Perşembe, Haziran 29, 2006

Dört Psikolojik Etki

Aziz Nesin'in Altmışlı yılların sonunda yazdığı bir gazete yazısında rastlamıştım. Bunu muhtemelen kitaplarına almıştır, ama ben rastlamadım. Nesin, Nazım Hikmet'in etkileyen dört psikolojik unsurdan söz ediyor. Sıraladığı unsurlara bakarken ister istemez ne kadar kendini anlatıyor diye düşünüyorsunuz.

Aziz Nesin'e göre Nâzım Hikmet'in hayatını etkileyen- belirleyen "dört psikolojik duygu" kısaca şunlar:

1 - Sonsuz fedakârlık duygusu, başkaları uğruna kendini yok etme isteği.
2- Bir bayrak olma, bayrak insan olma tutkusu.
3- Sürekli olarak baş kaldırma, geriliğe ve tutuculuğa isyan ve eski kuralları yıkma duygusu.
4 - Yalnız kalamayışı, yalnız kalma korkusu.
[Portre Avni Arbaş'ın çizimi]

Çarşamba, Haziran 14, 2006

Türkiye Neleri Okuyor

1949 yılına ait Sururi imzalı bir karikatür (9.11.1949, Hürriyet). Basındaki magazinel ve ticari eğilimlere yönelik bir eleştiri. O dönem özellikle cinayet haberlerine odaklanan gazete ve dergilerin çoğalması büyük tartışmalar yaratmış, Basın Savcılığının müdahelede bulunması istenmiştir.

Cuma, Haziran 09, 2006

Kaleci Eldivenini Atmaz

Futbolun dünü yoktur derler, hafızası olmadığını işaret etmek için. Yarın bu kadar konuşulacak mı bilinmez ama bugün için herkesin yediği hatalı gollerle hatırladığı bir kaleciden, Fevzi’den bahsedeceğim; Dünya Kupası için milli takıma girip girmemesi önemli değil, muhtemelen giremeyecek de! Aslolan futbol folkloruna ters düşen bir davranışı... İhanet de diyebilirdim, çünkü futbolda folklor dediğimiz “dün” bütünüyle romantizmden beslenir. Bütün seyircinin sustuğu anlar, havada asılı kalan “golcüler”, beli kırılan defans oyuncuları, emektar kaptanlar, gözyaşları, çocukça gol sevinçleri, tribünden atılan bir lafa verilen cevap, kaleciden gol için özür dileyen forvetler vs bu derin ve bereketli romantizmin unsurlarıdır. “Görmeliydiniz” diye başlar çoğu zaman sözler. İhanet, vefa, kadirşinaslık, bağlılık gibi bir çok romantik ifade sayısız hikayenin ana fikridir.

Hatırlayanlar olacaktır, Fevzi, geçtiğimiz sezon Rizespor hezimetinden sonra kendisine yönelen kameraları iteleyerek, elindeki eldivenleri sahaya doğru fırlattı. Kötü günü gömme isteği ya da eldivenlerin uğursuzluğu, her ne olursa olsun bütünüyle unutma arzusu taşıyordu. Top toplayıcı “iki-buçuklar” çoktan eldivenlere atlamışlardı bile! Fevzi, öfke ve buruklukla, ağlamanın
eşiğinde kameraları yeniden iteledi. Fevzi’nin eldivenlerine yaptığı medyatik olduğu kadar romantik bir kalecilik ritüeli sayılabilir (!). Eldivenler, handiyse futbol sahalarının “kavuğu”dur. Emektar kaleciler kaleyi genç haleflerine teslim ederken çoğunlukla, içinde zaman taşıyan futbol bilgeliğinin sembolü eldivenlerini de bırakırlar onlara.  

Kaleciler en çok uğura inananlardır, görürüz. Maç öncesi kale direklerine dayanarak dua edenler kalmıştır aklımızda. “O golü normalde yemezdim ama bir uğursuzluk vardı üzerimde” deyişi bir kalecilik hayıflanmasıdır. Adettendir, sağda solda en kötü maçları sorulur kalecilere, bol gollü hezimetlerdir bunlar, istemeyerek dökülür sözcükler ağızdan. Bir de tribün deyişiyle “ballı maçlar”... Hani forvet, defans külliyen tüm takım ne yapsa top girmez ya kaleye, eline koluna çarpar, hep kurtarır kaleci, saç baş yoldurur, “adam yemiyor” olur ya. Büyük kaleciler, şanslı günlerden iyi beslenirler. Güvenlerini getiren, kaledeki duruşlarını sağlamlaştıran maçlardır bunlar. Bu türden maçlardan seyirci, takım ve kenar yönetimi güvenini kazanarak çıkarlar ki, kaleciliğin olmazsa olmazıdır bu güven.  

Fevzi’yi katarak konuşalım, kaleciliğin gençliği taşımayacak kadar tecrübe istediğini anlatmak için “genç kaleci yoktur futbolda” denir. Genç kalecinin “kumaşı”, yeteneği, arzusu ve hatta özgüveni olabilir. Ama kaleci olmak maç tecrübesine - hayal kırıklıklarına, hatalı çıkışlara, yanlış duruşlardan çıkartılacak derslere – dayalıdır, kolay kaleci olunmaz. Dikkat edilirse, bugün dünyanın en iyi kalecileri sayılan isimler otuz yaşın üzerindedir. Hatta futbol dervişleri kaleciliğin yirmi altı yaşından sonra başladığını, otuzundan sonra kaleci olunduğunu, otuz beşinde kalede durmalarının yettiğini söylerler. Peter Schmeichel bugün kırkına merdiven dayadı. Brondby’den ün kazandığı Manchester United takımına geldiğinde otuzunu çoktan devirmişti. Onun için hâlâ dünyanın en iyi kalecisi diyenler var.  

Futbolcu transferlerinde yaşlı olmanın handikap olmadığı tek mevkidir kalecilik. Oliver Kahn, Fabien Barthez, Angelo Peruzzi, Santiago Canizares yaşları otuzun üzerindeki dünyanın en pahalı kalecileri muhtemelen. Elbette ki transfer ücretleri birçok değişkene bağlı olarak spekülatiftir. Ancak bu isimler önümüzdeki beş yıllık dönemde konuşulacak kaleciler olacaklar. Bu listeye onları izleyen genç bir kuşak daha teğellenebilir: Kike (Enrique Burgos), Mark Bosnich, Richard Dutruel, Mohammed Al-Deayea, Shay Given, Dida (N’elson Silva) ve gerçekten Rüştü. En sona en genç Gianluigi Buffon (bu da yazar kontenjanı).  

Bütün bu isimlerden daha yaşlı ve kıymetli kaleciler yok değil. Kimileri sayıldı, kimileri ise bu küçük listede “karizma bahsinden olmak üzere” sona bırakıldı. İlki, Kamerunlu Jacques Songo’o: soğuk ve korkutucu, bazen plonjon yaparken uzadığını düşünüyorum. Başka bir iş yapıyormuşçasına duygusuz kalabiliyor. Schmeichel’ın bağırışları ya da gol yediği anda gösterdiği öfke yok onda. Bu bir oyun diyen bir sükunet yüzündeki. İkincisi Meksikalı Jorge Campos. Dünya Kupası maçlarından hatırlanabilir, en son 98’de oynamıştı. Esmer tenine tezat çingene renkli formaları bir yana garip bir meydan okumayla, sahanın her yerinde olma isteği taşıyor. Toplara çıkışı Hong Kong sinemasını andıran vücut hareketleriyle dolu. Neye benziyor denseydi, kırlangıç derdik. Duygu ve aşırı konsantrasyonun karşılığı Campos. Birine “uçan tekme” atarken ya da ağlarken, tribünle kavga ederken görebiliriz onu. Sirk futbolcusu, “havacı” ya da kaleci; şüphesiz sürekli adrenalin salgılatan bir adam. Bir diğeri Jose Luis Chilavert, Paraguay’ın frikik atan kalecisi. 98’ Dünya Kupası’nda hemen her futbolseverin gol atmasını beklediği ve o anı yaşamak için can attığı spektaküler bir oyuncuydu. Ve elbette o şut atarken topun geri dönüp gol olacağını uman tribünleri de hesap etmeli. Futbol bu kadar risk kaldırmaz, ama itiraf edelim seyri güzel. Chilavert, kavruk teni, konuşkanlığı, rakip takımın attığı kornerlerdeki endişeli yüzü, kurtarış yaptıktan sonra çocukça sıçraması ve kaçırdığı frikik sonrası telaşla sahasına koşarken hatırlanacak bir futbol meseli kuşkusuz. Ve bizim listemizde son isim: Nigel Martyn... Yetiştiği futbol geleneği itibarıyla Campos ve Chilavert gibi riske girmesi düşünülemez. Ya da Songo’o gibi duygusuz kalamaz Nigel Martyn. İngilizler uzun yıllar kaleci değişikliğine-sahaya yedek kaleci çıkmasına karşı çıktılar. Martyn o yasağın zorlamasıyla büyüyen nesilden. Her ne olursa olsun, sahada kalma şartı kaleciliği derinden etkiler. Sahadaki yalnızlığı katmerlendirir. Oradan çıkış yoktur. Sakatlık nedir bilmez sağlam bir bünye gerektirir. Martin oldukça kalın bir kaleci, atletik özellikler taşımıyor. Bir başka İngiliz David Seaman gibi artistik özellikleri ve medyatik çıkışları yok. Sakin ve çileci bir kariyerden gelmiş olduğunu sürekli hissettiriyor. Bristol Rovers’ta geçmiş kaleye. Sonra Cyrstal Palace ve nihayet Leeds. Geçen sezon sonu İspanyol takımlarının listesindeydi. Gitmeyeceğini biliyorduk. Tipik bir İngiliz zira, çalışması gerektiğini bilen sabırlı bir işçi. Ona bakarken çocukluğunu görebilmek mümkün, çilli ve kısa pantolonlu; çamura bulanmış bir iyimserlik.  

Önümüzdeki dünya kupası gibi turnuva maçları, kalecinin moral olarak sağlam durmasını zorunlu kılan bir zaman dilimine denk düşer. Vasat bir kalecinin özgüvenli ve yoğun bir konsantrasyonla turnuvaya başlaması, onun “kaderini” değiştirebilir ya da ümit bağlanan – “sağlam” bilinen bir kaleci tüm takımı “yıkabilir”. Dört yılda bir yaşanır olması, kalecilerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini de gösterebilir. İtalya 90’da vasat bir kaleci olduğundan iz bırakmayan İsveçli Ravelli bir sonraki kupanın tartışmasız en iyi kalecisi olmuştu. Yüzündeki lâkaydı ifadeyi besleyen çikleti, sürekli düşen şortu, bacaklarını yana açarak yürüyüşü, sanki biraz daha uzun olması gereken boyu, saçsız başı ile Ravelli, futbol magazininin bereketli aktörlerinden biriydi. Kolay kart görebiliyor, rakiple hatta hakemle dalaşıyordu. Aklımda rakiple ya da hakemle burun buruna yaptığı “konuşmalar” ve yerden bir karış yükseklikte, dizine doğru gelen topları çıkartışı var. Kıvrılır, canı yanmış-sıkıştırılmış bir solucanın içgüdüsel refleksi gibi kapanıverirdi. Ha, şu var: Ravelli dünyanın en kolay gollerini de yiyebilecek bir kaleciydi. Hırstan çatlayacak öfkeli halleri veya “amaan sen de!” lâkaytlığı bu goller sonrasında rahatlıkla görülebiliyordu. Tribün oyuncusu olduğu için “malzeme”ydi, seyircinin üzerine oynayacağı, oyunla ilişkisini azaltarak “madara” etmek isteyeceği türden kalecilerdendi. Ravelli, bundan hoşlanıyor, gülüyor, konuşuyor, top çıkarttıkça tribüne “hareket” çekiyordu. Deli, divane bir ırmak olmak istiyordu; Akdenizli ruhu ile hayatı futbol saymayan İskandinav dervişliğini katıp çoğalıyordu içinde.  

Kişisel olarak, seyrettiğim en büyük kaleci Sovyet takımının Dasaev’iydi. İlk kez 1982’de İspanya’daki kupada gördüm onu. Yaşlı kuşaklar geriye giderek başka isimlerden söz edebilirler, bilemem... Onun çizgi üzerinde duruşu, geriye çekilirken kaleyi kapatışı, yan toplardaki zamanlaması ve nereye vurulacağını hisseden içgüdüsünün daima inanılmaz olduğunu düşünmüşümdür. Brezilya ile oynadıkları maçta, gol atılmasını beklediğim her atakta ona karşı hayranlığım oluşmuştu. Soğuk ve duygusuz diyorlardı hakkında, ne de olsa bütün Ruslar, Komünistler ve Moskovalılar soğuk ve duygusuzdu. Köşe atışlarında arkadaşlarıyla konuşurken görürdük onu ama fazla bağırmazdı; kalecilerin konuşması söylenir, konuşsun istenir. Böylelikle hem oyundan kopmamış olurlar hem de önünde oynayan savunmaya yardımcı olurlar. Hayır! Dasaev o denli konuşmazdı. İstenmeyen bir adam, yoksul bir kapıcı çocuğu, umutsuz bir aşık kadar sessizdi. Sanki kurtaracak ve ölecek gibiydi. Hatırlayanlar olacaktır, 88 Avrupa Şampiyonası’nda da yaptı bunları. Hollanda’nın “gökten üç elma düşmüş” diye anlatılacak forvetlerine nasıl da direnmişti. Dasaev, bir ara İspanya’da oynadı, fazlasını bilmiyorum. Hiçbir bahçenin eyleyemeyeceği bu yalnız adam yapamadı oralarda. Alışkanlıkların kozasında büyümüş bir adamın tek başınalığını körüklemişti gurbet. Şimdi nerelerdedir, ne yapar, onu da bilmiyorum. Umarım, mutludur ve futbolun kadir bilmezliğinden nasiplenmemiştir.  

Yukarıda, turnuvalarda moral ve zihnen yoğunlaşma becerisi gösteren kalecilerin kahraman olabildiklerinden söz etmiştim. Sanıyorum, bunun en tipik örneği Arjantinli Goicoechea’ydı. 1990 yılında, turnuvaya Pumpido’nun yedeği olarak gelmişti. Derler ki, Latin Amerika’da herkes gol atmak istediğinden iyi kaleci yetişmez. Doğrudur da. 86’da şampiyon olan Arjantin’in kalecisini kim hatırlıyor? Arjantin, pek iyi başlamadı turnuvaya. Sovyetler maçında (hafızam beni yanıltmıyorsa) Pumpido’nun ayağı kırılınca, kaleye Goicoechea geçti. Zaten kötü olan takımın başına gelebilecek en fena işlerden biriydi bu. Ama öyle olmadı. Melodramatik bir futbol meseli çıktı ortaya. İtalya 90’da Arjantin’i sadece Maradona ve Caniggia değil, belki daha çok, kurtardığı penaltılarla Goicoechea finale taşıdı. Oysa turnuva öncesi takımlarını sürükleyebilecek kaleciler olarak Alman Illgner, Hollandalı Van Breukelen ve İtalyan Zenga’dan söz ediliyordu. Goicoechea, kırılan ümitleri – kolay lokma ihtimalini her tehlikeli pozisyonda değiştirdi. Arjantin’le ilgili bir ara not düşmeli: Arjantin, İtalya 90’da her maça yenilmekten korkarak çıktı. Hemen herkesin dua ettiği ve mucize beklediği maçlarda Maradona’nın o bildik ağlamaklı yüz ifadesiyle Allaha yalvardığını sıklıkla görüyorduk. Çeyrek ve yarı finallerde maçlar penaltılara kaldığında, zayıf olanın kazanmasını isteyen futbolun büyülü taraftar dünyası kendine yeni bir hikaye çıkarıyordu. Her iki maçın sonunda Arjantinliler, bütün kalecilik kariyerinin en parlak başarısını elde eden Goicoechea’ya sarılıyorlardı. İlginçtir, finalde Almanlara bir penaltı golüyle yenildiler. Hemen herkes Goicoechea’dan bir başka mucize bekledi; eh o kadar da mucizeyi futbol kaldırmaz. Almanlar daha iyiydi ve Arjantin kazanamayacak kadar yorgundu. Dünya Kupası’nda belki de en ilginç kaleci, benim o yaş için tuhaf bir tercihle tuttuğum – kimse onları beğenmiyor ve futbol adına kazanmalarını istemiyordu – 82 yılının İtalyasının kaptanı Dino Zoff’tu. Yaşlıydı, kırkını aşmış gibi hatırlıyorum. Bugün televizyonda onu gördüğümde, yüzüne bakıp kaç yaşında olabileceğini düşünüyor, çıkarıp topluyorum. 78 yılında Hollanda’yı tutmuştum. Arjantin’in o coşkulu, konfetili, gerçekten korkunç seyircisinin karşısında Hollanda’yı tutmuştum. Henüz 9 yaşındaydım ve sayıca az olandan yana olmak gibi bir temayülüm vardı. Hollanda kaybetti, o finalden birkaç gün önce ya da sonra Zengin ve Yoksul’daki Tom / Nick Nolte de Falconetti adlı kötü adam tarafından öldürülüyordu. 78 yazı benim için kötü geçti. 82’de bu kadar takım arasında Socrates yüzünden Brezilya’ya, Platini yüzünden Fransa’ya sempati duyuyordum. Ama inanın, asıl tuttuğum yaşlı bir kaptanın, bir türlü gol atamayan takımı İtalya’ydı. Polonya, Peru ve Kamerun’la berabere kalarak averajla çıkmıştı gruptan. Zoff, kalecilik için fiziken ağırlaşmıştı ama nerede duracağını öyle iyi biliyordu ki, risksiz oynuyor, asla zamanlama hatası yapmıyordu. Zoff kadar İtalya’dan da söz edilmeli: İtalya daima sağlam bir defansla oynadı. Bıktırıcı bir pas alışverişleri vardı. Conti, ortada topu aldığında kanatlara açılıyor, çapraz koşular yapan Rossi ve Graziani savunmayı sağa sola çekerek boş alanlar yaratıyorlardı. İtalya hep daha fazla gidemez, “buraya kadar” denilen maçlardan çıktı. Zoff, ikinci tur maçlarında kazandıkları –ve onları aslında finale taşıyan- Arjantin ve Brezilya maçlarında, kesinlikle hatasız oynadı. Ahir zaman kalecilerinin ilmek ilmek kazağı vardı üzerinde. Sanki saçları hiç bozulmadı, hiç terlemedi, bir nefesti. 

Kaleciler eldivenlerini atmazlar, bunun bir gençlik hezeyanı olduğunu öğrenmişlerdir çünkü. 

[2002 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]

Perşembe, Haziran 08, 2006

Hasan Kaçan'ı yakalamak!

Hasan Kaçan, Ekmek Teknesi'nde Heredot Cevdet tiplemesini canlandırıyor. Alıştık artık doğrusu. Meramının hutbeleşmesi için kalabalığa ihtiyaç duyan; her konuşmasında akideler, tahliller, izahlar, vesikalar ve hatta rakamlar sıralayan, yarı-meczup bir adamı konuşturuyor. Dizinin tanıtımında sözü edilen, 'Alaturka' ile hemhal olmuş bir tür meddahlık yapıyor. TRT'nin uzun yıllar Ramazan nostaljisi diye ehlileştirerek sunduğu cemaat eğlencesine; bedenlerin tandırla ısındığı, ruhların Battal Gazi meselleriyle doyduğu devirlerin Kavuklu geleneğine yaklaşmaya çalışıyor.

Hasan Kaçan, bunu ilk kez denemiyor. Gırgır'da Oğuz Aral'ın yanında mahalle kültürünü (sokağı ve zamanı) mizaha taşıyan bir gelenekte serpilmişti. Hazırladığı Eşek Herif bantında, arsada top koşturan çocuklar, çamaşır asılı balkonlar vardı; vurdulu-kırdılı filmleri, maçları, tombul kadınları ve hükümeti konuşan bir mahalleyi anlatıyordu.

Bir röportajında, "Kasımpaşa'da otursaydım ülkücü olacaktım. Dolapdere'de büyüdüm solcu oldum" diye özetlemiş kendini. Politik tercihini oturduğu mahalle belirlemiş mi bilinmez, ama sol eğilimli eserlerini Gırgır'dan Mikrop'a varıncaya kadar mizah dergilerinde verdi. O günlerden, geçmişten bahsederken, ustası Oğuz Aral, 'siyah-beyaz' keskinliğinde, sırasıyla önce 'sömürendi', sonraları 'hakkı ödenmemiş biri' oldu Kaçan'ın konuşmalarında.

Mizah yasaktan beslenir
'90'lı yıllarda Aral'dan koparak yayınladıkları dergi, tiraj kaybedip düşmeye başladığında, Müslümanca bir hayatı arzuladığını beyan etti âleme. Tercihini bayrak gibi dalgalandırma gereği duyması sadece siyasi değil, edebi bir çıkıştı. Heredot Cevdet'in kalabalığı arzulayan manzumesiydi. Dünyasını, Yeni Şafak Gazetesi'ne taşırken, geleneksel mizahtan yüksek sesle söz etmeye başladı. Mizahın yasak edilenden, cinsellik ve argodan beslendiğini özellikle unutuverdi. Sakal gene o sakal, ifade gene aynı ifade, mahalle gene aynı mahalleydi, ama Hasan Kaçan siyasi İslama yakınlaşmıştı. Ağzının içi mücevher doluymuş da, dudaklarını kımıldatırsa zayiat olacakmış gibi vakur duran, sürekli 'gelenek' diyen biri olup çıkmıştı. Eşek Herif'ten, "Teyzenin donunu gördüm!" diyen hınzırlıklar çıkartılmıştı. Ustura'da, "Kadınların göğüslerini niye belirgin çiziyorsun" diye sitem eden okuyucu mektupları yayımlanıyordu. Müslümanlar neden mizah dergisi okumuyor diye hayıflanıyor; edepsiz saymaya karar verdiği LeMan'la didişirken, dahil olduğu dünyanın fazlasını, ağdasını, mübalağasını hicvedemiyordu. Dergisi Ustura kapandı, Kanal 7'deki fıkracılığı, manidar sükut ve tumturaklı gülücüklerle geçip gitti.

Camide 'gülmece'!
"Siyasal İslam başka, İslam başkaymış anladım" dediğinde, yeni bir manzumeye çoktan başlamıştı. Çünkü "Emekli olacaktım" dediği anda (çizdiği hikâyelerdeki gibi "tam o sırada!"), Ekmek Teknesi'yle, Osman Sınav ekibiyle karşılaşmıştı. "En az Oğuz Aral kadar büyük ve yeni bir yol açtı bana bu ekip" demekten geri durmuyor artık. Şehirli, hasseten İstanbullu mizahını anlayan, ortodoks olmayan, rakıyla Ramazan'ı aynı perdede oynatan bir üsluba dahil oldu.

Televizyonlarda, Ekmek Teknesi'nde olduğu kadar dini ritüellerin mizahı yapılmadı. Oruç yemekten, camide gülmekten, namazı bozmaktan bahsediliyor. Heredot'un nutukları, nefs mücadelesinden ve irşad yolundan kıssadan hisseler içeriyor. Eşek Herif'te 'çizilemez olan' etine dolgun kadınlar, Ekmek Teknesi'nde neşeli bir müzikle sunuluyor. Oğuz Aral'ın Gırgır'da yayınlamayacağı menkıbelerse Hasan Kaçan'ın akşam hutbelerindeler artık... Ekmek Teknesi, ne Kasımpaşalı ne de Dolapdereli olan bir mahallede geçiyor, Hasan Kaçan'la birlikte 'prime time'da yaşıyor.

9/5/2004 Milliyet Popüler Kültür

link

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Masalını Yitiren Pamuk Prenses

Hülya Avşar 2004 yılında gazetelere en çok haber olan magazin yıldızıydı, ama tuhaftır televizyon şovu düşük izlenme oranına sahip olduğundan yayından kaldırıldı. Aslına bakılırsa, Hülya Avşar’ın dâhil olduğu hiçbir proje eskisi kadar başarılı değil artık! İş yapmıyor demeye dilimiz varmıyor ama birer birer unutulmalarına bakılırsa, eh yalan da sayılmaz hani. Bu kadar konuşulmasına rağmen nasıl oluyor da “iş yapmıyor”? İlginç. Yüzünü eskitti diyenler de oluyor; hırçınlığı onu itici kılıyor diyenler de; artık Hülya ilginç gelmiyor halka diye geçiştirenler de..

Hülya Avşar’ın dergisi, Hülya Magazin, malumunuz, ay üssü Alfa’da yaşayan mutlu azınlığa hitap eden dergilerden. O derginin ilk sayısına -artık nasıl oluyorsa?- gönderilen bir okur mektubunda “Türk kadını rüyasının hayata geçirilmiş hali” denmişti kendisi için. Saptama bir bakıma doğru, Hülya Avşar medyanın pek sevdiği “ideal yaşam” ve “ideal kadın” imajı doğrultusunda, milyonlarca kadının sahip olmak isteyeceği her şeye sahip. Güzellik desen güzellik, para desen para, şöhret desen şöhret… Ti! Ama son zamanlarda ne olduysa, şöhret de para da güzellik de eskisi kadar “kâr” etmemeye başladı.

“Şen dul”un önlenemez yükselişi
Ayvalık’tan çıkıp hayata meydan okuyan Hülya’nın en büyük silahı başlangıçta elbette güzelliğiydi, sonra cesaretli olduğu da anlaşıldı. Dul olduğu için diskalifiye edileceğini bile bile güzellik yarışmasına girmişti. Talih kapısının bu kadarcık aralanması bile ona yetti. Şov dünyasında yapılabilecek her şeyi yaptı: Fotoroman, film, albüm, tiyatro, gazete yazarlığı, televizyon programı...

Sonra gördük ki bunlar da yetmedi, politikaya, sanata bulaştı. Kurnaz ama çok zeki olduğunu söylemek için yeterince delil yok elimizde. Polemikçi, bu yüzden sanat camiasında pek fazla dostu yok, bu anlaşılıyor. Hakkını teslim etmek gerekir ki, hedeflediğinden bile fazlasını elde etmek başarıysa, çok başarılı. Yetenekli olduğu alanlar da var. Mesela iyi bir sinema oyuncusu (eh, bu da tartışılır diyenler çıkacaktır, en azından oyuncuydu diyerek anlaşalım).

Avşar’ı ilginç kılan asıl şey, iştahı. Yetinmek onun doğasına aykırı. Belki de gıdası, küçümseneceğini, hatta saldırıya uğrayacağını bildiği halde kapasitesinin, yeteneğinin sınırlarını zorlamak.

Ünlenmeye başladığı yıllardan beri hayatına giren erkekleri hep şöhreti ve parası olanlar arasından seçti. Hepsinde ortak olan bir başka özellik pek de yakışıklı olmamaları (Tartışmak isteyenler için bir kaçını sıralayalım: Magazin alemindeki isimleriyle İbo, Tanju, Kaya…). Avşar, çarpıcı güzelliğini onlara adeta bir armağan gibi sunarken karşılığında tutkulu birer aşık ve parıltılı bir sosyal hayat elde etti. Elde ettiklerini akıllıca kullandığından, kısa süre sonra Hülya’nın yanında dolaşanlar meşhur olmaya başladı. Adına şarkılar yazan İbo’ya da, uğruna kariyerini ve huzurunu gözünü kırpmadan harcayan Tanju’ya da ihtiyacı kalmadı. Şöhretinin olgunluk döneminde, bir dargın bir barışık ilişki sürdürdüğü Kaya Çilingiroğlu’yla evleniverdi. Hoş, hamile olduğu için acelesi de vardı. Acelesi, başından beri dışında kaldığı ahlâki standartlar çemberinin sınırları dahiline girmek içindi. Çocuğunun soyadı belli olmalıydı vs...

Fettanlıktan mağdurluğa…
Tam sular durulduğunda (soap-operalar da öyle değil midir?) Kaya, gençlik günlerinin alışkanlıklarına geri dönerek sağda solda “ne idüğü belirsiz” kadınlarla görülmeye ve magazin dergilerinin “hep doğruları yazan” acar muhabirlerine yem olmaya başladı. Hülya, hayatla oyunculuğun karıştığı yeni bir sahneyi yaşıyordu. Yuvasını kurtarmak adına ihanetlere göz yuman bir anne olmuştu. Bu ihanetler ev hanımlarını dehşete düşürecek kadar sarsıcıydı: “Hülya gibi bir kadının da üstüne gül koklanıyorsa...”

Hülya ile Kaya tefrikası pek konuşuldu zamanında. Hülya gibi, Sibel gibi, Gülben gibi güzel, hırslı ve şöhretli kadınlar erkekleri korkutan birer saatli bomba gibiler aslında. Erkekler onların yanında ancak belli bir süre kalabiliyorlar. Bu gibi kadınların hayatlarını adadıkları hayallerini gerçekleştirmelerinin bedeli, mutlak bir yalnızlık. Hülya bunun farkında. “Erkekler tekeşli olamaz” diyerek, “aldatılmış kadın” olmanın “hüznünü ve utancını” hemcinsleriyle paylaşarak azaltmaya çabalamıştı bir röportajında. Ama bu “hüznü ve utancı” bir zamanlar Tanju’nun karısı Aysu’nun yaşamış olduğunu unutuvermişti. Mutlu bir yuvanın dişi kuşu misali şakırken, yakın geçmişinin kaçmalı/kovalamalı (bol tutkulu, renkli, tam tekmil) gönül maceralarını yok sayıyordu. Toplumun medyatik hafızası nisyan ile malul olduğundan, o gün fettan Hülya’ya karşı, mağdur Aysu’nun yanında yer alanlar, bugün gelgeç ilişkilerin kahramanı manken kızlara karşı, Zehra’nın annesi Hülya’nın yanında yer alabiliyorlar.

İnzivaya sığmayan tutkulu kişilik
Skandallar dünyasının kuralıdır: Mevcut değer yargılarını zorlayarak, kamuoyunun gündeminde sadece belli bir süre kalınabilir. Bunu keşfedenler hemen toparlanırlar, yapamadıkları takdirde, toplumsal cinnetin kurbanı olurlar. Kendileriyle eşit koşullarda yarışa girip, “ahlâka mugayir” davranışlarını sürdürmekte ısrarcı olduklarından dolayı diskalifiye edilen meslektaşlarının akıbetini paylaşacaklarının farkına varmışladır. Yaptıkları “hata”ları bir sonraki örnek davranışlarıyla (evlenmek, çocuk sahibi olmak, okul yaptırmak, devlet sanatçısı seçilmek vs…) telafi edenler, toplumsal cinnet eşiğini de aşarlar.

Hülya Avşar, çabuk toparlananlardan. Artık toplumsal konumu ve kariyeri itibarıyla öyle bir noktada ki, yaptığı “ufak tefek” hatalar onun tahtını sarsamaz. Ama bir başka nokta daha var ki, önemli; son kırk yılın hakkında en çok yazı yazılmış, konuşulmuş yıldızı olan Türkan Şoray, uzun yıllarını inzivada geçirmişti. Belki yüzünü masalsılaştıran, nostaljiyle övülen bir hale sokan da bu inzivasıydı. Hülya, kişiliği gereği bunu yapamıyor; epey bir zamandır sürekli başarısız filmler, programlar, dizilerle anılıyor, ama bir türlü “müthiş bir dönüş yapacağım” tutkusundan vazgeçemiyor. Evine çağırdığı gazetecilere yine birilerini şikâyet ediyor, polemikler yaratıyor. En son, yine entelektüellerden şikâyetçi oldu, ama bir türlü asıl istediğini başaramıyor.

Şimdi televizyonda yeni bir komedide oynuyor (çabucak bitecek bir iş daha), aldatılan ve terk edilen çirkin bir kadını canlandırıyor, estetik ameliyatla birdenbire güzelleşecek, kadının fendi erkeği yendi (vay ki vay!) konumuna geçecek, daha ilk bölümden anlaşılan bu. Dizide Yeşilçam’ın Küçük Hanımefendi klişesi nahif bir mizahla harmanlanarak sunulmuş. Hülya Avşar yerine daha genç yüzlü biri, terk eden koca rolünde Cihan Ünal yerine bir komedyen oynasaydı, çocuklar bu diziyi belki sevebilirlerdi…

Çocuklar demişken, hatırlayanlar olacaktır, Yeşilçam’ın bir Pamuk Prenses filmi ve orada da kötü kalpli bir cadı vardır. Hülya Avşar’ın dizideki çirkin hali aynen ona benziyor. Sonra ameliyatla Pamuk Prenses oluyor! Artık kader mi tesadüf mü desek bilemiyorum, ne kadar da Hülya Avşar’ın bugününü anlatan bir ameliyat arzusu!..

[2005 yılında Picus'un Panzehir ilavesine yazılmıştı bu yazı. Haliyle aktüel bir yazıydı. Hülya Avşar gibi isimlerin hayatları yıldan yıla çok değişiyor. Yazıda Avşar'ın oynadığı dizinin kısa sürede yayından kalkacağını öngörmüştüm. Star o dönem Uzan Grubunun elinden alınarak devletin kontrolüne girdi. Dizinin ömrünü uzatan bir devamlılık hasıl oldu ister istemez. Falan filan işte...Bir magazin yazısını takdimimdir]


Related Posts with Thumbnails