![]() |
Çarşamba, Nisan 30, 2025
Mahlasla yazmak, fake ile zehretmek
Salı, Nisan 29, 2025
Pazartesi, Nisan 28, 2025
Hot Take (2)
![]() |
Sosyal medyada malum, ilk yorum yapanın “kazanacağına” inanılıyor. Enformasyon netleşmeden, tartışma bağlamı oluşmadan, olgular belirginleşmeden “konuşan” sert, aşırı ve “net” olan yorum birdenbire öne çıkıyor. Sakin kalmaya çalışan bir “ortayolcu” veya düşünerek kurulmuş cümleler değil şoke edici dil rağbet görüyor. Bağlam değil tepki önemsenince, hot take, hınç ve linç kültürüne “su” taşıyor.
İster istemez, yüzeysellik analizin yerini alıyor. Hepimizi etkileyen bir süreç bu aslında, her birimiz sosyal medyada konuşurken, ne anladığımızdan çok ne hissettiğimizi tarif ediyoruz. Hot take yorumcusu tam da bunu yapıyor, “şu anda ne hissediyorum” sorusunu soruyor ve “bu hissi nasıl dramatize ederim” diye düşünüyor.
Hot take’ler genellikle kışkırtıcı esprilere, rahatsız edici benzetmelere ya da tecrübe içeren bir tür “kişisel hakikate” dayanıyor. Söyleyiş biçimini analiz gibi göstermek istese de esasen yaptığı duygusal bir "tepki koymak” oluyor. “Kimsenin söylemediğini söylüyorum” iddiası ve pozuyla “konuşuyor.” Doğru olup olmamasından çok iddialı olup olmamak önem arzediyor. Yanılgı kabullenilmiyor, geri adım atmak itibar bir tür kaybı sayılıyor vs
Hot take saldırganlığı, cesaretli ve dobra, sözünü sakınmayan bir persona yaratır. Bu yeni değil elbette, benim gençliğimde bulvar gazeteciliği bir tür hot take üreticisiydi, şimdilerin influencer yorumcuları gibi gazete manşetlerinde ve halk adına konuşan köşe yazılarında yaşıyordu. Sabırsız, mesafesiz, hınçla yazan, "yetimin hakkını yedirmeyen", "bu milletin bir lirasını heder ettirmeyen" gazetecilerimiz vardı. Fikir üretmez, taraf belirler, demokratik kamusallığı tarumar ederlerdi.
Sosyal medyada hot take, benzer bir yolu izliyor aslına bakarsanız…. Yani konum-mevzi üreten, ne düşündüğünü değil nerde durduğunu gösteren gazetecileri izliyorlar. Geçmişte gazete satmak için atılan taklaların benzerini algoritma için atıyorlar diyelim. Hot take denilen “anlık” “yalapşalap” kışkırtıcı yorumculuk” kültürü, popüler kültür çalışmalarında “yankıyı yaymak (artırmak)” olarak tanımlanıyor. Yankıyı artırmak ise gürültüyü yaymak anlamında bir mecaz…
Devam edeceğim...
![]() |
Pazar, Nisan 27, 2025
Sabır direniştir
Cumartesi, Nisan 26, 2025
Hınçlı Dünya
![]() |
Cuma, Nisan 25, 2025
Perşembe, Nisan 24, 2025
Bencil
![]() |
Laf lafı açtı, benimle ilgili bir hatırasını
anlattı. İşte en fazla on yaşındayken, eve yakın bir yerde yaz okulu gibi bir
şeye gidiyordu. İş çıkışı onu almak için oraya gitmişim, bütün çocuklar
futbol oynuyormuş, ben gelince bu topunu almış, oyun bozulmuş, ben de topunu
bırak da oynasın arkadaşların demişim, bu dinlememiş, inat etmiş vermemiş topu…
Eve dönerken ben tozutmuşum, bencillik bu filan başlamışım.
Sonra da demişim ki, “ben bencil biriyle yanyana yürüyemem.” Eve giden yolu
ayrı kaldırımlarda yürümüşüz. Ceza vermişim. Hatırlamıyorum ama yaparım öyle
şeyler. Gülerek anlatıyordu, tipik Levent Cantek tepkisi filan…
O akşam eve dönünce bu hikâye koydu bana, kederli bir his oturdu içime…Yazdığım
senaryonun son bölümünde ağır bir baba-oğul kavgası vardı, ondan da etkilenmiş
olabilirim. Hoş, Tuna’nın hâlâ hatırlaması, bana gülerek anlatması,
bir bakıma affetmiş olduğunu, iyileşmiş bir şeyleri gösteriyor.
Ne ki, şunu görüyorsun, çocuğun aklında
kalmış, gereğinden fazla sert bir tepki vermişim, hepi topu on yaşında işte,
abartmışım… Bir an evvel yetişkin olmasını istemişim, saçmalama
hakkı tanımamışım. Hafıza tuhaftır, bazen incelikli bir güzelliği değil de, insanı
en çok ifşa eden, en çiğ halleri hatırlar. Ebeveynlik sahiden zor iş, inişler çıkışlar oluyor, öğretmek istiyorsun, sevmek ve doğruyu göstermek…
Üçü bir araya pek denk gelmiyor sanki… Ebeveynsen bir şekilde devam ediyorsun, yol
üzerinde düzeltebilir-geliştirebilirsin.
Diğer yandan büyüme hikayelerinde burukluk varsa, olgunlaşmaya, anlamaya, birbirini tanımaya dair bir şeyler olmuş demektir. Bakın ondan eminim. Böyle böyle bir bağ da kurulur falan filan…
![]() |
Çarşamba, Nisan 23, 2025
Futbol
![]() |
Salı, Nisan 22, 2025
Dört Arkadaş
![]() |
Sosyal medyada “kimse, gerçek sen’i tanımaz, ama kurgu olarak bilinirsin.” İnsanlar kendini açıklamak zorunda kalmamak için profillerini yazarlar. Bir iki espri, motto, özlü söz ya da göndermeyle “ben buyum,” demekten çok, “beni böyle okuyun,” demeye gelen bir tür “marketing” hattı kurarlar. Wendy Brown, sosyal medyanın her birimizi bir girişimci özneye dönüştürdüğünü iddia ederken tam da bunu anlatır. İnsanlar kendilerini pazarlarlar, kendi hayatlarının CEO’su olurlar… Kendilerini optimize etmek ve doğru kararlar vermek iddiasıyla “varolurlar”. Bu sistemde siyaset, kişisel ahlakın bir tür "imtihanı" haline gelir. Her birimiz, kolektif kararlar yerine kendi ahlaki “markalarımızı” koruma refleksiyle hareket ederiz.
Sosyal medyada “takip eden, yönlendirir, gündemi belirleyen artık sahnedeki değil, izleyenlerdir”. İlk yorum, bir kural olarak yön tayin eder. Bir içeriğin nasıl algılanacağı, ilk üç yorumda kendini gösterir. Yorumlar fikir oluşturmaz ama fikre yön verir. Troller bunu herkesten daha iyi bilir. Kimse içeriği okumaz, sadece tepkilere bakar. Beğeni sayısı, anlatılandan daha önemlidir. İçerikte ne denirse desin, yapılan yorumlar yazının kaderini belirler. İçerik tıklanıyorsa doğrudur. Gerçeklik, popülerlikle ölçülür. Gerisi teferruattır. Byung-Chul Han, “Şeffaflık Toplumu” dediği kavramsallaştırmasında görünür olmak artık var olmanın ön koşuludur diyor. İnsanlar “görünmez olmaktan” değil, “görünmüyor” ihtimalinden korkarlar; yorumlar, beğeniler ve ilk tepkiler, gerçeğin yerini alır ve dijital kalabalığın yön tayin ettiği bir psiko-politik düzleme dönüşür.
Sosyal medyada “herkesin dikkat süresi, bir kahve fincanı kadardır.” Uzun yazılar okunmaz, ya da kısa yorumlarla kolaylıkla öldürülür. En az hak eden, en çok beğenilendir. Beğeni, nitelik göstergesi değil, görünürlük yarışının sonucudur. Caps’i yapılan tartışmayı kazanır. Tartışmalar, mantıkla değil montajla sonlanır. Takipçi sayısı, görüşün geçerlilik süresini belirler. Bir fikir, çok sayıda insan tarafından dile getirilirse doğru olması beklenmez. Kimse okuduğu şeyi tam okumaz. Başlık okunur, niyet tahmin edilir, yorum yapılır. Eli Pariser’in vurguladığı gibi, algoritmalar kullanıcıya yalnızca onaylayacağı içerikleri sunar; böylece dijital kamusallık, eleştirel düşünceyi değil, hızlı tepkileri teşvik eden bir yankı odasına dönüşür. Yorumlar içeriğin önüne geçer; okur, içerikten çok tepkiyi izler.
[Görseli yz yaptı, tarif ettim elbette ama ortalamayı tutturma gayreti ve mantığı hoşuma gidiyor, dört paragrafta anlattığım, düşüncelerimi konu hakkında düşünen dört ayrı isimle pekiştirdiğim için yazının başlığını "dört arkadaş" koymuştum, hemen altına daha kolay "anlaşılmak" için bir açıklama eklemiş- yazmış (!)]
Pazartesi, Nisan 21, 2025
Akışkanlık
![]() |
Hemen hepimiz, sosyal medyayı “yaşıyoruz” ama etkileri hakkında uzun uzadıya düşünmüyoruz, ne kadar “kapıldığımızı” anlamıyoruz hatta. Şimdilerde “akış” deniyor, akışına bırakmaktan söz ediliyor ya her birimiz sosyal medyanın akışı içindeyiz, beğenil ve tepkilerimizi, anlama ve anlatma biçimlerimizi belirleyen bir deveranda aklediyor ve konuşuyoruz.
Yukarıda siyasetçi dedim, siyasetçi ne yapar, pragmatik ve siyasal bir esneklikle farklı türden seçmenle yüzyüze olmaya çalışır. Oysa “şimdiki zamanda” o ne yaparsa yapsın, “eyledikleri” ve “konuştukları” bağlamından koparılarak sosyal medyada dolaşıma sokulur, sabitlenir ve kodlanır. Yani bir siyasetçi reel hayatta istediği kadar stratejik değişkenlik için çabalasın, sosyal medya onu sabitler, çünkü değişkenlik ahlaki bir zaaf olarak okunur, meseleler basitleştirilir, iyi-kötü düalizmine indirgenir. Sosyal medya, hikaye sever, siyaset de hikayeleştirilir, bir siyasetçi (orada var olabiliyorsa) kahraman ya da hain olabilir ancak…
Seçmenler çok mu farklı? Demokrasi, ne dersek diyelim, müzakere ve çıkar dengeleme sistemidir… ama sosyal medyanın mantığı içinde insanlar onu bir ahlaki aidiyet testi gibi yaşarlar. Demokrasi, seçenekler arası tercihtir. Üstelik bu tercihler (hele siyaseten azınlıksanız) ideallerimizle değil kısıtlarımızla şekillenir. Genellikle ikisi de bize uymayan seçenekten birini seçmek zorunda kalırız. Sosyal medya anlamaktan çok hislerimizle (ne hissettiğimizle) kendimizi var ettiğimiz bir “medium” olduğu için bu tercihimizden dolayı kendimizi “yargılarız”, “utanırız”, “itiraf ederiz: bir sağcıya oy verdim”, biliriz ki sosyal medyanın kurduğu etik düzlem insanları sadakatleriyle değerlendirir…
Hal bu olunca “mümkünler arasında en az kötü olanı seçtik” diyemiyoruz veya bu seçimin etikle ilgisi olmadığını düşünemiyoruz (daha doğrusu hissedemiyoruz). İnsanlar, utanarak-sıkılarak Mansur’a oy verdiklerini söyleme gereği ve baskısını bu yüzden duyuyorlar. Çünkü sosyal medya, ürettiği dualistik psikolojiyle dünyayı anlamlandırıyor, stratejik bir nedenle oy vermeyi utanç olarak nitelendiriyor. “Onu seçtim ama bu ben değilim”, “onu seçmek zorunda kaldım” vs diyen insanlar okuyoruz…
Hatırlayanlar olacaktır, Bauman “akışkan modernlik” diyerek modernitenin (kimlikler, kurumlar, roller bakımından) katı kalamadığını akışkan bir biçime dönüştüğünü söyler. Hemen her şey geçici, belirsiz ve hızlı değişebilir olduğu için insanlar, kendilerini sürekli güncellenmek zorunda kalırlar, kendilerini rahatlatacak sabit referanslar ararlar ve bulamazlar. Bugünün seçmeni, sabit bir ideolojik zemine göre değil, geçici duygusal ve sosyal medya baskılarına göre hareket eder.
Sosyal medya ise bu akışkanlık içinde (sabitlikle hiç ilgisi olmamasına karşın) sahte bir sabitlik üretir. Sabitlik, yaşadığımız dönemde bir iddia olarak güçlü olmanın en büyük göstergesidir. O hayali sabitleme ile insanlar, düşünce ve hislerini utanılacak bir tutarsızlık gibi yaşıyorlar demek istiyorum. Bauman ise bu “çelişkinin” şimdiki zamanın doğal bir sonucu olduğunu söylüyor.
Diğer yandan “kendimle çelişiyorum” duygusu, aslında demokrasinin sağlıklı işlediğini de gösterebilir. Umberto Eco’nun deyişiyle kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, belli sürelerle bizim için çalışacak siyasetçiler (servis sağlayıcısı) seçiyoruz…
Devam edeceğim…
[Görseli yz yaptı, yazıyla ilgili yorumunu ajitatif yapmış, ilginç olduğu için paylaştım.]
Pazar, Nisan 20, 2025
Obristan'da Bir Dev
Video paylaşırken, blogger "size" ile ilgili bir sınırlandırma getiriyor, çözünürlüğü düşürerek paylaşıyorum mecburen...
Cumartesi, Nisan 19, 2025
Male Gaze
![]() |
![]() |
Cuma, Nisan 18, 2025
Hot take
![]() |
Sırrı, bağlama göre konuşan, politik bir esneklikle yaşayan bir siyasetçi, farklı siyasi aktörlerle görüşmesi, uzlaşması, hatta karşılıklı tavizlerle yeni dengeler kurması bekleniyor ondan. Niye konuşuyor, niye gülümsüyor, niye tokalaşıyor gibi hınçlanmalar bir siyasetçi için anlamsız sorular ve suçlamalar. Bir siyasetçi ne iş yapar ki, ne yapmalı ki… Sosyal medya, reel siyaseti kendi deveranında “hissetmek” istiyor. Masadan kalksın, hiç oturmasın, yumruğu vursun falan filan… Nasrettin Hoca, Timur’la konuşmaya gitmiş, biliyorsunuz değil mi o fıkrayı…
Doğrudur, kutuplaşma var, adaletsizlik ve çaresizlik yaşanıyor, travmalarımız gırla, e herkes bağırarak konuşuyor, hepsini kabul ediyorum. Ama hıncı, bu düzen karşısında doğal bir duygusal tepki olmasını “barış konuşacaksak” normalleştiremeyiz.
Sırrı hakkında son üç günde yazılanlar, aslında neyi-nasıl hissettiğimizi, her bakımdan nasıl hınçla birbirimize bağırdığımızın trajik bir örneği oldu… Malum hınç, derinlik gerektirmez, kelime azlığı şiddetle telafi edilebilir …
Genel olarak insanların kendilerine ait, kişisel tınısı olan bir fikirlerinin olmadığı görülebiliyor. Sosyal medya hız ve görünürlükle var oluyor, özgünlükse yalnızlık getirebilecek bir şey, ne kadar farklıysan o kadar “görünmez” oluyorsun… Oysa kutuplardan birine ait olmak, hazır düşmanlara küfretmeyi, onlara küfrederek alkışlanmayı kolaylaştırıyor. Özgün olamayan hınç yoluyla varoluyor demek istiyorum. Düşünmesine gerek kalmıyor, öfkelenmesi yeterli oluyor. Sabır ise bir duygu tanzimi demek, sakin ve mesafeli kalmak demek… Sırrı hakkında yazılan yorumlar öfke, hayal kırıklığı, hıyanet ve panik gibi hislerle bizi iteliyordu bir tarafa…Sabır gerektirmeyecek duygu yoğunluklarıyla konuşuluyordu.
Bir arkadaşımla konuşurken sürekli sabırsızlık vurgusu yaptığımı fark ettim. Oysa, bu tam bir sabır-sabırsızlık meselesi değildi. Sosyal medya siyasetinin doğası gereği böyle anlaşılıyordu. Hız kültürü”, “dijital acelecilik” veya “tepki toplumu” ne dersek diyelim “şimdiki zaman” böyle gelişiyordu.
İnsanlar, sosyal medyayı tetikte (ateş etmek için) izliyorlar, mutlaka bir şey söylemek istiyorlar, beklerlerse, onlardan önce başkaları söylermiş gibi geliyor onlara, “geç kalma” korkusu çekiyorlar. Herkes bir şey demek zorunda hissediyor, çünkü susmak — artık düşünmek değil, sanki korkmak ve geri çekilmek gibi görülüyor. Bu yüzden her gün “Hot take” denen şeyleri, bir olay olur olmaz, düşünülmeden ortaya atılan çarpıcı yorumları okuyoruz.
Lafım çokmuş, Sırrı’nın neşesi lazım bize diyerek kaçayım ben Mıstık Abi…
Perşembe, Nisan 17, 2025
Hoodie
![]() |
Seksenli yıllarda, para biriktirerek, İtfaiye meydanından ilk parkamı satın aldığımda, henüz onsekiz yaşında bile değildim, “şahane bir solcu” olmuştum, “herkes bana bakıyordu”, saz tıngırdatıyor, türkü söylüyordum, üstüne bi de bıyık bıraktım, tam oldum. Gel gör ki, ne zaman Kızılay’a insem, polis çevirip kimlik soruyor, çantamı kurcalıyordu, bir iki olunca, “biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum” diyerek kerametin parkada olduğunu anladım, temiz yüzlü ergen ben, parka giyince “amk solcusu” oluyordum. Parka beni bir kimliğe, o kimlik de bir tehdide dönüştürüyordu. Komünistler parka giyiyordu, Cem Karaca “Parkaa” derken volüm yükseliyordu.
Doksanlı yıllarda televizyonlarda polis tatbikatlarından görüntüler yayımlanırdı, işte eylemci düşman hedehüde hobejdobej sloganlar atıyor, polis de onları derdest ediyordu. İstisnasız bütün eylemciler parkalıydı, hee diyorsun, boğanın kırmızısı, ben bunu biliyorum. Devletimiz özellikle “soğuk savaşın” bitiminden sonra komünizmi ciddiye almaz oldu, polis tatbikatlarında ve televizyon dizilerindeki bütün kötüler puşi takar oldular.
Başa dönersek, anlaşılıyor ki şimdiki zamanın yeni parkası “kapüşonlu sweatshirt” olmuş… Meydana girmeyen polisten uzak duran genç eylemcileri izlerken bunu hemen fark ediyordunuz. Global popüler kültürde benzer tınılar yok değil, “hoodie” deniyor buna… Parka gibi “sol”, puşi gibi “etnik” görünen bir tonu yok. Skate ve hip-hop kültürü eliyle yaygınlaştı aslına bakarsanız… Ama tek yönlü gelişmedi. Mark Zuckerberg’ın gri renkli bir kapüşonu vardı hatırlarsanız, o yüzden Hollywood “coder” gibi görünenlere kostüm düşünmez oldu… Silicon Valley kültüründe takım elbise alerjisi olduğu için başka türlü yaygınlaştı, sadece rahatlığı değil “cool” olmayı vurguluyordu. Yani, kapüşonlu giymek bir risk değil, start-up kültüründe bir imtiyazdı; polis onlara şüpheyle yaklaşmıyordu, hepsi okumuş yazmış, iyi paralar kazanan akıllı insanlardı. İşçi sınıfının mütevazı giysisi bir meydan okuma simgesi olmuştu. Ne ki, popüler olan, daima farklı biçimlerde alımlanır. Amerikan polisi, kapüşonlu bir ergeni öldürmüş, büyük bir infial olmuştu, hatırlayanlar olabilir. Beyaz Amerika “Hoodie kültürünü” suçla (ve siyahlarla) ilişkilendiriyordu. “Million Hoodies” protestolarına katılan muhaliflerin hemen hepsi kapüşonlu giymiş, pek çok ünlü kapüşonlu fotoğraf çektirerek dayanışma göstermişti.
Giydiklerimiz ve giymediklerimiz, toplumsal bir mücadele alanına dönüştürülüyor demek istiyorum. Bir parka veya kapüşon, bulunduğumuz ortama ve bize bakanın önyargılarına göre her defasında yeniden anlamlandırılıyor.
Polisin kapüşonlulara duyduğu alerji boşuna değil, kapüşonlular hemen her kültürde tekinsiz ve “disrupter” görünüyorlar… Disrupter nitelemesi hakkında yazmaya devam edeceğim.
Çarşamba, Nisan 16, 2025
Salı, Nisan 15, 2025
Dumlupınar
![]() |
Pazartesi, Nisan 14, 2025
Dev-Genz
![]() |
Pazar, Nisan 13, 2025
Kafamı Satıyorum
![]() |
Yeri gelmişken, güldürmeye çalışan bir şiir tarzı vardı, mizah dergilerinde yer bulamaz olunca kayboldu... Şahikası, kırklı yıllardı bence...o yıllarca "gençti", sonraki yıllarda "amca" oldu... Hiç "teyze" olamaması vasatlığının delili elbette.
Cumartesi, Nisan 12, 2025
Seyrüsefer Defteri 169
![]() |
![]() |
Cuma, Nisan 11, 2025
Allahsız algoritma
![]() |
Evvelsi gün, post doktora için yurt dışında olan genç bir akademisyen paylaştığı fotoğrafını gördüm, omuzları açıkta, filtreli, dövmeli, lensli gülümsemiş, göğüs çatalının üstüne Filistin bayrağı kondurmuş ve “Türkiye’de işler çok karışık ama Filistin’i de unutmayalım” demiş… Yanlış anlaşılmak istemem, kimin neyi-nasıl yaşadığıyla veya anladığıyla ilgili ahlakçı-hımhımcı bir tonda konuşma hakkım yok, sevmem ve korkarım da… İsteyen istediğini yapıyor zaten, yukarıda kaos dedim , ona iyi bir örnek olduğunu düşündüğüm için paylaştım. Arkadaşımız aslında kendini göstermek-paylaşmak, beğenilmek, arzulanmak, beğeni sayısını artırmak istiyor… Oysa başka bir gündem var, üstelik akademisyen… Gösterme arzusu ile siyasi hassasiyetler çarpışıyor. Güç seninle olsun yoldaş!
Ne diyor sosyal medyanın kuralları? Gündem değiştikçe sen de değişmek zorundasın, aksi halde oyunda kalamazsın . Takipçilerin “sabit kala(kala)na” pek katlanamıyor çünkü. Takipçin kadar konuşur, etkileşimin kadar hatırlanırsın çünkü. İnternette sessiz kalan değil, görünmeyen kayboluyor çünkü.
Amerikalılar, buna “dijital şöhret” diyorlar, şöhretin küçüğü büyüğü var elbette…Her birimiz takipçilerimizin bildiği (şöhretimsi) bir şey oluyoruz, “güzel kadın”, “akıllı adam”, “bok gibi yazıyor”, “aşırı komik”, “viral olmalı”, “bu arada bir bacağını gösteriyor” filan… E bu şöhretin bir bedeli var, dijital çağ, paylaşımlarımızda ürettiğimiz rolü, her gün yeniden oynamaya zorluyor bizi… İmaj, kimliğin yerine geçince tekrarlamak zorunda kalıyoruz.
Herkes kendi frekansında yayın yapıyor, çakışınca (benimle, bir başkasıyla ya da hakim gündemle) dikkat çekiyor. Dikkat çekmek istiyoruz, ama sanki ve aslında kimse kimseyi dinlemiyor, onu da biliyoruz, herkes sadece yayın yapıyor. Yayın yapmazsa unutulacağından, geride kalacağından, beğenilmeyeceğinden korkuyor. Tükenmişlik, “bir şey daha paylaşmam lazım” cümlesiyle başlayabiliyor artık. O zorunluluk hissiyatı, dijital çağın bilinen, normalleştirilen kölelik sisteminin sonucu…Allahsız lan bu algoritma!
Neyse sabah sayıklaması oldu Mıstık abi, çalışmam lazım.
Perşembe, Nisan 10, 2025
Dünyanın en güzel romanı
![]() |
![]() |
Çarşamba, Nisan 09, 2025
Salı, Nisan 08, 2025
Kural 34
![]() |
Kural 34, internette bir şey varsa (popülerse anlamında), mutlaka onun pornosu yapılacaktır demekmiş... Parodi, para ya da piyasanın işleyişi (3P) gereği (illa ki ve istisnasız) mutlaka bu yapılır, gerçekleşirmiş... Zaten kural 35 de, "yapılmadıysa da yapılacaktır" (üretilecektir) demekmiş...
Kendisi bir miim olan bir geyikten söz ettiğimi anlamış olmalısınız.
Böyle bir kavramı biz üretmeye kalkışsaydık, mizahın işleyişi gereği Kural 31 derdik, daha doğrusu madde 31 olurdu...Gülerek yazıyorum "Glokalleşme böyle bir şey..."
Mizah böyle bir şey, ters yüz etmek aslında, romantizmden bahsedilirken gaz çıkarmak, entelektüel bir çıkarım yapılırken küfürlü konuşmak gibi bir şey. İşin içinde sadece parodi ve ironi değil şaşırtarak dikkat çekmek ve üretenler açısından "ben buradayım" demek var...
Yeni de sayılamaz, Amerika'da Mad mizah dergisi onlarca yıl, şöhretli isimleri kullanarak, onları komik göstererek, mutlaka cinselliği işin içine katarak popülerliği hicvederdi. Mad, Tijuana Bibles'ten esinlenmişti. TB denilen yayınlar, ünlü Amerikan çizgi romanlarının pornografik parodileriydi, el altından satılırdı, çok bilinirdi. Şöhretler ve onların cinsel hayatları ayrı ayrı ilgi çektiği anlaşılmıştı.
Aynısını ve Tb'ye göre edeplisini, Gırgır yaptı... Günde hepi topu altı saat yayın yapan televizyon ülkenin tek eğlencesi ve popüler kültürün ana membaı iken diyelim özellikle Tekin Aral ve Orhan Alev, uzun yıllar, konuşulanları (televizyon, futbol ve gazino dünyasının ünlülerini) karikatürize ettiler. En çok belirginleştirdikleri şey şöhretlerin cinsellikleriydi. Onları çıplak, salak ya da beklenmedik biçimde seksle ilişkili olarak komik görmek insanların hoşuna gidiyordu.
Laf uzamasın, akla gelebilir, peki Amerikalıların madde 31'i var mı diyen çıkabilir... Şöyle bir bakındım, böyle bir madde var da diyemem, yok da...Bir kaynağa göre "herkesin bildiği ama bilmiyormuş gibi yaptığı bir durum", utanma ile bilme arasındaki o ince çizgi, Madde 31’in oyun alanıymış. Konuşulmaz, ima edilir demek isteniyormuş. Bir başkasına göre "madde 31, internette mizah, ayıp olanla başlar" diyormuş. Artık siz yorumlayın.
Pazartesi, Nisan 07, 2025
Pilav vs Risotto
![]() |
Pazar, Nisan 06, 2025
Cumartesi, Nisan 05, 2025
Dağ başını...
![]() |
Cuma, Nisan 04, 2025
Beşinci gün
![]() |
Perşembe, Nisan 03, 2025
Yoğun kavrulmuş
![]() |
Çeyrek asır oldu, hep anlatırım, ben asistanken, Gazi'de ülkücüler sırf saçlarına jöle sürdükleri için yaşıtları olan erkekleri pataklıyor, "ibne misin?", "Türk değil misin?" filan coşkusuyla kantin dayağı atıyorlardı. Çok değil, üç dört yıl sonra bir baktık, hepsi jöle sürmeye başladı, böyle bir dert kalmadı, dayak yiyenler yedikleriyle kaldılar.
Kahveciler yaygınlaşırken, aynı sağcılar diyelim, ısrarla çay içiyor ve oralara müşteri olanları "gayri-milli" olmakla suçluyordu. Biliyorsunuz, çay içme kampanyaları oldu ve yalnızca rakıya biraya karşı yapılmadı... Kahve dükkanları emperyalizmle özdeşleştiriliyordu falan... "Latte" içme kuyruğunu görünce aklıma jöle süren Ülkücüler geldi.
Laf uzamasın, o yıllarda İslamcıların yumuşak içimli ve mutlaka yoğun kavrulmuş ( isteğe bağlı olarak kremamsı ve aromalı tatlandırılan) "yerli ve milli" esprileri berhava oldu be Mıstık abi...
Çarşamba, Nisan 02, 2025
Salı, Nisan 01, 2025
Ufak ufak
![]() |
Ne ki, bir parça toparladım diyelim, senaryo yazıyorum, okuyorum ve seyrediyorum, kendimi de biliyorum, yazarak iyileşenlerdenim...
E burası, medium olarak bloglar popülerliğini yitirse de yirmi yıldır uğraşıyorum, bir tür günlüğüm... Devam edeyim, geri döneyim dedim, gittiği yere kadar artık...