Perşembe, Şubat 29, 2024

Ahlakçının Şehveti

Fotoğraf, dönemi için cesur ve iddialı, geçenlerde erotik fotoğrafların altına uydurulan komik metinler yazan "gazetecilerden" söz etmiştim, bu fotoğrafta kullanılan metin ise komik değil, aksine ciddi ve vakur, sözüm ona ahlakçı bir tonda hımhım ediyor. Esprili sayanlar olabilir,  ben o kadar emin değilim.

Şöyle denmiş: "Daktilo (Sekreter) aranıyor. Aranan şartlar boy, bel, göğüs, kollar, bacaklar, baldırlar, kalçalar yirminci asır güzellik ölçülerine uygun olacak. Daktilomuz uysal, patronunun her emrine gık demeden itaat eden, götürdüğü her yere giden bir genç kız olmalıdır. Makinede yazı yazmayı bilmesi, hatta okuduğunu anlaması mevzuu değildir. Bunun için evvela ilan edilen posta kutusuna biri boy (dekolte) ve biri portre olmak üzere iki resim göndermesi icap eder. Davet mektubu alınca da tereddütsüz bizzat müracaat etmelidir. Ancak bu suretle kendisinin inceden inceye muayenesi kabul olunca işe yarayıp yaramadığı anlaşılabilir. Maaş, tabiatıyla yüksektir."

Bundan sonrası ahvah eden, hayıflanan ahlakçının yargısını içeriyor: "İşte, zamanımızda yeni zenginlerin 'bizim daktilo kız' diyebilmek için kiraladıkları genç kızların hazin hikayesi"

Tahayyül edilen şeyin gerçek olup olmaması önemli değil, fantezi faslından yazılmış çünkü... Eleştiriyor mu hararetleniyor mu oraları karışık
 

Çarşamba, Şubat 28, 2024

Bir tür roman

Çizgi: Berat Pekmezci 

 

Parasız Yatılı'yı çizgi roman sanmak

Yukarıdaki sayının aktüel çıkış zamanına denk gelmedim, seneler sonra, galiba on yaşında filanken, bir sinema önünde pek çok çizgi roman arasında, başka çocuklar tarafından satılırken görmüştüm. Hem cepte para yok, hem de hepsini merak ediyor, okumak istiyorsunuz. İzin verdiler, alacakmış gibi karıştırdım.

Abdülcanbaz'ın arka kapağında gördüğüm Füruzan-Parasız Yatılı ilanını yeni bir çizgi romanın duyurusu sanmıştım. Füruzan kahramanın ismi gibi gelmiş, karışık kuruşuk çocukça bir şeyler hayal etmiştim. Kızsal bir şeyler ama "görmediğim" bir çizgi roman daha, tüh tüh vah vah...

Seneler sonra öğrendim ki, Turhan Selçuk ile Füruzan o yıllarda evliymiş, reklamı o sebeple koymuşlar filan... Geçmiş zaman.

Pazartesi, Şubat 26, 2024

Kaderimiz

Sosyal medyada çok paylaşılmış, gurbetçi bir arkadaş, rol yaptığını hissettirerek, üstüne gözyaşı dökerek, "samimiğ" duygularını ifade etmiş etmesine de... anlaşılan o ki pek inandırıcı bulunmamış...makaraya alınmış.  Gergin bir toplum olduk, videoyu servis eden kanalı hesap ederek "bağlam" ciddiye alınmamış da denebilir. 

Yirmili yaşlarımın sonunda Almanya'da yaşayan bir yazarla tanışmıştım, yazları buralara tatile geliyor, geziyor, tozuyor sohbeti de seviyordu. Konuşurken, mesele ettiği için elbette,  lafı illa ki aynı yere getiriyor ve "bir azınlık toplumu olarak Almanya'da yaşadıkları sıkıntılara karşı aydınlarımızın duyarsız olmasından" şikayet ediyordu.

Tabii, hem büyüğümüz hem de nezaket gösteriyoruz, misafir filan, dinliyoruz, burda da var bir sürü dert diyemiyoruz... Bir gelişinde tuhaf bir şey oldu ve bize servis yapan garson çat diye lafa karıştı, "Abi, sen aldığın markları bana versen, ben o sıkıntıları senin adına sahiplenirim, yerim yutarım" filan dedi. Gerilimli, bozlak tadında bir Ortaanadolu şeysi şey oldu yani...sustuk sonra.

Bunca sene sonunda benim anladığım şu, bu memleketin insanları, gurbetçilerle filan ilgilenmiyor, onları tuzu kuru buluyor ve ciddiye almıyor. Editörlük yaptım, onu da biliyorum, "Alamancı" kitabı da satmıyor. Onlara yönelik bir alaka ve empati yok, olanı söylüyorum. 

Para bizi bozmasın derler ya filmlerde, marktı avroydu aramızı bozmuş öyle anlaşılıyor. Bu video için yazılan yorumlara bakarsanız o husumeti, o gerginliği kolayca görebiliyorsunuz. 

Pazar, Şubat 25, 2024

Çeket

Fotoğraf mühim değil, yabancı bir basketbol hocası, çalıştığı kulübün yöneticisini ziyaret etmiş, fotoğraf haber olarak servis edilmiş.  Alimpijevic'in giydiği ceketle ilgili  sosyal medyada yapılan yorumlar ilginç olduğu için paylaşmak istedim. Sanıyorum, ayrıca anlatmaya, o ceketin-o desenin neyi temsil ettiğini veya kimler tarafından sahiplenildiğini konuşmaya gerek yok.

Neler yazılmış aktarayım: genel olarak, ceketi ve temsil ettiği değerleri sevenlerin sitayiş ve alayişle ses yükselttiği anlaşılıyor: "milli irade ceketi", "winner ceket", "ceket efsane", "Tayyip ceketi", "kazanan ceket", "kaybetmeyen ceket", "kazandıran ceket", "ceketin kaybettiği savaş yok" vs... Muhalifler mi diyelim, sevmeyenler mi bilemiyorum, onlar da hafif alaycı ve uygun bulmayarak küçümsemişler: "olmamış o ceket" "biri anlatsın şuna o ceketi", "bir daha giymesin", "cekete bak, küçük tayyip"

Şunu düşündüm, yıllar sonra, bu ceket unutulacak, alıntıladığım yakıştırmalar ve mevcut kutuplaşma önemsizleşecek, anlaşılmaz olacak... 

Şu an bir manası ve karşılığı yok ama 1988'de, on dokuz yaşımda parka giydiğimde kendimi iyi hissetmiştim. Kolayca bulunabilen bir şey değildi, para biriktirip ikinci el satın almıştım...

 

Cumartesi, Şubat 24, 2024

Sekiz çocuklu aile

Otuzlu yıllarmış, fotoğraf arkasına düşülen açıklama notuna göre, bir binbaşı ailesiyle fotoğraf çektirmiş ve bunu bir arkadaşına, bir başka binbaşıya göndermiş... Şimdiki zamandan bakınca, sekiz çocuklu bir aileyi ve bu kadar arka arkaya doğmuş çocuğu görünce insan şaşırıyor. 

Asıl şaşırmamsa başka... Nasıl desem, resmin istifini görür görmez, zihnim konuşmaya başladı çünkü. Binbaşı'nın arkada kalmasını, kendini geriye, çocuklarını öne atmasını, en büyük oğlunu fotoğrafın ortasına-önüne getirmesini öyle kolayca geçemedim. Askerlik bir hiyerarşi aşkıdır, bunu bile isteye gözardı etmek bambaşka bir karakteri işaret eder. 

Yaşayanlar bilir, sadece askerler değil, asker eşleri bile bu hiyerarşinin parçasıdırlar. Üst rütbeli subay eşleri alışverişte, gözümle gördüğüm için biliyorum, kuafördeki sırada bile önceliklidir. Yüzbaşının karısı, Albayın eşini, hanfendiyi görünce kesimde-boyada bile olsa kalkar yerini-sırasını verir. Manavdaki meyve sebze bile hiyerarşiye göre dizilir, tazesi-iyisi komutanlara ayrılır filan...Askerin normali böyledir, kimselere de garip gelmez.

Binbaşımız ilginçmiş...

Cuma, Şubat 23, 2024

Kıbrıs Şahini

Dashiel Hammett'in ünlü polisiyesi Malta Şahini romanını, muhtemelen milli kaygılarla, okura "yakın" gelsin diyerek "Kıbrıs Şahini" diye çevirmişler. Garip geldiği için satın aldım, kapağı Sururi çizmiş, daha çizgisinin ve tarzının oturmadığı yıllarda ürettiği anlaşılıyor. Tarih yok ama çeviri 1944 yılında çıkmış (?)... En azından Milli Kütüphane kaydı öyle...Sururi, çok değil beş yıl sonra kapağı başka türlü ve daha doğru-güzel çizebilirmiş. 

Roman biraz karışıktı, öyle kalmış aklımda, okuyalı otuz yıldan fazla olmuştur, yanılıyor olabilirim, John Huston işi uyarlama filmini severek kitabı keşfetmiştim, Hammett'e kişisel sempatim ta o yıllardandır, değerli, dirayetli ve dürüst bir insan olarak severim. Lillian Hellman'la ilişkileri, McCharty dönemindeki anti-faşist tutumu filan sahiden özeldir. Geçim sıkıntısıyla X-9 çizgi romanını yazmışlığı da var mesela, oradan da kalbime dokunmuştu, Alex Raymond ile iyi bir ikili olabilirlermiş, meraklısı diziyi İngilizce 'den okuyabilir. 

Başa döneyim, Malta'yı niye Kıbrıs yapmışlar meselesine... Romanda bir heykelcik var, Haçlı şövalyelerinden kalma tarihi bir şey... Şövalyelerin son limanı Malta olsa da ara duraklarından biri Kıbrıs...İsim seçmişler anlayacağınız. Romanda sadece bir kere Malta Şahini diye geçiyor...

Film ise 1941 tarihli, savaş nedeniyle bizdeki gösterimi gecikmiş olabilir, yayıncısı Tasvir gazetesi olunca kitabın filmin popülerliğinden faydalanmak için yayımlandığını düşünüyorum ama araya savaş giriyor, filmlerin ithalatı sekteye uğruyor, seyrekleşiyor, demem o ki, ihtimaldir, kitap, filmden önce çıkmış olabilir. E o zaman soru şu, film, hangi isimle çıktı acaba?

Perşembe, Şubat 22, 2024

Ezber

Sosyal medyada denk geldim bu fotoğrafa, bilmiyordum, Godfather (1972) filminde Marlon Brando'ya ezberiyle ilgili kolaylık sağlamak için bir şey yapılmış... Sahnedeki oyunculardan biri (Robert Duvall), Brando, takılırsa-unutursa okuyabilsin diye senaryodaki diyaloğunu ceket içine yerleştirmiş... 

Ezber işi oyunculuğun önemli bir parçası, oyuncular yaşları ilerledikçe ezberle ilgili sorunlar yaşamaya başlıyorlar. Brando, rol gereği daha yaşlı görünse de, o tarihte 48 yaşında, aynı yıl vizyona giren Paris'te Son Tango'yu hatırlarsanız, başka bir rolü yaşıyordu. 

Niye gerek duyulmuş bilemiyorum ama bana Brando'nun ezber sorunu varmış gibi geldi, pek çok seti ve yönetmeni alaşağı eden başına buyrukluğunun gerekçesini anladım ve bir aydınlanma yaşadım diyelim. 
 

Çarşamba, Şubat 21, 2024

Yeraltının yazarı

Çizgi: Berat Pekmezci 

Genel Yayın Yönetmeni

 


Eskisi gibi değil, okur olarak, yeni çıkan kitaplardan sağlıklı bir biçimde haberdar dahi olamıyorum,  takip edebilmek cidden güçleşti. Kitabevinden geçtim, doğru düzgün kitap satış sitesi dahi kalmadı. Anlaşılan o ki, satışlar düştü, kitabın ticari getirisi azaldı, belirgin bir küçülme yaşanıyor. 

Ne ki bu manzaraya rağmen yeni yayınevleri açılıyor, çoğu az kitap çıkartan, hemen her işini bir ya da iki kişinin kotardığı işletmeler bunlar. Sempatiyle bakıyor, ilgilendiğim türlere ilişkin destek de olmaya çalışıyorum. Dikkatimi çektiği için bir izlenimimi paylaşayım istedim, bu yeni yayıncıların çıkarttıkları kitapların künyelerinde kendilerinden "Genel Yayın Yönetmeni" olarak bahsetmeleri bana enteresan geliyor. Özel olarak birilerini veya bir yayınevini işaret ettiğim sanılmasın, kullanım böyle... Niye böyle onu anlamıyorum.

Hani büyük bir yayınevidir, farklı dizileri-editörleri, farklı yayın yönetmenleri olur ve içlerinden birisi, hiyerarşik olarak onların üzerinde bir idarecidir, ha ona genel yayın yönetmeni denir, denmez değil... En iyi ihtimalle yılda beş altı kitap çıkaran (zararın eşiğinde duran) bir yayınevinde bunu kullanmaksa cidden abes, şimdilerde "kendi işimin patronuyum" diye bir ibare var, sen böyle bir şeysin çünkü, çalışan da sensin yönetici de sensin... Burayı gülümseyerek yazıyorum, yayın yönetmenliği neyine yetmiyor?

Peki niye böyle bir kullanım var? Rahmetli ex-kayınpederim, işsiz ve çalışmaya gönlü olmayan "yeğenlerine" kızarak, "müdür olsalar çalışırlar" derdi. Pozu ve gösteriyi seviyoruz, belki o yüzden kendimizi abartmayı normal sayıyoruz. Yayıncılarla konuşsanız hepsinden sağcılıkla ilgili eleştiriler duyarsınız, kendilerini ve işlerini abartırken onlarla yanyana geldiklerinin farkında bile değiller...

Salı, Şubat 20, 2024

Hatırlamıyorum

Beş altı yıl oluyor, bir lise arkadaşım ki kendisini hatırlamıyorum, sosyal medyadan beni buldu, büyük bir neşeyle eski hatıralarını anlatmaya-yazmaya başladı. Öyle bir coşkusu var ki, hatırlamadığımı söyleyemedim, yazdıkça yazıyor, cevap da veremiyorum. İşte sözlüye kalkmışız, bilmemne hoca kazık bir soru sormuş, ben ona yardım etmişim, ne kıral adammışım...Övüyor filan ama inanın,  o çocuk,  o hoca, o sözlü hikayesi benimle uzaktan yakından ilgili değil, sahiden baştan sona karıştırıyordu...

Bir parantez açayım, otuz yıl önce hayati tehlikesi olan bir trafik kazası geçirdim, ikinci hayatımı yaşıyorum desem yanlış olmaz, küçük izler, yaralar kaldı başımda ama asıl önemli hasar şu oldu, iyi bir hafızam vardı, şöyle anlatayım, sınıf arkadaşlarımın okul numarasını bilirdim mesela...Ezberleme filan da yok, kendiliğinden olan bir şeydi... Telefon numaraları veya... elli altmış kişinin numarası aklımda olurdu... O kaza, bu saçma ayrıcalığımı elimden aldı, unutmakla kalmadım, geçmişimden pek çok şeyi hiç ölçüsünde hatırlayamaz oldum. 

Tahmin etmiş olmalısınız, hatırla(yama)mak beni hikaye olarak çok etkiler, öyle ki her yaşadığım ve dinlediğim unutma olayı beni anksiyetenin eşiğine getirebiliyor. Lise arkadaşımın anlattıkları beni ziyadesiyle gerdi, aynı sınıfta bile olmadığımızı biliyorum ama ya unuttuysam diye endişe duyuyordum, nihayet aklımı meşgul etmesinden bıkarak ona yanıldığını söyledim, doğal olarak bir hayal kırıklığına uğradı, şaşırdı, itiraz etti. O da ayrı bir huzursuzluk... Nihayet bir başka sınıf arkadaşımla konuştum ve o çocuğun yan sınıfta olduğu ortaya çıktı, rahatladım. 

Üç dört ay önce bir arkadaşım, ki yıllardır bile isteye görüşmüyorum, bir ortamda benden söz ettiğini söyledi, genç yaşta kaybettiğimiz bir arkadaşımızı yad ediyormuş, hikayesine ben de dahil olmuşum, kendileri haytalık yaparken bir tek benim vefa gösterdiğimi, hastalığı sürecinde onu yalnız bırakmadığımı, hastanelere kadar gittiğimi filan anlatmış... Tabii ki doğru değildi, yaşıtlarım kadar haytalık yapmadım-yapamadım, çünkü her tatilde çalışırdım ama o arkadaşımıza hastalığı süresinde destek olabilmiş değildim, olsa olsa bir iki kez kendisiyle veya annesiyle telefonla konuşmuş olabilirim, hastaneye hiç gitmedim örneğin... başka şehirde defnedilmişti, taziyeye dahi katılamadım. Gel gör ki arkadaşım beni öyle hatırlıyor... Niye?

Yakın bir arkadaşım, "ünlü" olduğun için seni hikayesine katmış dedi, bilinen birisi katılırsa o hikaye ilgi çekiyor ve büyüyor diye yorumladı, aslında ne seni ne de vefat eden arkadaşınızı anlatıyormuş,  şimdiki değişimiyle ilgili iç döküyor, hikayesi için sizi ve geçmişini kullanıyormuş dedi... Ben "hatırlayamıyorum" vehmiyle huzursuzlanırken laf nerelere geldi... 

Bitirirken soru şu, geçmişimizi nasıl hatırlıyoruz, nasıl hikayeleştiriyoruz, tek tek bireyler olarak nasıl hatırlamayı-anlatmayı tercih ediyoruz? 

Pazartesi, Şubat 19, 2024

Medenileştirme Vazifesi

Medenileştirme Vazifesi, Mustafa Suphi'nin 1911 ve 1912'de yazılmış biri uzunca üç makalesinden oluşuyor, kısacık bir kitap. Doğrusu Mustafa Suphi'yi alıntılar dışında hiç okumuş değildim. İyi bir aileden geldiğini, İstanbul'da hukuk, Paris'te siyaset okuduğunu biliyordum. Fransa'da okuyan her öğrencimiz gibi İttihatçı olmuş, dönüşte Akçura ve Ağaoğlu ile birlik olup muhalefete katılmış, sonra ilk fırsatta sürgüne gönderilmiş. TKP ileri gelenleri Suphi’nin o dönemini liberal ve saltanatçı sayar.

Metinleri biraz da o gözle okudum, ne kadar sağcıymış diye incelediğimi fark ettim ve saçma buldum yaptığımı... Mustafa Suphi, sürgündeyken Sinop'tan Rusya'ya kaçıyor örneğin, bu bile Akçura ve Ağaoğlu gibi Rusya'dan kaçan Türk-Tatar entelektüellerden farklı olduğunu gösteriyor aslına bakarsanız... Gerçi 1905 sonrasında Rusya çok karışık, mesele sadece "eski arkadaşlarının kaçtığı yere kaçmak" değil yani... Rusya, tek kelimeyle serüven demek... 

Yıllar önce Tom Reiss’in Oryantalist isimli kitabını yayına hazırlamıştım,  Lev Nussimbaum’un hayatını anlatıyordu. Geçen yüzyılın hemen başında, kozmopolit Bakü’de doğan biri Nussimbaum… Babası zengin bir petrolcü, annesi ise komünist sempatizanı… İyi eğitim alıyor filan ama ruhunu asıl besleyen şey macera… Bütün hayatı alavere dalavereyle geçiyor. Yukarıda “Rusya serüven demek” dedim ya o bakımdan söylüyorum bunu. Nussimbaum , çok da önemli biri olmamakla birlikte o yıllarda nerede bir hararet var adamı orada görüyorsunuz… Kendini Müslüman sayıyor örneğin, halbuki Yahudi, Bakü’den çıkıyor, geziniyor, Almanya, orası burası,  tuhaf tuhaf düşünceler, poz ve palavra dolu bir hayat, İstanbul’da bile konferanslar veriyor. Yalnızca o yıllarda –ve o topraklarda– var olabilecek olağandışı bir kişiliğin, romantik bir “Doğulunun” hayatını okuyorsunuz… İnsanların kafası o kadar karışık ki… Bunu niye anlattım, savaşlar ve olağanüstü olaylar herkesi savuruyor, başkalaştırıyor. Mustafa Suphi de etkileniyor o kaos yıllarından…

Mustafa Suphi, okuduğum makalelere bakarak söylüyorum tabii ki komünist değil, maceracı hiç değil, nasıl desem, bir Fransız serinliği var, makaleler sakin bir dille yazılmışlar, fikirlerin akademik bir mesafesi var, hatta Trablusgarb'ın işgaline tepki göstererek yazdıkları hiç de millici bir refleksle yazılmış gibi durmuyor... İşgalin ve savaşın kendisini değil de sömürgeciliği tartışıyor, akıl yürütüyor, nomotetik bir üslup arıyor…

Sonra anlaşılan o ki yetmiyor Mustafa Suphi’ye… Yaşıtları ve dönemdaşlarına da yetmiyor, herkes herkesi etkiliyor… Benzememeye çalışıyorlar, oysa çok da benziyorlar birbirlerine… Mustafa Suphi, Rusya’ya gittiğinde  Gaspıralı'yı buluyor, Gaspıralı Yusuf Akçura'nın kızkardeşiyle evli... Gazetelerde yazılar yazıyor, Savaşa girmemizi istemeyen bir tutumu var o yıllarda. Sarıkamış'tan sonra tutuklanıyor, Fransızca dersleri vererek geçiniyor...1917'den sonra Moskova filan... Sonra bizim en çok bil(me)diğimiz ve çok speküle ettiğimiz bir biçimde Kurtuluş Savaşı sırasında, savaşa katılmak için Trabzon’a geldiğinde arkadaşlarıyla birlikte öldürülüyor. Kim öldürdü oraları karışık…

Yanlış anlaşılmamak adına “altını çizeyim”, doğru-yanlış analizi yapmıyorum, okuduğum Mustafa Suphi, bana serüvenci değil akademisyen geldi, sahiden olabilirmiş, çok öğrenci yetiştirirmiş ama başka bir şey olmak istemiş… Zaman ve o zamanı yaşayan neslin zihniyeti bizi-hepimizi illa ki dönüştürüyor.

Kapaktaki tanklara ise takılmadım desem yalan olur, ilgisiz duruyor, ilk olarak 1915’te test edilmiş çünkü…

Pazar, Şubat 18, 2024

Kamyoncu

Ellili yıllar, zamanın gerçekçilik algısıyla Devir dergisi, bir kamyon şoförünü kapağına taşımış, editör yazısında her gün rastladığımız, aşina olduğumuz yüzlerden anlamında "çok tipik bir sima" denmiş beyfendi için... 

İlk gördüğümde bir tahminde bulunmuş, fotoğrafı Ara Güler çekmiştir demiştim, yanılmamışım...

Ortada etkili aktüel bir dergi kalmadı da, bugün herhangi bir dergiye böyle bir kapak fotoğrafı seçilir miydi diye düşündüm. Sanmıyorum. Sadece bugün mü, örneğin elli yıl önce, Simavilerin dergilerinde bu fotoğraf kapağa taşınır mıydı? Yine sanmıyorum. 

Başında kasketi, ağzında yarım cuarasıyla tek gözü kısık şiför dayımızın albenisi var mı yok mu mesele bile edilmezdi.

Peki o zaman, Devir niye kapak olarak seçmiş bu fotoğrafı? Tabii ki tesadüfleri hesap etmiyor değilim, Ara Güler'in bir fotoğrafını beğenip, ona yorum-haber bile uydurmuş olabilirler. Ama "zamanın ruhu" dediğim şeyi merak ederek kurcalamayı tercih ediyorum ben. 

Devir, dergicilik tarihimizde yeri olan, çığır açmış, hatırlanan bir dergi filan değil. Ortalamada kalmış, kendinden önceki gazetecilik anlayışıyla hafif hafif hesaplaşan, Amerikanvari görünmek isteyen bir dergi... bu kapağın yayımlandığı yıl 1954.

Bir hatırlatma yapayım, Demokratlar CHP'ye karşı seçim zaferi kazandıklarında, yani "Yeter söz milletin" derken köylülerin yanında CHP elitizminin karşısında durduklarını, kasketlilerin partisi olduklarını iddia ediyorlardı. Öyle ki, kimi mekanlara, hatta caddelere girilmesine izin verilmeyen, girdiklerinden hoş karşılanmayan sıradan insanların her yere girebilmesinin "demokrasi" olduğunu da söylüyorlardı. 

Tabii ki demokrasi sadece o değil ama popüler kültürün işleyişinde demokrasi fikri ancak bu örneklerle anlaşılıyor ve anlatılıyordu.

Hani meşhur, "Halk sahillere saldırdı, vatandaş denize giremedi" filan hep buralardan çıkar aslında. "Girsin kardeşim, halk artık girsin denize, onun da hakkı" gürültüsü, goygoyu ve abartısını da birlikte düşünün. Okur yazarların aralarında yaptığı tartışmalar bunlar, içinde pragmatizm, oy kaygısı, halk dalkavukluğu, anti entelektüelizm filan var, çok karışık...Normali değiştiren şeyler bunlar. Malum, normal hep değişir, tıpkı gelenek gibi daima yenilenir.

Bu kapak, bence o normalleşmenin bir uzantısı...yani o kasketli kapağa çıkınca, yeni ve olumlu bir gazetecilik yapıldığına inanılıyor, hakkaten yapılmış da olabilir, ben bir güdüden söz ediyorum. 

Yoksa dergi dediğiniz şey arz ve taleple biçimlenir, okuru avutmak için çıkar ekseriyetle... böyle bir kapak, okurun konforunu bozacağı için tercih edilmez, yoksul birini kim ne yapsın di mi ama... 

Not: Kasket demişken Ecevit'in kasketi de bu tartışmaların uzantısıdır, onu da şey edeyim. Dağılabiliriz.

Cumartesi, Şubat 17, 2024

Süre

Çizgi: Berat Pekmezci
 

Hayat pislikten öte bir şey değildir...

"Bence hayat pislikten öte bir şey değildir, büyük küçüğü yer, kuvvetli zayıfı ezer. Şanslı olan ise en çoğunu yer ve en çok yaşar". Galiba Jack London'dan bir tornistan yapılmış... 

Hayat şöyledir, yok böyledir türünden çıkarımlara hep birlikte bayılıyoruz.

Bunca sene sonra, benim anladığımsa şu, hayatta tek bir doğru, tek bir gerçek ve hakikat yok, işte hayat bu yüzden güzel... Kötü olansa herkesin kendi doğrularını, gerçeklerini tek doğru ve hakikat olarak dayatmasından çıkıyor. 

Hadi gülümse diyelim, "işçiler iyi çalışsın" diyor ya Kemal Burkay göz kırparak...İklim değişse...

Cuma, Şubat 16, 2024

Düğün Salonu

Fotoğraf 1981 yılından, Aksaray Vatan Düğün Salonu'ndan... İsmini fotoğraf arkasına yazılmış nottan öğrendiğimiz Şantöz Bahar her telden şarkılar söylüyor olmalı, yeter ki coştursun salondakileri...Mekan İstanbul'daymış ama Ankara veya Adana da olabilirmiş, o kadar benziyor çünkü... Popüler kültürün ve "güzellik algısının" çabuk değişmediği zamanlar bunlar. Bu tarihten otuz yıl önce de böyleymiş düğün salonları... 

İlk gördüğüm düğün salonunu, neden bilmiyorum, dekor ve sahne estetiğinden olabilir, ilkokulumdaki müsamere sahnesine benzetmiştim. Kenar mahallelerde rastlanabilecek türden (aleladeliğinin farkında olmayan, son derce ucuz ve bayağı) bir mekandı. Bilmemne abiyle, aracılarla istetilen komşunun akraba kızının nişanı için pazarlığa gidilmişti. 

On yaşında falanım. İkindi vaktiydi, merdivenlerden alt kata inmiştik, karanlıktı, etraf kirliydi, masalarda şişeler filan, ekşimsi bir koku... Bugün düşünüyorum da akşamdan kalma bir sarhoş gibiydi... Aynı yeri akşam görünce şaşırmıştım, ışıl ışıldı, kalabalıktı, çocuklar koşuyordu, çocuklar koşuyordu...Kulakları cızırdatan müzik yüzünden amcalar ablalar bağırarak konuşuyordu. 

Henüz bilmiyordum, öğrenecektim, düğün salonları "kuru pasta, renkli gazoz ve eko'lu çıstak müzik" demekti. 

Abiler, votka karıştırırdı Fruko'ya. Teyzeler, münasipse diyerek kız bakarlardı oğullarına. Kız kıza dans edilirdi. Babamla dayım fidayda oynarlardı, amman bulguru kaynatırlar... Org olmazsa olmazdı, bateri hafif hafif tempo yapardı sahne boşken...Birileri kötü sarhoş olurdu, kusardı, dağıtırdı. Dış kapının önünden "gobeller" süslenmiş "karıları" görürüz belki diye ayaklarını sürüye sürüye geçerdi.

Düğün salonlarının kötü dekorları bugün de var ama gelişen inşaatçılıkla başka bir hal aldılar, ziyadesiyle televizyonun ve evlilik programlarının etkisindeler, sütunlar, asansörler, konfetiler, cep telefonları, beyaz masalar, büyük pastalar, davullar, takılar, "gelenek vurgusuyla", dualarla, bayraklarla, gösterişle kıyılan nikahlar... Evet, varlar, yine "kiç" olan daha başka saçmalıklarla yaşıyorlar. 

Düğün eğlencelerinden pek hazzetmem,  akrabalar, seremoniler, el öpmeler, yalandan hal hatır sormalar filan artık kaldıramıyorum galiba... Gitmemek için her türlü taklayı aşıyorum ama itiraf edeyim, hikayesini anlatmayı, masaları dolaşmayı, yakınlaşıp uzaklaşıp, bir biçimde salondan manzaralar seyrettirmeyi istiyorum. Kısmet artık. 

Perşembe, Şubat 15, 2024

Müttehidülmerkez


Cahit Irgat'ın "figüran" isimli bir şiiri var, yukarıdaki ilüstrasyonu Metin Eloğlu şiir için çizmiş... Rastlamış olabilirsiniz, oyunculuğu ile tanınan Irgat'ın bilinen şiirlerinden: "Geceye gömülmüş bir gemi gibi / Donmuş soğuklarda iliği / Bedende ne setresi ne yeleği / Tek umudu tiyatrodan" diye başlıyor, hepi topu üç dörtlük zaten... 

"Gelsin piyaz, yüz sapsarı/ Bir lokmadır çıkarı/ Bir düş eski roma, eski yunan/ Çıktı tiyatrodan figüran" diye devam ediyor. 

"İlk sevgi merhamette dönenen/ Sevgiler çerden çöpten/ Kaçılmaz, saplanmış bir kez/ Müttehidülmerkez"

Şiirin son dizesinde tek bir sözcük var: Müttehidülmerkez... Sabah vakti o sözcüğe takıldım, hoşuma gitti

Müttehid, birlikte olan anlamına geliyor, merkezle birleşik olan... Merkez, orta nokta sayılır, aklın ya da kalbin insanın orta noktası, merkezi olduğu düşünülür. 

Saplanmış bir kez derken, sahne tozunu, tiyatro tutkusunu merkeze taşımış. 

Çarşamba, Şubat 14, 2024

Cesaret

Özcan Tekgül, Uğur Güçlü ile öpüşüyor, Yedi Adım Sonra (1968) filmi olmalı... Tekgül, devrinin cesur isimlerinden biriydi. Cesur derken bir magazin klişesi kullandığımın farkındayım. Bile isteye yazdım, çünkü kolay değil, öpüşmek, dans etmek, yeri geldiğinde kendini teşhir etmek, "sanat için soyunmak" ve bunları yaparken profesyonel kalmak. 

Türkan Şoray'ın filmlerdeki "öpüşmeme" kuralını düşünün... 

Epey zaman önce bir arkadaşım, Yeşilçam'ın ve yerel pulp evrenimizin aktristleri için "bunlar güzel değiller, sadece cesaretliler, riskleri göze aldıkları için ilginçler" demişti. 

Doğru ya da yanlış diyemiyor, bu iddiayı hep aklımda tutuyorum. Magazinde ne zaman biri hakkında cesur ya da pervasız dense, o iddiayı hatırıma getiriyorum.

Çok yalnız

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Disbelief-1003060179

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Dominance-of-Orange-1002726319

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-P-doom-1003815804

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Proximity-to-The-Sun-1005329045

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Sidelined-1003507290

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Stop-loss-1001915165

https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-115-Years-1004488867

 

Salı, Şubat 13, 2024

Son Okuduklarım 88

Der Wald (Orman) ülkemizde de sevilen Thomas Ott'un kısacık bir albümü. Küçük bir çocuğun dedesiyle (onun ölümüyle) vedalaşmasını-onu uğurlamasını anlatıyor. Benzersiz güzellikle sayfalarla bize yine büyük bir bir gösteri yapıyor da diyebilirdim. Bilmeyenler olabilir, Ott, sayfalarını balon ya da betimleyici-açıklayıcı metinler kullanmadan çiziyor. Korku türüne yakın şeyler çiziyor ve gerçekçi çizimlerle okurunu ürkütmeyi seviyor, bunu istiyor. Küçük çocuğu, cenaze evinden çıkarıp ormana götürüyor ve bize çocuğun korkularını mı ormanın gerçeğini mi çiziyor, bilemiyoruz, hasılı, bizi özel dünyasında gezdiriyor. Kitap Hikayeleri, bir sahafın kitap ve ayrıntı kovalayan dedektiflik anlatıları olarak nitelenebilir. Sahaf ve koleksiyoncuların birbirlerine anlattıkları hikayeler olur, sahaflarla ilişkileriniz varsa bu hikayelere aşinasınızdır. Baskılar arasında farklar, kayıp kitaplar, imzalar, çıkarılan paragraflar ve bölümler, küçük oyunlar, yanılgılar, ısrarlar, takipler, bazen müşteriyi kandırmak, bekletmek ve arzu nesnesi olan kitabı en sonunda ortaya çıkarmak ve saire... Kitap, bunların hikayelerinden oluşuyor. 

İstridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü, sinemasıyla bildiğimiz Tim Burton'un öyküleri...Daha önce de basılmıştı, bu yeni versiyonu... Burton, malumunuz, çocukluğa özgü masumluğu, ürkütücü ve iğrenç korku öğeleriyle bezeyerek anlatacağını anlatan global şöhretli bir auteur. Kederli, trajedisi komik duran, dünyayla cebelleşen, ne yapsa olmayan ve kapılıp giden karakterler sunuyor bize... Gözleri çivili çocuğu, Kibrit Kızı, Leke oğlanı, İstridye Çocuğu filan... Ters yüz edici, fıkramsı, sürpriz sonlu ve gayet ciddi esprilerle dolu. Not düşmeli, bezen haiku havasında... Kuzeye Giden İnce Yol'u bir yürüyüş kitabı olduğu için okudum, Onyedinci yüzyılda yazılmış, yazarı olan Başo, ilham aldığı ve hayran olduğu şairlerin şiirlerini yazdığı yerleri görmek (ve yenilenmek) için beş ay sürecek bir yolculuğa kalkışıyor ve Japonya'yı yürüyerek dolaşıyor neredeyse... Kitap, o yolculuktan sonra yazılmış. Romantik ve ilgi çekici bir iddiaya sahip anlayacağınız... Bir şair metni olduğu için arada haikular, çarpıcı gözlemler, yarım yarım öyküler ve tuhaf görsellikler okuyorsunuz. Tuhaf bir adanmışlık, edebi bir iyileşme özlemi, dünyayı anlama gayreti ve hedefe varma tutkusu metni farklılaştırıyor. İlginç bir tadı var. 

Pazartesi, Şubat 12, 2024

Polisler ve filimler

"Yeryüzündeki bütün yazarlar gibi benim de (…) polise karşı fazla bir sempatim yoktur (…) bilgi ve teknikle değil de daha kolay olduğu için kanunları bizzat çiğneyerek korurlar. Karakollardan hastanelik olarak çıkanlara hemen her gün rastlanmaktadır. Bazen karakolun bodrumunda hikmeti hüda intihar edenler de olur. Kendilerine özgü garip itham formülleri vardır: Düğmemi kopardı, cumhuriyete, millete vs küfür etti. Zincirleme şahitlikle kızdıkları kimseyi alaşağı edebilirler. İçlerinden bazısı suç işlemeye de fazlasıyla meyyaldir; daha geçenlerde birisi müdürünü öldürdü, bir başkası kadın kaçırdı; rüşvet ise gazetelere sık sık intikal eden havadislerdendir."

1958 yılında Çetin Altan yazmış bunları. Polisi sevmediğini söylemek veya herkesin konuştuğu-bildiği polis icraatlarını yazabilmek, o tarihler için cesaret isteyen bir iş. Böylesi bir istisna yazının o yılların popüler kültüründe bir karşılığı da yok. Kamusallaşmasına da imkan yok.

Film sansür kurullarında emniyetten temsilciler olduğunu, müdürlerin, ilgili makam sahiplerinin gerektiğinde gazetelere-dergilere telefon açarak uyarılarda bulunduğunu ve hatta kimi yazarların makam odalarına davet edildiğini, sopalandıklarını o yıllardan biliyoruz. Yazarsan, sadece kendini değil yayın mecranı tehlikeye atarsın demek bu.

Pek çok anı kitabında polislerin nefret dolu tutumları, tahkir edici davranışları, anlayışsız ve nobran konuşmaları, mutlaka dayakla biten gösterilerini okumuşuzdur. Polis ve nezaket pek birlikte hatırlanmaz ve polisten nezaket beklenmez. Uzun yıllar, Türkiye’de polisiye edebiyatının olamaması polisin haşinliğine bağlanmıştır. Türk polisinin akıl yürütmesi inandırıcı bulunmamıştır, döve döve diyelim, nasılsa gerçeği ortaya çıkarıyordur.

Peki, hem polis algısı hem de polisiye türü olarak durum bugün değişti mi?

Polis algısı çok değişti denemez, siyaseten veya polemik gereği tersi söylense de polisin kanun koyucu ölçüsünde keyfi davranabildiğini biliyoruz. Diğer yandan, polisiye, yıllar içinde popüler kültür ile birlikte değişti. Özellikle Hollywood sinemasının polise yönelik eleştirelliği, bizi de etkiledi. Polisi eleştirmek belli ölçülerde normalleşti. 

Gerçek ile gerçeklik vehmi yaratan bir dünya arasında büyük bir fark olduğunu akılda tutarak, filmlerin ve dizilerin dünyasında “kötü polislerin” olabileceği kabul edilebilir bir hale geldi diyelim.

Yukarıda paylaştığım görsel, 1952 yılında .ıkan bir Polis yayınından, “bizi güzel anlatın-gösterin” çağrısı yapıyor hikaye anlatanlara… Özellikle popüler olan filimcilere…

Pazar, Şubat 11, 2024

Çizgilere Derkenar 34

Fotoğraf üzerinde fırça ve gazlı kalemle yapılmış esprili bir tahrifat. Ortada oturan bir dönemin ünlü siyasetçilerinden, Başbakanlık yapmış Mesut Yılmaz, muhtemelen kendisine gösterilen karikatürleri inceliyor. Sol tarafında Tekin Aral olduğu ve Yılmaz baktığı şeye gülümsediği için bunu söylüyorum. Sağında oturan ise ünlü fotoğrafçılardan Suavi Sonar... Bu üçlü nasıl ve hangi vesileyle biraraya gelmiş bilmiyoruz. Espri ise Yılmaz'a giydirilmiş padişah kostümünde elbette. Yazılı basının ve mizah dergilerinin popüler olduğu dönemlerden kalma bir hatıra...Bana seksenli yılların ikinci yarısı gibi geldi. 

İlk çizgi romancılarımızdan Şahap Ayhan'ın terekesinden çıkma eskizlerden... Muhtemelen fotoğraftan ve eskiz kitaplarından çalışmış-modellemiş, kadın çizimleri yaparak elini alıştırmak istemiş... Bu tekrarlar ve benzetme uğraşının zaman içerisinde kendine özgü bir üslubun içinde erimesi beklenir. Çizimlerin asıl amacı budur. Eskizlerin kırklı yıllardan kaldığını tahmin ediyorum. Şahap amca uzun yıllar kendine özgü bir dille erotik çizgi romanlar yapmıştı. 

Ses dergisinin Atmaca ilavesi (1982)... O yıllarda o kadar çok dergi ve gazete, mizah ilavesi verdi ki... Üreticisi çoktu, ilgi gördüğü, satış getirdiği düşünülüyordu...Ses de kalkışmış-denemiş diyelim... ,

Bu kapağı niye seçtim derseniz eğer... Okursanız, yanlış yerleştirilmiş (çünkü kim konuşuyor belirsiz) ve yazılmış balonu nedeniyle seçtiğimi tahmin etmiş olmalısınız... Ne ilaveyle, ne üretenlerle derdim ve kastım yok. Genel bir ruh halinden,  kimseye tuhaf gelmemesinden, sorun görülmemesinden söz ediyorum.

Eski dergiler, karikatürler ve çizgi romanlar, dil hatalarıyla doludur, iş temposu-yetiştirme telaşı nedeniyle yanlış yazımlar olabilir, her zaman mümkün böyle bir şey, bunu anlarım ama bir derginin kapağı üretilirken ister istemez birden fazla insanın dahli olması gerekir. Üreteni, baloncusu, yazı işleri müdürü, ilave yöneticisi, yan masada oturanlar ve hatta çaycı bile görüyor olmalı bu balonu....nasıl düzeltilemez veya nasıl görülemez faslı şaşırtıcı. 

Kimsenin, dergi çıktıktan sonra bile bunu farkına vardığını veya önemsediğini düşünmüyorum. İnsanlar, sorun ederlerse çözebiliyor ve dikkat kesiliyorlar...

Cumartesi, Şubat 10, 2024

Seyrüsefer Defteri 157

True Detective Sea4 Ep1 ve 2'yi seyrettim (31 Ocak).++ Dream Scenario (2023) fikir güzel, sonra temposu düşüyor, Borgli bunu özellikle yapıyor olmalı Syk Pike de böyleydi çünkü (30 Ocak).++ State of Play (2009) nasıl kaçırmışım bilmiyorum, ilham verici bir yoğunluğu ve temposu var, BBC işiymiş, yanii dedirtiyor (29 Ocak).++ Senaryo Kampı ve grip (19-28 Ocak).++ The Kominsky Method Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (18 Ocak).++ La comtesse noire (1973) Jesus Franco işi bir erotik vampir filmi, türün meraklılarının rağbet gösterdiği bir anlatı, pulp estetiği için iyi örnek diyelim, fazlası yok (17 Ocak).++ Je ne suis pas un homme facile (2018) tüketilmiş bir fikir, finali ilginç olmuş (16 Ocak).++  After Life Sea1 Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (15 Ocak).++ 60 Minuten (2024) Avrupa işi martial, gerilimi zamana bağlamışlar ama gerilim bizi kesmiyor, çat çut olup bitiyor (14 Ocak).++ The Kominsky Method Sea1 Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (13 Ocak).++ Gibi Sez2 Ep.5 ve 6'yıseyrettim (12 Ocak).++  Shield For Murder (1954) kötü polis hikayesi, havuz sahnesine bayıldım, ilginç filmmiş (11 Ocak).++ Forst Sea1 ve 2'yi seyrettim (10 Ocak).++ The Kominsky Method Sea1 Ep.1, 2 ve 3'ü seyrettim (9 Ocak).++ Exodus: Gods and Kings (2014) kimi sahneleri cidden iddiası ölçüsünde çok başarılı, gerisi İnanç Dünyası formatında (8 Ocak).++ Year One (2009) Genesis mizahı mı diyelim, National Lampoon mu bilemedim, sevimli salaklıklar silsilesi (7 Ocak).++ Gibi Sez2 Ep.3 ve4'ü seyrettim (6 Ocak).++ After Life Sea1 Ep.1, 2 ve 3'ü seyrettim (4 Ocak).++ The Flash (2023) on yıl önce bu senaryo Flaş'la filan harcanmazdı, bugün iddiasızlığı ölçüsünde eh yani diyelim filme (3 Ocak).++ Birthright Outlaw (2023) tv işi gibi ailemizin westerni olmuş (2 Ocak).++

Cuma, Şubat 09, 2024

Küçük muamma

1985 yılında Günaydın gazetesi Ratip Tahir Burak'ın otuz-otuz beş yıl önce yayımlanmış Koca Yusuf çalışmasını yeniden tefrikalaştırmıştı. İki nedenle ilginçti, birincisi, Ratip Tahir 1977 yılında vefat etmişti, varislerinden izin alınmış olmalıydı. İkincisi, eserin ilk yayını Hürriyet'teydi. Haldun Simavi, Hürriyet'le, kardeşiyle rekabet halindeydi, ayrıca izin alması gerekiyordu. Sonuç daha ilginçti, çünkü yukarıda çizgilerini paylaştığım çizgiler Ratip Tahir'den kopyalanıyordu. Niye orijinalin kullanılmadığını ve kopyalandığını bilemiyoruz, iyimser olarak şu söylenebilir, belki orijinaller yoktu, gazeteden kopyalanmak zorunda kalınmıştı veya olası telif davalarından kurtulmak için bir yol diye düşünülmüştü. Hasılı kelam garipti. 

Karşılaştırma yapabilmeniz için ilgili sayfanın ilk basımından (internetten bulduğum) bir örnek paylaşıyorum.

Perşembe, Şubat 08, 2024

Erken büyüyen çocukların ülkesi (2)

İki yaz önce, Tuna, üç hafta kadar bir dizi setinde çalıştı, on yedi yaşında olduğu için hayatını nasıl sürdüreceğine dair bir fikri ve deneyimi olması gerekiyor diye düşündük. Ben de hayalini kurduğu meslekle ilgili aracılık ettim, gitti çalıştı, setten mutlu, işi yapabileceğine dair bir inançla döndü. Bunu niye anlattım, bu çalışma meselesini kime anlatsam, herkes beni şaşırarak - takdir ederek dinliyor ve konuşuyordu. Önce anlamamıştım, sonra fark ettim ki, on yedisinde bir çocuğun çalış(tırıl)ması cesaret verici geliyordu insanlara...

Oysa ben büyürken, aileler çocuklarını en azından yazları bir işe koyar ve çalışmasını sağlarlardı. Bugün, on beş yaşından küçüklerin çalıştırılması yasak, aralıklarla yazıyorum, çok çok erken yaşlarda çalışmaya başladım, babam esnaftı, aşağı yukarı on bir yaşımdan sonra hiç bir cumartesi pazarım ve yaz tatilim olmadı. Bugün çocuk olsam çalıştırılamazdım. Ne değişti? Avrupalılar devreye girmese, bu yasaları uygulamaya bizi zorlamasa ne değişirdi veya... .

Babam, çalışmadığım zamanlarda bana en ufak bir para vermezdi, annem de ona uyardı, bunu aşabilmek için yazları sakız satmaya başlamıştım... Bir işe yaramadı tabii bu durum, babam para kazandığımı görerek "sen artık büyümüşsün" filan gazı vererek beni yanında çalıştırmaya başladı. Ödül mü ceza mı, siz karar verin. Tersi de olabilirdi, yeter aylaklığın diyebilirdi. 

Yanındaki ilk günlerimde, hiç unutmuyorum, o ara şiddetli yağmurlu günlerden geçmiştik. Yan taraftaki kuruyemişçinin deposunu su basmış, fareler de bizim tarafa kaçmışlardı. Babam, fareleri kovalamamı-yakaladığımı öldürmemi istiyordu. Farelerden korkuyor, iğreniyordum, babamsa büyümemi ve onlarla başetmemi istiyordu. Gün boyu deponun bir köşesinde tabure üstünde sessizce oturuyor, aralıklarla o yolu-hattı izleyerek köşeden çıkan fareleri süpürgeyle ezerek öldürüyordum. Şimdi düşünüyorum da, babamın yöntemine göre bu deneyimden sonra farelerden korkmamam ve iğrenmemem, bu hissi aşabilmem ve bir işe yaramam gerekiyordu. İşe yaradım ama hislerim zerre değişmedi. Fareler yıllarca vik vik rüyalarıma girdiler. 

Sadece babam değil, çevremizdeki bir kişi bile fareleri öldürmemi yanlış bulmuyordu, çocuk bunu niye yapıyor demiyordu, üzerimde olumsuz bir etki yaratabileceğini düşünmüyordu. Başetsin, büyüsün, ne olacak, bunlar ne ki falan filan...

Yeter ki büyüyelim..."Büyü artık" cümlesini duymak beni deli ederdi, babamın söylerken aklında olanlarla benim anladıklarım çok farklıydı. 

Çarşamba, Şubat 07, 2024

Bond

Başak Yayınevi, altmışlı yıllarda, başta Bond olmak üzere pek çok pulp polisiye-casusluk romanının eli yüzü düzgün bir yayıncısıydı. Bir ara James Bond'u haftalık çizgi roman dergisi olarak da yayımlamıştı, kitap yayıncılıkları ile kıyaslanırsa, bu işte pek de başarılı olamamış, çok sürdürememişlerdi. Emin olmadan yazıyorum, en fazla on beş sayı sürmüş bir seri çıkarttılar. 

Bilmeyenler olabilir, James Bond filmlerinden önce çizgi bant olarak çıkmaya başlamış, dikkat çekici bir ilgiyle karşılaşmıştı. Hatta Sean Connery, çizgi roman uyarlamasındaki Bond'a çok benzediği için role seçilmişti. 

Başak, sadece malzemeyi paylaşabilseydi uzun ömürlü bir yayın olurdu, çünkü iyi çizilen, iyi hikayeleri olan başarılı bir içeriği vardı Bond'un. Yani yukarıda paylaştığım vasat kapağa, "Bond Dayağı" gibi yakıştırmalara hiç gerek yoktu. Serüven, işi yaşatabilecek ölçüde güçlüydü.

Bir yirmi yıl sonra Ali Recan, diziyi bir kere daha yayımladı. İlkinin bir tık üstüne çıktı diyelim. 1977 tarihli Horak'ın çizdiği Deniz Ejderi (Sea Dragon) ile başladı. 1978 tarihli Türkmenistan Harekatı adıyla yayınlanan The Xanadu Connection ile sürdü. Sonra 1964'e döndü ve Kurt Kanı adıyla McLusky'nin çizdiği On Her Majesty's Secret Service kullanıldı. Hemen ardından da İnsan İki Kere Yaşar'la (You only live Twice, 1965-66) sonlandı. Neyi, neye göre seçtiler anlamak mümkün değil elbette. Yüksek ihtimal, telifsiz yayımlandığı için elde ne varsa o kullanıldı. Çizgi bant, 1958 ile 1984 arasında günbegün yayımlanmış, yıllarca dergi olarak sürdürebilir ciddi bir birikimden söz ediyoruz... 

Benim kuşağım, James Bond çizgi romanları bu seriyle okuyabildi. Sonradan gazete çizgi romanlarına daldıkça Bond'u başka biçimlerde de okudum. Notlarıma bakmadan, hafızadan yazıyorum, en çok Cumhuriyet'te yayımlandı mesela.

Bu aralar Bond okuyorum da...


Salı, Şubat 06, 2024

Umut

 

Akademisyenliğim sırada hep şu sorunun cevabını aradım, "insanlar nasıl katlanıyorlar?". Yaşadığımız hayat, dünyayla kurduğumuz ilişkiler, maddi sıkıntılar, tecrübeler şu bu.. her biri bizi korkutuyor ve pasifleştiriyordu... Ya da pasifleşmemiz ve korkmamız gerekirdi, normal olan buydu. Oysa bir biçimde hayata devam ediyorduk. Ne oluyordu da, nasıl oluyordu da devam edebiliyorduk?

Malum, her şeyin daha iyi olacağına veya düzeleceğine dair bir iyimserliğimiz, daha doğru bir ifadeyle temennimiz ve umudumuz vardır, hayal kurarız. Tabii ki kapitalizm, gel zaman git zaman diyelim, o hayali bize bir hikaye ve örüntü olarak satmaya başlar. Yani başlangıçta iyileşmeyle ilgili umudumuz, mevcut gerçekliğimizden kaçmamızla sonuçlanır. İktidarın gözleriyle-sözleriyle yaşar oluruz. Gerçekliğin maddi koşullarına değmeyen-dokunamayan, irade gösteremeyen hikayelerle yetiniriz. Mevcut durumu da mümkün olanı da unutturan bir şeyden söz ediyorum.

Popüler kültür, mevcut olanda var olan, gerçekleşmesi mümkün olan bir şeye evrilmelidir ki bu bir mücadele eksenidir. Genel olarak mevcut durumu yadırgatan, bir imkan olarak daha iyiye ve doğruya yönelik umut gösteren hikayeler kurulması gerekir. 

Uzun zaman sözlü kültürde, özellikle fıkra ve deyişlerde, otoriteyi ve baskıyı deşifre eden, maddi ilişkileri görünürleştiren ve dayanma gücünü artıran "çıkışlar" aradım. Çünkü yadırgatmanın ve umut etmenin bir tarihi olduğuna inanırım. Yoktan var olamazlardı. Hayatı dönüştüren siyasi eylemlerdir ama onların hazırlayıcıları-besleyen kaynakları vardır. Onları bulmak, hatırlatmak, yenilemek siyasi mücadelenin bir parçası olmalıydı. 

Pazartesi, Şubat 05, 2024

Samanpazarı

İlhan Tarus'un 1954 yılında Dünya gazetesinde tefrika edilmiş (sonradan kitaplaşmamış) Samanpazarı isimli bir romanı varmış, bana da Erol (Gökşen) fotoğraflanış, getirmişti. Ankara romanı diye okudum. Beğendim diyemem, Tarus iddialı bir yazar, iddiası ölçüsünde iyi metni-hikayesi yok bence. 

Kendi deyişiyle "saltanatla halkın, idare ile milletin, ümmilikle medeniyetin, geri kafalılıkla ileri düşüncenin ortalık yerinde bir köylü-şehirli duvarı yükselir" diye düşünerek...  romanda bir tarafa Samanpazarı, diğer tarafa Çankaya'yı koymuş... Fatih-Harbiye formülünü yazarlarımız kolaylarına almışlar, yineleyip durmuşlar diyelim. Bilmeyenler için Samanpazarı, Eski Ankara'da, Kale'ye yakın bir yerde, çarşısıyla ünlü bir bölge. Orta-alt sınıfların rağbet ettiği bir yer...

Romandaki kahramanlardan biri yürüyüş yolumdaki "yeni apartmanlardan" birinde oturuyor, Çankaya caddesinde...Evin yakınından bir dere geçiyor, küçük bir köprüsü var filan... Apartmanda yaşayan Amerikalılar işe giderken kestirme olsun diye o köprüyü kullanıyor şu bu... 

Çok değil aslında, seksen yıl öncesinden söz ediyoruz, Ankara derelerle dolu, yokuşlar şehri olduğundan yağmurlu havalarda o dereler çağlıyor ve sel oluyormuş, derlemiş toparlamış, doğru ya da yanlış kontrol altına almışlar. Hoşdere, Kavaklıdere, Portakal Çiçeği filan hepsi evimin yakınındalar. Genel olarak bilinmiyor veya bilgi olarak önemsenmiyor... Şehir tarihleri hijyenin, düzlemenin ve kontrolün de tarihleridir...

Pazar, Şubat 04, 2024

Şeker ve ben

Geçtiğimiz eylül ayında genel bir sağlık kontrolünden geçtim. Uzun ve yorucu senaryo çalışmalarından sonra bunu yapıyorum, çünkü yaşım ilerledi, dikkat edeyim istiyorum. Karaciğerimde şekere bağlı hafif bir yağlanma olmuş, doktor çok büyütmedi, değerlerim sınırdaydı filan ama ben şekeri hayatımdan çıkarmaya karar verdim. 

Yakın çevrem bilir, hamur işine ve tatlıya karşı bir zaafım var. Bir süredir ölçüyü kaçırdığımda küçük baş ağrısı çekmeye başlamıştım, çoğalınca bu ağrıyı yürüyerek geçiriyordum. Fazla geldiği, bünyemin sinyal verdiği aşikardı. Üstelik ailede yüksek tansiyon, şeker ve kalp hastalık olarak vardı. Doktor "azaltsan yeter" demesine karşın, aklımdaydı, vesile olsun istedim ve başladım "savaşa..." 

Ekmek, pide ve içindeki şeker olan hiç bir şeyi yememeye-içmemeye karar verdim. Şunu düşündüm, burayı gülerek yazıyorum, lahmacun yemek istiyorum, bu kararı alırsam ve başarırsam, ileriki yıllarda, ölçüsünde yiyebilecek ve sevdiğim bir tadı hayatımdan çıkartmayabilecektim. 

Garip bir şeymiş, çünkü vücut bu değişime başlangıçta direnç gösterdi, ikinci gün sert bir baş ağrısı ve baş dönmesi başladı, dördüncü günden sonra toparladım. Bağımlılık ile ilgili bünyenin tepkisiymiş... Çok çay içiyordum, çayı kestim, son beş ayda iki ya da üç dilim dışında hiç ekmek yemedim... Kola içmezdim ama gazoz ve diğer gazlı içecekleri bıraktım. İlk ayın sonundan itibaren sadece haftada bir gün lahmacun ve pide benzeri bir şeyler yemeye başladım. Onu da oğlumla buluşup sinemaya gidiyoruz, film çıkışında yediğimiz yemekle bunu birleştirdim. Win plus win gibi bir şey oldu yani... 

Doğrudan tatlıya hiç yanaşmadım, üçüncü ayın sonunda sadece bir kere bir süt tatlısı yedim mesela. Sürecin sonunda sütlü olmayan herhangi bir şey, örneğin çikolata yiyemez oldum. İnsanın ağız tadı değişiyormuş... Şöyle söyleyeyim, şeker dışında bir perhiz yapmadığım halde altı kilo verdim. Şeker bir bağımlılık olduğu için hayatımda ilk defa aralıklarla tansiyonum çıkar oldu, bir süre onunla da uğraştım falan filan...

Bunları niye anlattım, metabolizmamız çok güçlü aslında, kendini yenileyebiliyor, tedavi edebiliyor, şeker sahiden zararlı bir şey, bu süreçte anladım ki, "keyif verici bir maddeden" farkı yok, zarar veriyor insana... altı yıldır her gün yürümeye çalışıyorum, doğru bir karar verdiğimi biliyorum, şekeri bırakmak da sağlığımla ilgili bir başka doğru kararmış, bunu anlamış-yaşamış oldum. 

Cumartesi, Şubat 03, 2024

Döverim!

Fotoğraf, 1950 öncesinden, iki Balkanlı kardeşin pozuymuş. Öfkeli duruyorlar, gergin, tüyler diken diken, pür dikkat "bize bakıyorlar"... Tek kelimeyle ürkütücüler. Delirebilir gibiler, hınç atağı diye bir şey vardır. Küçümseneceklerine inanıyor olmalılar, onlara bakıp gülünecek ve onlar da hiddetlenerek infiale kapılacak ve dünyadan kopacaklar. Kopmak derken normallerini aksatacak bir öfke patlamasından söz ediyorum.

Büyüdüğüm mahallede Akbulut diye biri vardı, kendini jiletlerken görmüştüm, on yaşında falanım, halen çok güçlü bir hatırası vardır bende....Yolum değiştirecek kadar korkardım ondan. Babasını dövmüş, babasını dövmüş... Deli Mete vardı, bir başkası, başkomserin oğluydu, elinde sapan dolaşırdı, çat çat yaralardı bizi, o gelirken saklanırdık, çocuksun anlamıyorsun...Dövüp dururlardı, tınmazdı...  

Öfkenin neyi ortaya çıkardığını az çok biliyoruz da neyi bastırdığını kolay anlayamıyoruz. 

Ben azla yetinmenin büyük bir öfke ve haset yarattığına inanırım, sınıfsal bir nefret de diyebiliriz buna. Fakir sümüğü derler, inatla dayak yemeyi umursamadan direnen ve meydan okuyan,  hayat memat kavgası yapan birileri olur, şaşırtır, korkuturlar...

Fotoğraftaki kardeşler, enikonu tedirginler aslında, fotoğrafın kendisinden, akıl veren fotoğrafçıdan, çevredekilerden... Gülememişler endişeden, azarlanacaklarını düşünmüşler, utanmaktan korkmuşlar, başaramayacaklarını filan...Deryayı bilmeyen balığın tuhaflığında... En iyi bildiklerini yapıp dikenleri sivriltmişler.

Not: Fotoğrafı Haluk Ecevit gönderdi, Trakya'dan köylüleriymiş, biri Ramazan'da davulculuk yaparmış... Davulun vur ha vur temposu ona iyi gelmiş midir acaba? 
 

Cuma, Şubat 02, 2024

Rizz


Rizz, karizmadan türetilmiş yeni bir sözcük, doğal çekicilik, partneri etkileme yeteneği anlamında kullanılıyor daha çok. Videolu, fotoğraflı, makyajlı bir çağda yaşadığımız için insanlar birbirlerine çekicilik tüyoları veriyormuş, heşteglenen rizz, en çok da bu fasıldan ilgi görüyormuş. Etkileşim almak hepimizi çok belirliyor, daha çok görülmek, beğenilmek, farkına varılmak istiyoruz.

Akademi, yayıncılık-editörlük-yazarlık, senaristlik derken otuz yıldır profesyonel olarak kültür sanat endüstrisinin içindeyim. Popüler olanı sakince izlemek, neden rağbet gördüğünün anlamak işimin bir parçası oldu hep. Rizz'in bu kadar çok kullanılması ve ilgi çekmesi, siyasetin, sanatın, moda ve gündelik hayatın dönüşmesiyle alakalı bir açmaz. 

Yakınlarım bilir, insanların birbirlerini salak bularak yaşadıklarını düşünürüm, kendileri dışında herkesi eksik, yanlış, yetersiz ve yeteneksiz buluyorlar. Sosyal medyada herkes, herkesin yanlışını-defosunu göstererek-küçümseyerek yaşıyor. Ne ki, rizz moda oluyor, 2023'ün sözcüğü seçiliyor. Nasıl beğenilirim, dikkat çeker, tanınırım iştahıyla akla ve dile düşüyor. 

Perşembe, Şubat 01, 2024

Ankara Canavarı

Suat Derviş'in mahlasla yayımladığı bir polisiyesi kitaplaştırıldı, bilmiyordum, okumak istedim. Sadece polisiyesi için değil, Ankara'da geçmesi, dönem olarak iyi bildiğim yıllar olması filan pek çok neden çıktı okumak için... Görür görmez aldım, üstelik kitap ilk yayınından birkaç yıl sonra çizgi romana da uyarlanmış, ona da yer vermişler, beni canevimden vurdular....

Nedense kitaba önsöz ya da sonsöz yazılmamış, romanla-dönemle ilişkili bir malumat paylaşılmamış. Editöryal olarak buna anlam veremedim. 

Roman, 1948'de tefrika edilmiş, bilmeyenler olabilir, hanımefendi, o yıllarda Reşat Fuat Baraner ile evli, 1944 Komünist tutuklamalarıyla hapse girmiş bir parti liderinden söz ediyoruz, Biz o yıllarda memleket olarak (Tan Baskını, DTCF Olayları, Kars Ardahan, Zincirli Hürriyet, Markopaşa falan filan) tam bir anti komünist coşku içindeyiz. Bir avuç solcuya eziyet edip duruyoruz. 

Derviş,  anlaşıldığı kadarıyla, hapiste olan eşini ziyaret için Ankara'ya gidip gelmeye başlamış, geçim derdiyle gazeteleri de dolaşmış, roman da o yılların iddialı bir yerel bir gazetesi olan Kudret'te çıkmış... Kudret nasıl bir gazete derseniz, bu nokta Baraner ve Derviş için önemli, ilk söylenebilecek olan anti komünist bir gazete olduğu, CHP'ye muhalefet ediyor, Demokrat Parti'nin muhalefetini yetersiz bulan, sonradan Millet Partisi olacak bir oluşumun yayını gibi duruyor. Reşat Fuat'ın eşini gazeteye sokmaları ilginç olmuş... Hatice Hatip ismini kullanmış. 

Roman pek parlak değil, polisiyesi bir tür snap ending ile bitiyor, ki o en önemli zaafı... Derviş'in romanı neden unutmak istediği (veya neden ciddiye almadığı) anlaşılıyor.

Gelelim çizgi romana, ilginç olan o zaten. Uyarlama, dört yıl sonra 1952'de çıkmış, benim hatırladığım kadarıyla Kudret'in yayıncısının bir başka gazetesi olan Son Telgraf'ta tefrika edilmiş. İlk  yayınında ilgi çektiği için mi yinelenmiş, yoksa Zehra Ergezen dostane ve ailevi bir yakınlıkla böyle bir uyarlamaya kalkışmak mı istemiş? Gerekçesi muammalı. Suat Derviş, o yıl yurt dışına çıkıyor, not olarak düşeyim... 

Ergezen, çizgi romanla ilgili sürekliliği olmuş bilinen bir "ressam" değil, sahne kuramadığı, balon yazamadığı, arkaplan düşünemediği, kare içi istiflemesini yapamadığı görülebiliyor. Diğer yandan, tam da o yılların soap opera çizgi romanlarını izlediği, iyi tetkik ettiği, işini ciddiye aldığı da söylenebilir. Yelpaze'yi, Şevki'yi izliyormuş örneğin.... Sürekli çizebilseymiş amatörlüğünü aşabilirmiş... Kimmiş, Suat Derviş ile yakınlığı var mıymış merak ettim. Yazan ve çizen olarak iki kadının ismini yanyana görmek, hele o yıllarda, Erkek Babıali'de "küçük bir mucize" gibi bir şey çünkü...
Related Posts with Thumbnails