık, hislerimizi anlatmak ve paylaşmak isteriz... Bu kadar insanın "iyiyim" veya "iyi değilim" demesi o sebeple garip değil...birbirimizi "tedavi" etmeye çalışıyoruz... hiç böyle bir şey yaşamamıştık, bundan sonrasında yaşayacaklarımız -biliyoruz ki- alışkanlık değiştiren bir süreç olacak...

Uzunca bir süre dışarı çıkamayacağız, vakti gelip de çıkanlar tedirgin olacak, korkacak, kaotik bir ürkeklikle ve marazi bir öfkeyle dolanacaklar... Yeni duygular ve hassasiyetler üreterek yaşayacak, şaşıracağız...

İnsanlar, yasak kalkınca avm'lere gitmek istediler ya... okur yazar insanlar ekseriyetle bu iştahı anlamlandıramadılar... galiba olan şuydu, o anonim, yerelsiz ve şehirsiz Avm'lerin özlenen "şeyler" hiyerarşisinde long-seller olacağı aşikarlaştı.

Şehir holiganlığı ve nostaljisi bana oldum olası ilginç gelir, ev ve şehir ilişkisi nasıl değişecek merak ediyorum.

Perşembe, Mayıs 21, 2020

Bir Serüvencinin Din defteri


İlkokul dördüncü sınıftaki din defterimin kapağı... dünyayla ilişkimi gayet iyi özetliyor, hayli açıklayıcı çizmişim...ayrıca bir yorum yapmayacağım.

Çarşamba, Mayıs 20, 2020

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island


İlhan Mimaroğlu, ünlü bir aileden gelen, iyi eğitimli, son derece zeki, çalıştığı alanda dahi ölçüsünde keşifleri olan bir kültür adamıydı. Sağlam bir okuru değilim ama müzik yazılarından bilirdim, vakt-i zamanında  yaptığı elektronik müzikleri dinleme şansım oldu. Tüm üretimleri için kolay anlaşılır işler yapmıyordu demek gerekiyor, popülerlikten-ortalamadan sakınırdı, veya onu kullanarak bir sentez arayan biri değildi. Örneğin film müziği yapabilirdi ama bence paraya ihtiyacı yoktu ve zekasına-sanatına güvenmediği birileriyle çalışmak ona cazip gelmiyordu...

Mimaroğlu belgeseli yapılacağını duyunca, Serdar (Kökçeoğlu) çok sever diye düşünmüştüm, meğer zaten yönetmeni bile oymuş. Bingo! derler ya o hisle... seyretmek istedim, Serdar'la konuştum. Hemen söylemeliyim, seyredince gördüm ki, hiç bilmesem Serdar çekmiş de derdim, kendisini güzel katmış işin içine... Anladığım kadarıyla Mimaroğlu, müzikten uzaklaştıktan sonra fotoğrafa ve kısa filmlere "takmış", flaneur gibi sokakları, tekrar eden ayrıntıları ve karısını çekmiş.. Yani, belgesele görsel olarak kullanılabilecek çok ama çok malzeme bırakmış. İşin bütününde bu görüntüler ne kadar yer tutuyor çok anlaşılmıyor, o fasıl  iyi harmanlanmış...

Biyografik işlerde olumlayıcı-yüceltici bir yönseme ister istemez oluyor. Mimaroğlu ve karısı Güngör Hanımın ayrıksılığı, yaşam tercihleri bir noktaya kadar bu anlamda iyi veriliyor... Ama ne zaman, Mimaroğlu vefat ediyor, işte oradan itibaren belgesel başka bir iç dökmeye dönüşüyor, üvey oğlunun konuşmaları, o karşılaşma anı... işi çok büyütmüş. Görünür bir biçimde mutsuz olan o ünlü üvey oğulun neden-nasıl mutsuz olduğunu birdenbire anlıyorsunuz. Belgesel, bu yönüyle çarpıcı bir "aile" resmi çıkartıyor.

Geçmişte yaptığım işler nedeniyle sanatçı anne-babalarına toz kondurmayan, onları insani yönleriyle anlatılmasına izin vermeyen ailelerle sık karşılaştım. Yayımlanan günlüklerin mesela çoğu sansürlüdür veya anlatılanların hiç de öyle olmadığını hatırlayan birileri susmayı tercih ederler...Zaafı anlatmak bize "ayıp ve kırıcı" geliyor...ölüye saygı mı demeli buna.. bir türlü sahici veya çok yönlü bakamıyoruz anlattığımız insanlara... Bütün bunlar olurken "çocuklar" ne yapıyordu veya karısı-kocası neredeydi, neler çekiyordu gibi sorular kolayca es geçiliyor... Malum, hayatta tek bir doğru, tek bir gerçek yok... Belgeselin asıl başarısı bence bu olmuş. Ve aile buna izin verdiği için olmuş...

Mimaroğlu, The Robinson of Manhattan Island, seyredilmesi gereken, görsel olarak bir tavrı, hikaye olarak meselesi olan bir belgesel

Nefretin Bitmeyen Açlığı (3)


Bir gün şeytanla Yahudi ortaklama bir tarla alıp soğan dikmişler. Mevsimi gelip de yeşil yeşil cücükler topraktan sıyrılmaya başlayınca Yahudi arkadaşına sormuş:
"Şimdi seninle bu mahsulleri yarı yarıya paylaşacağız değil mi?"
"Evet!.."
"Benim aklıma başka bir şey geliyor, istersen toprağın üstü senin olsun, altı benim!"

Şeytan bakmış, tarla baştan başa zümrüt gibi. Ne varsa üstünde var, hemen teklifi kabul etmiş. Fakat birkaç gün sonra tarlanın üstündeki yeşillikler kurumaya başlayınca biçare Şeytanda şafak atmış, atmış ama!

Ertesi sene aynı ortaklar aynı tarlaya mısır dikmişler. Mevsimi gelince Yahudi yine sormuş:
"Nasıl arkadaş, mahsulleri bu yıl da geçen seneki gibi taksim edelim mi?"
Şeytan kurnaz kurnaz gülümseyerek:
"Hay hay," demiş, "yalnız bu sene sana toprağın altını vermem!"
"Pekala canım, ben kısmetime razıyım. Altı senin olsun, üstü benim!"
Demiş. Fakat bu taksimde yine şeytan aldanmış!

Akbaba, 12 Mart 1923

[ana fikir olaraktan... Şeytan tarladan tapandan topraktan anlamıyormuş... diyeceğiz di mi?]

Salı, Mayıs 19, 2020

Gezici





Ben hiç gezici kütüphane görmedim, görmedim dediğim, içine girmedim,  neler var, hangi kitapları taşıyorlardı göremedim. 70'li yılların sonuydu galiba, bir kaç kez, kütüphane otobüsü gibi bir şeyi görmüş, peşinde koşmuştum, bu bir yere park eder illa ki diyerek... Nafile...

Büyüdüğüm yerde, bana güzel gelen bir halk kütüphanesi vardı. "Laz mütahit" işi renksiz bir apartmanın giriş katına açılmıştı,  ortalama bir züccaciyeci büyüklüğündeydi. Hemen hepimiz oraya dönem ödevlerimizi yapmaya giderdik. Büyük saçmalıktı o ödevler. Bir ansiklopediyi açar ve oradaki maddeyi aynen geçirirdik beyaz kağıtlara. Dolmakalemle, ince ince, tane tane, altına çizgili kağıt koyarak, hizayı bozmadan, satır kaydırmadan. Hepsi birbirinin aynısı olan ödevler teslim ederdik hocalara. Yazısı güzel olan yüksek puan alırdı galiba. Hocalar da okumazdı o ödevleri.

Tüm eğitim sisteminin, meslek öğretmeyen her okulun, buna üniversiteler de dahil elbette, vakit geçirmek, meşgale yaratmak üstüne kurulduğuna inanıyorum. Sadece buna yarıyorlar. Biz vergi veriyoruz. O vergilerden hocalara maaş çıkıyor, onlar da orada öğrencilerin güzel güzel sıralarda oturmasını sağlıyorlar. Yaz kızım, yaz oğlum, ödev yap, oku, kendini kurcalama, sınava gir falan filan..

Hiç bir öğretmenime karşı kendimi borçlu hissetmiyorum. 36 yaşıma kadar eğitimimi sürdürdüm, doktora yaptım, geriye dönüp bakıyorum, hele üniversite öncesinde, üzerimde bir gıdım etkisi olan birini hatırlayamıyorum. Öğretmen hikayelerim dayaklarla, bağnazlıklarla, dayatmalarla dolu...Başka türlü etki bıraktılar bende. Onlara benzeme korkusu mesela.

Kitaplar olmasaydı, kendimi eğitemezdim.  Kütüphaneler insana seçme şansı verir, sınıfına gelen öğretmenin dayatması gibi değildir oradakiler. Bakarsın, çeşitlendirirsin, fark edersin, bırakırsın, yeniden başlarsın...

Kütüphanedeki kitapların birileri tarafından seçildiğini, okuma zevkinin manipüle edildiğini bile orada anlarsın...Kitapçılara, sahaflara gitmeyi öğrenirsin...Alternatifleri akletmeyi bilirsin...Ölçer, biçersin.

Kitaplar, hiyeraşileri kutsadığı gibi hiyeraşileri yıkmayı da öğretir size. Öğretenlere nanik yapabilmeyi öğrenirsiniz kitaplardan...

Eğitimin bir parçası olarak kutsanır kitaplar, oysa eğitim sisteminin alternatifidir kitaplar...

Gezici kütüphaneler, kayboldu gitti, nostaljiye meze oldular, gerçi internet sebebiyle kütüphaneler de azalıyor, artmıyor...

Kütüphaneler, bana misyonerler gibi gelir hep, romantize ettiğimin farkındayım, hangi kitaplarla yollara düştüklerini, ne'leri önemsediklerini tartışmıyorum üstelik..."Bak burada başka bir dünya var", "burada bir pencere", "gir içeri" diyebilmeleri hoşuma gidiyor. Bunun ihtimali bile hoşuma gidiyor.

Pazartesi, Mayıs 18, 2020

Kapaktaki Starlar


1934, Josephine Baker (Jozefin Beyker) İstanbul'a gelmiş. Karayel fırtınası demiş Akbaba. İnsan merak ediyor, Paris'te infial yaratan dansını, provoke edici teşhirciliğini burada da yineledi mi acaba?


1961'den. Luigina "Gina" Lollobrigida, Sovyet kozmonot Yuri Gagarin'i öpmüş, ne hikmetse, Akbaba kapak yapmış. Hafif iç gıcıklayıcı kapak esprilerinden, Yuri "Yıldızı yerde ararken gökte buldum" diyor. Peh peh...Gina, o yılların erotizm sembollerinden, bir arzu odağı... Babıali'de bir gazeteyi açıp da Gina ile ilgili haber okumamak-resim görmemek şaşırtıcı hatta...


1964, siyasete gönderme, BB esprisi yapılmış. Eski İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, CHP adına açıklama yapmış, siyasi propaganda azmiyle slogan üretmiş: "Amacımız Barış Başarı" demiş, karikatürcüler de o BB'yi fıkralaştırmışlar. Slogan ne olmuş derseniz, içinde barış geçen hiç bir sloganın seçim getirisi olamaz gibi geliyor bana...Unutulmuş...



Saçma bir espri yine, Jayne Mansfield, o tarihlerde Müslümanlığı seçmemiş
Cassius Marcellus Clay Jr'a meydan okuyor, "var mısın maça". O da "sana bir raund bile dayanamam" diyor. Tipik bir Akbaba kapağı. Amerikan kültürünün gündelik hayata sirayet ettiğini gösteriyor. O tarafı ilginç.


1961'ten, yine hem magazin hem siyaset var ama bu kez hayli yerli. Demokrat Parti kapanmış, 27 Mayıs'tan sonra partinin devamı olan YTP kurulmuş, Genel Başkan Ekrem Alican, Menderes'in sevgilisi olduğu iddia edilen, ki muhtemelen onlardan biriydi, romancı Suzan Sözen'i partiye davet ediyor, tabii tatsız bir ima var: "Yüksel Menderes de burada". Linç filan diyoruz, Suzan Sözen'e az eziyet edilmemiştir. Sözen'in elinde Sanera adlı romanı var. Aynı basın 27 Mayıs'tan önce nasıl da methiyeler dizmiştir Sözen'e, "Sagan" filan demişlerdir, onlar da ayrı vesika...



1968, popüler kültür ikonumuz Zeki Müren, Akbaba kapağında. İddiaya göre Zeki Müren, siyasete atılacakmış, onu ti'ye alıyorlar, orkestra dönemin parti liderlerinden oluşuyor: İnönü, Demirel, Türkeş, Aybar, Bölükbaşı ve YTP'yi temsilen biri var. Cafer Zorlu, siyasi ilgileri çerçevesinde seçmiş liderleri...Oysa aldığı oy oranına göre Güven Partisi olmalıydı vs vs. Zeki Müren ne diyor, "Hanginize uyayım ayol" diyor, ne diyecek.
Related Posts with Thumbnails