Çarşamba, Aralık 10, 2025

Vampir İstanbul'da

Vampir İstanbul’da, 1987’de Tan gazetesinde yayımlanmış bir çizgi roman. Yıllar önce not almışım ama yanına doğru dürüst bir açıklama düşmemişim. Aradan geçen zamanda bildiğim kırıntıları da unutmuş olmalıyım ki, defterdeki “Vampir” notuna bakıp bakıp, “Ne Vampir’i bu?” diye kalakaldım. Merak ağır bastı, sahafları dolaşıp örneklerini toparladım. Elbette bu Vampir, bildiğimiz o meşhur Vampir değil.

Aslında karşımızdaki, Killing fotoromanını temel alan, tepeden tırnağa kopya bir çizgi roman. Kareler tek tek başka yerlerden alınmış, antiskoptan geçirilerek yeniden çizilmiş. Öyle ki, sayfanın ilk karelerindeki genç kadın o kadar acemice “apartılmış” ki, görür görmez insanın aklından şunu geçirmek kaçınılmaz: “Faruk Geç çizdi beni!” diye bağıracak neredeyse.

Bu kopya meselesi bana oldum olası tuhaf gelmiştir. Nedense o yıllarda pek kimseyi rahatsız etmiyordu; çizgi roman camiasının önemli bir bölümüne tamamen “normal” geliyordu. Kopya çekenlere kulak verirseniz, çizemeyenler “boş boş konuşuyordu” zaten. Aradan otuz yılı aşkın zaman geçti. O tarihlerde Türkiye Çocuk dergisinin müdürüyle konuşmuştum; dergideki çizgi romanların yabancı örneklerden birebir alınmasıyla ilgilenmediğini, bunu dert etmediğini söylemişti. Hatta “Yapabiliyorsan sen getir, senden de alayım,” diye meydan okumuştu. Hâlâ bir yerlerde ses kaydı duruyor olabilir.

Laf dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyordu: Kopya çekmek zorundaydılar, çünkü zaman azdı; ücret düşüktü; piyasayı beslemek gerekiyordu; herkes böyle yapıyordu ve saire… Gerekçeler tek tek sıralanıyor, her biri “haklı mazeret” gibi masaya konuyordu. Ünlü sayılan bir çizer, hiç sıkılmadan şöyle demişti: “E işte Suat Yalaz’la tanıştım, o kötü oldu, bana kopyacılığı öğretti.” Yani özetle: Ben kopya çekiyorum, çünkü bana öğrettiler. Suç üst kuşağa, üst kuşak da “dönem koşulları”na devrediliyordu.

O zamanlar öyleydi” diyerek yapılan bu toplu meşrulaştırmayı hâlâ pek anlayamıyorum. Çocukken okuyup sevdiğim kimi çizgi romanların yabancı örneklerden birebir kopya olduğunu sonradan fark ettiğimde yaşadığım hayal kırıklığını çok iyi hatırlıyorum. Ortada “masum bir hile” falan yoktu; doğru değildi, etik değildi ve üstelik hukuken de karşılığı olan bir fiilden söz ediyoruz.

Elbette, geriye dönüp baktığımızda o dönemin koşullarını anlamaya çalışabiliriz. Anlamak, katılmak ya da kabullenmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. İnternet yoktu, dünya bugünkü kadar iç içe geçmiş değildi, telif takip etmek zordu; dolayısıyla “daha rahat” hırsızlık yapılabiliyordu, evet. Ama yine de yapmayanlar vardı. Özgün işler de üretildi, hem de hiç azımsanmayacak kadar. Tam da bu yüzden, kopyacılığın “başka çare yoktu” diye topluca aklanmasını, bugün bile, pek inandırıcı bulmuyorum.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails