[...] Kirlenme vurgusuyla
başlayalım. Anti-medya metinlerinin satır aralarında/tamamında biteviye tekrar
edildiği gibi her şey kirleniyorsa kim temiz, dürüst ve samimi kalabiliyor ki?
Eğer bir kirlenme varsa, bunun anlamı o
döneme dair herkesin böyle bir kirlenmeden nasiplenmesi ya da bizatihi sorumlu olması demektir.
Anti-medyacılık, öncelikle bir karşıtlık, kirlenmeye karşı durmak ise, söz konusu
edilmese bile eleştiri sahibini
doğallıkla dürüstlük, samimiyet ve iyiliğin tarafı olarak belirliyordu. Sırf bu yüzden anti-medya duruşu, ideolojik tözü itibarıyla ahlâkçıdır.
Her türlü anti-medya metnini "kazıdığınızda" altından bir siyasal inanç ya da düşünceden çok ahlâk çıkacaktır.
Bu ahlâki vurgu ise
kullanılan dil ve yöntemlerden çok,
sonuçları itibarıyla konuşulabilir. Çünkü
anti-medya bizzat içerdiği dil ve söylem itibarıyla terörize ve mağdur
edildiğini vurgulamaktan çok iç ve
dış düşmanları açığa çıkartan tutanakların,
raporların, yeminlerin, örgütlerin, erkeklerin, güçlülerin, “haklı”ların, Emin
Çölaşan'ın, Peyami Safa'nın; bizzat
iktidarın dilini yeniden üretiyor. Ne
kadar çok bağırırsa o kadar haklı
olacağını düşünen, her konuştuğunda vatan hainlerini, dönekleri,
eşcinselleri (!), ajanları, halk düşmanlarını, korkakları, futbolcuları, dünkü çocukları, artıkları, kadın düşkünleri ve sermaye
uşaklarını afişe eden bir “dil”den söz ediyoruz. Hal bu olunca, anti-medyanın yarattığı tüm tartışmalarda toplumsal yaşamın esasına ilişkin
konular siyasal değerlendirmeler ışığında yapılmıyor.
Kamusal polemiklerden, eleştirilerden ziyade kişisel geçimsizlikler ve
sosyo-psikolojik etmenler üzerinde
duruluyor. Ki tüm bunlar, insanların gündelik siyasal faaliyetlerden
uzaklaşarak, siyaseti en iyi olasılıkla
taraftar olarak izledikleri medyatik gösteriye eklemlenmek anlamına
geliyor. Bu önemli husus, çıka(rtıla)n gürültünün aksine, anti-medyanın etkisinin daralması sonucunu getiriyor. Diğer yanda, anti-medya, duruş olarak sui generis ahrazlar da taşıyor. Anti-medyanın
sürekli teyakkuz halinde görünmesine rağmen,
karşı tarafın belirleyiciliğine mahkûm olması, ancak onun
"konuşması"yla konuşabilmesi
önemli bir ahrazdır. Başkalarının suçluluğuyla yaşamak, söyleyecek yeni bir şeyi olmamak, açıkça enerji kaybetmektir. Hepsinden önemlisi, kendini anti-medya olarak tanımlayan çokluğun yaptığı gibi, anti-medya'ya “ben nerede duruyorum?”un değil “ben kimim?”in cevabı olarak kurulmuş bir kimlik tanımı biçiminde yaklaşılıyor.
Az satmak, az satan bir yayında olmak,
varsıl medyanın dışında yazmak, mevcut eşitsizlik
ve ayrımcılıkları alenileştirmek, görünür ve konuşulur kılmak demek
değildir ki. Hattâ herkesin tespit
edebileceği biçimde kimi -yayınlar
merkez dışında görünmelerine rağmen merkezkaç
siyasî akımlar konusunda devletin kolu
kanadı olabilmektedirler.
Bu noktada muhalif bir
tavrın hayatî -ve birbirleriyle bağlantılı- iki özelliğinden bahsetmek
yerinde olacaktır. Öncelikle, herhangi bir
muhalif hareketin bekasının söylemsel
direnişin yanında/arkasında belirli bir hareket/düşünce/inanç taşımasıyla garanti edildiğini düşünüyorum. İkincisi, ilkine bağlı olarak daha önemlidir, o hareket/düşünce ya da inancın karşı çıkılan “her
şey”e alternatif olabilmesidir. Bu
“sine qua non” özellikler muhalif
duruşların içeriklerini anlamlandırmamızı da kolaylaştırabilir. Zira
çoğu söylemsel direniş yönteminin arkasında bir hareket, düşünce ya da inanç -İslâm ya da Kemalizm gibi- görebilmek mümkün. Ve bunun nasıl bir muhalefet olduğu
sorusu -sistem içi olmak, hizip yapmak vs.-
tamamen ayrı bir konu. Bizim problemimiz anti-medyanın bir
hareket/düşünce/inanç oluşturup
oluşturamadığı ve eğer oluşturuyorsa bunun alternatif olup olamadığı. Anti-medyanm yanında ya da arkasında
böyle bir hareket/düşünce/inanç ya da
eylemsel bir birliktelik olmadığı ortada. Alternatif olabilmenin yolu
ise mevcut koşullardan farklı bir toplumsal
özgürleşim/dönüştürme esasına dayalı ekonomik-sosyal çözüm önerileri üretebilmek olsa gerek. Var olan muhalif kesimlerin alternatif oluşturamamaları da aynı gerekçelerle malûl. Anti-medya “hareketi” ise bir alternatif
değil, dışlanan ya da dışarıda kalmayı seçen muhalif grupların direnişi için kullanılan ortak bir
servis aracıdır. Anti-medya, bir
yöntem olarak mir-î maldır. Açarsak,
iktidara veya varsıl medyanın kaygan zeminine karşı durmak illa ki solcu
ya da “devrimci” olmayı gerektirmiyor ki!
Örnek olsun diye LeMan ya da Cumhuriyet
ile Yeni Şafak gazetesinin
anti-medya tavırlarını karşılaştırarak önemli benzerlikler ve denk düşen tespitler yakalanabilir. Bunların pek konuşulmadığını, aksine “adama şunu söyledik, alaşağı ettik, iyi geçirdik”ten öte
geçemeyen anti-medya tavrının
abartılarak muhalif paradigmada
merkezileştirildiğini düşündüğüm
için söylüyorum. Ayrıca küçümsemiyor, dönemler itibarıyla gerekliliğine
inanıyorum. Aynı yollardan geçen her yeni
yolcunun medya'ya, yükselen değer ve tüketim savunucularına “karşı durmadan” kendi muhalif kişiliğini oluşturamayacağı rahatlıkla söylenebilir.
İyimser bir
yaklaşımla, anti-medyanın zaman içerisinde
ayrışarak, ayıklanarak özgün dilini ve hareketini yaratacağını da
düşünmek mümkün. Ancak bugün için sürekli
bağırarak konuşan, doğruların
muhafızı olabileceği zehabına kapılmış,
kendi doğrularını yaratamayan ukala kakavan bir üslûp ve daha ileri gidemediği için güdük bir istihza kılığına bürünmüş anti-medya'dan da hoşnut değilim. Tanımlanmış, adı konulmuş, meramını,
niyesini, nedenini, durduğu yeri dillendiren
bir anti-medya tavrı, muhalif kesimlerin duruşuyla1 ilgili
turnusol kağıdı işlevi görebilecektir. Halihazırdaki şartlarda ise kimin
nerede durduğu, kimin bizden, kimin kim bilir
nereden olduğu anlaşılamayarak iş,
daha bir muğlaklaşıyor. Belki bu yüzden açık-gedik arayan, bulduğunda affetmeyen, "öteki"ne dünyayı
zindan eden, mezhep ve forma farkı/aşkı gözetmeyen, başka bir kirlenme de yaşıyoruz.
[1997 yılında yazdığım bir yazıdan bölüm]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder