Salı, Ocak 31, 2023

Yoldanayıran

Bilmiyordum, İlhan Başgöz alıntılamış, Halit Ziya, Ömer Seyfettin'in ardından yazmış, mealen paylaşayım: "hergüncülüğe ve sanatçıyı yolundan ayıran mizahperdazlığa sapmasaydı [keşke]" demiş, hani başka bir yazar olurdu gibisinden...

Kişisel olarak aktüeli yaşayanın-aktüelle düşünenin iyi edebiyatçı olmadığına inanırım, hemfikiriz... Ben şuna takıldım, Uşaklıgil mizahla uğraşmayı sanatçı ve sanat için zaaf olarak görmüş... Zamanının ilerisinde bir yazar ve entelektüel, mizahı azımsıyor, önemsemiyor, irtifa kaybı sayıyor...

Yanlış düşünüyor demenin bir anlamı yok, bu bir eğilim, kaybolmuş da değil, mizah, iyi edebiyatın bir parçası olarak görülmezdi, halen görülüyor denemez, Aziz Nesin hayatı boyunca bununla kavga etti, değiştiremedi... 

Diğer yandan söylemesem olmaz, yoldan çıkarma-ayırma vurgusu oldum olası hoşuma gider... Mizah, Ömer Seyfetin'i nasıl yoldan çıkarmış olabilir ki... Alaycılık mı, hasımlarını hicvetmek mi, onlara karşı sarkastik bir kibirle büyüklenmek mi, bir his olarak onu has edebiyattan ayıran şey ne acaba? Halit Ziya, mizah edebiyatını yoz ve ucuz buluyor bulmasına da onu en çok rahatsız eden şey ne olabilir, insan merak ediyor... 

Pazartesi, Ocak 30, 2023

Kavuşma hayali

Bozkır'ın çekimleri, kurgusu, sesi, müziği diyerek epey zamandır evimden uzakta yaşıyorum, Ankara'ya her dönüşümde veya vardığım yerde, hiç şaşmıyor "İstanbul'a taşınıp taşınmayacağım" soruluyor. Doğrusu bu gibi geliyor insanlara. Yaptığım işler nedeniyle pek çok insan İstanbul'da yaşadığımı sanır, "bir kahve içsek, tanışsak" diyenler şaşırırlar. 

Ankara, benim yazdığım yer, yazarak geçiniyor ve yaşıyorum, o sebeple nereye gidersem gideyim, yazmak için buraya dönmem gerekiyor... 

Yaşadığımız hayatın karmaşasını azaltacak ve kolay anlaşılabilecek ikili ayrımlar yapmaya bayılıyoruz. Defalarca yazmışımdır, Ankaralı olduğum için şehri savunmam veya İstanbul'u eleştirmem beklenir. İstanbul güzel bir şehir ama kalabalığı ve kaosu nedeniyle yaşanacak bir yer değil, Ankara doğup büyüdüğüm, hatıralarımın şehri ama o da şahane filan değil... 

Beş yıl önce kendime ve kitaplarıma bir sığınak yaptım... Çalışma ofisi kurdum, kendimi iyi hissettiğim, yalnız kalabildiğim ve yazabildiğim bir yer olmasını istemiştim, bunu sağlayabildiğime, hayatın bana bunu lütfetmesine seviniyorum.

Son dört aydır, düzenli olarak orada çalışamıyor ve hep bir yere yolculuk etmek zorunda kalıyorum, Bozkır'la ilgili ikmaller, tashihler, fikir yürütmeler filan hiç eksilmiyor, hep bir yere gidecek olma ihtimaliyle bir türlü yeni bir işe "girişemiyor", ofise "kapanamıyorum"... bu da beni ruhen rahatsız ediyor... 

Ofiste çalışamamak, vakit geçirememek, derleyip toplayamamak bende ihmal edilmiş bir arkadaş hissi yaratıyor, bu dargınlığa katlanamıyorum. Er ya da geç kavuşacağız diyerek mırıldanıyor, nağme yapıyorum. 

Pazar, Ocak 29, 2023

Zagor, "yerli ve milli"


Seyretmemiştim, nasıl uyarladıklarını az çok tahmin edebiliyorsunuz, böylesi bir filmden insanın beklentisi küçük espriler yakalamak oluyor.

Zagor'un "Heyytt" diye nara atması, Çiko'nun "Dağ başını duman almış"ı söylemesi, etli butlu bir kadının poposunun gözükmesi, kapakta olmasına karşın filmde herhangi bir kızılderilinin görünmemesi filan...  muhabbet açan hoşluklar... kıkırdatıyor...

Senaryo, haliyle dağınık, bir ara Dünyanın Ucundaki Fener'in hikayesine bile dönüyor ... Çiko ve sahilde ortaya çıkan Kaptan Kid'i beğendim... Kazmakürek Bill sanki daha iyi düşünülebilirmiş (Neler diyorum!)

1971'de çekilmiş, Yeşilçam çoktan renkliye geçmiş, film siyah beyaz kalan azınlıktan, bugünün parasıyla 10 ile 15 bin Euro arası bir para harcanmış olmalı... (Neler diyorum 2)

Son söz: Feri Cansel, Ece Cansel için ne düşünüyordu acaba? Acebaa...

Cuma, Ocak 27, 2023

Son okuduklarım 64

Turnede Bir Yazar, daha ilk sayfalardan kendini gösteren bir "Kafkaesk" anlatı. Kitabını imzalamak üzere şehir şehir dolaşan nerdeyse hiç okuru olmayan bir yazar düşünün... Tuhaf diyaloglar, muamma yaratıcı şüpheler, tenhalıklar, okuyoruz. Yazarımızın önce bavulu sonra da iki satır konuştuğu bir kadın kayboluyor... Kimle konuşsa değişmiyor, giderek cinayet şüphelisi haline geliyor...Boğucu, sıkıntı verici bir aurası var, ben finali başka bir yere vararak bitecek diye düşünmüştüm, daha yeknesak bitti... En iyi tarafı Andi Watson çizgileriyle tanışmış olduk ...  Anais Nin, ünlü yazarın bir dönemine odaklanmış, kurulan tahkiye gereği kendini keşfettiği, "iyileştiği" bir evreyi anlatıyor. Yalanları, ilişkileri, cinselliğe olan tutkusu (ve gücünü kullanma biçimi) ile bir arayış hikayesi de denebilir. Albüm bir mutlu son'la bir yere vararak nihayetleniyor. Cesur bir yorum olmuş, erotizm iyi dengelenmiş, aşırılığı olağanlaştıran bri üslup kurulabilmiş... ki bu önemli bir farklılık. 
 

Perşembe, Ocak 26, 2023

Gerçek






Çizgi romanlarımızdaki gerçeklik algısının kırıldığı, anlatıcının hikayeye dahil olduğu, olup biteni yorumladığı sahneleri seviyorum. Birini Hortlak'ta anlatmıştım, Oğuz Aral ile Altan Erbulak arasında gelişen Oğuz Aral ile kahramanı Hayk arasında büyüyen enteresan bölümleri aktarmıştım.

Yukarıda seçtiğim bantlar, Bedri Koraman'ın Cici Can bantından. (Yıllar yıllar önce ileride yazarım diye epeyce çalışmıştım Cici Can'a. Olmadı, yapamadım halen. Bir ihtimal emekliliğe diyelim.) İlginç olan Altan Erbulak'ın Affan adıyla yine işin içinde yer alması. Erbulak, çok sevilen ve sosyal biri, anlaşılan o ki, iyi bir sohbet arkadaşı. Bedri'yle kahramanların bu kadar iyi olup olmayacağını tartışıyorlar, aslına bakarsanız Oğuz Aral'la bu bağlamın bir başka yönünü-başka bir temsiliyetle konuşmuşlardı.

Bantları okunabilsinler diye özellikle büyük kullandım.

Bedri Koraman, okurun neden kahramanlarla özdeşleştiğini, neden onları beğendiğini anlatıyor, kendi konumunu da açıklıyor: "Ben idealden (idealize ettiğimiz kahramanlardan) yanayım.". Altan Erbulak ise "ben kötü kahramanlar çizeceğim! Sen hayallerinde uğraş!" diyerek, bol ünlemli bir öfkeyle çıkıp gidiyor.

Daha uzun anlatmak gerekiyor bu tür sahneleri. Çizgi romancılar, bu tür araya girmelerle kendilerini, yaptıkları işi anlatmıyorlar sadece. İtibar da arıyorlar. Onları konuşan, yapıp ettiklerini irdeleyen birileri yok, yapayalnızlar. Hele o yıllarda.

Çarşamba, Ocak 25, 2023

Necati Cumalı


Egeli, Balkanlı. İyimser, sade, buğdaylı, sakin. Hep genç, hep yaşama sevinci. Ay Büyürken Uyuyamam’ın büyücüsü. Türkçenin en ateşli sevişmeleri... Kasabanın, çizmelerin, pazar yerinin, iğnecinin, içi içine sığmayan delikanlıların sineması. Yağıyordu yıldızlar, karalar bağlıyordu tek başına erkekler, kadınlar, dalgalar. Tenin kokusu, tütünlü eller, tuzlu çağlalar… Rüyalara giren arzular, çiğli, ot kokulu, sıcak, nar taneli, kuş tüyünden hafif... Hele mevsim bahara rastlarsa. Necati Cumalı, çarşı pazar rahatlığı, kır çiçekleri nasıl renk renk açarsa…

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Salı, Ocak 24, 2023

Pazartesi, Ocak 23, 2023

Erzurum

Çizgi romanla ilgili herhangi bir etkinliğe katılmıyorum, aslına bakılırsa herhangi bir şeye katılmıyorum, konuşmaydı, sohbetti, paneldi, toplantıydı ne varsa teşekkür edip kaçıyorum, durumun da farkındayım, günbegün huysuz bir ihtiyara dönüyorum. Eskişehir'de çekimler sırasında arayıp sormuşlardı, e Uğur (Erbaş) da gidiyormuş, iyi bir yol arkadaşı vardı, ama Erzurum olmasaydı, hiç görmedim çünkü, kabul etmezdim. Hoş, gelirim der demez de bir ağırlık çöktü, ne anlatacağım, nasıl olacak falan filan diye... 

Erzurum'a zoraki gittim, yalan yok,  Bilkent'in orada yerel bir lisesi var, kampüsü olan, şehirden apayrı bir yerde... Bu sene çizgi roman temasını işliyorlarmış, doğrusu ne konuşacağımı bilmiyordum, genel ve toparlayıcı bir konuşma istemişlerdi. 

Hayat çok değişti, çocukluğumda okullara çizgi roman sokulamazdı, yozdu, işe yaramazdı. çöplüktü, zararlıydı filan... Okula gittiğimde bütün öğrenciler çeşitli grafik romanları okumuş, kostümler giymiş, kendilerini sevdikleri kahramanlara benzetmiş bir halde bizi bekliyordu. 

Bu yıl kış gelmedi malum, Erzurum'da kar görürüm sanmıştım, ocak ayında orada bile nasip olamadı. Konuşmamdan sonra Uğur'un rehberliğinde Yakutiye mahallesini gezdim. Bir iki şey sahiden çok dikkatimi çekti. Birincisi çayı çok güzel yapıyorlar. İkincisi, ne yakıyorlar bilmiyorum, şehrin havası kötü ve insanın üstüne koku olarak siniyor. Üçüncüsü, o kadar dolaştım, hiç başıboş köpek görmedim. Dördüncüsü, çarşı pazarda çok kapanmış dükkan vardı, krizin etkileri kolayca görülüyordu. Beşincisi, akşam yediden sonra şehir inanılmaz ıssızlaşıyor. Altıncısı, esnaf sahiden aheste çalışıyor, sabırlı olmak gerekiyor, çünkü onlar yavaş olduklarını düşünmüyorlar. 
 

Pazar, Ocak 22, 2023

Renklerin ve Rakamların Yolculuğu


Amin Maalouf, kıta Avrupası'nın ve frankofon hinterlandının popüler yazarlarından. Alımlı bir sadelikle anlattığı tarihi - oryantal romanları, gördüğü ilgiye bakılırsa, bizde de çok seviliyor. Yüzüncü Ad veya bir diğer ismiyle Baldassare'nin Yolculuğu da en az Semerkant kadar bilinen çalışmalarından. Roman, 17.yüzyılda infial yaratan, kıyametin kopacağı, Deccal'in yeryüzüne ineceğine inanılan 1666 yılının arifesinde başlıyor. Maalouf, İtalyan asıllı kitapçı kahramanının günlüklerinden bize dönemi, zihniyetleri, farklı şehir ve topraklardaki insanları anlatıyor. Oryantal hikâyelerde sıkça rastlanıldığı gibi Lübnan’da, Cübeyl'de başlayıp Osmanlı topraklarını kateden, ta Londra'ya kadar uzanan bir yolculuk teması kullanılmış. Bu tür yolculuklar, iç içe geçer hep, bir yandan da kahramanın olgunlaşmasını izleriz. 

Uzak ülkeler ve gelenekler, her zaman merak edildiğinden, o bilinmezliği anlatan seyahatnameler, yüzyıllar boyunca, diğer kitaplara nazaran daha bir dikkatle korunmuşlardır. Öyle ki, o seyahatnameler, başka bir niyetle yazılmış olmalarına rağmen, bugün, tarihi vesika değeri taşıyor ve bizim, tarih ve edebiyat algımızı pekiştiren-dönüştüren bir işlev görüyorlar. Maalouf, seyahatnamelerin tarzını kullanırken seküler ve zamanının ilerisinde bir anlatıcı dili seçmiş,  kendisi gibi doğuyla batı arasında kalmış melez kahramanını muammalı bir sırrın peşine düşürerek Yahudileri, Müslümanları, Katolikleri, Protestanları ve diğer inananları anlatmış: "Yabancı doğdum ben, yabancı yaşadım, daha da yabancı öleceğim. Düşmanca davranışlardan, aşağılanmalardan, kırgınlıktan, acılardan söz açmayacak kadar gururluyum". Üstelik, hoş bir şey daha yapmış, Şeytan'ı çağrıştıran 666 meselesi gibi, Canavar Yılında, Allah’ın yüzüncü ismini ifşa eden esrarengiz bir kitabı işin içine katmış. Özetle, Baldassare, yok yere sattığı kitabı geri alabilmek için yollara düşüyor, evli bir kadına âşık oluyor, bu kez ona kavuşabilmek için dolaşmaya başlıyor, ruhunu kurtarmaya çalışıyor vs... Yorgun düşen, hayal kırıklıklarıyla birlikte yaşamayı öğrenen, durulan, hatta yaşlanmaya karar veren kahramanlar da bu tür hikâyelerin klişelerindendir. Güzellerdir, orası ayrı. 

Yüzüncü Ad'tan çizgi roman uyarlaması nedeniyle bahsediyorum. Geçen yıl, Ocak ve Temmuz aylarında ilk iki albümü yayınlanmıştı, bu yıl çıkan Cenova'nın Ayartması ile üçleme tamamlandı. Joel Alessandra'nın yaptığı uyarlamayı, mukayese ederek,  genel olarak başarılı bulduğumu peşinen belirteyim. Alessandra, 1967 doğumlu Marsilyalı bir çizer, çizgi roman dünyasının konuşulan, ne ürettiği merak edilen yıldızlarından biri değil. En önemli çalışmasının bu uyarlama olduğu bile söylenebilir. Başka türlüsü de sanıyorum pek mümkün olmazdı, ne yapsanız, büyük bir yazarın, ünlü bir kitabın gölgesinde kalacaksanız. Ne etseniz, romana sadakat göstermeniz beklenecek, daima bir gömlek aşağıda kalacaksınız. Laf aramızda, çizgi roman dünyasının yıldızlarının bu tür uyarlamalara gönül indirmesini beklemek abes olur. 

Maalouf, iyimser bir yazar, bugüne işaret etmek için belirginleştirdiği tarihsel hoşgörüsüzlükleri anlatırken bile mutedil olmayı başarabiliyor. İyi şeyler yapmaya çalışan, hata yapan, hatasını telafi etmek için oradan oraya sürüklenen kahramanları seviyor ve onları kaosun içinde bir seyyah gibi dolaştırıyor. Toplumların içinde yaşadıkları gerilim ve belirsizlikleri abartma eğilimini göstermeyi, tesadüfün büyüleyiciliğini, kaderi, fırsatları, tevazuyu anlatmak istiyor. Yazar bu olunca, uyarlama için, bence sevimli, gergin olmayan, biraz karikatürize ama ligne-clair (açık berrak) tarzın dışında bir çizer seçilmeliymiş. Alessandra, bu bakımdan baştan yanlış bir tercih değil ama uyarlamayı okuduktan sonra şunu düşündüm, daha iyi bir çizer bulunabilirmiş, kare devamlılıklarında, sahne açılarında kolaya kaçılmış epeyce yer var. Bazen o kadar çok zoom yapılmış, yüzlere yaklaşılmış ki arada gösterilen mekân ve dönem kareleri, kartpostal gibi kalmış, hikâyeye dâhil edilememiş. Hareket hissini de verememiş sanki, tekrar hissi veren ardışık kareler istiflemiş. Ama Alessandra, şunu iyi yapmış, atmosfer kurmuş, romanın oryantal havasını, naif romantizmini yansıtabilmiş. Galiba bunu da en çok renklendirmesiyle başarmış. Çini mürekkebine dayanan siyah beyaz çalışmaları bu etkide değil çünkü. Daha karanlık hikâyelere uygun duruyor yapıp ettikleri. Renk olmasaymış bu uyarlama olamazmış dedirtiyor insana. Dijital katkının ölçüsünü bilemem ama kara kalem üstüne ekolin (renkli suluboya) atmış, daha sora konturları belirginleştirmek için çiniye başvurmuş. Seksenli yıllarda Hugo Pratt ve daha sonra öğrencisi Milo Manara başvururdu buna. Bizde de Ergün Gündüz. Ekolin boyanın kendine özgü yumuşaklığı romanın doğasına da uymuş, endüstriyel renkçilerin kusursuzluğuna inat, güzel olmuş. Son söz yayın periyoduna dair olacak, keşke bu üçleme, bu kadar geniş aralıklarla değil bittiği zaman birarada yayınlanabilseydi serzenişinde bulunacağım.

Radikal Kitap, 20.6.2014

 

.

Cumartesi, Ocak 21, 2023

Merve

Duvar yazılarına ilgim var, gözüme çarpar ve değişikse fotoğraflarım...Aşk sözleri, kalpler filan zaten çok görülür, o sebeple çok üzerinde durmam... Ne ki bir süredir Merve ismine bir süredir takılmış durumdayım, hemen her şehirde rastlıyorum. Anlatması zor biliyorum, ispat da edemem ama her yerde Merve'ye aşık olan biri var... Yukarıdaki mesela Bozüyük'ten... Var bi şey....

Cuma, Ocak 20, 2023

Yeni baskı haberi

Epeydir baskısı tükenmişti, kağıt sıkıntısı şu bu... Yeni baskıya yeni bir bölüm ilave ettik...
 

Perşembe, Ocak 19, 2023

Nostalji, Endorfin ve Saflık


Nostaljyi sevmiyorum. Böyle söyleyince pek anlaşılmıyor. Nostaljiye hiç kapılmıyorum, hiç bulaşmıyorum demiyorum. Hepimiz az ya da çok, geçmişi yadederiz, güzel ve neşe dolu hatıraları konuşur eğleniriz. Hatırladıkça ruhumuz-bedenimiz endorfin salgılar ve mutlu oluruz.

Benim meselem, galiba, nostaljinin sahici sayılmasıyla ilgili. İnsanlar inanmak istiyorlar. Bir saflık rüyasına kapılamıyorum. Eskiden siyaset başkaydı, futbol güzeldi, şehir şahaneydi, insanlar latifti, İstanbul benzersizdi, edebiyat muazzamdı, gazeteler sahiciydi, ilişkiler hoş, aşklar, konuşmalar, muhabbetler, tanışmalar tatlıydı vs... iddiasına, rüyasına inanmıyorum.

Daha da açık yazayım, bunları palavra olarak görüyorum. Bu palavraları sadece yaşlılar da tüketmiyor, dikkat kesilerek bakarsanız, her yerde her şekilde görüyorsunuz.

Saf ve bozulmamış olan bir merhale, bir zaman aralığı veya insanlık evresi hiç olmadı. Saflık, ideolojik bir yanılsamadır, insanlar, hayat ve zaman kirlidir.

Böyle söyleyince de yanlış anlaşılıyor, açayım, bana kalırsa, iyilik dahi o kirliliğin içinden çıkar. Farkındalık taşımayan bir iyilik mümkün değildir.

Çarşamba, Ocak 18, 2023

Tekrar




Dün, İş Bankası Sergisinde gördüm, bir fotoğrafı sergi kapsamında birebir yeniden çizdirmişler ve yaptıkları anlaşılsın diye de fotoğrafla resmi, ilki küçük ikincisi büyük olarak yan yana koymuşlar. Fotoğraftan resim üretmeyi, üstelik bunu birebir yapmayı anlamıyorum. Yaratıcı ya da estetize edici bir yenilik bulamıyorum.

Salı, Ocak 17, 2023

İftira

1958 yılında çıkmış bir dergiden alıntıladım, Akad'a sormuşlar, tutması için bir filmin içinde mutlaka şarkılar, türküler , dansözler, göbek atmalar olmalı diyorlar, siz ne diyorsunuz filan... Akad, zamanının ilerisinde görgülü, öğrenmeye açık, farklı düşünebilen bir sinemacı... Soruyu Tarık Dursun sormuş... İki kalbırüstü insan, iki açık görüşlü üretici bir klişeyi konuşuyorlar. 

Önce şunu anlatayım, o yıllarda her yerli filmde dansöz ve şarkı kullanılması çok eleştirilirdi, Gio, yazdığı sinema tarihi kitabında, Yeşilçam'ı dönemselleştirirken yanlış hatırlamıyorsam göbek devri gibi bir zaman aralığı bile kullanmıştı. Tarık Dursun bile isteye bu soruyu sorarak yapımcıların bağnazlığını kritize etmesini istemiş... 

Yapımcılar tutmuş bir reçeteyi tekrar etmez değiller, bunu eleştirmek bana çok yaratıcı gelmiyor ama gazetecilik, aktüeli aramak demek... Akad, bir cevap vermiş, ben daha çok ona takıldım. Soru klişe belki ama cevap da klişe olmuş.... Yanlış anlaşılmasın klişe tek başına kötü bir şey değil... Zamanelik içinde neyin doğru ya da yanlış kabul edildiğini gösteriyor...

Şöyle diyor Akad: "Anadolu'nun böyle bir şey istediğini kendileri [yapımcılar] uyduruyorlar. Anadolu'nun inceliği bugün evimizdeki eşyalara kadar sokulmuşken bunu nasıl diyebiliriz. Bu olsa olsa kötü bir iftiradan başka bir şey olamaz"

Yukarıda belirttiğim zamanelik tam da bu işte... Evlere giren Anadolu (halılar, seramikler, desenler) modern sanatçıların tercihleriyle biçimlenmiş yeni bir şey ve bu tam da Anadolu sanatı-geleneği denilemez. O dekoratif unsurlar, film beğenisindeki derinliğin ölçüsü filan sayılamaz. Yani taşrada ahali kadınlara ve cinselliğe aç değil demek için bu unsurlar kullanılamaz. 

Ne ki,  o yıllarda, ta yetmişli yılların oratasına kadar, gazete ve dergilerdeki Anadolu romantizmi "overrated" bir kıvamdaydı, çok az insana abartılı gibi geliyordu bu durum. Şehirdeki göçmenlere ateş püskürürken, köylüye methiyeler düzülüyordu, onlara karşı gösterilen itina sahiden garipti.  

Anadolu şarkı ve dansöz istiyor, hayır istemiyor, hakaret etmeyin gibi gibi... Yaratılan romantik imgeye aşık olup, onun hayali imgesi için kavgalar vermek...
 

Pazartesi, Ocak 16, 2023

Beyamca

 Çizgiyle ilgili popüler kahramanlar sayılırken Cemal Nadir'in Amcabey'i mutlaka akla gelir, zikredilir... Oysa neredeyse mesleği çizerlik karikatüristlik olanlar da dahil olmak üzere Amcabey bantlarını enikonu bilen ve okuyan yoktur. O kadar konuşuluyor, bana garip geliyor çünkü, birileri de oturup, şu külliyatı derleyip toplamaya kalkışmıyor. Böyle bir albüm-kitap olsa, neyi nasıl anlatmış-çizmiş herkesin daha doğru bir fikri olabilir halbuki...

Amcabey, ortayaşlı, hafif göbekli, yüzü güleç ve gamzeli, nüktedan ve hazır cevap bir İstanbullu erkek... Şehirde geziniyor, sağa sola laf yetiştiriyor, cevabı yapıştırıyor ve "güldürüyor". Gülme meselesi haliyle karışık, zamane mizahını bilemediğimiz için ancak tahmin ediyoruz, yoksa bugünden bakınca çok da komik gelmiyor... Hatta sivri, benbilirimci, doğrucu ve sert bile olabilir, fazlasıyla öğretmence duruyor esprileri...

Zamane mizahıyla ilgili ömrüm olursa, emekliliğimde  galiba, "arkeolojik bir şeyler" yazmak istiyorum... Bana "Amcabey" neden popüler oldu sorusunu sormak ve bir cevap aramak zihin açıcı geliyor. Hemen bir iki cevap verebiliriz, Cemal Nadir döneminin en popüler çizeri ve Amcabey basın yayın tarihi açısından yeni ve Amerikanvari bir şey...Bu ikisi bile kolektif beğeniyi açıklayabilir.

Benim ilgimi çekense şu, gazeteye modern bir tefrika hayal ediyorsunuz ve seçtiğiniz kahraman bir "amca"... Günümüz popüler kültüründe bir amcayı kahraman seçmek çok zor, medya profesyonelleri daha ilk ağızda ilgi çekmeyeceğini söylerler, iş daha başlamadan biter, günyüzüne kolay kolay çıkamaz demek istiyorum. 

Şu düşünülebilir, o yıllarda gazeteciler kendilerini devletin bir temsilcisi gibi gördüklerinden ticari değil siyasi bir tercihte bulunmayı tercih ediyorlardı. Cemal Nadir de pedagojik bir tutumla, halk terbiyesi adına bir "karakter" ve "ders" seçti kendine... Öyle anlatılmalıydı ki Amcabey "ders" vermeliydi halka...Bir erkek ve amca olması belki de ders vermesini kolaylaştırıyordu... 

Elbette bu da bir yorum...Amcabey'in popülerliğine akıl yürütmek, otuzlu yılların iklimini anlamamızı kolaylaştırabilir, ben halen o iddiadayım. 

Pazar, Ocak 15, 2023

Mazbut bir misafirlik

Denk gelirsem Leyla Sayar materyali topluyorum,  fotoğraflar, yazılar, röportajlar şu bu... Soran olursa "ilginç çünkü" filan diyorum, nereye vardırırım bilmiyorum, memlekette biyografi güzellemeyle eşleştirildiği için hakkında bir iş üretebilmem çok zor, bu "tapınma" hali çok yorucu... 

Yukarıda bir ev gezmesi sırasında, "misafirlikte" çekilmiş iki fotoğrafı var... 1964 yılından. Kadınlar ve erkekler güzel güzel giyinmiş hafif içkilerle "sohbet ediyorlar", "dışarıda" değiller, evdeler... Dışarıda eğlenmenin daha şehevi ve hovarda imgesine karşılık, mazbut ve ölçülü görünüyorlar. 

Pek çok kişi ne'si ilginç bu resimlerin diyebilir.... Herkes arkadaşlarıyla biraraya gelip fotoğraf çektiriyor, ne var ki bunda? Hele bugün... Sosyal medya bunlarla dolu... Hepimiz birbirimize fotoğraf gösteriyoruz... 

Bize bugün rutin gelen bir şey o yıllarda istisnaiydi... Fotoğraf az bulunuyordu ve o mazbut misafirlik, fotoğrafla başkalaşıyordu... 

Basın tarihine meraklıysanız, fark ediyorsunuz, altmışlı yılların ilk yarısında sinema ve müzik sektöründen insanlar evlerinin içini gazetelere dergilere sunmaya başlıyorlar. Yani eviçi tasarımlarını teşhir ederek övünüyorlar. Perdeler, lambalar, masa ve sehpaların, halılar, duvardaki resimler ve renklerin ilgi çekmek üzere istiflendiğini anlıyorsunuz. Böyle bir eviniz ya da salonunuz varsa, misafir de ağırlamak istiyorsunuz. Kültür sanat sosyetesinde "ev partileri" tam da o yıllarda moda oluyor... 

Yıllar önce ben tam o dönemi anlatırken, bir öğrencim şunu sormuştu: "Neden dışarıda eğlenmiyorlar, orası daha konforlu değil mi?" En az on iki yıl önce sorulmuş bir soru... Ev ve dışarı algımız, sürekli değişiyor. Ev bizim için bir sığınak da olur, kaçıp kurtulmak istediğimiz bir hapishane de... Evden kaçmak diye bir deyimimiz olduğunu unutmayalım.  

O yıllarda verdiğim bir örnekti, Ankara'da arkadaşlar arasında toplaşılacaksa "kime gidiyoruz?" diyerek içkilerle birlikte bir arkadaşın evine çöreklenilirdi,  İstanbul'da ise "nereye" gidiyoruz denir ve ev dışında bir eğlence mekanına gidilir derdim...Metropolde evler pahalı olduğu için küçük ve kalabalığa yetemeyecek bir sıkışıklıktadır, evlere ancak ve ancak, mekan çıkışında uğranırdı, uyumaya gidilir filan...  

Evle ilişkimiz sadece döneme göre değil, yaşımıza, eğitimimize ve yaşadığımız şehrin kültürüne göre değişir...Pandemi bu meseleyi karıştırdı...Son üç yıldır hiç misafir ağırlamamış kaç kişi var? 

Öğrencimin sorusuna dönersem, evleri göstermek bir moda... Burjuvazi, sarayın salonunu taklit ederek evine tecrit ve dekore edilmiş bir salon inşa eder ve misafirlerini küçük bir kıral gibi mutlaka orada karşılar ve ağırlarmış. Evlerimizdeki salonun esbabı mucibesi bu'dur.. Oyuncular da o şaşaa ve ihtişamı çevrelerine, evlere davet edilen muhabirlere (dünyaya ve ülkeye) teşhir etmek istiyorlar. Arzu, kapitalizmin ana motoru oldu hep... 

Ayfon, daha iyi bir telefon olduğu  mu için mi daha pahalı... Yalnızca bununla açıklanabilir mi? 

Cumartesi, Ocak 14, 2023

Kabzımal

Yakınlarda satın aldığım bir orijinal, çizgilerini çok sevdiğim Mıstık'tan, muhtemelen ellili yıllarda çizilmiş, gönderinin isminden tahmin edebilirsiniz, kabzımallara yönelik bir eleştiri içeriyor. Gazetelerde kabzımalların açlık sınırında yaşadığı, yokluk çektiği yazılmış... Mıstık da kabzımalı iki güzel kadınla tıkabasa israf dolu bir masada çizmiş, ironiyle "bugün de doyduk çok şükür" dedirtmiş...

Mizah edebiyatımızda Harp Zenginleri, Hacıağalar, Karaborsacılar gibi Kabzımallar da o bahisten hicvedilmişlerdir. Genel olarak sinsi, iki yüzlü, israfçı, sömürücü, dolandırıcı ve "vatan haini" tonunda istiflenirler ama asıl espri  açık ya da dolaylı olarak kültürsüzlüklerine yöneliktir. O parayı, o köşkü, o kadını, o konforu, o ihtişamı, o itibarı hak etmiyorlardır. Çünkü okur yazar değillerdir, kültürel birikimleriyle değil ticari maharetleriyle, zekalarıyla değil kurnazlıklarıyla bir yere varmışlardır. Hiyle yapmışlar, kandırmışlar, yaltaklanmış ve çalmışlardır vs vs...

Bu türden espriler, toplumda bir karşılık bulmasa yaygınlaşamaz. Veya, yaygınlaştığı için güçlenir, uzun süreli, kabul gören bir kanaate dönüşür ve espri olmaktan çıkar. Kişisel olarak bu memleketin insanlarının parayı sevmekle birlikte zenginleri sevmediğine inanırım. Bu nasıl olur-oldu'nun cevapları popüler kültür ve edebiyatımızda bulunabilir gibi geliyor bana...

Cuma, Ocak 13, 2023

His

Altı yıldır her yılbaşı yeni bir senaryo sözleşmesi imzalıyorum, bu yıl da görüşmeler yapıyordum, önerileri mutlaka dinlemek istiyorum, çünkü başka bir şehirde yaşıyorum, piyasanın dışındayım, izleme ve okuma pratikleri farklı biriyim, ne istendiğini, neyin popüler olduğunu anlamamın bir yolu da bu görüşmeler oluyor benim için. Hikaye iştahım olduğundan her konuşulan şey beni heyecanlandırıyor, kendimi frenlemek zorunda kalıyorum… Bu işlere geç başladım, anlatmak istediğim çok hikaye var, arsızlığım ondan, yetişmeye çalışıyorum galiba… 

Oldum olası sakınarak iş seçiyorum, insanlar bazen beni bir zanaatkar sanıyorlar, benim bir okur, bir seyirci, beğenileri ve entelektüel ilgileri olan bir yazar olduğumu-olabileceğimi unutabiliyorlar. Mutlu olacağım işler yapmak istiyorum. Dışarıdan bakınca huysuzluklar ediyor gibi görünebiliyorum, oysa kendimi korumaya çalışıyorum. 

Laf uzamasın, bu yılbaşında da e işte yapımcılarla konuşuyordum, birden oldu diyemem ama şunu fark ettim, aklımda başka bir hikaye var benim, onu yazsam daha mutlu olacağım. Ve yazdığım şeyi okumak isteyen birileri illa ki olacak… Neden kasıyorum dedim… Ertelediğim, yazarım illa ki dediğim bir şeyden söz ediyorum… Bir şimdiki zaman karanlığı, bir kenar mahalle hikayesi anlatsam “kendime geleceğim”… gibi geldi. Ben yazayım, onlar okusunlar... Bu sene kimseyle sözleşme yapmamaya karar verdim. 

Benim için yıl bu hisle başladı.

Perşembe, Ocak 12, 2023

Hatırlamak

Bizim ev, Tanyel ve Sadi ile sofradayız. Sadi, 2003'te, o akıllara ziyan kaza sonucu, bizi bırakıp giedecekti, bu resim de ondan bir yıl önce veya o yıl çekilmiş olabilir. Vefatında ailesi Sadi'nin hiç balık sevmediğini filan söylemişti. Şaşırmıştım, annesi, özlemle oğlunun sevdiklerini sevmediklerini tek tek sıralamıştı. Balık ağzına koymaz demişti filan. Şaşırmıştım dediğim o… Her hafta bize yemeğe gelirdi, balık yerdik. Üstüne de yine hiç sevmediği söylenen tahin pekmez isterdi, yumulurdu.

Garip bir şey, ailelerimiz var, arkadaşlarımız var, bir şey seviyoruz, sonra başka bir şeyi daha sevebiliyoruz, dönüşüyor, değişiyor, başka biri olabiliyoruz. Ulus (Baker) öldüğü zaman, ailesinden biri söylemişti, "siz bizden daha doğru karar verirsiniz, insan akrabasını seçemez ama arkadaşını seçer" demişti, hep hatırlarım. Sadi'yi özlüyorum, eksikliğine alışmak hep zor oldu. 

Neyse bugün, giden arkadaşları hatırlama günümmüş...Üç günlük dünya işte, hatırladıklarımızla varız.

Yıl 96-97 olmalı, Hüseyin ve 2007'de aramızdan ayrılan Ulus'la birlikte Tavukçu'dayız.

Çarşamba, Ocak 11, 2023

Altmışlardan bir fentezi

Efemera faslından elime geçti, emin değilim ama galiba Sevinç Pekin, yarı çıplak bir halde Ayhan Işık posterine sarılır gibi yaparak poz vermiş... Eğer Pekin ise Işık'la birlikte de oynadılar. 

Niye çekmişler bu fotoğrafı? 

Sorunun cevabı, erkeklikte, ergenlikte dedik mi meseleyi kapatıyoruz, biliyorum... Retorik yapıyorum...Yani bu mizanseni kurarken, fotoğrafçı, dergici ne düşünüyor, neyi hayal ediyor, neyi pazarlıyor? :Okuru nasıl yönlendiriyor, aklındaki okur kim?  

Sonuçta ne konuşşsak, altmışlı yılların bilinçaltını ve kolektif fantezilerini konuşmuş olacağız.

Önce genel bir betimleme yapalım: magazinciler sever böyle pozları, erkek ve kadın artizleri yakıştırır birbirine, küçük bir aşk hikayesi işe yarar-satar diye düşünür. Seyirciyi ve okuru alıştıran-çağıran ve tekrar eden bir rutindir bu, şimdilerde sosyal medyada yapılan "shiplemek" bundan pek farklı değil aslına bakarsanız. 

Oysa burada kadın çıplak, kendini sevdiği/beğendiği erkeğe o halde sunacak kadar pervasız...Üstelik, bize dönmüş, okura-seyredene bakıyor. Seyret bizi mi demek istiyor?

Altmışlı yıllar, striptiz gösterilerinin gece hayatını işgal ettiği, erotizmin o yıllardaki normalini etkilediği bir dönem. Yani, kadın dansçılar, bir kuklayla, ya da yukarıdaki gibi bir resimle sözde sevişiyor, belli bir ritm içinde soyunup dökünüyorlar. 

Oradan olmalı diyorum, belki ilham alarak belki farkında bile olmadan benzer bir sahne istfilemişler. Farkında olmayabilirler, o yüzden yukarıda "bilinçaltı" dedim. 

Salı, Ocak 10, 2023

Mevsimsiz biçildi tarlalar


Çizgilere Derkenar 22

Busch yayımlamak sahiden ilginç ve iddialı bir tercih. Satmayacağı belli çünkü. Busch çizgi roman tarihi açısından çok önemli bir çizer. Dönemi için yenilikçi bir yön belirlemiş kendine, yazdıklarına karikatür havasında desenler eklemiş...Üstelik bu vinyetleri enerjik bir ardışıklıkla kullanmak istemiş. 

Sadece yazı ve sayfalar değil, resimler de birbirini izlesin fikriyle başlamış işe. Buna göre metni okumadığınızda bile resimler başlı başına bir devamlılık içermeliymiş. Busch, üslup olarak hareketli bir çizgici, her karede tiplemelerinin ifade ve jestlerini belirginleştiriyor, ardışıklığı ve kare akışkanlığını o belirginleştirme ile çalıştırıyor. Bu da tempo demek... Heyecan verici...

Babam, ellili yıllarda çıkan Hürriyet gazetesinin pazar günleri çıkan renkli pazar ilavesinden nasıl etkilendiğini anlatırdı. Filmler bile siyah beyaz... "Dakikalarca bakardım, saklardım" diye heyecanını paylaşmıştı... 11 yaşında bir çocuk için kim bilir ne kadar büyüleyiciydi. 

Busch da okurlar ve diğer çizerler üzerinde böyle bir etki yaratmış ... Hayranlık yaratmış, taklit edilmiş ve bir çığır açmış, çizgiyle hikayeler anlatmanın öncüsü olmuş... 

Kara Murat yeniden çıkmaya başlamış, çıkabilir, anlatı olarak şimdiki zamanın dindar milliyetçiliğine uygun bir iş olmadığı için popülerleşmesi pek mümkün değil...Ama konumuz o değil, serinin yazarı Rahmi Turan ile çizeri Abdullah Turhan'ın yolları yıllar yıllar önce ayrılmış ve yeni serüvenleri başkaları çizmişti. Dargınlık başka, üretimi birlikte yapmanın getirdiği hukuki ortaklık daha başka bir şey... Rahmi Turan ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, bu Abdullah Turhan'la birlikte yaptıkları bir ortak üretim... Onun patron olması durumu değiştirmiyor. 

Gel gör ki, şöyle bir şey yapılmış, Kara Murat'ın çizgileri bir başka çizere birebir kopyalatılmış, bunu da ismi sahiden lazım değil kıdemli bir çizer yapmış... Kara Murat, çok çok kötü bir kalitede çıkmış böyle olunca... Yani kopyalatılınca Abdullah Turhan çizmemiş mi oluyor, ne düşünmüşler sahiden merak ediyorum. Kitap, muhtemelen mahkemelik olacak...

Pazartesi, Ocak 09, 2023

Update edilmiş MM





Üst üste denk geldim, tesadüf gibi gelmedi, global popüler kültürde kitap-senaryo okuyan MM resimleri (bir kaç tanesini seçtim) çok kullanılır olmuş. MM, yaşadığı dönemde bir entelektüel sayılmıyordu ama evlilikleri, ilişkileri, masum ifadeleri, kendini var etme biçimi fazlasıyla ilgi çekiyordu. 

Sadece "güzel kadın" değildi yani, trajik ölümü, hakkındaki spekülasyonlar filan günümüze değin yaşamasında ayrıca bir etken oldu... Amerikan popüler kültüründe yaşadığı için bizde de yaşıyor demek daha doğru...

Fotoğraflar eski, o yıllarda  tercih edilmeyen pozlarken, şimdilerde hatırlanması, "o aptal sarışının" zekasının hakkını teslim etmek mi acaba... Arthur Miller ile evliliği bir etken olabilir, Miller ile manita olan bir kadının pop ikonu olması insanları halen şaşırtıyor galiba...

Bu hatırlama bana daha çok melankolik bir şikayet gibi geliyor, şöyle anlatayım, toplumlar, geçmişlerine nostaljiyle baktıklarında "güzel günleri" veya kendileriyle özdeşleştirdikleri "güzel insanlarını" hatırlamak isterler. Şimdiki zamanla ilgili günbegün koyulaşan bir memnuniyetsizlikleri vardır, toplum sürekliliğini yitirmiştir, parçalanmıştır vs. Melankoli ise kendine saygıda azalma halidir, insanlar melankoliye kapıldıklarında kendini kınamaya ve cezalandırmaya yönelirler. 

MM'yi zamana uygun bir biçimde yeniden hatırlarken, (hatırlayanlar) geçmişlerini ve geçmiş toplumlarını cezalandırmak istiyor. Bunun açılımı ise nostaljinin "kurucu hatıra" olarak işlevselleştirilmesi (revize edilmesi) anlamına geliyor. Bir geçmiş (gelenek) ve popüler kültür ikonu olarak MM başka türlü hatırlatılıyor demek istiyor, nostalji ve popüler kültür, siyasi bir mücadele alanıdır diye ekliyorum.  

Pazar, Ocak 08, 2023

Usta Çatalı

Malum, eve tamire gelen, huflaya huflaya eğilip bükülen ustanın çatalını görmeyen azdır... Yelpaze, romantize etmiş, manitanın gözüne girmek isteyen yahuşuklunun, boruyu patlatıp, işin suyunu çıkarmasını kapağına taşımış, espri de yapmış: "Elinin hamuruyla" spotunu eklemişler ilüstrasyona... 

Kadın, çatala mı bakıyor, patlayan borulara mı, beceriksiz "herife" mi, o faslı bilemedim, burdan anlaşılmıyor.
 

Cumartesi, Ocak 07, 2023

Çok sıkıcı!

Yıllar oluyor, belki on yılı geçmiş olabilir, bir öğrencim "başıma bi şey gelmeyecekse, Nuri Bilge Ceylan çok sıkıcı" dedi, yüksek lisans öğrencileri arasındaydık, bir tartışma olacak diye bekledim, olmadı, böyle sıkışma anlarında insanlar hemen "bana göre değil" "sevenleri anlayabiliyorum ama [siz de beni anlayın] ben sevmiyorum" savunmasına geçiyorlar. Tartışma böylece sonlanıyor, çünkü "bu da benim zevkim" yanıı dendi mi herkes duruyor. Garip bir pc klişesi bu... 

"Sıkıcı" da bir klişe, zamanın ruhunu taşıdığı için hoşuma gidiyor, "madem sana göre sıkıcı olabilir, başka kim sıkıcı olabilir" diye sormuştum. Öğrenciler "ders kaynayacak" refleksi ve iştahlandığımı anlamanın verdiği garipseme ile bir süre kalakaldılar. Sonra "sıkıcı" olanları saymaya başladılar. Malum, Türkiye'nin en sıkıcı insanı olan Orhan Pamuk hemen listenin başına yazıldı. Ardından başkaları geldi, onları saymayacağım, çünkü hemen hepsi aktüel isimlerdi ve bugün unutuldular. 

Ceylan ve Pamuk, bugün de sıkıcı bulunuyorlar. Niye diye sorsak, altında anti-entelektüelizm bulabiliriz, ona göre cevaplar verebiliriz. Aralıklarla Orhan Pamuk nefreti hakkında yazarım, bilmediğim bir şey değil... Ama o gün, şuna takılmıştım, "neden sıkıcı" diye sorduğumda "çok tekdüze" "sası" "bir şey olmuyor" filan gibi şeyler söylendi. Doğru olup olmamasıyla ilgilenmiyorum, burada bir "akış" var, o benim ilgimi çekiyor... 

"İlginç" sözcüğünü ben de çok kullanıyorum, hepimiz çok  kullanıyoruz. İlginç ile sıkıcı, zıt anlamlı iki niteleme olarak dilimize yerleştiler. Ceylan ve Pamuk bence sıkıcı filan değiller ama popüler bir yargı varsa, bu yargı geniş bir beğeni ve nefret ağından beslenerek klişeleştiği için önemlidir. Yani mesele "seyrediyorum ve sıkıcı" ya da "okuyorum ve sıkıcı" değil, daha derin bir şeydir demek istiyorum. 

O gün derste bir sonuca varamadık haliyle, ilginç ve sıkıcı olanın ne olduğu hakkında bir ortak karara varabilmek tabii ki mümkün değildi... Hemen her şeyin ilginç ve sıkıcı ikiliğinde açıklanması "ilginç[ti]", farkına vardık diyelim...

Cuma, Ocak 06, 2023

Yaşı küçük

Oğuz Özdeş'in "Liseli Bir Kız Sevdim" isimli bir romanı var, uzun seneler iyi satmış, bilinen bir roman... Kapaktaki baskı sayısı size de bir fikir verecektir (1968, 10.Basım, 1986). Bugün, içeriğini bilmiyorum ama bu isimle bir roman yazmak mümkün değil...

Romanın "yaşadığı" dönemlerde Çarşaf'ın bir kapağına rastladım (1978), Emel Sayın'ın kendisinden yaşça küçük bir sevgilisi varmış, abartarak karikatürize etmişler, "oğlu yaşında bir gençle evleniyor" diyerek espriyi açıklamışlar. Merak ettim, kimdir nedir diye, Emel Sayın o tarihte 33 yaşında, sevgilisi de Gazinocu Fahrettin Aslan'ın oğlu, 18'inde... Aslan ve aile, evliliğe karşı çıkmış, hafif çaplı bir magazin skandalı çıkmış ortaya filan. 

Normal-anormal veya meşru-gayrimeşru ayrımını hatırda tutarak önce olanı konuşalım. Yetişkin bir erkeğin reşit olmayan Liseli Kız'a aşık olması normal sayılıyor ama iş, bir kadının tercihine, kendinden yaşça küçük bir erkekle birlikte olmasına, evlenmesine gelince eleştiriliyor, anormal sayılıyor diyelim. Çok farklı değil aslında, ikisi de eleştirilebilir, birini eleştirmek kimsenin aklına gelmiyor, diğerinde "küçük kıyamet" kopuyor. Biri çok satıyor, diğeri husumetle konuşuluyor. Emel Sayın'ın göze aldığı risk sahiden dikkat çekici. 

Geçmiş zaman, o çok satan roman ve o skandal unutuldu. Geriye kalan mı, yaşamaya devam eden mi desek... bir zihniyet varlığını sürdürüyor, erkek aklının ve gözünün hallenmesi yaşamaya devam ediyor. 

Arada hayatın ve haliyle mizahın ne kadar değiştiğini yazıyorum, bu da bir örnek... Mizah, hele karikatür, hep siyasetle meşbu sanılır, oysa en çok ahlakla uğraşır, hayatın sekülerleşmesi  ve özgürleşmesi adına "muhalif" davranır. Maksat bu olsa da varılan yer, hakim değerlere teslim olmak olabiliyor. Ve hiç şaşmıyor, aktüel düşünmek, eskimeyi kolaylaştırıyor. 

Salı, Ocak 03, 2023

Son okuduklarım 63


Kusama bildiğim bir sanatçı değil, erotizmle ilgili işlerinden haberdardım ama sandığım gibi de değilmiş, cinsel ilişkiden kaçan-sakınan biriymiş. Albümün renkleri, sayfa istifi ve akışı "pulp isyanını" ve cıvıltısını iyi yansıtmış. Derin bir biyografi okumuyoruz ama görsel başarısı ve o yönde bir çabası var. Özel Bir Yaz ise grafik roman türünün başyapıtlarından biri. Yıllar önce okumuştum, dilimize çevirilince yeniden iştahlandım. Bir yaz ve sahil hikayesi okuyoruz. İtiraf etmem gerekirse, ben yazları çalışan ve okulun açılmasını (tatil yapayım diye) bekleyen çocuklardandım, o sebeple yazlıkların rehavetini ve hafifliğini bilemem, onlara ve oralarda yaşayanlara hasetle imrenme arası bir hisle bakardım-bakıyorum. Telaşla ve yetişmeye çalışarak yaşamak başka, uzun uzun ufka bakarak düşünmek başka şeyler... Albümü yeniden okurken bu hissi bir kere daha hatırladım. Ergenliğe giren iki genç kız çocuğunun bir yaz boyunca yaşadıkları anlatılıyor albümde. Amerikan orta sınıf manzaralarını, iki genç kızın ailelerini, evlilikleri ve cinselliği keşfedişlerini, farkındalık geliştirmelerini okuyoruz. Güzel iş. 

Ego'nun biyografisini beğendim diyemem, eğer sanatçıyı biliyorsanız, albümü okuduğunuzda saplantıları anlatılmamış filan diyebilirsiniz ama bence asıl problem onun çizgi dünyasının ve üslubunun çok ama çok gerisinde kalınmış olması... İyi Baba ise üslup olarak ilginç, ardışıkla ilgili dikkat çekici tercihlerde bulunulmuş. Buruk bir çocukluk hikayesi anlatılıyor ama bunu kesitlerle, pek "konuşmadan", pek "göstermeden" başarıyor, yeni ve ilginç.

Pazartesi, Ocak 02, 2023

Depoyu fullersen buradan aya...

Kırklı yıllardan iki reklam, mizah dergilerinden ya da albümlerinden çıkartmış olmalıyım. Aynı yılın reklamları (1946), iki benzin firması, biri Shell, diğeri BP, roket ve aya seyahat imgelerini kullanmışlar...

Daha aya gitmeye bir çeyrek asır var ama hayali popüler kültüre hakim olmuş, otomobil rüyası ve roketlemek ta o günlerde birbirine yakınlaşmış mı diyeceğiz peki...

Böyle bir yakınlaşmanın bizim dergileri gazeteleri, pulp evrenini, sinemayı, reklamları ve gündelik dili etkilediğini elbette biliyorum. Ama bana bir zaman aralığı sorulsa ellili yılları işaret ederdim.

Peki bu reklamlar nerden çıktı, kırklı yıllarda yaygın bir aya seyahat hayali ve roket imgesi filan da yok... diye düşündüm...Üstelik Britanyalı benzin firmaları Türkiye'de o yıllarda varlar ama güçlü ve yaygın değiller, iddialı bir reklamveren hiç değiller... 1946'da yol desen yol yok, araba desen araba yok, aslına bakılırsa benzin firmaları yokluğa reklam vererek yatırım yapıyorlar... 

Ders verdiğim yıllarda sınamıştım, öğrenciler BP veya Shell'i kolaylıkla Amerikan emperyalizmiyle özdeşleştirirler, yani, tam da reklamların çıktığı yıllarda Amerika ile yakınlaşıyor, anti komünist bloğa dahil oluyoruz ya, Marshall Planı falan filan hemen yapıştırılır... Mesele doğru olup olmaması değil, nasıl hatırlandığı, klişe olarak nasıl yaygınlaştığı ve kabul gördüğü...Popüler kültür, doğrularla gerçeklerle değil, hayal ve iddialarla, klişe ve önyargılarla yaşar. Aya seyahat deyince aklımıza Amerika geliyor örneğin... Klişedir, "uzaya ilk çıkan ilk insan kimdi?" diye sorun kimsenin aklına Yuri Gagarin gelmiyor mesela... 

Yine geldim popüler kültürün karmaşıklığına...

Pazar, Ocak 01, 2023

"Birde ben"


Berberim çalıştığı iş yerinden ayrılmış, biri bir yerden ayrılırken artık böyle oluyor, o da benzer bir şey yaptı, vatzap'tan grup kurup müşterilerine duyurdu. İstanbul'dayım, yoğunum, arada gelen "hayırlı olsun" mesajlarıyla durumdan haberdar oldum.

Benden cevap alamayınca bana özel bir mesaj daha attı, "Net" isimli yeni işyerinde çerçeveleyip duvara asılan bir şiiri paylaşmış, üstüne "birde ben" yazmış. 

Hakkımızda isimli şiir, gerçek olamayacak kadar güzel: "Tanımadın birden/ O çıkıp giden/ Ağabeyin değil/ senin öz deden / Gördüler elbet/ bu güzel hizmet/ Savaş'la Ahmet / Kuaförüm NET

Şiiri niye göndermiş diye düşündüm, şiirden anlarım diye mi aceba? 

Related Posts with Thumbnails