Salı, Temmuz 08, 2025

Baarsana!

“Siyasetçi kimdir?” diye sorsanız, çoğu insanın aklına gelen ilk figür, yüksek perdeden konuşan, hatta bağıran biri olur. Popülizm, ajitasyon, hitabet sanatı… Ne derseniz deyin —siyaset, sesini yükseltenin sahneye çıktığı bir gösteridir. Düşünün: Sakinliğiyle, hoşgörüsüyle, tevazusuyla anılan biri siyasette tutunabiliyor mu? Ne kadar “çelebi” olursa olsun, eninde sonunda silinip gidiyor. Sessiz olan görünmez, görünmeyense kaybolur kuralı işliyor.

Sadece siyasetçi mi? Hangi mesleğe baksanız, en çok alkış alanlar, en çok sesi çıkanlar oluyor. Haberi sunan, maçı yorumlayan, öğrenciyi azarlayan, müşteriyle tartışan… Her mesleğin bağıranı makbul. Çileden çıkıyor, haddini bildiriyor, cevabını veriyor, gözleri doluyor filan ama illa ki bağırıyor… Hep aynı retorik: Haklı olan bağırandır.

Ve evet, bağıranları seviyoruz. Bağıran erkekleri karizmatik buluyoruz, bağıran kadınlara “helal olsun” diyoruz. Çünkü bağırmanın gösterisi hoşumuza gidiyor. Çünkü bağırmak, bizim gözümüzde güçle özdeşleşmiş. Çünkü galibiyetin ön şartı haline gelmiş. Çünkü çok “alfa”…

Bağırmak, kazanmak demek filan değil, yanlış anlaşılmasın. Yine de bağırmayanın kazanma şansı neredeyse yok. Ne diyordu Debord, “gösteri, toplumsal ilişkilerin imgeler aracılığıyla kurulur.”

Yani artık hakikat değil, temsili önemli. Ve temsilin ölçüsü, sesin yüksekliğiyle belirleniyor. Bağırmak bu yüzden sadece bir ifade biçimi değil, bir görünürlük stratejisi. Sessiz kalan, yalnızca duyulmaz olmaz; aynı zamanda toplumsal ilişkiler içinde yerini kaybeder.

Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında, modern toplumun bireyi nasıl bir sahne oyuncusuna dönüştürdüğünü anlatmıştı. Yani artık siyasetçi, futbolcu, akademisyen ya da köşe yazarı fark etmez — rolünü iyi oynayan alkış alır, bağıran rolüne sadık kalan da sahnede kalır. Bağırmak aynı zamanda bir meşruiyet aracı. Pierre Bourdieu, simgesel şiddet “toplumsal meşruiyetin kültürel yollarla yeniden üretilmesidir” derken tam da bunu anlatıyordu. Yani bir pozisyonu haklı göstermek için yüksek sesle, kararlı bir şekilde konuşmak gerekir. Bağırmak burada sadece tepki değil; bir hak iddiasıdır.

Başka bir yönü daha var işin… Kazananı seviyoruz ama kaybedene de acımıyor olabilir miyiz?

Türkiye’nin en yoksul, en mahrum ilçeleri her seçimde neden iktidara oy verir? Bu yüzden olabilir mi?  

Ve bir şey daha: Kaybedenler en çok kime kızıyor? Sessiz kalana. Bağırmayan teknik direktöre, bağırmayan siyasetçiye, kırmızı kart görmeyen ama “ruhsuz” oynayan oyuncuya…

Türkiye uzun zamandır bağırıyor. Ve görünüşe göre daha uzun yıllar bağıranları izlemeye devam edeceğiz. Çünkü sahne kapanmıyor, perde inmiyor. Sadece roller ve oyuncular değişiyor.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails