Pazartesi, Ekim 21, 2024

Maskeli Çetin Kaptan

Otuzlu yıllardan bir çizgi roman Çetin Kaptan, Rakım Çalapala'nın yazdığı Ercümend Kalmuk'un çizdiği çalışma Yavrutürk'de yayımlanırdı. Aşağıda tam sayfa örneğini de vereceğim çalışmada Çalapala şiirimsi bir metin yazıyor, Kalmuk da o dizelere uygun bir görselleştirme yapıyordu.

Etkisi oluyormuş, beğeniliyormuş ki, yıllar önce Mümtaz Soysal, bir röportajında en sevdiği kahramanın Çetin Kaptan olduğunu söylemişti. Demek ki diyorum, Çetin o yılların çocuklarının kalbini fethedebilmiş... 

Doğal olarak yerli ve milli bir çizgi romandı Çetin Kaptan, bir o kadar da pedagojik...

Yukarıda seçtiğim gaz maskeli kare, yaşadığımız pandemi nedeniyle hemen dikkat çekmiş olmalı, öncesinde ne olduğu "pek" anlaşılmazdı.

Çetin Kaptan, niye maske takıyordu veya niye harçlığından artırarak kendine bir maske almıştı derseniz eğer... şöyle anlatayım, o yılların popüler kültüründe büyük bir savaş çıkacağı endişesi çok yüksek(ti)... Çıkacak savaşın uçaklarla, gaz bombalarıyla yaşanacağı düşünülüyor, gaz maskeleri kurtarıcı bir mühimmat olarak görülüyor(du). 

Gaz maskeleri, genellikle soğuk savaşla özdeşletirilir ama ilk büyük savaş ve sonrasında da popüler kültürün tekrar eden ve bilinen simgelerindendi. Düşünün bizimkiler de Fransızlardan göre göre ağaç yaşken eğilir misali, çocuk kahramanlarına maske taktırıyorlardı. 

Bakınız Çetin Kaptan, iftiharla maskesini sunar!

Pazar, Ekim 20, 2024

Dünyaya açılan pencere

Cemal Nadir, "gazete dünyaya açılan bir penceredir" fikrini esprileştirmiş. Delikanlı, gazetede açtığı delikle hanfendiyi dikizliyor. Gören olursa "ayıplar", e ayıp dediğimiz de ne desek boş, esprinin kıyılarında yaşar, mağduruysanız trajedidir ama seyretmesi sizi güldürebilir. Freud, esprinin bastırılandan çıktığını cinsellik ve argonun bu sebeple temel kaynaklar olduğunu iddia eder.

Ben, "dünyaya açılan pencere" nitelemesine takıldım, bir erkekle bir kadının karşılaşmasını sahiden de dünyaya açılmak sayarım. Meydan okuma içerir çünkü, cesaret ve kaybetme korkusu yarenlik eder o kalkışmaya... Büyük bir keşiftir... Yeni bir kıtayla tanışırsınız. Beğendirmek zorunda olduğunuz bir süreç yaşar, olduğunuzdan daha "ince" olduğunuz bir efor kaydedersiniz. Melankoli, şehvet, arzu, endişe, neşe, keder, öfke duyarsınız... Dünya, sahiden de o gazetedeki delikten gördüğünüz şey olur, kalbin gümbürtüsü, yokluğunun sessizliği... 
 

Cumartesi, Ekim 19, 2024

Salih Erimez

Salih Erimez, göz alıcı çizgileri olan bir sanatçı değildi ama çok özgün ve kendine has bir dünyası vardı. İlk çizgilerinden son çalışmalarına kadar bir tarzı neredeyse hiç değiştirmeden sürdürmek az şey değil. Hem iyi hem kötü. Çizgi roman ve karikatürden ziyade ilüstrasyona yakındı. Uzun yıllar, geçmişi anlatan çizimler yaptı, orada da bir ortalaması vardı diyemem, bazen sahiden çarpıcı "esprisi", "fikri" olan sayfalar çizdi, bazen zor anlaşılan, insana ne okuduk, neye baktık dedirten şeyler üretti... 

Yukarıda iyi olduğunu düşündüğüm bir örnek seçtim. Külhanbeyleri sarhoş bir halde naralar atıyor, köpekler onlara havlıyor, arkadaki Zaptiye hiddetleniyor, penceredeki kızlar da "külhanlara" imreniyor filan... El hak, tarafları güzel konuşturmuş. 

Külhanbeylerinin "Heyyt imanım, savulun be! Adımız çene söküp filiz kıran, var mı bize yan bakan?" narasına Zaptiye subayı hiddetlenip Çavuş'a emrediyor: "Çavuş, çevirin şunları, alın karakola yatırın falakaya, nara atmayı anlasınlar"... pencereden bakan kızların derdiyse başka: "Kırk bir kere maşallah. Yaradana kurban olalım."

Erimez için göz alıcı değil dedim, şöyle anlatayım, zanaat olarak, sahnenin istifinde penceredeki kızlar hiiç gözükmüyor, halbuki arzunun membaı olarak sadece görünmemeli dikkat çekici biçimde yerleştirilmeliydiler, hatta sayfa kompozisyonu değişmeliydi, onları merkeze alarak yeniden kurulmalıydı demek istiyorum. Sonuçta erkekler tepişiyor, onlarsa bir espri olarak kapalı hayatlarına sirayet eden o narayı gürültüden çok bir aşk nağmesi olarak görüyorlar. 

Erimez, son yıllarında çizmiş bu sayfaları, belki yorulmuştu, belki bıkmıştı, onu da aklımda tutuyorum. 

Cuma, Ekim 18, 2024

Bir günün beyliği

Kürt Beyi: bir günün beyliği beyliktir!
Karikatür, İran’ın işgali sırasında Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan, bir yıllık kısa ömürlü Kürt Mahabad Cumhuriyeti'nin sönümlenmesiyle ilgili (1946). Blogun takipçilerinden olan bir arkadaşımız bu kapakla kimin eleştirildiğini sormuş: “Cemal Nadir, o kapakla günümüz İran sınırları içerisinde Sovyet desteğiyle kurulan Kürt devletini mi tiye alıyor? (…) Yoksa dönemin Türkiye’sindeki Kürtler için mi çizilmiş? Bunu merak etmekteyim. ”

Ona yazdığım cevabı paylaşayım: Özel bir ilgim olmadığı için olayın kendisine dair bir şey söylemem zor, dönemin gazetelerine bakmak gerekiyor. İlk söyleyeceğim, konuyu (espriyi) Yusuf Ziya Ortaç bulmuş-söylemiş, Cemal Nadir sadece resmetmiş olabilir, bunu hep aklımızda tutmalıyız, imzaya aldanmamak gerekiyor... Akbaba’da özellikle siyasi esprileri Ortaç belirliyor, karikatüristlere "çizdiriyor"... 

İkinci mesele ise o dönem basınında Kürtler ismen dahi pek geçmiyor, şaki ya da eşkıya olarak niteleniyor ve o mantıkla da karikatürize ediliyorlar. Sonuçta İstanbul'da çıkan az satışlı yayınlar bunlar... Kürtlerle "karşılaşmıyorlar", onların düşman gündeminde Yahudiler ve Rumlar var. Yani o espriyle içerdeki Kürtlere yönelik bir mesaj verilmiş olması çok mümkün görünmüyor. Sovyetler, Kürtlere, Araplara, atıyorum Afrikalılara yardım ediyor gibi görünür ama aslında köleleştirir gibi bir yargıya sahipler... Bir günlük beylik esprisinde elbette Kürtlere yönelik tahkir ve tezyif var, ama yukarıda söyledim, onları eşkıya ölçüsünde vahşiler gibi görüyorlar... hakeza Arapları ve "Zencileri" de öyle görüyorlar. Bilmedikleri için de klişelerle düşünüyorlar.

E, peki niye bu kapağı çizmişler dersek, öncelikle anti Sovyetik bir refleksi aklımıza getirmeliyiz. Sovyetlerin desteklediği herhangi bir şey iyi olamaz diye düşünülüyor, o fikirle bakılıyor olup bitene, mesele Kürtler değil Soğuk Savaş iklimi ve koşullanması bence...

Şunu bilebilsek, güzel olurdu, aynı soğuk savaş koşullarıyla ilgili Akbaba'nın feyz aldığı Fransız dergileri örneğin, bu meseleye dair ne çizmişlerdi? 

Perşembe, Ekim 17, 2024

Boğaz Manzarası

Aydede kapağı, Turhan Selçuk çizmiş, karı-koca boğaz manzarasına bakarak oturuyorlar. Onları, daha doğrusu, genç kadının oturuşunu gören iki delikanlı da hemen aşağıda konuşlanmışlar, o günlerin yeni yeni yaygınlaşan argo deyişiyle "dikize" "ronta" yatmışlar ve nereye bakıyorlar, manzaraya (!). Zaten karikatürün esprisi de bu manzara vurgusuna dayanıyor. Dünyadan bihaber, kendiyle dolu yaşlı koca "Ne aptal insanlar var dünyada, şu güzel boğaz manzarasına sırtlarını çevirip oturmuşlar" diyerek gençlerle alay ediyor sözüm ona (Aydede, 2.6.1949).

Turhan Selçuk, 1991 yılında kendisiyle yaptığım söyleşide erotizmi amaçlayarak çizmediğini iddia etmişti, okur öyle görmüş ve algılamış olabilir, ben yapmadım demeye getirmişti. Bence bu tür işlerini değersiz bulduğu için böyle bir kestirimde bulunuyordu, yoksa yukarıdaki karikatür gibi belki bin tane çalışması vardır ve erotizmi, sanatının önemli bir parçasıdır, bana sorarsanız tam da merkezindedir. 

Mizah dergilerinin asıl okurları ergenlikle "genç yetişkin" yaşları arasındaki erkeklerdir, yani 14 ile 24 diyelim, o ara... İş güç sahibi olunca dergiler bırakılır, hayata atılmak, aylaklığın sonudur. Ha, okurlardan genç erkekler dedim, işin içine aylaklığı da katmak gerek...Gezinen, keşfeden, arayan, yeni öğrenen...özetle büyüyen birileri. 

Karikatürdeki genç kadını dikizleyen erkekler, bu karikatürün çizildiği tarihlerde pek de eleştirilmezdi, doğru ya da yanlış bulmak gibi bir ahlaki seçenekle düşünülmezdi. Kadın imkan tanımasa orada olmayacak gibilerdi. Saf, kıfayetsiz, çapsız ve meteliksizlerdi ama saldırgan değillerdi. Ya da bir "Karagöz" sempatisi gösteriliyordu diyelim. E kadın okur da yoktu veya kadınların ne hissettiği hiiç hesap edilmiyordu. 

Sonra sonra maganda, zonta filan diye diye abazan gençler ve lümpenler aynı mizah dergilerinde "dövülmeye" başlandı. Aylaklıktan dahi korkulur oldu, insanlar evlerine sığındılar, sokak özgürleşmenin değil tehlikenin membaı oldu. Karagöz filan değil de bildiğin tehlikeydi o insanlar... Doksanlara gelmiştik.

Not: Argo bahsinde bir not düşeyim, yetmişli yıllarda, manzara değil de, "sinema seyrediyorum" denirdi. Seyir halini, sinema bütünüyle fethetmişti artık. 

Çarşamba, Ekim 16, 2024

İyi mi Parası?

Çizgi:Berat Pekmezci

Ayı, Ataç ve Ankara

1955 yılının bir gününde, Ankara’da, devrim geçirmiş Türkeli’nin başkentinde, anayoldan ancak üç beş adım bir sokakta ayı oynatılıyor. Kimsenin de buna karıştığı, yasak etmeye kalkıştığı yok. Atatük’ün, Atatürkçülüğün kurduğu şehir, Osmanoğullarının İstanbul’una dönüyor. Güler misin? ağlar mısın?

[Ataç söyleniyor, 10 Temmuz 1955, Günce 1, Can Yayınları, İstanbul 1998 (2. Basım)]
 

Salı, Ekim 15, 2024

Levendddd

Böyle bir marka varmış, vakti zamanında marka tescili için başvuruda bulunulmuş... Kıkırdayarak hemen satın aldım, kaçar mı? Levend C ile bakıştık bir süre...

Tabii, anlatmasam olmaz, "d" harfi kullanılarak yazılmış Levend bana rahmetli Suat Yalaz'ı hatırlattı. Suat Abi, dehşetli bir narsistti, mansplaining numunesiydi, tanışır tanışmaz, adımın son harfinin "t" ile  değil "d" ile yazılması gerektiğini söyledi, kimse dilini bilmiyordu, saydı durdu, yetmedi, gitti kitaplarını getirdi, Levend'e diye imzaladı. 

Bütün bunlar olurken of puf hissiyle boş boş baktım sadece, isim bu, Leveng bile olabilirdim... Arapça kökenli Suat ismi için, e peki o da "Suad" mı olmalıydı filan demedim, niye diyeyim, sustum. Aramızda kırk yaş vardı, kendi adının farkında bile değil, imzalı kitap filan istemiyorum, bana kitap imzalıyor ve bunları Levend'e diye yazıyor... Ne adamdı. 

Ben, Levend C ve Suad Abi bu vesileyle bir kere daha konuşmuş olduk.

Pazartesi, Ekim 14, 2024

Baksınlar

Üniversite ne öğretir insana... Tabii ki tek cevabı yok bunun.... Bir ruh olarak, farklılığı ve farkındalığı anlatır, yol arkadaşlığı eder size... Eleştiriyi, dünyaya farklı bakmayı “öğreten”, birarada yaşamayı gözeten, dünyada tek siyaset ve tek doğru olmadığını anlatmaya çalışan bir ruhtan söz ediyorum. Peh diyebilirsiniz, hiç öyle değil, liseden farkı yok, nerde yaşıyorsun şu bu… Yanlış olması, eksik olması veya hiç olmaması o ruhun, o esasın olmadığını ve olamayacağını göstermez. 

Bir sınıfa girersiniz, sınıfta Kürt de vardır, Kürt düşmanı da, Alevi de vardır, Alevi nefreti de, Müslüman da vardır, Müslüman olmayan da. Taşralı da vardır, hiç büyük şehirden çıkmamış da. Hep beraber, hukuk, izan, vicdan, demokrasi, özgürlük, otorite, baskı, etik ve çoğulculuk tartışırsınız. Tarih, yanlış yapan sayısız bürokrat ve siyasetçiyle doludur, en çok orada ve o yaşta öğrenirsiniz. Sebepler, kırılmalar, yakınlıklar ve uzaklıklarla ilk kez orada yüzleşirsiniz. 

Hitler nasılgüzelgelmişti Almanlara ... dersiniz mesela… Hayret edersiniz. Şaşırırsınız, irkilirsiniz. Zaman uzar kısalır, hayat büyür küçülür. Bağıranların ne niyetle bağırdıklarını anladığımız yerdir üniversite… Vatan, millet, demokrasi, hürriyet derken nasıl da dayak atıldığına şahit olursunuz… 

Şu hayatta, hemen hiçbir yerde kurulmayan eşitliğin, inanın romantize etmiyorum, kurulabileceği tek yer üniversitedir, imkandır. 

O eşitlik içinde, o öğrenciler isyan ederek olgunlaşırlar, beğenmeyerek eleştirerek… hiç de öyle değil diyerek… farkına vararak, farkında olarak… o zaman dünyaya yaklaşılır, o zaman o öğrencilerin hocaları “genç” kalırlar. 

Yukarıda imkandır dedim, ihtiyaçtır, lazımdır… Aşağıya da yukarıya da bakacaklar, elzemdir, yeter ki baksınlar… 

Hayal kurmadan hikayeniz olmuyor.

Not: Yazıyı bitirince tekrar okudum, iyimser ve "ılımlı" oldu be, o dangoz faşist de seni çok anlardı hissine kapıldım, oysa "ilke" konuşuyorum, haksızlık edilen meselenin hayati önemini hatırlatıyorum. Gerginlik bizi öyle belirliyor ki, ne söylesek eksik kalıyor. 

 

Pazar, Ekim 13, 2024

Ahmet Ayık ve büyük bahşiş

Babam esnaftı, çok çok küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kaldım, okullar her tatil olduğunda, yani her yaz, her cumartesi, her bayramın son günü sabah sekiz akşam yedi mesaisi yapardım. İnsan çocukluğunu, ergenliğini böyle çalışarak geçirince pek mutlu olamıyor,  yaşıtların gezip tozarken sen tekkeyi bekliyorsun çünkü... Çalıştım ettim diye iki satırda yazdım, o kadar kolay değildi yani...  İlkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar...sürdü de sürdü. Okulun açılmasını tatil yapacağım diye günbegün sayardım. Yirmi iki yaşımda artık çalışmayacağım, okuyacağım diye babamla kavgalar ettim de... ancak öyle, on küsur yıl sonra filan sıyırdım. 

Neyse işte, geçmiş zaman, delip de geçiyor, o günleri güzel hatırlamıyorum ama çocuksun, oyun oynayacaksın, moralini sağlam tutacaksın, bir biçimde idare ediyordum... Bazı müşteriler çalışanlara bahşiş verirlerdi. Dayan çocuğum der gibi teşvik edici bir şeydi bana... Ünlü güreş şampiyonu Ahmet Ayık, "dükkana" gelmiş bir şeyler almış, aldıklarını taksiye taşımıştık, Mıstık Abi ile bana, paylaşmamız için çok çok yüksek bir bahşiş vermişti, o kadar şaşırmış ve mutlu olmuştuk ki hoplayıp zıplıyorduk. Ne oldu? Babam, bu paranın çok yüksek olduğunu söyleyip, benim payımı diğer çalışanlara da paylaştırdı. 

Üniversite hazırlıkta Ahmet Ayık'ın kızıyla aynı sınıfta okumuştum, tanışır tanışmaz anlatmıştım ona... "babam yapar öyle şeyler" demişti. 

Biliyorum, komik ama, Ahmet Ayık benim aklımdaki cömert insanlardan biridir, sempatiyle hatırlarım... Her ne olursa olsun, bir hizmet aldıysam yüzde on ekstra ödemeye çalışırım, aklımın bir köşesinde Ahmet Ayık'ın bana verdiği neşe, on yaşımdaki hoplayıp zıplamalarım vardır. 

Cumartesi, Ekim 12, 2024

Çakmak ve kül tablası

Kadın bedenini hemen her şeyin içine katan bir "ticari" akıl var, yeri geliyor erotizm, yeri geliyor "bayağılık" ve "kitsch" diyoruz... üzerimizde bir etkisi oluyor ama onu bir başka şeyle kıyaslayınca vasatlığını fark ediyoruz. 

O akıl, normali de etkilediği için haliyle "eleştirilmeli"... Çünkü eleştirilmediği sürece bir farkındalık yaratamayız, saçma der, "pulp" der, geçer gideriz.

İki tane kitsch örneği paylaşacağım, itiraf ediyorum, bu türden zevzek ürünlere meraklıyım... Kadınlar genellikle güzel, narin, uysal ve itaatkar temsil edilirler, cinsel cazibeye indirgenirler filan... Yukarıdaki işçiliği hoş olan ahşap bir kül tablası, alttaki ise döküm çakmak... İkisi de "erotik" bir niyetle, erkek müşterinin ilgisini çekecek biçimde tasarlanmış... 

İlkine külünüzü çırpıyor, cuaranız biteyazdığında o kadın vücuduna bastırarak ateşini söndürüyorsunuz. Hastalıklı bir şey ve hiç anlaşılır gibi değil...Tek kelimeyle düşmanca duruyor. İkincisinde ise tuşa basınca kadının kasıklarından "ateş çıkıyor", sigaranızı yakıyor, tellendiriyorsunuz. Ateşli kadın tahayyülünden yola çıkılmış olmalı... "Kadın yanıyor" filan derler ya, galiba o hesap... Fallik bir sembol sayılan sigarayı yaktığına göre! Neyle neye gönderme yapıldığını, bilenler bilmeyenlere anlatsın. 

Çocukken, mahalledeki abiler, genç bir kadından şöyle bahsetmişlerdi, işte o kadar yanıyormuş ki, ıslak kot giyiyor, kendini öyle bastırıyormuş. Daha neler, yok artık diyemeyecek kadar küçüktüm, aklımda kaldı.  Asistanken, fakültenin çaycısı, çayın yanında mutlaka soğuk su isteyen bir kadın hoca için, hiç beklemediğim biçimde "dul ya yanıyo, soğuk su olmadan duramıyo" demişti. Bu türden iştahlı saçmalıklar, yukarıdaki ürünler kadar ilgi çekici elbette, ağzı açık ayran delisi misali coşkuyla konuşuyor erkekler... O sebeple ayrıca anlatmaya gerek kalmadan bu ürünlerin mesajını anlıyorlar. 

Yaşadığımız dönemin en büyük ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret... Hani arada kadınlarla ilgili bir facia oluyor ve "anormal" olması nedeniyle kahrediyoruz ya... Asıl mesele, normal görünenin altındaki marazi olanı gün yüzüne çıkarabilmekte... Şöyle düşünelim, o kül tablasında çıplak bir kadın yerine Müslüman din adamı olsa, veya bir Yahudi... belki bir Arap, belki transfer olarak takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu... Nasıl olurdu, neye kızardık, ne bizi güldürürdü? Abartarak şunu kendimize soralım, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Cuma, Ekim 11, 2024

Boy Fukarası (!)

Eski bir magazin gazetesinde rastladım, neden bilmiyorum, bir garezleri olduğu aşikar, Filiz Akın'ın boyuna takmışlar, dillerine dolamışlar. İşte Filiz Akın, boy fukarasıymış da partneri Tarık Akan olunca filmde "hiyle yapmak zorunda kalınmış" da merdivenler kullanılmış da falan filan...

Halbuki, tersten de bakıp, Tarık Akan'ın fazla uzun olmasını "yazabilirlerdi", yazmamışlar, filmlerde bunlar olabilir, oyuncuların fiziken uyumu mutlaka dikkate alınır, kamera açıları, topuklu ayakkabılar, basamaklar ona göre istiflenir. Hatta bana sorarsanız, aşağı yukarı kendisiyle aynı boylardaymışız, Tarık Akan sinema için fazla uzundu, hikayenin önüne geçecek kadar dikkat çekebiliyordu, ki bu handikap sayılır... Filmler pek öyle "hayat gibi" değildir, fiziki denge ve mesafe ister istemez hesap edilir.  

Neyse, laf uzamasın, niye Filiz Akın'a bu kadar yüklenmişler diye düşünüyor insan, bu tahkir edici, nahoş ifadelere neden gerek duymuşlar, kadın olması mı onlara bu cüreti vermiş, bence öyle...Bana öyle geldi. 

Sosyal medyada insanlar birbiri hakkında pervasızca, belki şaşırtmak belki cesur görünmek için benzer türden aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlar... Ayıp mayıp desek de şaşırmıyoruz, normalimiz çoktan şaştı. Geçen bir arkadaşım, bu dil nerden çıktı, nerden serpildi filan diye hayret ederek konuşuyordu. Ben de ona magazin gazetecilerinin aynen böyle yukarıdan, yüksek perdeden konuştuğunu,  o dil ve pozla haber yazdıklarını, hiiç de sorgulanmadıklarını anlatmıştım. Ona da gönderdim tabii haberi...

Perşembe, Ekim 10, 2024

Çadır Tiyatrosu

Çadır Tiyatrosu, önce kapağıyla ilgimi çekti, Altan Erbulak çizmiş, albenili olmuş. Necmi Onur, altmışlı yılların gazetecilerinden, tefrika röportajlarıyla tanınıyor, öykü ve roman da yazdı ama doğrusu pek parlak işler değildi. 

Gazeteciler, hayatlarının bir döneminde mutlaka edebiyata kalkışıyorlar, hatta bunu denemeyen çok ama çok az gazeteci varmış gibi geliyor bana. Necmi Onur'un röportajlarıyla edebiyatı pek farklı değildi. Ahlak ve siyaset soslu bağıran bir dili vardı diyelim.

Çadır Tiyatrosu, Necmi Onur'un kılık değiştirerek-kimliğini gizleyerek katıldığı bir kumpanyada yaşadıklarını anlatıyor, o bakımdan ilginç, güzel fotoğraflar var, taşrayı, çadır tiyatrosu çalışanlarını, sazcıları, dans eden kızları, ticareti, geceyi ve sakaleti kanırtarak "resmediyor", tek kelimeyle yürek sızlatıyor diyelim.

Matrak bir bölümü var kitabın, o kumpanya çalışanları, o kenarın görgüsüzleri, kitabın kötü adamları, artık nasılsa, kendini-kimliğini saklayan Necmi Onur'a, gazeteci Necmi Onur'u anlatıp saydırmaya başlıyorlar, şöyle kızıl, böyle kominist, nasıl yalancı falan filan... Necmi Onur yazmasa bunları, nerden nasıl tanıyorlar diye düşünebilir insan... tesadüfe bak diyebilir. Onur bu kadar ünlü değildi de, ünlü olsa ne olacak? Mesele, doğru olup olmaması da değil zaten, Necmi Onur'un buna inanması, kendini tutamaması. Narsizm başa bela, coşturuyor insanı...

2008 yılında Frankfurt'ta benzer bir şey başıma geldi, uçaktan indik, yanımdaki gazeteci yazarı, akrabaları karşıladı, biri dayıoğlu, ikisi yeğenleri, biri kaynının kardeşi gibi gibi diyeyim, biliyorum çünkü, uçaktan inerken, bir sorun oldu yazarımız geç çıktı dışarı, ben bekleşenlerle sohbet etmek durumunda kaldım. Laf uzamasın, ben havaalanından otele geçeceğim, o ise akrabalarının evine gidecek filan... Yazar, yanıma geldi ve "Leventcim, bunlar da benim hayranlar, buraya kadar beni karşılamaya gelmişler, vakit geçireceğim mecburen, biz daha sonra görüşürüz" dedi. Ne bilsin, benim onlarla tanıştığımı, kafada kurmuş, otomatiğe bağlamış, illa poz yapacak, sallayacak...  

Salı, Ekim 08, 2024

Edip Cansever'in Antikacı Dükkanında

Hoşuma gitti, solda Fethi Naci, sağda Edip Cansever...Ozan Sağdıç'a poz vermişler. Tatlı dilli bir söyleşi olmuş, bana Fethi Naci o yıllarda daha "huzurluymuş" gibi geldi. 

Konuşmada ilginç bir bölüm var, kendime yakın bulduğum için paylaşacağım. Fethi Naci, Cansever'in şiirinde ve konuşma dilinde "ya da" yı çok kullandığını söylüyor, fark etmiş...

Cansever şöyle yanıtlıyor: "Aynı şeyi Melih Cevdet de söyledi. Bence bu şundan ileri geliyor. Önceki şairlerin dünyaya bakışlarında bir kesinlik vardı: her şeyi çözmüş gibi bir hal, bir konu alıp onu işliyorlardı. Bunu yaparken dünyayı yorumlayışlarında bir donma vardı denebilir. Oysa ben sürekli olarak kavrama halinde sayıyorum kendimi."

Ne diyordu Çehov, "gerçek ikisi arasında bir yerde..." Öyle kolay olsaydı, di mi yani?

Not: Ve... ile başlayan ne çok dizesi var şiirimizin... Ya da'ya gelene kadar...

Pazartesi, Ekim 07, 2024

Seyrüsefer Defteri 164-165

++ Wolfs (2024) akıllı ve eğlencelik, onlar olmasa seyredilir miydi, bu senaryo mutlaka büyü şirketlere giderdi (3o Eylül).++ Tam Bir Centilmen (2024) hikayeden çok sahnelerle oyuncu enerjisiyle yürüyen, ardışıklık ve tahkiyeyle ilgilenmeyen işlerden bir yenisi (29 Eylül).++  Rebel Ridge (2024) akışı ölçülü, aksiyon türü içinde edebi ve derinlikli hatta, diğer yandan final sekansı daha iyi olabilmeliymiş (28 Eylül).++ The Perfect Couple Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (27 Eylül).++ Deadpool Wolverine (2024) Deadpool gevezeliği Wolverine'in mizahını yenmiş, akıllı espriler var (26 Eylül).++ The Perfect Couple Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (25 Eylül).++ A Family Affair (2024) Hikaye seyrini başka türlü kurmaları gerekiyormuş, odağı dağıtmışlar (24 Eylül).++ The Perfect Couple Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (23 Eylül).++ Anunnakiler (2024) ardışıklık dahi kuramamışlar (22 Eylül).++ Killer Heat (2024) oyuncu enerjisiyle ilerleyecek bir polisiye klişesiymiş, oyuncular yanlış seçilmiş (21 Eylül).++ Gyeongseong creature Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (20 Eylül).++  Senaryo kampı (14-19 Eylül).++ Arap Kadri (2024) patetik olmuş ne yazık ki (13 Eylül).++ Hellboy: The Crooked Man (2024) yetmişlerde çekilmiş deseler inandırır, o derece arkaik olmuş, o tatlı Hellboy ironisi filan hak getire ayrıca, üzücü (8 Eylül).++ Those About to Die Sea1 Ep3 ve 4’ü seyrettim (7 Eylül).++Gyeongseong creature Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (2 Eylül).++ La Extorsion (2023) malzemesi var, Holivut'un daha iyisini çıkarırım iştahı duyacağı işlerden (1 Eylül).++ Boneyard (2024) Bu kadar çok olay ve karakterden dizi çıkarmış, bu haliyle doksan dakkada garip bir şey çıkmış (31 Ağustos).++ Las hermanas fantásticas (2024) potansiyelli hikayeymiş, oyuncular ilginç filan ama gerilimi olmamış (30 Ağustos).++ The Frog Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (29 Ağustos).++ SuperSex Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (28 Ağustos).++ Gibi Sez3 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (25 Ağustos).++ The Union (2024) kahramanı maceraya çağıran gerekçe o kadar anlamsız ki, langır langur devam ediyor sonra (24 Ağustos).++ Those About to Die Sea1 Ep1 ve 2’yi seyrettim (15 Ağustos).++ Gibi Sez3 Ep3 ve 4'ü seyrettim (14 Ağustos).++ SuperSex Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (12 Ağustos).++ Senaryo kampı (5-11 Ağustos).++ Gibi Sez3 Ep1 ve 2'yi seyrettim (4 Ağustos).++ The Last Stop In Yuma County (2023) kimse sağ kalmaz aksiyon ve gerilimi, iddiasını karşılıyor (3 Ağustos).++ Erdal ile Ece (2024) iyicil bir evlilik komedisi olmuş (2 Ağustos).++ Seni Bulacağım Oğlum (2021) oyuncu enerjisi var ama groteske yükleniyor ve çok tekrara düşüyor film (1 Ağustos).++

Pazar, Ekim 06, 2024

Necibanım'ın kabri

Fotoğraf, babaannemin kabrine ait. Babaannemden geriye yaşı sekseni geçmiş bir kızı (Halam) ve dört torunu kaldı, benim dışımda hiçbiri artık Ankara'da yaşamıyor. Hatırlayan da kalmadı, oğlum mesela, aynı soyadını taşıdığı için onu örnek veriyorum, hiç görmedi Necibanım'ı... 

Ben de babaannemin annesini ve babasını görmedim, bir yerlere yazmışımdır ama isimlerini ve suretlerini bilmiyorum. Çok değil, üç kuşak sonra aynı "kandan" gelenler insanlar bile birbirlerini bilmiyor, hatırlamıyorlar...

Geriye mezarları kalıyor...o mezarları ziyaret edecek birileri de kalmıyor demek istiyorum. Ne kadar ah vah etsek de vaziyet bu...

Ankara'nın en pahalı avm ve sitelerinden birinin çok yakınında bir köy-gecekondu mezarlığı var, uzunca bir zamandır, oraya defin yapılmasına izin verilmiyor, bu da şu demek, sahipsiz kabirlerle dolu ve bir zaman sonra o mezarlık kaldırılarak yerine janjanlı, çok katlı ve çok para eden bir site daha dikilecek... Kanunlar, hayatın işleyişinden yanadır, mirasçılar bir miktar para ve hayır dualarıyla bu meseleyi üstelemezler. Şunu hep birlikte itiraf edelim, hatırlamadığın ve tanımadığın biriyle duygusal bir bağ ne yapsan kuramıyorsun.

Türkiye'de "yakılmak" yasak, yani ben yakılmak ve tozlarımın bir ormana serpilmesini isteyebilirim ama bunu yaptıramam, beni de bir kabre koyacaklar, oğlumun çocuğu beni görür mü bilmiyorum, hadi o gördü diyelim, yazıp çiziyorum, teliflerim bir ihtimal, benden sonrakilere kalacaktır, o bakımdan hatırlanabilirim ama o mezar öylece duracak...bayram ziyaretleri şu bu... of puf diyerek bitiriyorum yazıyı. 

Babaannemin bahçesine girip balkonuna çıkıyor ve usulca evden içeri süzülüyorum...

Cumartesi, Ekim 05, 2024

Kenardaki ergen kız

Bir sahil-plaj fotoğrafı, kim olduklarını bilmiyorum. Kenarda, erkeklerden uzakta duran, mahcup bir tebessümle kameraya bakan ergen kız ilgimi çektiği için paylaşıyorum. 

Önde erkekler, arkada çocuklar gibi dursa da asıl ayrım erkeklerin baskınlığıyla kurulmuş. Oturuşlar, duruşlar ne kadar farklı, gösterenler ve gizleyenler gibi olmuş... 

Tereddütle, hayal kırıklığının eşiğinde bir ürkeklikle büyümek ne zor... Hem görünmek hem kaybolmak istiyorsun... Üçü birarada olsa, bu ikisinin yanına bir de iffetli olmayı katabiliriz. "Yapıntı" tam da böyle bir şey...

Erkekler olmasa, kızcağız kim bilir ne kadar rahat ederdi...Hani bi matrak duvar yazısı vardır ya, erkekler olmasa kadınlar daha mutlu ve şişman olurdu diye...

Cuma, Ekim 04, 2024

Balık ve kapak

Otuzlu yıllar olmalı, kapakta dönemin estetiğine uygun "fantezi" faslından bir kadın çizilmiş, açıklama yazısı şöyle : "Erkekler, balık etine bayılırlarmış, onun için denizden dışarı çıkmıyoruz"... Erkek okuru hayal ettirmek istenmiş, plajda onları bekleyen güzel-balık etli bir kadın varmış ve fışfış, o günlerin satış artıran kapakları bunlar olmalı, öyle tahmin ediyor, elde veri olmadığı için pek de kıyaslayamıyorum. 

Seksenli yıllarda Sokak dergisi kapanırken neler yapmak istiyorduk nereye vardık gibi bir son yazı yazmıştı, en çok satan sayıları, kapaklar üzerinden değerlendirmişler ve cinsellik içerikli olanların ilgi çekmesine hayıflanmışlardı. Cesaret isteyen bir iş yaparak 12 Eylül sonrası ilk muhalif dergilerden biri olmuşlardı, sonuç bu bakımdan bir hayal kırıklığıydı. Okur onların muhalif cesaretleriyle değil erotizmle ilgilenmişti. "Seks satar" derler ya, kimi bunu kızarak ve küçümseyerek söyler, kimi de klişe olarak normalleştirir. 

Geçenlerde edebiyat magazini yapan aylık dergilerden birinin yıllar içindeki çeşitli kapaklarını inceledim, hep erkek ünlüleri kullanmışlar, kadın ünlüler erkekler kadar ilgi çekmiyor olmalı ki, bu yola başvurmuşlar, ilginç geldi... Belki yılda bir ya da iki tane, o derece az... Oysa hepimiz biliyoruz ki, kadınlar, okurların büyük çoğunluğunu oluşturuyor... 

Sokak dergisinin veya görseldeki Mizah dergisinin okuru artık yok, acaba dedim, günümüzün okuru nasıl değişti, sonuçta dergiler artık popüler kültürün merkezinde değiller, çok satmıyorlar, çok okunmuyorlar...Geriye kalan azlık kimlerden oluşuyor da günün koşullarında çok satan bir dergi nerdeyse sadece erkekleri vitrine taşımayı tercih ediyor.

Perşembe, Ekim 03, 2024

Kent Sıkıntısı

Levent'in sergisi bu cumartesi Ankara'da görücüye çıkıyor. Meraklısına.
 

Savaşa Hayır!


Daha önce de yazdım, vesilesi çok memleketin...tekrarlamak gerekiyor... Katillere, işgalcilere, populist dangozlara, fırsatçılara, savaşı isteyenlere, seyredenlere sözüm, topunuza, tepenize, erkekliğinize, savaşınıza, hayır ulan hayır...

Çarşamba, Ekim 02, 2024

Bize düşen

Çizgi: Berat Pekmezci

Hafıza Oyunu


"Kitsch" sözcüğünün genellikle kullanıldığı tarzı pek sevmiyorum. Onları "Gülünecek Komik Şeyler" fikrinden daha fazla ciddiye alıyorum. Doğrusu çocukluğumdan kalma, yıllardan beri görmediğim şeyler hakkında çok fazla düşünüyorum. Son zamanlarda dört  beş yaşlarımdan beri izlemediğim çizgi filmlerin kasetlerini aldım. Onlardan büyülenmiştim ve şu hisse kapılmıştım: "Vay, çok fazla ilgili olduğum şey bu mu?" Hafızam onları gerçekte olduklarından çok daha etkileyici hale getirmişti. 

Daniel Clowes anlatıyor.

Salı, Ekim 01, 2024

Öyle bir geçer ki zaman

Mesut Yavuz imzalı bir orijinal, yetmişli yılların siyasi partileri kadın bedeni üzerinden betimlenmek istenmiş... Güven Partisi nedeniyle 1973 sonrasında çizildiği tahmin edilebilir, bir beş yıl kadar etkin olmuştu, haliyle popüler kültürün ve mizahın referanslarından biriydi. Partinin lideri Feyzioğlu, bu dönemde aralıklarla Başbakan yardımcılığı yapmıştı... Fikren sağcıydı, CHP'yi solculukla eleştirerek partiden ayrılanları temsil ediyordu. 

Yavuz, Adalet Partisiyle ortaklık kurduğu için onları yan yana çizmiş ve dikkat edilirse etek boylarını eşleştirmiş, yetinmemiş CGP'yi gece yarısı sokakta çalışırken çizmiş... Ne demeye getirdiğini anlamış olmalısınız. AP'yi zengin bir kadın olarak hayal etmiş, onu bir kasa üzerinde otururken, femme fatale havasında sigara içirmiş...

CHP ile MHP'yi ise ev hanımı yapmış, biri siyaseten sempatiyle olmalı, mazbut görünüyor, mutfakta elinde çatal bıçakla önlükle çizilmiş, diğeri haşin ve diğer kadınlara göre güzelliğiyle dikkat çekmeyen bir biçimde eli oklavalı karikatürleştirilmiş, dayak için kocasını bekleyen nemrut kadın klişesine başvurulmuş. 

Kabaca namussuzluk, iffetsizlik, nezaketsizlik üzerinden iyi kötü sembolizmi yapılmış, bugün kadın bedeni üzerinden böyle bir espri kolayca yapılamaz,  aralıklarla bunu vurguluyorum. Diğer yandan espriler yaşadıkları dönemin tanığı ve simgesi oldukları için böyle bir espri ve karikatürleştirme bize dün ve bugünü karşılaştırma imkanı veriyor. 

Bu karikatüre bugün bakan pek çok insan, bunun bir "güzel kadın fantezisi" olduğunun farkına varır, reel hayatta varolmayan kadınlar çizildiğini anlar, peki ya o zaman nasıldı? O günlerde çok satan -sayıyla yüzbinler satan- bir günlük gazetenin okuru bunun farkında mıydı? Belki farkındaydı ama bunun gazetecilik pratiği içinde bir "hayal oyunu" ve "espri" olarak yorumlayarak önemsemiyordu. Çizilen kadınlar güzel olmasaydı, gazete patronları da o çizgileri gazeteye koymazdı, dikkat çeksin isteniyor, kadın bedeni ticari olarak araçsallaştırılıyordu, toplumsal cinsiyet kalıpları nedeniyle kimseye yanlış gelmiyordu vs vs. 

Bugün yaşadığımız siyasi gerilimler içinde karikatürdeki kadınların mini etekli olması ayrıca ilgi çekebilir, neredeyse yarım asır önce kadınlar rahatlıkla mini etek giyiyordu ve bugünkü kadar rahatsız edilmiyordu, Nazmiye Demirel ya da Semra Özal'ın eski fotoğraflarına dileyen bakabilir, üstüne yirmi yıl sonra Tansu Çiller'in tayyörünü hatırlayın...Hemen bugüne gelmedik. Kamusal alanı belirleyen temel unsurlardan milliyetçilik değişmedi ama sekülerliğin yerini dindarlık aldı... 

Pazartesi, Eylül 30, 2024

Piyanist doçent ve diğer meslekleri

 

İnternette denk geldim, sosyal medya hepimizin, hep birlikte, hep beraber "arkadaş olmamızı" istiyor ya... Bak diyor, sana yeni bir arkadaş önerim var... Eskiden birileri kitap veya bir film için "tam sana göre" dediğinde heyecanlanırdım. Benim tarzım acaba nasıl anlaşılıyor, beğeneceğimi nerden biliyorlar filan gibi bir merak duyardım. Tutturan olursa -ki nadir olurdu- ayrıca hoşuma giderdi. Algoritma ise bambaşka bir şey, benim gibi türler arasında gezinen, tuhaflıklara iştahlanan tipler için işleri hepten karıştırıyor. 

Kim bu arkadaş diye bakarken, iş tanımlarına takılıp kaldım. Yanlış anlaşılmak, sarkastik bir anti-entelektüelizme düşmek istemem...Ne ki, mesleklerin ve yapılan işlerin nitelenmesi bana çok ilginç geldi... Bakakaldım hatta neymiş bu diye...

Kozmik enerji terapisti, enerji blokajlarını kaldırarak insanların fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal dengesini sağlıyormuş, alternatif terapi deniyormuş buna... Asıl amaçları insanların  enerji frekansını yükseltmekmiş... Ellerini insanların çakralarına yönlendiriyormuş...Filmlerde parodileri yapılıyor filan ama reel olarak seyretmek ve taraflarla konuşmak isterdim... 

Acutonics terapisti, ses terapisiymiş,  bedendeki enerji meridyenlerine ve akupunktur noktalarına  özel ses çatalı (tuning fork) uygulanıyormuş, yine bir tür  enerji akışını dengeleme meselesiymiş... Hiç anlamadığım için nitelemeler bana alelacayip geliyor.

Holistik yaşam ve ilişki danışmanı ise, danışanların kendilerini daha iyi anlamalarına, yaşamlarında ve ilişkilerinde denge kurmalarına yardımcı oluyormuş. Bir tür terapist anladığım kadarıyla, bilimsel ya da akademik niteliği var mı, onu bilemiyorum ama en başta doçent denmiş, acaba hangi anabilim dalında doçentliği varmış, o kısımla ilgili bir açıklama yok...

İnsanların dünyayla başetme biçimleri oldum olası karışıktır, enerji meselesini tarif edebilmek kolay değil... Görünen gelişimlerine baktığımda bana seküler dünyanın yeni dinleri gibi geliyorlar.

Piyanisti biliyorsunuz...diye ümit ediyorum.

Pazar, Eylül 29, 2024

Slippery slope

Aslında biliyormuşum da bilmiyormuşum gibi gelmişti başta, bir ortamdayım, konuşanlar “slippery slope” deyip duruyorlar, örnekleri duyunca hah dedim, benim ömrüm bunlarla geçti, bunlarla uğraştım, biliyorum… Türkçesi için ben olsam kaygan zemin filan derdim, galiba başka şeyler söyleniyor...

Neymiş bu derseniz eğer… “Zemin kaygan, mutlaka kaza olur, ölürüz” diye bir giriş açıklaması yapayım… Çizgi roman okursa çocuklar, kitap okumazlar… Kitap okumazlarsa tembel olurlar… Tembel olurlarsa eğitim istemi çöker… diye bir başka örnekle devam edeyim… Sonu kötü olan reaksiyoner  bir zincirleme diyelim. Çocuğumun eşcincel arkadaşı varsa, eşcinsel olur… Çocuklar telefon bağımlısı olursa asosyal olurlar vs vs…

Üniversitede asistanım, öğrenciler Irak Savaşı’yla ilgili bir pano imzalamışlar, okuldaki sağcı çoğunluk huzursuzlanmış filan ama pano da duruyor, akademi arada bir “demokrasi ve ifade özgürlüğü” gibi heveslere kapılır, galiba o arada bir şeyler yaşanıyor…

Sabah okula geldim, baktım, okul içindeki avlunun önünde fakülte yönetim kurulunda kim var kim yok toplaşmış, sonradan profesör de olan bir meczubu dinliyor… İşte “Savaş’a Hayır” sloganındaki s harfinin orak çekiç misali kaydır kuydur bir gönderme olup olmadığını konuşuyorlar. Ben durdum izliyorum. Öyleydi böyleydi, biri dedi ki, “hayır bu bildiğin s, orak çekiç filan değil” insan doğru bir şey söyleyecek sanıyor, ardından ne dese beğenirsiniz “ama böyle siyasi işlere izin verirseniz, o “s” illa ki orak çekiç olur, çocuklar da bir halt sanır, sonunda komünist olur”…

Kimse niye ki demedi…Ben böyle bir korku ikliminde büyüdüm, bu korkudan faydalanan insanlarla çalıştım, söylenenler bana hiç yabancı ve tuhaf gelmiyor demek istiyorum.

Evet, biliyoruz, insanlar gelecekten çeşitli nedenlerle korkuyorlar. Bu korku nedeniyle herhangi bir meselenin kontrolden çıkacağı düşüncesine meyilli oluyorlar. Olup bitenlere her şey mutlaka kötüye gidecek diye bakıyorlar.

Şimdi siz, öğrenciler siyaset konuşurlarsa, muhalefet ederlerse işin sonu kötüye varır diyorsanız mutlaka daha kötü bir gelecek tahayyül ediyorsunuz demektir. Böyle korkunca-böyle bakınca çocuklarınız komünist, feminist, ibne filan oluyor (!) mutlaka…

Korku ya da endişe, bunlara bağlı olarak öfke, insanı mantıklı kararlardan uzaklaştırır. Abartılı çıkarımlar insanlara daha doğru ve daha iyi gelir. Üstelik, “eden bulur” veya “rüzgar eken fırtına biçer” gibi basit bir açıklamayla işleyen bir mantığı herkes bunu kolayca anlayabilir, “kızını dövmeyen dizini döver” gibi düşünün…

Bir de dikkat edin, hepimizin buna benzer hikayeleri vardır, bir yanlış yapmış ve bu yanlışa bağlı olarak olumsuz sonuçlar yaşamışızdır… Oysa olan şey sadece “o” nedenle olmamıştır, hikayeyi basitleştirmişizdir.. Herkes böyle hikayelere inanıp yaygınlaştırdığı için biz de bu türden bir basitleştirme yapmışızdır. Biliyorsunuz, medya da hikaye üretir ve onun da hikayeleri basitleşmeye yatkın olan ve abartıyla dikkat çeken hikayelerdir. Benimsememiz bu yüzden kolay olur.  “Komünist olurlar” hikayesini ideolojinin işleyişi ve algılanışı da benzer bir mantıktan yürüdüğü için anlattım… Özetle kaygan zemin, devletin ve hayatın bekası (!) için tadından yenmez bir mezedir.…

Cumartesi, Eylül 28, 2024

Üüüf!

Yine bir Altan Erbulak ayrıntısı, Cafer ile Hürmüz bir yerden kaçıyorlar, Cafer "evvela ben" deyince Erbulak siyaseten doğrucu bir açıklama yapıp okurlarına "egoist herif" demeyin diyerek kahramanını temize çekmiş. 

Yazar sesi kullanmayı sevdiğini, espri olarak hikayesini güçlendirmeye çalıştığını hikayelerinden biliyoruz, ilginç olan "tam da bunu yaparken" cinsellikle ilgili bir başka hınzırlık yapması...İyi çizilememiş ama Hürmüz ip merdivenlerden yukarı tırmanırken aşağıdan biri bacaklarını dikizliyor ve "Üüüf! Bacaklara bak bee!" diyor. Politically correct-incorect ayrımına aynı karede iki örnek çıkarmış böylece...Bugünden baktığımız için farkında mıydı bilemeyeceğiz...
 

Cuma, Eylül 27, 2024

İftira

1958 yılında çıkmış bir dergiden alıntıladım, Akad'a sormuşlar, tutması için bir filmin içinde mutlaka şarkılar, türküler , dansözler, göbek atmalar olmalı diyorlar, siz ne diyorsunuz filan... Akad, zamanının ilerisinde görgülü, öğrenmeye açık, farklı düşünebilen bir sinemacı... Soruyu Tarık Dursun sormuş... İki kalbırüstü insan, iki açık görüşlü üretici bir klişeyi konuşuyorlar. 

Önce şunu anlatayım, o yıllarda her yerli filmde dansöz ve şarkı kullanılması çok eleştirilirdi, Gio, yazdığı sinema tarihi kitabında, Yeşilçam'ı dönemselleştirirken yanlış hatırlamıyorsam göbek devri gibi bir zaman aralığı bile kullanmıştı. Tarık Dursun bile isteye bu soruyu sorarak yapımcıların bağnazlığını kritize etmesini istemiş... 

Yapımcılar tutmuş bir reçeteyi tekrar etmez değiller, bunu eleştirmek bana çok yaratıcı gelmiyor ama gazetecilik, aktüeli aramak demek... Akad, bir cevap vermiş, ben daha çok ona takıldım. Soru klişe belki ama cevap da klişe olmuş.... Yanlış anlaşılmasın klişe tek başına kötü bir şey değil... Zamanelik içinde neyin doğru ya da yanlış kabul edildiğini gösteriyor...

Şöyle diyor Akad: "Anadolu'nun böyle bir şey istediğini kendileri [yapımcılar] uyduruyorlar. Anadolu'nun inceliği bugün evimizdeki eşyalara kadar sokulmuşken bunu nasıl diyebiliriz. Bu olsa olsa kötü bir iftiradan başka bir şey olamaz"

Yukarıda belirttiğim zamanelik tam da bu işte... Evlere giren Anadolu (halılar, seramikler, desenler) modern sanatçıların tercihleriyle biçimlenmiş yeni bir şey ve buna tam da Anadolu sanatı-geleneği denilemez. O dekoratif unsurlar, film beğenisindeki derinliğin ölçüsü filan sayılamaz. Yani taşrada ahali kadınlara ve cinselliğe aç değil demek için bu unsurlar kullanılamaz. 

Ne ki,  o yıllarda, ta yetmişli yılların ortasına kadar, gazete ve dergilerdeki Anadolu romantizmi "overrated" bir kıvamdaydı, çok az insana abartılı gibi geliyordu bu durum. Şehirdeki göçmenlere ateş püskürürken, köylüye methiyeler düzülüyordu, onlara karşı gösterilen itina sahiden garipti.  

Anadolu şarkı ve dansöz istiyor, hayır istemiyor, hakaret etmeyin gibi gibi... Yaratılan romantik imgeye aşık olup, onun hayali imgesi için kavgalar vermek...

Perşembe, Eylül 26, 2024

Son Okuduklarım 95

Jason, Norveçli bir çizgi romancı. Global şöhretini Amerikalı yayıncı Fantagraphics'e borçlu olabilir. Hikaye evrenini insan dışındaki canlılara insan karakteri atfederek kuruyor. Adolf Hitler'i Öldürdüm en ünlü albümü sayılabilir. Jason, çeyrek asırdır itibarlı çizgi roman ödüllerinin kıyılarında dolaşıyor, kazanıyor-kaybediyor ama mutlaka adaylardan biri oluyor. Bizde bu kadar geç yayımlanması bana oldum olası tuhaf gelirdi, çünkü bizim Gırgır'la oluşan çizgi roman geleneğimize oldukça yakın işler üretiyor, yanlış anlaşılmasın, biz sıkış-tıkış hikayeyi o hafta-o köşede bitirmeye çalışıyorduk, Jason ise ferah ferah kurguyla oynayarak daha özgür ve avangart hikayelerle uğraşıyordu ama  bizim çizgi romancılarımızın da teşne olduğu, anlatmak isteyeceği türden anlatılar üretiyordu. Adolf Hitler'i Öldürdüm, bir kiralık katilin başından geçenleri anlatıyor. Hikayesi (işleyişi) tuhaf ve rahatsız edici bir mutsuzluk taşıyor ama komik çizgilerle hayvanlar arasında anlatılması sebebiyle o denli "ağır" kaçmıyor ve esprili duruyor. Önemli bir albüm, son çeyrek asrın en çok konuşulan ve farklı dillerde yayımlanan grafik romanlarından biri. +++ Bulutlar Kimindir? için savaştan, ailesiyle birlikte kaçmak zorunda kalan küçük bir kızın hatırladıkları-sayıkladıkları olarak nitelenebilir. Çok iyi çizilmiş ilüstrasyonlara eşlik eden şiirimsi bir metin okuyoruz. O metin, çizgiler kadar benzersiz değil ama oldukça işlevsel.... Bulutlar Kimindir? eskilerin deyişiyle "yetişkinlere yönelik" bir resimli kitap", çizgi roman değil...

Geçen yıl çıktı Grip, anne tarafından Türk olan Lale Westvind'e ait bir grafik roman albümü. Piyasa kodlarıyla bakıldığında hemen her yerde azınlıkta kalacak, pek çok bakımdan kolay anlaşılmayacak bir çalışma. Öncelikle çizgiler "street art" ve "graffiti" havasında belirginleştirilmiş, hikayenin kahramanı olan kadın, siyasal karikatürlerin omnipotent erkek işçi klişesini andırıyor. Yetmişli yılların underground çizgi romanlarını izleyen bir anaakım çizgi karşıtlığı var, "güzel kadın" estetiğini reddediyor mesela. Crumb da iri ve güçlü, hatta "çirkince" kadınlar çizerdi ama oradan bir fantezi ve erotizm çıkarmaya çalışırdı. Lale, böyle bir şey denemiyor, aseksüel görünüyor hatta, kadın kahramanının hiç öyle bir derdi yok, aşksız-hazsız trip hikayesi okuyoruz . Feminist bir okumayla yorumlanabilecek vurgular eklenmiş, bizi buna yönlendiriyor... Böyle olunca erkekleri nasıl çizmiş diye baktım ister istemez, özenli bir kadın dostluğu vurgulanmış çünkü... Erkek işçilere, ellerini kullanarak çalışanlara karşı sempati gösterilmiş. Mekanizme, kapitalizme muhalefet ettiğini de anlıyorsunuz ama bunu çok doğrudan istiflememiş. Jodorowsky havasında retro bir kaçış fantezisi dedi bir arkadaşım... Olabilir dedim. Az bulunur ve az satacak, ilgi görmeyecek bir "arthouse" çizgi roman. +++ Hilda, çocuklar için üretilmiş bir çizgi roman dizisi ama genel eğilimleri itibarıyla çocuklara çocuksu bakmayan,  hikayesine yetişkin ölçüsünde hafif korku ve gerilim katan, kendi evrenini oluşturan bir anlatı. Pedagojiyi yeniden yorumlayan çocuk literatüründen bir örnek de sayılabilir. İskandinav mitolojisi yüksek reytingli dizilerle global anaakıma dahil oldu, bu da o dalgayla gelen anlatılardan biri de diyebilirdim. Sevimli çizgileri, akıllı bir hikayeciğe sahip.
Related Posts with Thumbnails