Pazartesi, Şubat 28, 2022

Yatırım tavsiyesi

Bunlardan başka satılık iki apartman daha vardır. Bunlar Ankara’nın en pis yeri olan İtfaiye meydanı denilen yerdedir. Bu apartmanların olduğu sokakta bit pazarı kurulur. Bunlar dörder katlıdır. 50 bin liraya birini satacaklar. 400 lira aylık kira getirir. Yeri de Ankara planına göre yapılacak Opera’nın arkasına düşüyor. Yarın için bankaların, operaların bulunacağı yerde olacak.

Memduh Şevket Esendal, 29 Mart 1942 [Kızıma Mektuplar’dan, Bilgi Yayınevi, Ankara 2001, s. 355]

Cumartesi, Şubat 26, 2022

bıdbıd

Dün akşam sosyal medyada dolanırken eski gazeteci bir arkadaşımın bir başka genç kadın gazeteciye gösterdiği flörtöz tivit cevaplarını gördüm, sonra dikkat kesildim, baktım, arkadaşım gemiyi azıya almış, emekli amcaların market kasiyerlerine yürümesi gibi, her genç kadın gazetecinin tiviter beğenicisi olmuş. Hoşuma gitmedi, bu erkeklerin yaşlılığı da zor oluyor, bu ergenlik yeniden mi zuhur ediyor filan düşünmeye başladım.

Sonra, önce "bana ne" dedim, sonra "hayat çok zor, başetmeye çalışıyor" filan anlamaya çalıştım. 

E sonra ne yaptım, genç kadın gazeteciye baktım, hoş bir genç kadın, adını hiç duymamıştım, ünlülerle röportaj yapıyormuş, baktıkça şunu fark ettim, ünlülerin yüzde altmışını tanımıyorum, kim oldukları hakkında tek bir fikrim yok, röportajı yapanı, kasiyer avcısı arkadaşım olmasa hiiç görmeyeceğim... 

Yahu dedim asıl sen amca olmuşsun, her şeye bıd bıd... 

Cuma, Şubat 25, 2022

Evet evet...

Katillere, işgalcilere, faşistlere, popülist dangozlara, Ukranya diyenlere, stratejistlere, Rusya'nın sıcak denizlerine, fırsatçılara, swift lakırdılarına, "hoh hoh Ukranyalı gızlar buraya gelsinler" diyenlere, her vesilede Suriye'yi konuşanlara, savaşı seyredenlere, topunuza, tepenize, erkekliğinize, savaşınıza...hayır ulan hayır!

Perşembe, Şubat 24, 2022

Savaş alanı

“O günün şatları içinde sen Kızılay’ı faşistlere teslim ettiğin zaman - ki bir ara teslim almışlardı, elinde Cumhuriyet gazetesi, Milliyet gazetesi olan adam geçemiyordu Kızılay’dan.  Her akşamüzeri orada faşistler bildiri dağıtıyorlardı dört köşeyi tutup. Biz, önce bu yakayı ele aldık mesela;  TMMOB tarafı diyelim. Sonra öte yaka falan, böyle parça parça faşistleri kovaladık Kızılay’dan. (…) Kızılay’dan işte Milli Eğitime doğru, Sıhhiye’ye doğru (…) Demirköprü tarafına doğru o çemberi genişletmeye çalıştık. (…) Ne anlamı vardı? Prestij olarak anlamı vardı, ondan sonra halkla ilişkiler bakımından anlamı vardı.”

[Mehmet Ali Yılmaz, Tarihle Söyleşiler – 1 içinde, Açılım, Ankara 2014, s. 192.

Çarşamba, Şubat 23, 2022

Ürkünç

Kapaktaki Bektaşi tahayyülü bana sert ve ürkünç geldi. Sonuçta bu bir fıkra kitabı, geçmiş zaman diyoruz, çıkmış gitmiş, eskimiş filan ama yayıncılık açısından yanlış tercih gibi duruyor, mutlaka komik ve sevimli çizilmeliymiş... Okuru cezbedecek, başka bir şey düşünülmeliymiş... Bence Mehmet Tekdal çizmiş, iyi bir çizerdir, epiktir, hamasidir, esprili değildir ama dönemi içerisinde bilinen bir piyasa ressamıdır... Hatta onun Nasrettin Hoca çizimleri halen paylaşılır, hoş, o da karikatürize ve komik değildir ama yine de nüktedanlığınu, oyunbazlığını yansıtan bir vurguya sahiptir. En azından Hoca'nın bir tontonluğu-güleçliği vardır. Neyse gece vakti kapağa takıldım.
 

Pazartesi, Şubat 21, 2022

Eksiklik

Eskiden az gelişmiş derlerdi, geç modernleşen de olabilir, belki geç ulus devletler de denebilir, hah işte oralarda ve doğal olarak bizde de, "eğitim mes'elesi" bir eksiklik duygusuyla inşa edilir ve o mantıkla geliştirilir. O millet, o devlet “geride” kalmış-gelişememiştir, “daha iyi ve gelişmiş” olana yetişmelidir. Milli eğitim bu fikirle inşa edilmiştir. Amaç bu olunca, siz, eğitiminizi bir şeyi öğrenmek ve meslek edinmek için değil, asla sadece o kadar değil, memleketteki eksikliği gidermek için tamamlarsınız. Okulunuzu bitirecek ve cahil halkı dönüştürecek bir nefer olacaksınızdır. Sadece o mesleği, o işi yapmamız değil, birer öğretmen, birer toplum mühendisi olmamız beklenir.

Hepimizin bildiği şeyler gibi geliyor ama sorun da tam burada başlıyor zaten, dünyaya, yaşadığımız topluma eksiklik hükmüyle baktığımızda “bizim" dışımızdaki herkesi istisnasız ya cahil, ya da cahil bırakılmış olarak görmeye başlıyoruz. Hemen her şeyi toplumun eksikliğiyle açıklamak başarılı bir biçimde endoktrine edildiğimizi de gösteriyor. Bu öğretiyle mezun olur çalışır, evlenir, çoluk çocuk sahibi olur ve yaşarız çünkü. Bitimsiz bir eksikliğin kırılganlığıyla, yani öfkesi, iştahı ve kederiyle dünyayı yorumlarız, bildiğimizi çocuklarımıza, torunlarımıza aktarırız. İşin özeti veya varılan nokta, ne söylesem eksik kalır, hepimiz birbirimizin cahil, yetersiz veya salak olduğuna inanıyoruz, az ya da çok bunu düşünüyoruz. Yaşadığımız-yaşattığımız kavgaların kökeninde bu eksiklik güdüsünün büyük bir ağırlığı var gibi geliyor bana. 

Pazar, Şubat 20, 2022

Sunal

En sevilen dişeti. Oyuncu mezbahasından Fernandel sırıtışıyla kurtulan Keloğlan. Üç beş zeytin, bir dilim ekmek. Düşlerinin penceresi sonuna kadar açık kondu evleri. Bekçisi, çöpçüsü, kapıcısı, Şaban’ı, işsizi, özlemi, abazanı, televizyonu akıyor içine. Kemal Sunal, kalabalıklardan damıtılmış saf su, marka. Yüzünde acının yorgun çizgileri ve bir halkı güldürmenin kibri. 

 

Cumartesi, Şubat 19, 2022

Münakaşa

Bir süredir popüler kültür ikonlarımız rejime muhalefet ediyor ve durum, sosyal medyada farklı türlerden tepkilerle karşılanıyor. Konuşulmayan (haliyle tartışılmayan) herhangi bir şeyin popüler olma ihtimali yok... Popüler olan herhangi bir şeyin iktidar eliyle kontrol edilmeye çalışılması da işin doğasında var... Popüler kültür bir mücadele alanı olduğu için kaçma-kurtulma ile bastırma-sansürleme arasında salınır durur. Siyasi iktidarın müdahalelerine dikkat kesilirsek, nasıl bir mücadele verildiği daha iyi anlaşılabilir... İşlerin üreticilerini cezalandırmak, korkutmak, madden ödüllendirmek, profesyonel bir yakınlık kurmak veya tam tersi, bile isteye yok saymak vs vs...

Popülist iktidarlar, demokrasilere inanmadıkları için, kendisiyle hemfikir olmayan vatandaşları muhalif, ahlak dışı, din dışı, millet dışı gösterirler. Böylesi bir siyasi iklimde popüler olanı beğenmek ya da beğenmemek de doğal olarak siyasi bir angajmana-tercihe dönüşür. Ya bizdensinizdir ya da onlardan... Popülizm toplumsal yarılmalardan beslenir, o sebeple beğenilen ya da beğenilmeyen bir şarkı, bir film, bir başka şey, asla sadece o olamayacak kadar başkalaşır. Her şeyden önce tartışmanın biçimini etkiler bu durum... Siz o şarkıyı beğenerek bir şey olursunuz, beğenmezseniz başka bir şey...Tartışmanın biçimi, zihniyetimizi, dünyayı algılama biçimimizi etkiler ve ne dersek diyelim bizi "ya sev ya terket"e getirir.  

Daha da ilginci "ya sev ya terket"i normalleştirir ve hemen herkes, dolaylı ve dolaysız, dünyaya bu düzlemde bakmaya başlar, daimi bir savunma, sürekli bir mevzi belirleme ve reddiye hali bütün bir gündelik hayatı dönüştürür. Dünyaya savunma ve saldırma olarak baktığınızda siz ve sizin gibiler kahraman, sizin gibi olmayanlarsa düşman olurlar-sayılırlar. Olup bitenin farkına bile varmazsınız, çünkü tartışma hali sizi ya savunmaya ya da saldırıya götürür, bitimsiz bir teyakkuz halinde yaşarsınız. Basite indirgediğim sanılmasın, tek tek bireyler, kanaat önderleri, medya, kurumlar, partiler bu iyi-kötü dualizmini mantığını koruyarak o denli çoğaltırlar ki, bir bakarız, etrafımız kimilerini ilk kez duyduğumuz, hatta ciddiye almadığımız düşmanlarla dolmuş, say say bitmiyorlar...

Çok değil, bir iki hafta önce, Sezen Aksu tartışıldı, taraflara baktığınızda beğenen ya da beğenmeyenler yoktu sadece... Mesela, Aksu'nun "Yetmez ama Evet'çi" olduğu söylendi, hatırlatıldı. Popüler kültür tartışmasında hakikatın ne olduğunun zerre önemi yoktur. Aksu, sahiden öyle midir, o anayasanın kabulünde etkisi ne kadar olmuştur veya bütün o "yetmez ama evetçiler", sayıca ne kadardır, ne kadarlık güçleri vardır, işte MHP o gün hayır demişti, bugün iktidarın ortağı filan demenin ya da irdelemenin, bir sağlama yapmanın filan pek bir manası olduğu söylenemez. Çünkü kimse diyaloğa girmek istemez, enikonu kestirip atar. Tartışmanın ve düşünce biçiminin doğası gereği bunların hepsi gereksizdir. Düşman figürü, tartışmayı önemsizleştirir. Ah vah ettiğim ya da doğru olanı işaret ettiğim düşünülmesin. Popüler kültürde herhangi bir tartışma ancak ve ancak bu şekilde yaşanır demek istiyorum. 

Bugün bir iki arkadaşımla konuştum, Tarkan'ın son çıkan şarkısı için getirilen eleştirilerde de benzer bir eğilim var, ona kızıyorlardı. İşte şarkı çok vasat, Tarkan bunca yıl hiç mi kendini geliştiremez veya Türkçe tahrif ediliyor, dilimiz bozuluyor vesaire deniyormuş... E bu eleştiricilerin "düşmanları" da cehalet, kitle kültürü, dili bozuklar filan... Nasıl birileri liberal deyince gözü dönüyorsa bir başkası da da "geçcek" sözüne ve o ritme delleniyor.

Bu kadar çok insanı ilgilendiren ve herkesin söz söyleyebileceği basitlikte gelişen (bu yüzden popüler olan) bir tartışmada uzlaşı olamaz. Çok düşmanlı, çok kutuplu, iyilerin ve kötülerin cirit attığı bir "kaos" izleriz, hoş, izleriz dediğimize bakmayın, hep bir elden çoğaltırız... 

Popüler kültür tartışmaları,  her gördüğüne mükemmel veya berbat diyenlerin kavgasıdır. 

Cuma, Şubat 18, 2022

Bence güzel hikaye

“Sene 1942 ya da 43’tü, Ankara’da bir sergi açmamız icap ediyordu. Ama gel de bir salon bul bulalım, dedim bir arkadaşa. O zamanlar birçok okuryazarın uğrak yeri olan Kutlu Kahvesi’nde… Nerede açalım diye düşünüp duruyorduk. Arkadaş: Uzağa gitmeye ne lüzum var… İşte bu kahvede açın, dedi. Kahvenin üstüde yemek yeniyordu. Hoş bir yerdi.  Bir gece yarısı müşteriler dağıldıktan sonra kolları sıvamış, sabah gün doğarken resimler asılmış, sergi açılmış demekti. İlk günler sergide pek alışveriş olmadı ama münakaşalar gırla, kahveye gelenler, yukarıdaki salonda yemeğe çıkanlar ister istemez resimden konuşuyorlardı. (…) Öğleye doğru Kutlu’da üç talebe, birkaç arkadaş, arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorduk… Otomobillerden birisinden İnönü çıkmaz mı? (…) İnönü sergimize gelmişti.”

[Bedri Rahmi Eyüboğlu, (Bray, Mayıs 1943), Dost Dost içinde, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004, s. 167-168.]

 

Salı, Şubat 15, 2022

Devr-i Contürk’ün fırçası

Cem, devr-i Contürk’ün fırçası. Hukuki esasiye, müstebitler, Leon Kahon, Çırçır ve Horhor yangınları, Asya-yı Vustâ haritaları, uşakla eşek arası kulağı kıllı Aksaray külhanları, fanilası yamalı devlet adamları; iffet, din ve izdivaç meseleleri; riyalı, hasetli, kasıtlı toplantılar. Naci’yi okuyan Fatih, Fikret’i okuyan Şişli... Oysa Cem muhitlerin, cumbaların ve apartımanların istihza iğnesi. 

Derler ki Devr-i Cumhuriyet’te dargın düşüp bırakmış çizmeyi. Kayıt düşmeli: Namık Kemal hükümete dargındı, Akif’le Fikret cemiyete. Zaman oldu Namık Kemal memleketten, Fikret’le Akif cemiyetten ümitlerini kestiler. Cem, epiküryendi, başka türlü bir dargınlık cephesi.

Pazar, Şubat 13, 2022

Popüler kültür hakkında

Popüler kültür üreticileri, hele çok satanlar, hitap ettikleri kitlenin nabzına veya arzularına göre bilerek, planlayarak üretmezler. Genellikle ürettikleri şeylere izleyicileri kadar inanır, inandıkları şeyleri anlatır, öyle üretirler. Ne demek istediğimi anlamak için çok uzun süre yaşamış popüler kahramanlara ve onların anlatılarına bakın derim… Globalleşmiş bir popüler örüntü, ilk çıkış yıllarında, orijininde diyelim, ırkçı veya anti-komünist unsurlar içermiştir örneğin, bugünden bakarak şaşırırsınız, ayıplar, küçümsersiniz, oysa o çıkış yıllarında, ülke iklimi, popüler kültürün nefes alıp verdiği aura, ırkçı ve anti-komünisttir. Yok yere, öyle bir tavra dahil olmamış, o normalliğin sınırları içinde yayımlanmış, ancak o şekilde popüler olabilmiştir. 

Zaman ve popüler kamusallık, popüler kültürün asal belirleyenidir, o popüler ürün, zamanı yakalıyorsa, aktüel olabiliyorsa yaşar, aktüel kalabiliyorsa daha çok yaşar. Zaman değişir, geçmişte kullanılan ve normal sayılan ifade ve eğilimler değişebilir, yanlış bulunabilir. Günümüzün popüler kültür ürünleri, illa kendilerini açıklamak durumunda kalırlarsa, siyasi angajmanlarla değil, geniş bir insancıllık kavramsallaştırmasıyla konuşurlar. Bu insancıllığın içine hoşgörü, yardımseverlik, dostluk, paylaşma, özveri gibi şeyler katılır. Bütün uzun ömürlü kahramanlar da bu yöne evrilen bir süreç geçirir, ırkçılıktan, sağcılıktan, emperyal kibirden, homofobiden, şovenizmden uzaklaşarak siyaseten doğrucu bir yönseme içine girerler.

Popüler kültür, çoğunluk değerleriyle yaşar, bu bakımdan esas itibarıyla pragmatiktir. Genel olarak genç ve liberter eğilimlere ilişkin farkındalıkları olan üreticilere sahiptirler. Üreticiler, gençlikleriyle zamanı yakalar, şimdiki zaman farkındalıklarıyla demode kalan ve ahlakçı-kontrolcü sağ zihniyete karşı yeni görünürler. Popüler kültür, siyasi iktidarların tanzim ve denetleme endişesiyle müdahil olduğu bir alandır. O müdahaleler, popüler olanı yeni ve muhalif de gösterir. Hal bu olunca, baştan sona “klişe” olan ve duran bir örüntü veya o örüntünün üreticileri, yaşanan zamana özgü deveranlarla yeni, bambaşka, çığır açıcı ve radikal sayılabilir. 

[Popüler kültür yüksek lisans dersi için aldığım notlardan, en az on yıl önce yazmışım.]

Cuma, Şubat 11, 2022

Ülkü Tamer, Larry Yuma'ya Karşı



Ülkü Tamer’in Yaşamak Hatırlamaktır başlıklı anı kitabını okuyorum (YKY, 3.Baskı, 2004). Rahat okunan, iyimser bir kitap. [Milliyet Çocuk ile ilgili anılarını, ilginç bulduğum ayrıntıları paylaşacağım.]

Tamer, Milliyet Yayınlarından aldığı teklifle yayınevinin başına geçiyor, çok geçmeden çocuk dergisini yeniden çıkartmaya soyunuyor. Dergi, daha önce gazetenin ilavesi olarak çıkmış, ilgi görünce bağımsız olarak yayımlanmış ve süreç içerisinde düşen satışları nedeniyle kapatılmış. Bugünle kıyaslamak gerekirse dergi kapandığında 5,ooo satıyormuş. Tamer, çocuk dergisinin yetişkinler için nasıl hazırlanıyorsa-çıkıyorsa aynen öyle yayınlanması gerektiğini düşünmüş, dergiyi de öyle biçimlendirmiş (…) Hazırlıklar sürerken tiraj kaybettiği için kapanan derginin editörü-yöneticisi Cemal Hoşgör ile konuşuyor. Hoşgör, Ülkü Tamer’in görüşlerine katılmıyor ve bu türden bir çocuk dergisi olamayacağını savunuyor; sonunda anlaşır gibi görünüyorlar ama Hoşgör ekliyor: [Bir İngiliz çizgi romanını kastederek] “Örümcek Adam’ı mutlaka koyalım. Çocuklar en çok onu seviyor”.   

Ülkü Tamer, Hoşgör’ün yanıldığını anlatmak için bir parantez açıyor “Bir süre sonra derginin eski okurları arasında yaptırdığımız bir soruşturma, Örümcek Adam’ın en sevilmeyen dizi olduğunu ortaya çıkaracaktı”. Hoşgör ile anlaşamıyorlar, Ülkü Tamer kafasındaki dergiyi çıkartabilmek için nasıl uğraş verdiğini göstermek için anlatıyor bunu. Hoşgör, çizgi roman ağırlıklı bir dergi düşünüyor ve öyle bir maket hazırlıyor: “Çocuklar böyle dergi istiyor”

 Ülkü Tamer, çok açık, çizgi romanı sevmiyor, çizgi roman önerenlere “peki ama biz de çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışmazsak, kim yapacak bunu” diyor. Dergi çıktığında, hayal kırıklığına uğruyor ve  en sevilen köşe Larry Yuma çizgi romanı oluyor. Ülkü Tamer, kendi deyişiyle yılmıyor, altı ay sonra yapılan yeni soruşturma (anket) sonuçları karşısında kendi deyişiyle “nerdeyse hüngür hüngür ağlayacak” gibi oluyor. Larry Yuma altıncılığa düşmüş çünkü.  

Anı kitaplarının tipik hikâyeleştirme biçimi: hep eşik noktaları var, hep bir şeylere rağmen başarılar kazanılıyor. Ülkü Tamer de satışlarının nasıl arttığından bahsederken karşılaştığı güçlükleri sıralıyor, bir başarı hikâyesi anlatıyor.  

Larry Yuma altıncılığa düşünce, başlangıçtaki kadar ilgi görmez olunca şöyle bir şey çıkıyor sanki, çocuklar çizgi roman okumayı bırakmışlar veya Milliyet Çocuk çizgi romanı kaldırmış ya da azaltmış. Değil elbette. Hiçbiri olmadı, Milliyet Çocuk, çizgi romansız varolmadı, olamazdı da.

 Çizgi romana gösterilen ilgi karşısında kendini kötü hisseden birinin çizgi roman yayımlıyor olması nasıl bir ıstıraptır kim bilir? Hem, o çizgi romanları okuyarak büyüyen çocuklar için üzülmemek elde değil (!?)  

Ülkü Tamer, çizgi romanı bir yozlaşma noktası olarak gördüğü o yılları tekrar düşünürse, kültür adamlarının tek boyutlu ve mutlak çizgi roman sevmezliğini hatırlayacak, etrafındaki insanların, çevresinin anlattığı kadar kendisine karşı çıkmadığını, aksine çizgi roman sevmezliği nedeniyle desteklendiğini sanıyorum kabul edecektir. 

 [Yazıyı, 2006’ta yazmışım]

Perşembe, Şubat 10, 2022

Büyük Resim


Sıklıkla duyuyoruz, birileri bir şeyi anlatırken ya da anlatılmış bir şeyi sosyal medyada paylaşırken bir büyük resimden söz ediyor.

Büyük resmi görmek isteyenler filan...

Romalılar, şimdi, şuracıkta açıklıyorum ki... Büyük resim diye bir şey yok... İnanmayın, çok resim var ama büyük resim filan yok. Öyle bir bakınca, bir seferde, pat diye anlaşılmıyor gerçek...Elinle koymuş gibi bulamıyorsun, şaşırıyor, emin olamıyor, tekrar tekrar düşünüyorsun, hatta bir tane de değil a canım... 

Çarşamba, Şubat 09, 2022

Beş yıl önce

Beş yıl olmuş, akıp giden beş yıl… Beş yıl önce pek çok akademisyen arkadaşım, demokratik haklarını kullanarak rejimi eleştirdiler, bunu yaptıkları için bütün özlük hakları ellerinden alınarak üniversiteden atıldılar, aynı akıbeti onlara destek verenlerden de yaşayan oldu. Bu beş yıl nasıl geçti, ancak çekenler bilir. Beş yıl önce “ileride bu yapılanlar mutlaka ama mutlaka utanarak anlatılacak. Şunu da biliyorum, yanlış yapmadık, haksızlıklar yapıldığını söylemeye, doğru bildiğimizi yinelemeye devam edeceğiz. Çalışarak ve yan yana durarak, dayanışma içinde üreterek, bu akılsız ve kalpsiz zamanı atlatacağız” diye yazmışım.

O gün biliyorlardı, bugün de biliyorlar, evet, herkes haksızlık yapıldığının farkında, ihraç edilen herkesin görevine mutlaka geri döneceğini, tüm özlük haklarını geri alacağını filan… hepsini gün gibi biliyorlar... Üstelik, tarih sayısız vesikayla dolu, her türlü haksız ihracın nasıl sonuçlandığını birer birer resmediyor.

Devleti birileri temsil eder, bu onların devlet olduğunu göstermez. Türkiye'yi Erdal İnönü de yönetti, Kenan Evren de. Dünyaya farklı bakan, emreden ya da rica eden insanlardan söz ediyorum. Kendini devletle özdeşleştirerek, yapıp edip devlet gücünün arkasına saklananları eleştiririz, eleştirmeliyiz, demokratik hakkımızdır. İtiraz hakkı bu yüzden vardır. Yanlış yapıldığını, haksızlık edildiğini düşünen her vatandaş bu nedenle mahkemeye gider.

Mahkemeler oldu, işsiz bırakılan, yurt dışına çıkış yasağı getirilen, başka işlerde çalışmaları engellenen her arkadaşımız tek tek beraat etti, görevlerine geri dönecekler, e bekliyoruz, insanların hayatlarından gaspedilen o beş yılın, belki altı yedi yılın bedeli neyle nasıl ölçülecek? O kadar çok kahreden hikaye var ki, ateş düştüğü yeri yakıyor…

Siyasetle meşbu biri olmadım, dünyaya intikam hissiyle bakmamaya çalışırım, kolay değil ama her defasında sınıyorum kendimi, ne ki, benim istemem veya kendimi sakınmam ile ilgili bir durum değil bu… İyi biliyorum, bu kadar değerli insanın çektiği eziyet, çektirenlerin yanına kalmayacak…hep birlikte şahit olacağız.

Salı, Şubat 08, 2022

Zamana yenilmek

Mıstık karikatürü... İşte vatandaş, pahalılıktan boğulmak üzere, indirimli ürünler satan tanzim satış mağazaları yardımıyla bir şemsiye açabilmiş... Ellili yıllarda çizilmiş. Şimdiki gibi "zincir mağazalar" büyük sermayeyle perakende satış yapan yerler yok...varsa da tek tük... 

Mıstık faydaları olduğuna inanarak bir yorum yapmış, kapitalizme ve hükümete karşı mahalle esnafı dememiş, romantize etmemiş. Ferhan Şensoy, "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" demişti, onu da dememiş... Yaşadığı zaman için rasyonel bir orta sınıf tercihini esprileştirmiş.

Bugün reklam sanılabilirdi...

Tivitırda görmüştüm, bir eskort, "beni bim'den alamazsınız" yazmış ya da yazdığı farzedilerek bir espri yapılmıştı, onun ağzından bir başkası yazmıştı, hani ben ucuz değilim gibi... Bu türden marketler, "yeni düzende" on yıl yaşamıyorlar, bim de unutulacak ve o espri, zamana yenilecek, ileride anlaşılmaz olacak... 

Karikatürü gören bir genç arkadaş, "tanzim satış nedir" dedi, onun gibi bir espri yani.

Pazartesi, Şubat 07, 2022

Boru değil!

1933 yılında ilk üniversiteli gazetecimiz sayılan (başka bir iş yapacağı yerde gelip gazeteci olmuş hayretiyle belirginleştirilen) Mekki Sait, Sirkeci'de bir gece geçirmiş, o gecede yaşadıklarını hikayeleştiren bir magazin haberi-yazısı çıkarmış. Yazı, bir otelcinin sözleriyle bitiyor: "Otelcilik bu, boru değil..."

Bana kalsa argoyla ilgili biriyim, sözüm ona öyleyim yani, şaşırıp kaldım, hani ben o dönemi senaryolaştırıyor olsam, herhangi bir karaktere bu lafı ettirmem, "boru değil" dedirtmem... Seyredene tuhaf gelir diye çekinirim. Hatta fikrimi sorsalar, kaşımı kaldırarak ilk kez yetmişlerde söylenmeye başlamış olmalı derdim, değilmiş işte... Otuzlu yıllarda bir gazeteci, otelcinin ağzından, sokak dilinin içinde kullanmış...

Kavalı, flütü kastederek, "içi boş boru değil, çalıyor, üstelik ben çalıyorum" anlamında bir kullanım vardır, burada "değersiz ve boş değil, öyle kolay sanma"... manasında konuşmuş otelci...

Bir sözcüğün ortaya çıkışı, dile sirayet edişi, yaygınlaşması-başkalaşması çok ama çok enteresan bir süreç...

Related Posts with Thumbnails