medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Mayıs 07, 2024

Televizyon ve Coni Gitar

Tarihinden emin değilim, Yeni Sabah'tan ayrıca bakmak gerekiyor ama 1956 ya da 57' yılında yayımlanmış bir Cafer ile Hürmüz serüveninden bahsedeceğim. Hikayenin bütünü bununla ilgili değil, geçerken değiniliyor ama bir televizyon ve rock n roll eleştirisi yapılıyor, onu ilginç bulduğum için paylaşmak istedim. 

Bantlardan okuyabilirsiniz ama kısaca anlatayım. Coni Gitar (ki fena halde Altan Erbulak'ı andırıyor, handiyse kendini çizmiş) sahneye çıkıyor ve çıkmasıyla dinleyenler delirircesine kendinden geçiyorlar. Televizyon aracılığıyla bir toplumsal histeri yaşanıyor filan... 

İki açıdan ilginç; birincisi, televizyonun ne olup olmadığı o tarihte bilinmiyor, sahiden cahiliz bu konuda... Bildiklerimiz de çeviri gazete yazılarıyla, kimi Amerikan bantları ve hikayeleriyle, görenlerin anlattıklarıyla sınırlı. Şöyle anlatayım, dizinin yaratıcısı Erbulak'ın değil televizyonu, televizyon seyircisini görmemiş olması yüksek ihtimal. 

İkincisi, ilkine göre bilinirliği yüksek olabilir ama rock yıldızlarının seyirci üzerinde etkilerini yine bilmiyoruz, sadece okuyoruz-duyuyoruz, yaşamış-karşılaşmış-deneyimlemiş değiliz...

Peki ne diye böyle bir eleştiriye kalkışılmış derseniz, bizde Hoş Memo adıyla yayımlanan All Capp'in ünlü çizgi bantı Li'l Abner'den etkilenilmiş, öyle anlaşılıyor... Sorun şu ki, Capp, ciddi bir muhafazakar, rock n roll'ü küçümsüyor, gençleri ve üreticilerini dejenere filan buluyor. Hoş Memo'da sayısız kez, benzer yorumlarda bulunur. 

Erbulak, Capp'ten yirmi yaş genç bir çizer olarak, televizyona ve müzisyenlere o kadar da "amca" gibi bakamaz, bakmamalı da zaten... Galiba diyorum, bir çizgi romanın çizgilerini sevince, hikayenin bağnazlığı gözardı ediliyor ve kolay anlaşılmıyor...

Kısa bir medya yorumu da yapayım, o yıllarda medya mesajının bir şırınga gibi insanlara enjekte edildiğine inanılıyor. Sınıf farkı, kültür ve cinsiyet ayrımı olmadan, herkes aynı biçimde o mesajı anlıyor ve "kapılıyor" diye düşünülüyor. All Capp de en çok bundan korkuyor, Amerikan değerleri ve geleneğinin kaybolduğunu düşünerek "yanlış mihrakların (haliyle liberallerin) kontrolündeki" medyanın eleştirisini yapıyor...

Diğer yandan Erbulak'ın tatlı çizgileri ve sevimli tiplemeleri meseleyi böylesi bir muhafazakarlık yokmuşcasına eğlenceli bir biçimde gösteriyor, onun da hakkını teslim edeyim. 


 

Perşembe, Kasım 30, 2023

Dipfeykin galipleri

Doksanlı yıllarda medya çalışmalarında dikkat çekici bir kavramsallaştırma vardı: manipülasyon. Her makalede, her konuşmada rastlıyordunuz... Devletler vatandaşlarına, güçlüler zayıflara, batı doğuya, Amerika ve komünistler dünyaya, falan filana bunu yapıyor, olayları ve gerçeği çarpıtıyor, bizi inandırıyordu. Güçlü olanın gözleriyle görüyor, onun gibi konuşuyor, sorgulamıyor, kabulleniyorduk. 

Kabaca söylüyorum, Marksizmden beslenen eleştirel teoriler bunu anlatıyordu. Edward Said'in oryantalizmini, Foucault'un iktidarını konuşuyor, gizlenen gerçeklerden söz etmek istiyorduk. Gençlik hezeyanlarımı anlatıyor değilim, akademi bunu ders olarak öğrencilerine aktarıyordu demek istiyorum.

İnternet çağı meseleyi karıştırdı, çarpıtılmış enformasyonun yayılma potansiyelinin bu derece büyüyeceğini tahmin edemezdik... devletin ideolojik aygıtlarına karşı bir hazırlığımız vardı ama tek tek bireyler eliyle, akıllı telefonlarla üretilmiş sahte içerikleri düşünmemiştik... 

O kadar çok yanlış ve çarpıtılmış enformasyona maruz kalıyoruz ki...İnsanlar sorulduğunda bundan şikayetçiler ve dolaşımda olan enformasyona karşı koyu bir güvensizlik hissediyorlar. Ne ki, insanların inanmak istediği bir gerçeklik oluyor, o da üretiliyor ve sıradan insanlar kendilerine takdim edilen, beğendikleri gerçeği (sınamadan ve dikkat etmeden) paylaşarak çoğaltıyorlar. Çünkü insanların algı ve ilgisi çok sınırlı, bu imge ve enformasyon bombardımanı altında yoğunlaşamıyor, neyin doğru olup olmadığını kontrol edemiyorlar. 

Sahte içerikler çoğaldıkça, farkına varabileceğimizden çok daha fazla sahte içerik dolaşımda oldukça, doğrunun kabulü de imkansızlaşabiliyor. Deepfake çağı diye boşuna söylenmiyor. Büyük bir güvensizlikle argümanlara ve enformasyona inanmıyorsak... bunun sonuçlarını yaşıyoruz demektir. Bu kadar çok ülkede sağcı partilerin ve popülist siyasetçilerin yönetime gelmesi tesadüf değil... 

Keskin ve net ifadeler, otoriter ve dışlayıcı çıkışlar, büyük iddialar neden bu kadar popüler? Çünkü insanlar inanmak, güvenmek, ne olacağını bilmek istiyor, çoğulculukla ya da demokrasiyle (herkesin fikrini söyleyebilmesiyle filan) ilgilenmiyorlar, hatta bizzat bunlara inananların karmaşayı çoğalttığını düşünüyorlar.

Cuma, Haziran 02, 2023

Modern Prop.

Vahap Okay'ın kitabı, siyasal iletişim alanındaki ilk yayınlardan biri (1957). Ben kapağa takıldım. Kafasına çivi çakılan bir genç resmedilmiş. Dehşet verici bir şey ama çiviyi mesaj olarak kodlamışlar.

Propaganda denildiğinde genel olarak olumsuz bir şey anlamaya eğilimliyiz. İlk kullanılmaya başladığından beri propaganda dendiğinde insanların aklına manipülasyon ve komünizm geliyor... Tabii ki tesadüf değil... 

Hafızadan yazıyorum, 80'li yıllarda Amerikan popüler kültüründe propaganda sözcüğü Hitler, Stalin ve Humeyni'yi çağrıştırıyordu, kesin bir ifadeyle kötü-olumsuz bir şeydi. İnsanlar propagandaya maruz kaldıklarında beyinleri yıkanıyor, mesaja direnemiyor ve "doğru" davranamıyordu. 

Harold Laswell'in 1927 tarihli kitabı ve Magic Bullet teorisi, son derece basit olduğu için uzun yıllar etkili oldu diyelim. Kapakta çivi var, Laswell de şırınga mecazını kullanıyordu. O yıllarda genel olarak insanların manipülasyona açık olduğu ve mesaja direnemediği, tek biçimli anladığı, muhalif bir okuma yapılamadığına inanılıyordu. 

Kendisi dışında herkesi kandırılabilir, yönetilebilir ve yönlendirebilir bulan günümüz insanının temel dayanağı bu teoridir diyelim...  

E bugün farklı bir şimdiki zaman yaşıyoruz, daha karışık elbette, prop'un çivisi çıkmış mı diyelim yoksa çivi çıkar izi kalır mı bilemiyorum, Bedii Faik havasında bir yazı sonu oldu.

Cuma, Eylül 09, 2022

Medyanın Palavra Cümleleri Bunlar...


Umberto Eco yaşadığımız dönemin en ilgi çekici entelektüellerinden biri. Son derece zeki, donanımlı, eğlenceli, sadece siyaset felsefesi ve sosyolojiye değil popüler kültüre de vakıf olan başka biri. Bu denli yoğun ve hızla değişen bir gündemde söz söylemek, sözünü dinletebilmek, etki yaratabilmek hiç kolay değil. Hem popüler olacaksın hem de derinlikli önerilerde bulunacaksın. Entelektüeller en az onun kadar okumak, yazmak ve eylemek zorundalar artık.

Eco'yu Türkçedeki ilk kitabı olan, 1985'te çıkan, Gülün Adı romanından beri tanıyoruz, neşeli ve iştahlı bir yazar oldu hep. Bütün eserlerini incelerseniz görülebiliyor: kolay anlaşılamayan koyu akademik kitapları da var, saçmalamayın diyen yüzlerce gazete yazısı da. Ve sanki her kitabında, hiç karamsar olmadı, okurken iki paragraf aşağıda fıkra anlatacak gibi durabiliyordu. Karamsarlıktan ziyade toplum ya da insanlar neden karamsarlaştılar diye sormayı tercih etti. Savaş çığlıkları atmadı, karşısındakini saldırganlıkla suçlayan saldırganlıkları olmadı. Metaforlarla konuşmadı, her defasında açıklamaya çalıştı. Bana hep yaşlı bir adam olan yazarlardan biri gibi gelir, bu bilmenin ve sakinliğinin sonucu. Şahane romanlar yazdı, meselelerini şahsileştirmedi, kolay kolay kimselere salak da demedi, demeye getirdi. Kendini tanrı katında saymadı. Eco'nun konuşkanlığı ve anlama çabası bazen onu orta sınıfın makbul ve mutedil feylesofu olarak da gösterdi. Bunu pek umursadığını sanmıyorum. Hayatın içinde kalmak istediği için gazete-dergi yazısı yazdığı veya hatiplik yaptığı anlaşılıyor. Bunu politik bir mücadele saydığı, ısrar ettiği, inatla hikayelerini sürdürdüğü çok açık . Gazeteciler günü yaşarlar. Eco ise hafızayı temsil ediyor, bize geçmişi ve kıyaslamayı hatırlatıyor. Eğitim kurumları ve yazılı kültür, teorik olarak okumayı teşvik eder ve eleştirel düşünmeyi öğretir. Pratikteyse bunun karşılığı klişelerdir, ne yazık ki tabu ve ezberdir. Eco zengin bir perspektiften yazıyor: kitaplar, filmler, mitler, dedikodular, hatıralar, kuramcılar...Üstelik gülerek anlatıyor, bazen kızarak da anlatıyor ama hayat o kadar çok bağırmazsam farkedilmeyeceğim diyen insanla dolu ki...O gürültüden olmalı, Eco kızıyormuş gibi gelmiyor okuyana.

Ne anlatıyor peki? Ekseriyetle basit ve dünyevi, sık rastlanır bir kirliliği diline dolayıp bizi satırlarında gezdiriyor. "Bu yazıda" zihin açıcı bir fikir var dedirtiyor okuyana. Gerisi merak edenlere kalmış...Örneğin diyor ki medya, bilim ve teknolojiyi karıştırıyor. Teknoloji bilimin bir uygulaması ve sonucudur ama asla temeli olamaz. Teknoloji size her şeyi hemen verir oysa bilim ağır ilerler. "Üzgünüm" diyor Eco: "günümüzde bilim yalnızca kitle iletişim araçlarının bize sunduğu biçimde, sihirli yanıyla ortaya çıkmaktadır ve bilimden ancak mucizevi bir teknoloji vaad ettiğinde söz edilmektedir." Bilim adamlarının sihirbazlar gibi sunulduğunu hatırlatıyor, nasıl değil ne yaptıklarıyla ilgilenildiğini anlatıyor. Sihirden, yüz elli yıllık bir şiirden, altı yüz yıllık şifreleme tekniklerinden, ilk bilgisayar kullanıcılarından, tarikatlardan, favelalardan, tıptan, tv dizilerinden, bilim kurgu hikayelerinden söz ediyor. Sonra yine aynı fikre dönüyor: "Madam Curie bir akşam evine döndüğünde bir kağıdın üzerindeki lekeyi görür ve radyoaktiviteyi keşfeder, Doktor Fleming dalgın bir şekilde bir küfe bakar ve penisilini bulur, Galileo bir lambanın sallandığını görür ve bir anda herşeyi, dünyanın döndüğünü bile anlar, çektiği efsanevi cefalar aklımıza gelince, dünyanın hangi eğriye göre döndüğünü bulamadığımızı unutuveririz". Medyanın palavra cümleleri bunlar. Geçerken de asıl meselenin dışında duran, bazen kendini kattığı bir yorum ekleyebilir: "Virilio günümüzden hızın egemenliği altında bir çağ olarak söz eder (...) hatta ben hızın insanları hipnotize ettiğini söyleyebilirim (...) hıza o kadar bağımlıyız ki elektronik postamızı açamadığımızda ya da uçak geciktiğinde öfkeleniriz". Eğer teknoloji tartışmalarına aşinaysanız (örnekler hariç) ana fikir size yabancı gelmeyecektir çünkü Eco insanı şaşırtmaz, sakinlikle meselesini özetler, toparlar, kendini katar, önerisini yapar ve yazısını bitirir.

Eco nasıl biri? Bir liberter mi demeliyiz? Onu siyaseten tanımlayan epey görüş var, bazıları öfkeyle ve küçümseyerek yapıyor bunu. Eco da seçim ya da referandum zamanlarında bunu yaptı, kendini anlattı, bir şeyden yana oldu. Bu ittifaklar ve bariz gibi duran tercihlerine karşın bana mevcut durumumuzu, nerden gelip nereye gittiğimizi yorumlayan biriymiş gibi geliyor. Onu bir akıma ya da eyleme dahil etmek de zor, dahil olduğunda eylem ya da akımla onu özdeşleştirmek de. Şöyle diyor: "Bütün biriktirdiğim parayı deniz kenarında küçük bir ev almak için harcarsam, önümdeki sahile insanların gelip gürültü yapmasını ve çöpleriyle birlikte Coca-Cola şişelerini bırakıp gitmelerini engelleme hakkım var mıdır? Bu sorunun yanıtı hayırdır, evimin önünde bir geçiş yeri bırakmak zorundayımdır, çünkü sahilin küçük bir şeridi herkese aittir. Yapabileceğim tek şey çevreyi kirletenleri polise ihbar etmektir." Bunun açıklaması şu: demokrasilerde herkes diğer insanların haklarına zarar vermemek kaydıyla özgürdür. Eco size faşist hukuk demez, yasaların faşistçe nasıl yorumlanıp uygulandığını uzun uzun anlatır, son kertede hukukun üstünlüğüne inanır. İnsanın beş önemli ihtiyacı olduğunu söylüyor, bunu da Aydınlanmaya bağlıyor. Ne de olsa o bir İtalyan, kendini kadim geleneğin parçası ve taşıyıcısı sayıyor. Sıralamış: beslenme, uyku, sevgi (cinsellik ve evcil hayvana olan bağlılık dahil buna), oyun oynamak (bir şeyi sırf zevk duymak için yapmak) ve soru sormak. İlk dört ihtiyaç hayvanlar için de geçerlidir "ama beşincisi yalnızca insanlara özgüdür ve dil kullanımı gerektirir". Eco, her yazısında soru sorar, okuyanları soru sormaya zorlar. Soru soran anlamak isteyendir. Soru soran konuşur ve dinler. Galiba dünyaya bakışını belirleyen en önemli karakteristik insancıllığı. Eco ne anlatıyor diye düşündüğümde kendimce bulduğum cevap ise şu: o bize insan insanın kurdudur (Homo homini lupus) tarihini anlatıyor. Ve galiba bunu yaparken de asıl "insan insana muhtaçtır" demek istiyor. Yengeç Adımlarıyla, çoğunluğu gazete-dergi yazılarından oluşan bir deneme kitabı. Teferruatı ve ironisi bol yazılar bunlar. Ab origine bir rönesans adamının değinmeleri demek daha doğru olur.

Radikal Kitap, 19.10.2012

Perşembe, Temmuz 15, 2021

"Dijital seyirci"

[Nasıl bir seyirci] Dijital seyircisi, televizyon izleyicisinden sanıldığı kadar farklı değil. Yani, on lira veya hadi yirmi lira para ödeyerek bir şey seyreden seyircinin "derinlikli" bir hikaye aradığı, anladığı, istediği, beklediği düşünülüyorsa... bu iyimser bir yorum olur. Sinemada, bilet satın alarak girilen sinemadaki Gişe filmlerini aklımıza getirirsek "manzaranın" farkına varırız sanıyorum...

[Dijitalde platformlar neye bakıyor] maliyet ve sonraki getiri gibi meselelerini bir kenara bırakıyorum, sosyal medyada yazılanlara ve genel olarak seyircinin bir diziye başlayıp sonuna kadar seyredip seyretmediğine bakıyorlar diyebilirim. Televizyona kıyasla daha karışık bir süreç...Sosyal medyada yazılanlar önemseniyor ama manipüle edildiği de biliniyor, yani o derece önemsenmemesi gerektiği de düşünülüyor.

[Tepkiler] Çok çok önemli ve doğrudan beni ilgilendiren bir şey olmadıkça sosyal medyada yazılanları takip etmiyorum. Yanlış ya da eksik söyledim aslında, etmemeye çalışıyorum demem daha doğru, yoksa mutlaka birisi gönderiyor, görmemi istiyor... Ben artık gönderenleri de tuhaf bulduğum bir noktadayım, tepkimi merak ediyorlar çünkü... 

[İşin parçası]İçinde yaşadığımız çağın bir gereği bu, popüler kültür üreticisi iseniz  okur ya da seyirci size ulaşabiliyor, başetmek, bunun işinizin bir parçası olduğunu bilmek zorundasınız...

[Başetmek derken...] Son yayımlanan işimle, Yeşilçam ile ilgili çıkan herhangi bir yazıyı okumadım, kibir olarak okunabilir bu tavrım,  evet kısmen ciddiye alamıyorum, asıl olarak hikayelerle ilgili iştahımı düşürmek istemiyorum. 

[Nasıl bir seyirci 2] Biz ikinci sezonun senaryosunu çekimlerden altı ay önce bitirmişiz, ilki biteli bir yıl olmuş, oyuncu ve menajeri o bitmiş senaryoyu okumuş beğenmiş, oynamayı tercih etmişler, sürprizi yok bu işin, karakterin nerde ne kadar yer aldığı belli... Oyuncu fanları seyrediyor ve sevdiği oyuncunun azlığını "yoksunluk" sayarak soruyor, "niye rolü az" "nasıl kıydınız?" bir kere sorsa anlarım, yazıyor da yazıyor, suçluyor, aylar önce yazılmış bir şeyi günbegün yazdığımı sanıyorlar, o kadar çocuksular, bihaberler...Delice bir şey bu... Bunun nesini konuşacağım, ne kadarını ciddiye alacağım, sahiden kaçmak gerekiyor. İnsan kendini şu noktaya getirmemeli, bu kadar uğraşıyorum, insanlar sadece kızla oğlanın bakışmasını konuşabiliyor, sen de ister istemez, "nerden geldim İstanbul'a" diyebiliyorsun...O dağın gürültüsünü bilecek ve ona göre sağır olacaksın, kendini harap etmeyeceksin demek istiyorum. 

[Dijital seyirci dönüşür mü?] İyi anlatılmış dijital hikayelerin seyirciyi dönüştüreceğine inanılıyor, ben genel olarak iyimser biriyim, olabilir mi diyorsanız, çok mümkün değil cevabını veririm. Zorlamaktan yanayım, mevziler savaşına varım, uğraşıyorum ama... Nasıl anlatsam,  sektörde kime sorsanız yenilikçi, değişime açık ve cesur olduğunu söylüyor veya inanıyor...hakeza seyirci hep farklı bir hikaye olsun istiyor... E çıkan işler niye parlak değil. Çünkü genel seyirci daima çocuk zekalıdır, bu hiç değişmez, seyirci yaşlandıkça, seyir tecrübesi arttıkça, beğenisi geliştikçe azınlığa katılır. Hikaye bombardımanı altında bir seyirci var karşımızda, konuşulur olanı takip edenler diyelim. Her zaman bir azınlık vardı, hep olacak...ve öyle kalacak, yani iyi hikaye ve nitelikli seyirci rüyası memleketin değil, herkesin ve global sinemanın sorunu...veya bir temenni, bir hayal, bir dua...

[Telkin] Kendime hep şunu telkin ediyorum, bunlara takılmamalıyım, ben ne istediğimi biliyorum, hikayeler anlatmak ve yazmak istiyorum, yaptığım işi seviyorum, bir şans veya lütuf olarak görüyorum. Dijitalde televizyona göre bir tık mı desem, iki tık mı... daha derinlikli hikayeler anlatabiliyorum, başı sonu belli... enerjimi işime vermeliyim, herkesi memnun edemem... evimin önünü temiz tutacağım, bir tek buna söz verebilirim. 

[Netflix, Hollywood ve diğer ticari hikayeler] hiçbirine karşı değilim ya da tek tek her birine, hepsine karşıyım demek arasında bence o denli fark yok, varlar zaten, enerji kaybı bu tartışmalar. Sinema filmleri, diziler her zaman ticari hikayelerdir ve çok pahalıdırlar. Birileri bu harcamayı çıkaracak ki yeni bir film daha çekilsin...

[Dijital platformların seyircisi ile ilgili çok soru soruluyor, verdiğim cevapları derledim.]

Perşembe, Mayıs 20, 2021

Bugün Kime Çakıyoruz?



Yaşadığımız çağ yüzünden, az ya da çok, hepimiz birer performans sanatçısı gibi yaşıyoruz. Kendimizi, yapıp ettiklerimizi öyle ya da böyle teşhir ediyoruz. Şunu yaptım, sonra şunu yaptım, bakın bu benim çocuğum, bu da benim omuz başlarım, vay vay tüylerim.... Mahremiyet sınırlarının sürekli değiştiği, sürekli görünürleştiği garip bir aura içinde nefes alıp veriyoruz. Sosyal medya denilen şeyin bu denli hayatımızı belirliyor olması bir vakıa. 

Bunun dışında kalabilir miyiz? Hayır. Lafı evirip çevirmenin anlamı yok. Kalamayız. Zaten bunu düşünmenin bir faydası yok. Gösteri yapmak, teşhir etmek normal sayılıyor ve biz de bunun -şu ya da bu şekilde- aktörleri olarak hayatımızı sürdürüyoruz.

Bu kadar insan gösteri yapıyorsa, bu kadar insan gösteriye hazırlanıyor demektir. Bu kadar insan gösteri yapıyorsa, gösterinin kendisi sıradan ve yavan demektir. O gösteri dikkat çekmiyor demektir. 

Dikkat çekici olmak, gösterinin temeliyse ve gösteri, bu kadar yaygınsa... Adına hissiyat diyelim, iki şey dikkat çekici biçimde öne çıkar. Birincisi, güne "bugün kime çakıyoruz?" "bugün kimi yiyelim?" ve "bugün nasıl konuşulurum" diye başlarsınız. Aptallığı teşhir etmek, rezil etmek, nalına mıhına vurmak, haykırmak, yerle yeksan etmek vs... 

Bunları düşünmek, kolektif bir arzunun parçası olmayı gerektirir. Bütün kolektif arzular gibi histeri içerir ve linçcidir, birey olarak görünür olmaya çalışırken sizi kalabalığın bir parçası yapar. İkincisi, konuşmak ve anlamak değil, bağırmanız gerekir. 

Sakin olmanın, anlayışlı davranmanın tek bir manası yoktur. Bağırmayan, suçlamayan, itham etmeyen konuşamaz hale gelir. Daha doğrusu böylesi bir konuşmasının zerre etkisi yoktur. Anlam ve hakikat, başka türlü kuruluyordur. İnsanlar, kimsenin iyi niyetli olabileceğine inanmazlar çünkü. 

Konuşunca, herkes anlıyor bunu, hak veriyor, üzülüyor. Peki sahici mi bu keder? 

İnsanlar yazarken-konuşurken, bütün bu hengamenin dışında olduklarına inanmak istiyorlar. Her biri kendisini "auteur" sayıyor ama gösterinin kendisi auteuru belirliyorsa orada yaratıcılık, zeka, ironi ya da yenilik, benzemezlik mümkün değildir. 

Peki bu hastalıklı ruh hali nereye varacak? Bence artık hastalık olarak görülmediği bir evreye geçecek. Karamsarlıkla söylemiyorum, durdurulabilecek bir yanı olmadığından üzülmenin anlamı yok diyorum. 


Sakınmak mümkün müdür? Herkes kendini sakınma yolunu kendisi bulacak... 

Cuma, Ağustos 21, 2020

Mediyaa


Günümüzde medyanın "artık" varolmadığı iddia ediliyor. Var ya da yok, ne dersek diyelim bir medya algısı ve haber mantığı varlığını sürdürüyor. Geleneksel anlamda medya dediğimiz mecra neydi onu bir hatırlayalım, örneğin medyanın kendine rol olarak seçtiği ve itibarını arttırmak için olur olmaz zikrettiği kamu adına denetleyicilik (watchdog) ideali sahiden var mıydı? Yoksa tüm hayatımıza dâhil olan ve gündelik olanı önemli ölçüde yönlendirebilen,  ortak iyi ve kötüyü, yanlışı, çirkini, ahlak dışı olanı da işaret edip, belirginleştiren, kimi zaman da görmezden gelebilen, düşman kadar kahraman da üretebilen bir şey miydi? 

Medya için kesin konuşulabilecek tek şey ezelden bu yana tutarsız olduğu olabilir. 

Çok değil çeyrek asır öncesine gidin, bir sayfasında devlet göreve çağrılırken, diğer sayfasında neoliberalizmin öngördüğü yeni sosyal politikalar savunuluyordu. Konjonktüre, güç ilişkilerine ve ticari kaygılara göre biçimlenen bir yayıncılık anlayışını romantize etmek pek de akıllıca değil sanki. Medya, tutarlı ve tek biçimli değildir ve daima birbirleriyle çelişen içeriklerle varolur. 

Geçtiğimiz yüzyılda gazete ve televizyonu temel alan kamuoyu değerlendirmelerine bakarsanız, toplumların medyaya güvenmediğini görebiliyoruz. Diğer yandan medyayı güvenilir bulmadığını beyan eden toplumların sevip saydığı, güven duyduğu kişi ve kurumların da hemen her zaman medya ve medya seçkinleri tarafından üretildiğini biliyoruz. Sayısız ülkede rüşveti reddeden bürokratlar, yolsuzluk ve kanun dışılıkları açığa çıkaran mali ve adli denetçiler, ekonomi elitleri, mafyaya ya da geniş ölçekli bir örgüte direnen savcılar medya aracılığıyla kahramanlaştırıldılar, manşetlere taşındılar, eylemlerini sürdürmelerini kolaylaştıran kamuoyu desteğini önemli ölçüde medyadan sağladılar. 

Garip mi? Hayır değil. Medyaya güvenmeyen toplumlar medyanın kahramanlarına inandılar. Meseleye medya açısından bakarsak yaratılan kahramana verilen destek medyanın belli ölçülerde itibar tazelemesini de sağladı.

Tutarsızlık ve çelişki, dikkat edilirse bugünün “sosyal medya” algı ve üslubunu da tanımlıyor. Kamu adına denetleyicilik yapan, yapmaya çalışan, yaptığını iddia eden muhalif gazeteciler de var, yandaş denilen “sahibinin sesi” sayılan gazeteler de var. Her biri yazar, eleştirmen, gazeteci, yönlendirici olan-olduğuna inanan, olmayan çalışan kullanıcılar da var. Hepsi birlikte hemen her gün popüler olan hakkında tıpkı gazetesini satmak isteyen yazı işleri müdürü gibi manşet atıyor, manşet yorumluyor, “muhabirlik” ve "köşe yazarlığı" yapıyorlar. 

Evet bir kaos gibi duruyor, “sert” olan, büyük konuşan, “saldıran” dikkat çekiyor gibi gelebilir, bence o kadar değil… 

Geçmişte öğrenciyken kütüphaneye gider çıkan bütün günlük gazetelere bakar, okumaya çalışırdım, asla para verip almayacağım gazeteleri karıştırmak bana garip bir his verirdi, bildiğim ve aşina olduğum fikir ve iddiaların dışında bir şeylerle  karşılaşıyordum. Varolduklarını bilmediğim gündemler, sansasyon sayılan ama beni zerre ilgilendirmeyen meseleler… Vay diyordum, hani dünya küçüktü… 

E o zaman internet yoktu, karşılaşmak hiiç kolay değildi. Kaos hep vardı da göremiyor, bilemiyorduk, madden de külfetliydi belki de…Şimdi kolay karşılaşıyoruz, çeşitlilik bizi rahatsız ediyor çünkü, haklı ve doğru olduğumuza inanıyoruz, karşıt fikirleri “marjinal” olanlarla özdeşleştirip kendimizi rahatlatıyoruz.  

Evet yazılı basın ölüyor ama her yerde ölüyor, bu ölümcül azalış, medya ve haber mantığının, watchdog'un bittiğini göstermez elbette.

Bu konuda diyecek lafım çokmuş, şimdilik bu kadar diyeyim.

Perşembe, Haziran 25, 2020

Kayıp Bir Ressamın Evrak-ı Metrukesi




Yüz yıl önce diyelim, matbaa teknolojisinin yetersizliği nedeniyle gazeteler-dergiler pek fotoğraf kullanamaz, basın ressamlarına başvurur, onların ürettiği görsellikten faydalanırlardı. Gazete-dergi dağıtımı ülke çapında yapılamadığından satışlar yüksek değildi ve bu durum ressamlara ödenen telifi doğrudan etkiliyordu. Hemen bütün ressamlar bir gazeteye ve birden fazla dergiye iş yetiştirmek durumundaydı. Seri üretim yapabilen, o disiplini gösterebilen ve o profesyonelliği başarabilen ressam sayısıysa çok fazla değildi. Yayıncılar, onlara mecbur kalmamak içim profesyonellerin alternatiflerini arıyor, yetenekli gençleri, akademiden öğrencileri, meraklıları devşirmeye çalışıyor, ucuz maliyetli isimler bulmaya uğraşıyordu. Bu çerçevede her dönem sürekli çalışan isimlerin yanında piyasaya girip çıkan pek çok ressam namzedi oluyor, çoğu sebat etmiyor, kaybolup gidiyordu. İzzet Ziya, geçen yüzyılın ilk yarısında çalışmış, sonradan kaybolup gitmiş basın ressamlarımızdan biri. Taha Toros ve Nüzhet İslimyeli'nin yazdıkları dışında hakkında doğru düzgün bir malumata dahi sahip değildik. Bahriye Çeri ve Ali Birinci, onun hakkında kıymetli bir albüm-kitap yapmışlar. Kitap, İzzet Ziya'nın dergilerde kalan ilüstrasyonlarını ve biyografik nitelikli ayrıntılı bir önsözü içeriyor.

Öğreniyoruz ki, bir dönem saray ressamlığına kadar yükselen İzzet Ziya, cumhuriyet'te de nitelikli bir devlet memuru olmaya devam etmiş; az çizmesinin, geniş aralıklarla üretmesinin gerekçesi böylelikle anlaşılıyor. Babıali'nin nekes patronlarından sıtkı sıyrıldığında kaçıp gidebiliyormuş, 'la havle' çekip devam etmek zorunda kalmıyormuş. İzzet Ziya'nın 1919-1936 yılları arasında çizdiği kimileri karikatür, çoğunluğu hikâye-roman resimlemelerinden oluşan albüm, basın ressamlığı bakımından zihin açıcı bir panorama oluşturuyor. İzzet Ziya, 1935'te, Yedigün'de yeniden çizmeye başladığında 52 yaşındaymış, o yaşta tazelenmek-iştahlanmak takdire şayan. Çizmeyince bileğiniz kütükleşir, eskisi gibi çizebilmek, kıvraklık kazanabilmek için tekrar ve tekrar çalışmanız gerekir. İzzet Ziya, bunu göze almış, üstelik yirmili yıllarda çizdiklerine göre daha olgun çalışmalar çıkartabilmiş. Vefatında Ankara'da yaşadığına göre, çizdiklerini İstanbul'a postayla gönderiyor olmalı.

Basın ressamlığı, endüstriyel üretim anlamına gelir, sanattan çok popüler beğeniye ve önemli ölçüde taklide dayanan bir tekrar içerir. Onar yıllık aralarla basındaki görsellik incelenirse popüler ve taklit edilen bir üslup olduğu, bunun tekrar edilerek yaygınlaştırıldığı görülebilir. Her yeni gelen çizerden o popüler-hâkim üsluba benzeyen üretimler istenir. Örneğin bizde 1920'li ve 30'lu yıllarda Fransız gazeteleri ve orada hâkim olan görsellik taklit edilir. Dergi ve gazetelerimizde imzaları farklı olmakla birlikte birbirine benzeyen ilüstrasyonlar görürüz. Benzeşme derken 'Parisienne' bir üslup, belirginleştirilmiş bir kibarlık, elegant kadın ve erkekler resmediliyor demek istiyorum. En fazla iki kişinin, ekseriyetle bir kadın ve bir erkeğin yan yana, göz göze, 'ruhen' yanak yanağa getirildiği mizansenler de denebilir çizilenlere. Arka plan ve bir iç derinlik yoktur. Sessiz sinema tasarımı kadın ve erkekler tek bir duyguya odaklanmış biçimde ağlamaklı ve endişeli ifadelerle bakınırlar... Az sonra büyük bir sır ifşa edilecek, ayrılık olacak, kavuşamayacaklar, hüsran, facia, bedbahtlık vs yaşanacaktır sanki.

İzzet Ziya, bu resimlerdeki imzalardan biri… En ünlüsü değil. Fransız çizerlerini andırıyor, o yılların pek çok karikatürist ve basın ressamı gibi özgün durmuyor çizdikleri. Neden diğer ressamlarımız kadar hatırlanmıyor sorusu az üretmesinden, mevcuda yeni bir yorum getirememesinden kaynaklanıyor bana kalırsa. İzzet Ziya, kendine özgü bir başkalık taşımadığından, kendisinden talep edileni yaparak, siparişi tamamlayan bir zanaatkâr gibi duruyor. Münif Fehim, İhap Hulusi veya Ramiz ölçüsünde bir basın ressamı değildi ama el hak, talebe cevap verebiliyordu. Örneğin elleri iyi çizemiyordu ama önemli olan eksajere edilmiş yüz ifadesiydi. İzzet Ziya bunu kotarabiliyordu.

Yirmili yıllarda basınımız için Fransızları modelliyor dedik, otuzlu yıllarda İzzet Ziya'nın daha olgun ve oturmuş çizgilerini yayınlayan Sedat Simavi'nin ünlü Yedigün dergisi frankofon etkiyi sürdürmekle birlikte, başka bir görsel iklimin ve modanın içindeydi. Amerikanlaşma yaşayan bir Fransa vardı artık, çizgiler de ona göre değişmişti. (Babıali, Amerikanlaşmayı uzun yıllar Fransa üzerinden takip etti.) Şevki ve Sururi gibi American Style ressamların giderek öne çıkması da bu yüzden oldu, tek etkiye değil arkaplan ayrıntısına dayanan, dekoratif unsurların azaldığı, çizgilerin berraklaştığı, kadınların ve erkeklerin vücut özelliklerinin daha fazla belirginleştirildiği yeni bir resim anlayışı oluşmuştu. 'Kamera' daha geriden kuruluyordu artık. Yüz ifadesi kadar mekân tasviri de önem kazanmıştı. İnsanlar o güzel kadınların nasıl bir mekânda yaşadığını görmek istiyordu. İzzet Ziya, otuzlu yıllarda daha iyi çiziyormuş ama yine yeni değilmiş demek istiyorum. Modern üslup, bir kez daha başkaları tarafından temsil ediliyormuş. İzzet Ziya, yaşasaydı, ne kadar değişirdi, yeni biçime nasıl uyum sağlardı, kestirmek güç. İyi eğitimli bir saray ressamının, çini mürekkebiyle ve ucuzcu gazetelerle serencamı hayli ilginç elbette. Çizme iştahı gösteren arzulu bir adam mıydı yoksa ilerleyen yaşlarında düşkünleşerek maddi imkânsızlıklar yüzünden, beklenmedik bir ihtiyaçla Babıali'ye mi gitmişti, bilmiyoruz. Kitaptaki bütün çizimleri incelediğimde bende kalan tortuyu, melodramatik bir keder olarak tarif edebilirim. Belki abartıyorum, İzzet Ziya, yalnız ölen ve hatırlanmayan biri, sanki öyle, fazlasıyla romanesk geliyor bana.

Radikal Kitap, 18.4.2014

Cuma, Haziran 12, 2020

Medya Tarihi



Manara'nın pandemi sırasında çizdiği ilüstrasyonlardan. Bizde bitti bitiyor ya, İtalya'da gazete bayiileri ne durumda diye düşündüm. On beş yıl önce, Medya Tarihi dersinde gazete ve dergi yayıncılığı için "geç başladı ama merak etmeyin bizde de onlardan erken bitecek" esprisi yapardım. O tarihte abartılı bir espri gibi duruyordu.

Siyaseten romantik bir biçimde ofladım, önemli bir şey değil, arada oluyor, dağılabiliriz, ben iyiyim.

Pazar, Aralık 15, 2019

Anti medya


[...] Kirlenme vurgusuyla başlayalım. Anti-medya metinlerinin satır aralarında/tamamında biteviye tekrar edildiği gibi her şey kirleniyorsa kim te­miz, dürüst ve samimi kalabiliyor ki? Eğer bir kirlenme varsa, bunun anlamı o döneme dair herkesin böyle bir kirlenmeden nasiplenmesi ya da bizatihi sorumlu olması demektir. Anti-medyacılık, öncelikle bir karşıtlık, kirlenmeye karşı durmak ise, söz konusu edilmese bile eleştiri sa­hibini doğallıkla dürüstlük, samimiyet ve iyiliğin tarafı olarak belirliyordu. Sırf bu yüzden anti-medya duruşu, ideolojik tözü itibarıyla ahlâkçı­dır. Her türlü anti-medya metnini "kazıdığınız­da" altından bir siyasal inanç ya da düşünceden çok ahlâk çıkacaktır.

Bu ahlâki vurgu ise kullanılan dil ve yöntem­lerden çok, sonuçları itibarıyla konuşulabilir. Çünkü anti-medya bizzat içerdiği dil ve söylem itibarıyla terörize ve mağdur edildiğini vurgula­maktan çok iç ve dış düşmanları açığa çıkartan tutanakların, raporların, yeminlerin, örgütlerin, erkeklerin, güçlülerin, “haklı”ların, Emin Çölaşan'ın, Peyami Safa'nın; bizzat iktidarın dilini ye­niden üretiyor. Ne kadar çok bağırırsa o kadar haklı olacağını düşünen, her konuştuğunda va­tan hainlerini, dönekleri, eşcinselleri (!), ajanları, halk düşmanlarını, korkakları, futbolcuları, dün­kü çocukları, artıkları, kadın düşkünleri ve ser­maye uşaklarını afişe eden bir “dil”den söz edi­yoruz. Hal bu olunca, anti-medyanın yarattığı tüm tartışmalarda toplumsal yaşamın esasına iliş­kin konular siyasal değerlendirmeler ışığında ya­pılmıyor. Kamusal polemiklerden, eleştirilerden ziyade kişisel geçimsizlikler ve sosyo-psikolojik etmenler üzerinde duruluyor. Ki tüm bunlar, in­sanların gündelik siyasal faaliyetlerden uzaklaşa­rak, siyaseti en iyi olasılıkla taraftar olarak izle­dikleri medyatik gösteriye eklemlenmek anlamı­na geliyor. Bu önemli husus, çıka(rtıla)n gürültü­nün aksine, anti-medyanın etkisinin daralması sonucunu getiriyor. Diğer yanda, anti-medya, du­ruş olarak sui generis ahrazlar da taşıyor. Anti-medyanın sürekli teyakkuz halinde görünmesine rağmen, karşı tarafın belirleyiciliğine mahkûm olması, ancak onun "konuşması"yla konuşabilmesi önemli bir ahrazdır. Başkalarının suçluluğuyla yaşamak, söyleyecek yeni bir şeyi olma­mak, açıkça enerji kaybetmektir. Hepsinden önemlisi, kendini anti-medya olarak tanımlayan çokluğun yaptığı gibi, anti-medya'ya “ben nerede duruyorum?”un değil “ben kimim?”in cevabı olarak kurulmuş bir kimlik tanımı biçiminde yaklaşılıyor. Az satmak, az satan bir yayında ol­mak, varsıl medyanın dışında yazmak, mevcut eşitsizlik ve ayrımcılıkları alenileştirmek, görü­nür ve konuşulur kılmak demek değildir ki. Hat­tâ herkesin tespit edebileceği biçimde kimi -ya­yınlar merkez dışında görünmelerine rağmen merkezkaç siyasî akımlar konusunda devletin kolu kanadı olabilmektedirler.

Bu noktada muhalif bir tavrın hayatî -ve birbir­leriyle bağlantılı- iki özelliğinden bahsetmek ye­rinde olacaktır. Öncelikle, herhangi bir muhalif hareketin bekasının söylemsel direnişin yanında/arkasında belirli bir hareket/düşünce/inanç ta­şımasıyla garanti edildiğini düşünüyorum. İkinci­si, ilkine bağlı olarak daha önemlidir, o hare­ket/düşünce ya da inancın karşı çıkılan “her şey”e alternatif olabilmesidir. Bu “sine qua non” özel­likler muhalif duruşların içeriklerini anlamlandır­mamızı da kolaylaştırabilir. Zira çoğu söylemsel direniş yönteminin arkasında bir hareket, düşün­ce ya da inanç -İslâm ya da Kemalizm gibi- görebilmek mümkün. Ve bunun nasıl bir muhalefet olduğu sorusu -sistem içi olmak, hizip yapmak vs.- tamamen ayrı bir konu. Bizim problemimiz anti-medyanın bir hareket/düşünce/inanç oluştu­rup oluşturamadığı ve eğer oluşturuyorsa bunun alternatif olup olamadığı. Anti-medyanm yanında ya da arkasında böyle bir hareket/düşünce/inanç ya da eylemsel bir birliktelik olmadığı ortada. Al­ternatif olabilmenin yolu ise mevcut koşullardan farklı bir toplumsal özgürleşim/dönüştürme esası­na dayalı ekonomik-sosyal çözüm önerileri ürete­bilmek olsa gerek. Var olan muhalif kesimlerin al­ternatif oluşturamamaları da aynı gerekçelerle malûl. Anti-medya “hareketi” ise bir alternatif de­ğil, dışlanan ya da dışarıda kalmayı seçen muhalif grupların direnişi için kullanılan ortak bir servis aracıdır. Anti-medya, bir yöntem olarak mir-î maldır. Açarsak, iktidara veya varsıl medyanın kaygan zeminine karşı durmak illa ki solcu ya da “devrimci” olmayı gerektirmiyor ki! Örnek olsun diye LeMan ya da Cumhuriyet ile Yeni Şafak gazete­sinin anti-medya tavırlarını karşılaştırarak önemli benzerlikler ve denk düşen tespitler yakalanabilir. Bunların pek konuşulmadığını, aksine “adama şunu söyledik, alaşağı ettik, iyi geçirdik”ten öte geçemeyen anti-medya tavrının abartılarak muha­lif paradigmada merkezileştirildiğini düşündü­ğüm için söylüyorum. Ayrıca küçümsemiyor, dö­nemler itibarıyla gerekliliğine inanıyorum. Aynı yollardan geçen her yeni yolcunun medya'ya, yükselen değer ve tüketim savunucularına “karşı durmadan” kendi muhalif kişiliğini oluşturama­yacağı rahatlıkla söylenebilir.

İyimser bir yaklaşımla, anti-medyanın zaman içerisinde ayrışarak, ayıklanarak özgün dilini ve hareketini yaratacağını da düşünmek mümkün. Ancak bugün için sürekli bağırarak konuşan, doğruların muhafızı olabileceği zehabına kapıl­mış, kendi doğrularını yaratamayan ukala kaka­van bir üslûp ve daha ileri gidemediği için güdük bir istihza kılığına bürünmüş anti-medya'dan da hoşnut değilim. Tanımlanmış, adı konulmuş, meramını, niyesini, nedenini, durduğu yeri dil­lendiren bir anti-medya tavrı, muhalif kesimlerin duruşuyla1 ilgili turnusol kağıdı işlevi görebile­cektir. Halihazırdaki şartlarda ise kimin nerede durduğu, kimin bizden, kimin kim bilir nereden olduğu anlaşılamayarak iş, daha bir muğlaklaşıyor. Belki bu yüzden açık-gedik arayan, buldu­ğunda affetmeyen, "öteki"ne dünyayı zindan eden, mezhep ve forma farkı/aşkı gözetmeyen, başka bir kirlenme de yaşıyoruz.

[1997 yılında yazdığım bir yazıdan bölüm]


Related Posts with Thumbnails