![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Ben büyürken ailemden hayallerimle ilgili herhangi bir destek görmediğim için en azından oğluma yardımcı olayım istiyordum. Ankaralılar, "karnının ağrısını almak" derler, hani ukte kalır ya insanın içinde, kalmasın diye yapılan bir şeydir bu... Tuna, bu yaz, üniversite sınavı-lisenin son senesi öncesinde, gitsin bir film-dizi setinde çalışsın, ortamı-çalışanları tanısın, gözü açılsın ve gerçekten isteyip istemediğine kendisi karar versin diye düşündük, çünkü gerçekten çok ağır ve meşakkatli bir iş, içindeyim-biliyorum, insanın ömründen gidiyor... E, sonrasına sonra bakarız dedik.
Laf uzamasın, geçtiğimiz pazar günü, Eskişehir'de yeni başlayan bir dijital dizinin ekibine biraz da stajyer gibi, en genç çalışan olarak katıldı. Ben çok daha erken yaşlarda çalışmaya başlamıştım, çalışsın da istiyorum ama onu orada bırakıp Ankara'ya dönmek bana zor geldi, evde annesiyle kalakaldık, odası boş, çocuk orada saatlerce çalışacak filan... üstelik hayatında daha önce çalışmamış...Buruklaştık.
Yanlış anlaşılmak istemem, ailecek verdiğimiz bir kararın doğru olup olmadığını tartışmaya açmak gibi bir niyetim yok. Tuna, eninde sonunda bir işte çalışacak ve para kazanarak hayatını idame ettirecek(ti), yaşadığımız dönem için erken bir yaşta başlamış oldu. Çocuğun didebanı olamayacağımız aşikar. Matrağını yaptım, herkes biyografi yazmaya bayılıyor, ileride "on yedisinde başladım ben bu işe dersin" filan dedim.
Asıl olarak şunu fark ettim, insanın çocuğunun çalışmak için evden gitmesinin en azından iki sonucu oluyormuş, birincisi bu bir büyüme göstergesiymiş, ikincisi, evet ben yaşlanmışım.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Şöyle bir karıştırınca, dil itibarıyla sahiden o yazmış olabilirmiş gibi geldi, ne ki arka kapakta Orhan Kemal'in aynı yayınevinden çıkan Gavurun Kızı romanının reklamı vardı mesela... Yani gazetelerde çıkmış, sonradan kitaplaşmış bir başka eserinde imzası varken, Orhan Kemal, Konya Oturak Alemleri'ne asıl ismini bilerek koymamıştı, yakıştırılıyor da olabilirdi. Yine içeride İlhan F.Demir'in Kara Haber diye başka bir romanının ilanı vardı. Yani yazmışsa bile, o kitaplara ismini koymamayı tercih etmişti.
Orhan Kemal gibi çok yazan, yazmak zorunda olan, telifle geçinen yazarlar, tefrikalarını (ayrıca para kazanmak için) mutlaka kitaplaştırır veya yayını üzerinden bir süre geçince (unutulunca veya) tekrar ele alır, ismini değiştirir, yeniden (tefrika ederek) kullanırlar. Okursam fark edebilirim gibi geldi, çünkü benim bildiğim Orhan Kemal'in böyle bir romanı yoktu.
Eh, dünya kadar iyi okur, ehlivukuf ve işleri bu olan akademisyen var, benden çok daha önce fark etmiş olabilirlerdi ama ben, bir romanı ya da filmi, okumadan ve seyretmeden hakkında bir şey okumamaya çalışanlardanım, hoşuma gitmiyor diyelim, hiç sağa sola bakınmadım...
Neyse, sıraya koymuştum, yakınlarda okuyabildim. Evet, Orhan Kemal yazmıştı ama o kadar da iyi bir metni değildi, yaşarken bizatihi yazarı tarafından önemsememesinin nedenini anlamış oldum. Diğer yandan yerli pulp metinlerin gariplikleri olur, örneğin oturak alemi gibi bir underground ve erotik çağrışımlı bir şeyi anlatırken hem kolaylıkla bayağılaşırlar hem de öğretmen misali ahlakçılığa soyunurlar. Romanın hakkını teslim edelim, hem böyle körlüğü yok, bir hikaye anlatmaya ve anlamaya çalışmış, hem de merak uyandırmayı bilen birisi tarafından yazıldığı anlaşılan bir akışkanlığa sahip.
Okuduktan sonra gugılladım, meğerse bir on beş yıl önce keşfedilmiş (hatırlanmış) ve Oyuncu Kadın (2008) adıyla öykü olarak yayımlanmış-kitaplaşmış. Hatta Orhan Kemal romanı yazmadan evvel "Oturak Alemleri" hakkında bilen biriyle konuşmuş, anlatan kişi, Orhan Kemal solcu ya, ondan Konya'ya, dine, mukaddesata saldırmama sözü de almış, neler neler... Roman önce Son Saat'te (Gündüz adıyla çıktığı bir dönemde) tefrika edilmiş, gazete sansasyon arayan, tefrikalara, skandallara, manşetlere, facialara meftun bir yayındı diye not düşeyim.
Roman (ya da novella) Kurtuluş Savaşı sırasında geçiyor, hikayenin kahramanı olan Nazmiye'nin abisi gizlice Millicilerle çalışan bir memur... Genel olarak anlatılanlar, Orhan Kemal'in pek çok romanında kullandığı, kendi geliştirdiği ve maharetle anlattığı klişelere dayanıyor. Yine dışarıyı merak eden, evden çıkmak isteyen genç bir kadınla açılıyoruz, oturak alemine seyirci olarak katılıyor, genç kadını teşvik eden, o hayatı normalleştiren hempalar var etrafında... Orada birini beğeniyor, bir başkası da onu beğeniyor, aşk ve kıskançlık üçgeni böylece kuruluyor. Sonrası tipik bir melodram, ölenler, kötü yola düşenler, kavuşmalar filan... Hızlı anlatılmış bölümlere sahip, hele sonlarda tefrikayı bir an evvel bitirmek istemiş galiba, son satırlarda ölüveriyor Nazmiye...tam da abisi onu kurtarmışken...
Tecavüze uğradığı için mi, yoksa tecavüze uğradığı için oturak alemlerinde dans etmek zorunda kaldığı için mi ölüyor bilemiyorum. O yılların romancılarının sansürle, piyasayla, kendi çevreleriyle olan ilişkileri, onları böyle bir son tasarlamaya "zorluyor", ben öyle anlıyorum. Tecavüze uğrayan her bakımdan "ölüyor", ölmeli diye düşünülüyor...
Kitabın kapağını çok bilmediğim birisi, Muzaffer Kekem (?) çizmiş, ilginç olan kitabın içine iki kitap sayfası büyüklüğünde siyah beyaz bir poster daha iliştirilmiş, o çizgilerde imza yok ama aynı çizer çizmiş gibi görünüyor.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Bilenler için güzel espri, üstelik Delisle'nin bir üretici olarak ne yapmaya çalıştığını da anlatıyor. Çizgi romanlar bir anlatım aracı olarak ömürlerinin neredeyse tamamını erkek çocuklara adadı, harcadı... Sadece onlara yönelikti. Arada tek tük okuyanlar olurdu ama istisnaydı ve kız çocuklarının ilgisini çekecek içerikleri yoktu...
Yani grafik romanlar sadece edebiyata ve daha derinlikli hikayelere değil kadın okura da "yaklaştılar." Yanlış anlaşılmasın, mesele kadın kahraman olup olmaması değildi, "anne ve sevgili" klişelerinin dışında kadınlar yoktu çizgi romanlarda. Böyle bir sorunu yoktu, aklına dahi gelmiyordu yayıncıların ve editörlerin. Kahramanların duygusal krizleri, yenilgileri, insani zaafiyetleri hiç olmuyordu, her bakımdan muktedirlerdi ve bu durum erkek ergenliğine "iyi" ve "yeterli" geliyordu.
Manganın dünyada yaygınlık kazanmasıyla okur profili gençleşti, cinsiyet dağılımı değişti filan, yoksa çizgi roman, saklamaya lüzum yok, yaşlı ve göbekli erkeklerin nostaljiyle kucaklaştıkları, hatırladıkları ve özledikleri için birbirlerini kutsadıkları bir "vesile" olmuştu. Halen de öyle... yok yok, haksızlık falan etmiyorum.
![]() |
Her dönemin estetik kriterleri haliyle farklı, bir dönem herkese güzel gelen bir saç modeli, bir kıyafet biçimi veya yakışıklı bulunan bir erkek, ikona dönüşen cazibeli kadın... o dönemin ertesinde hatırlanmayabiliyor, "ıyyhh" ölçüsünde beğenilmeyebiliyor. Bunları biliyoruz. 70'li yılların seksi erkeklerinden Burt Reynolds'un göğüs kılları bugünün gençlerine olsa olsa kıkırdama vesilesi olabilir.
Biraz bugüne bakalım, herkesin fikrini duyurabildiği bir çağdayız, hep yazıyorum, herkes her gün sayfasında-duvarında bir "gazete" çıkarabiliyor...Yazdıklarıyla bir şeyleri taparcasına seviyor, öldürürcesine yeriyor, birini göklere çıkarıp bir başkasını yerin dibine sokabiliyor. Öyle bir "bugünden" söz ediyorum. Ancak aşırılıkların dikkat çekebildiği bir iklimde yaşıyoruz.
Özellikle instagramda çok güzel, çok cazip, çok fit, çok çekici kadın ve erkekler görüyoruz. Ünlü olmaları da gerekmiyor, ünlülerle rekabet edecek kadar ilgi çekici insanlara rastlıyoruz, tek tek bakınca makyaja, çekime, kıyafetlere, ambiyans ve tasarıma uğraşıldığı-uğraştıkları anlaşılabiliyor. Bu kadar çok insanın, bu kadar çok mutluluk ve başarı an'ı paylaşması, bu kadar güzel ve çekici görünmesi bana bütün toplumları kötü etkiliyormuş gibi geliyor, ruhen yaralandıklarını düşünüyorum, o güzellikle rekabet edemeyeceklerinin farkındalar çünkü.
Ajda Pekkan ve Filiz Akın'ın güzel, çekici, cazibeli olduklarını biliyoruz, herkesin beğendiği "oyunculardı", peki bugün genç olsalar, yeni yeni ünlenen yıldız namzetleri olarak o istenmeyen tüylerle nasıl karşılanırlardı. Bence geniş bir çoğunluk tarafından alaya alınır, ancak muhalif bir azınlık tarafından desteklenirlerdi. Estetiğin ticarileştirilmesi özelinde kapitalizm, beden siyaseti üzerinden feminizm ve cinsiyet politikaları tartışılırdı diye tahmin edebiliriz. Meramımı anlatabilmek için bir parça karikatürize ettiğim sanırım anlaşılıyordur.
Niye saldırılıyor, niye savunuluyor, daha doğrusu neden kavga çıkıyor? Ben işi espriye vurup, çünkü etoburuz, avlanmak ve öldürmek istiyor, öldüremiyoruz (!) diyorum.
Hep verdiğim bir örnektir, ben asistanken Ülkücüler, saçlarına jöle süren erkek öğrencilere "ibne" muamelesi yapıp yumrukluyor, hiç olmadı silkeliyorlardı, mecazen söylüyorum o sütü bozukları "öldürmek" istiyorlardı, ne oldu, çok değil beş yıl sonra, kendileri de jöle kullanmaya başladılar. Bu ahmakça zamana kapılma meselesi kitle psikolojisinin, haliyle sosyal medyanın temelinde var.
Öldüremediğimiz için mi bu kadar çok konuşuyoruz derseniz eğer...Doğru-yanlış, çekici-itici, estetik ve gayri estetik gibi tercih ve kararlar çoğunlukla dönemseldir, illa ki kişiseldir ama insanlar kendilerine ve iddialarına itibar katmak adına bunu "zamansız-zamanlar üstü" bir ahlak tartışmasıymış gibi kurar ve sürdürürler. Tartışma dediğimiz şey ise bağlamla ve ana meseleyle değil taraflarla anlaşıldığından hepsi karışıyor aslında...Maksat birilerini "öldürmek", istenen ve istenmeyen tüyler meselesi değil yani...
![]() |
![]() |
![]() |
Rakı neden akıllarda dillerde, galiba diyorum, çok engellendiği, çok yasaklandığı için bu kadar konuşuluyor... altı üstü eğlence, içtin bitti, geçti gitti diyemiyoruz, hayat tarzı tartışılıyor çünkü... Hoş, eskiden de böyleydi, ölçüsü farklı olabilir ama rakı daima siyasetin ve popüler kültürün mezesi oldu. Gazete fıkraları, mizah dergileri ve karikatürlerde rakıyla ilgili öyle çok malzeme var ki... bana gündelik hayatın sekülerleşmesiyle ilgili bir cephaneymiş gibi gelir hep, rakı masaları ve Bektaşi fıkraları bile isteye iştahla anlatılır çünkü. Tersi de var, "devleti rakı masasından yönetmek" mesela.... Veya iki sarhoşun insafına kalmak... Bilmemne resepsiyonunda içki olup olmaması falan filan...
Eskiden de böyleydi dedim, rakılı fıkralar ve karikatürler, tartışmalar çoktu diye devam ederek, cumhuriyetin ilk yıllarından bir kaç küçük örnek verelim: Yirmili yıllardaki rakı yasağına yönelik bir karikatürden: Garson ile Müşteri konuşuyorlar, “Bira yasak değil ama, rakı yasak efendim!” diyor Garson. Müşteri, hınzırca serzenişte bulunarak, fıkra mantığını tamamlıyor: “Üzüm suyuna izin vermeyip de arpa suyuna izin vermek hakaret değil mi?” (Akbaba, 15.10.1923); veya bir Akşamcı hayıflanıyor: “İki günden beri yarım kadeh rakı bulup içemedim... Öyle sarhoşum ki ayakta duracak halim yok!” (Akbaba, 31.5. 1926).
Sarhoş olmuş Karagöz ve Kavuklu bizi güldürür, Bekri Mustafa'nın rakıyla gelen cesareti ve hazırvecaplığı hoşumuza gider filan. Şunu unutmayalım, gülme bizi birbirimize yakınlaştırdığı gibi uzaklaştırır da, gülerek safları sıklaştırırız, gülerek düşmana saldırırız... Babıali'de siyasi muhaliflerle alay edilmek istediğinde rakıdan yardım alınmıştır demek istiyorum. Siyasi tarihimizde hiç şaşmaz, muhalif partiler ve seçmenleri, tutum ve görüşlerini küçümsemek ve marjinalleştirmek adına rakı düşkünlüğü ve ayyaşlıkla suçlanmışlardır.
Yaşadığımız dönemde, 1923-50 arası biliyorsunuz, rakıyla ve içki kültürüyle özdeşleştiriliyor ve aktörleri ayyaşlıkla suçlanıyor, gel gör ki o yıllarda, o yılların muhalifleri de benzer biçimlerde hicvediliyorlar.
Gördüğüm kadarıyla tek parti döneminin muhalifleri, genellikle lümpen-ayak takımına benzetilerek karikatürize ediliyorlar. Öfkeli, anlayışsız, kültürel sermayesi olmayan, işsiz güçsüz bıçkın erkekler olarak çiziliyorlar. Onların karanlık görünümlerini pekiştiren en önemli aksesuar ellerindeki rakı şişesi oluyor, içkiden kızarmış burunları, çökmüş avurtları, baygınlaşmış gözleri, bellerinde bıçaklar, muştalar ve altıpatlarla dâhil ediliyor bu imgeye. Serbest Fırka kuruluşundan itibaren komünist, şeriatçı, ittihatçı ve sarhoşlar tarafından desteklenmiş gibi resmediliyor mesela.
Cumhuriyetin sekizinci yılı için yapılan bir karikatürde Serbest Fırka’yı temsil eden bir sarhoş, CHP binasının kapısını yumruklayarak bağırıyor: “Çocuğumu (cumhuriyeti) verin be! Biraz da tahsiline terbiyesine ben bakayım” (Akbaba, 31.10.1930). İzmir Mitingi nedeniyle çıkan olayları başlatanlar ellerinden silah ve rakıyı düşürmeyen Serbest Fırkalı seçmenlerdir (Akbaba, 8.9. 1930). Aynı dönemin muhalif yazarı (Serbest Fırka'yı destekleyen) Arif Oruç, konu edildiği her karikatürde rakıyla birlikte resmedilir. İçmesini bilmediği için kusmaktadır ya da loğusa (!) yatağında bile yanıbaşında rakıyı eksik etmeyecek kadar alkol düşkünüdür (Akbaba, 8.1.1931; Akbaba, 2.7.1931).
Rakı ve rakı tüketimiyle ilgili olumsuz klişe, rejimin değişmez düşmanları sayılan komünizm ve şeriat söz konusu olduğunda da yineleniyor. Komünistler, memleketi ancak “rakı masasında kurtarabilmekte”, Şeriatçılar ise tüm sofuluk gösterilerine rağmen evlerinde kıyasıya rakı tüketmekte, takiyye yapmaktadırlar vs.
Kırklı yıllarda düşkünleşmeyi pekiştirici bir başka vurgu ve adlandırma daha çıkıyor. Muhaliflere oy verenlere, “İspirtocu” denmeye başlıyor. Rakı’dan yine söz ediliyor ama daha aşağılayıcı bir niteleme aranıyor sanki. Rakı içmek için bir terbiye gerekiyor mu demek istiyorlar acaba? Galiba o aralar, gerekçesini bilmiyorum, rakı fiyat olarak ucuzluyor ve o ucuzlama dahi endişe yaratıyor... Akbaba, rakının ucuzlatılmasının cinayetleri artıracağını iddia ediyor (Akbaba, Sayı: 149, 1947). Ayaktakımı, rakı içmesini bilmediğinden ucuzlatılmış rakıya rağbet edecek, daha çok alkol tüketecek ve suç işleyecek filan diye düşünülüyor. Maksat, bağcıyı dövmek elbette. Lafı evirip çevirip Demokratlara sallıyorlar. Yusuf Ziya Ortaç'tan : “Ağızlarında hürriyet nağralaşır, adalet yalpa vurur ve musavat [eşitlik] şapkayı ayağa, pabucu başa giydirir. Bağırır ispirtonun hiddetile… Güler: ispirtonun neşesiyle… Ağlar: İspirtonun rikkatile [kibarlığıyla]” (Akbaba, Sayı:106, 1946).
Devam ederim diye umuyorum...![]() |
![]() |
Renklerle ilgili fotoğrafın iki kontrastı var; birincisi, erkeklerin kıyafetleriyle fondaki çarşaf, nevresim, bez ve poplinin renk ve desen farklılığı... ikinci kontrast ise aynı farklılığı içerisi-dışarısı olarak okuyabilmemiz. İçerisi daha renkli, dışarısı daha ciddi ve koyu... yani ilki kadınlara ait ve kadınsı, diğeri erkeklere ait ve erkeksi...
Arada yazarım, Aziz Nesin siyah, gri, kahverengi gibi renkler dışında kıyafetler giymez, çocuklarına da kadınsı bulduğu için giydirmezmiş... "Erkeği bozar" gibi bir mantığı olmalı. Eşcinsel sanılabilir, bir işaret olarak görülebilir, yanlış anlamalara sebep olabilir diye düşünürmüş veya...
Türki devletlere gidenlerle konuşursanız, hemen hepsi anlatabilir, ahali, Türkiye'den geldiğinizi görür görmez anlıyormuş. Kılık, kıyafet ve renk seçimlerimiz onlardan farklıymış. Bir arkadaşım, yirmi yıl önceki Türkiye gibi giyiniyorlar demiş, bir başkası hep siyah giyiniyorlar yorumu yapmıştı. Üniversitede çalıştığım yıllarda, epeyce Türki öğrenci vardı, yanıma gelip giden, benden okumak için roman olan çocukları düşünüyorum da hepsi, kumaş pantolonlu, gömlekli, gri ya da mat renkliydi. Seçimler sadece yoksullukla ilgili değildi, zihniyetle alakalıydı.
Totaliter rejimler tek renk üzerinden kendilerini kurarlar, e biliyorsunuz, lgbt bayrağı meydan okuyarak ve bile isteye çok renklidir...Çok saçma olduğu aşikar da bu klişeleri aşmak kolay değil... Arada portakal renkli tişört giydiğimde dikkat çektiğimi ve daha çok insanın bana baktığını biliyorum, gay sanılıyor olabilirim, Hollanda'da olsam, milliyetçi sayılırdım muhtemelen...
İdeolojinin işleyişi gereği, siyasi iktidarlar gündelik hayatı tanzim etmeye çalışır, muhalifler de direnirler, bitimsiz bir mücadele... Renkler de payına düşeni alıyor...
![]() |
İlk sayılardan birinden, takdim yazısından bir alıntı yapacağım...Görsel de zaten o bölümden... Yarın ne yapmış? Hürriyet Gösteri'yi, Doğan Hızlan'ı, verdikleri ödülü, o ödülü alan Murathan Mungan'ı diline dolamış diyelim:
"Tekelci basının piyasaya sürdüğü dergilerin en kötüsü ama aynı zamanda en ilginci olan Gösteri'nin genç kuşağı ödüllere çağırışı, bu utanmazlıkların tam örneği oldu. Sanatı değil, eşcinselliği ödüllendiren, yarışmasının sonucu başından belli olan, genç insanların içtenliklerini sömüren Gösteri'nin genç kuşağı ödüllendirmeye kalkışması gülünç oldu (...) Gösteri ödülleri gene göstermiştir ki, sanat ve edebiyat pazarına yeni birkaç piyon sürülüyor. Son günlerin en göz kamaştırıcı piyonu, şu birkaç ödül aldıktan sonra ödüllere karşı çıkacak olan Murathan Mungan da, aynı ruhsal birlikteliklerin ödüllendirdiği yeni bir yıldızdan başka birşey değildir. Bugüne dek değer sayılabilecek bir tek ürün ortaya koyamamış, edebiyatsever her lise öğrencisinin yazabileceği düzeydeki kitap yazılarıyla (...) Doğan Hızlan'ın hazırladığı senaryo, beklenen etkiyi yaratamadı."
Yazılanları bir ödül tartışması olarak okumak haliyle mümkün değil, açık bir homofobik tutum, tahkir ve teşhir edici bir dil kullanılmış. Murathan Mungan'ın eşcinselliğini okura ihbar ettikten sonra ne deseler boş, edebiyat filan hak getire çünkü.
Kırk yıl geçmiş üzerinden, eskilerden bir şeyler paylaşınca arada hep soruyorum, bugün yapılabilir mi böyle bir şey?
Ha bu arada edebiyat magazini sevenler, Yarın dergisinde kimler varmış, kimler yazmış merak edip bakabilirler... Kimler kimler, neler neler...
![]() |
![]() |
Kimin neye-nasıl inandığını, nasıl açıkladığını ve kendi hayatına uyarladığını tartışmanın pek bir anlamı yok... Görüntümüzle-imgemizle yapıp ettiklerimiz uyumlu ya da beklendiği gibi olmayabiliyor.
Bir arkadaşım, benim aklıma gelmemişti, "ya her metnin başına yazılması zorunlu tutulsaydı" dedi.
Seneler önce, Hindistan'da sinemalarda her seans öncesi, film başlarken seyircinin ayağa kalkıp milli marşlarını söylediğini duymuştum. Gelenek olmuş bir kanun diyelim, marş söylemeden filmi seyredemiyorsun, vay ki vay. Trajik gelmişti. Döndük dolaştık, futbol maçlarından önce marş söyler olduk.
Anything goes...olur böyle şeyler anlamına da gelir, her şey (yol) serbest (mübah) de...
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() | ||