Çarşamba, Nisan 30, 2025

Mahlasla yazmak, fake ile zehretmek

Mahlas kullanarak epeyce şey yazdım, siyasi nedenlerle ismimi kullanamadığım da oldu ama genel olarak “takma isim” işini severim. Aslolanın hikaye anlatmak olduğunu hatırlatması bakımından mahlasın yazara ayrı bir güç ve imkân verdiğine inanırım.

Sosyal medya, “fake” ve “anonim” kimliklere kolaylık tanıyor, pek çok kullanıcı farklı kimliklerle “gezinebiliyorlar”, öyle ki artık buna şaşıramıyoruz. Kendilerini daha özgür ifade edebilmek, güvenlik nedeniyle gizlenmek ya da mahremiyetlerini korumak adına bunu herkes yapabiliyor. Bir erkek, bir kadın gibi (gender swapping) veya bir yetişkin bir ergen gibi kendini kimlendirebiliyor. Trollemek, flörtleşmek ve hatta deneyimlemek için yapıldığı söyleniyor.  Romantik ilişki yaşamak için sahte kimlik yaratılması (catfishing), gerçek bir karakteri taklit etmek (role-playing), birden çok sahte hesap açarak kendi görüşlerini desteklemesi (sockpuppeting) bu fasıldan hatırlanabilir.

[Bir parantez açayım, anonim olmak, gerçek kimliğini gizlemek olsa da “kendi kişiliğini” bir şekilde sürdürmek demek… Fake ise bambaşka birisi olmak anlamında anlaşılmalı. Genellikle karıştırılıyor. Anonim olmak, bir özgürlük alanı ve koruma duvarı olabilir. İfade özgürlüğü kısıtlandığında, mahremiyetlerini korumak ya da azınlık oldukları için duygusal güvenlik arayan bireyler kimliklerini gizleyebilirler. Fake ise başkalarına zarar verme ve sorumluluktan kaçarak toplumsal güveni zedeleme riski taşıyor.]

Uzunca bir zamandır, sosyal medyada bu tür hesapları izliyor ve kimileriyle sohbet ediyorum. Genellikle “gerçek kimliklerini korumak” için bu yola başvurduklarını söylüyorlar. Kimlikler arası özgürce gezinebilmenin hoşlarına gittiği anlaşılıyor. Farklı hayatlar yaşamak istedikleri görülebiliyor. Literatüre bakılırsa travma yaşayan kimliklerin bunu denediği, bunun onlara psikolojik bir rahatlama getirdiği iddia ediliyor. Gender swapping örneklerinde cinsiyet kimliğiyle ilgili açmazları olan kullanıcıların online dünyada farklı bir cinsel kimlik deneyimleyerek kendilerini test ettikleri düşünülüyor.

Mutlaka rastgelmiş olmalısınız, profillerde genellikle başkalarına ait fotoğraflar kullanılıyor, şimdilerde yapay zeka yoluyla farklı “görsellikler” inşa edilebilir oldu… Hesap sahiplerinden biri profiline kendi deyişiyle “seksi bir kadın” fotoğrafı seçtiğini, siyasi paylaşımlara bu yolla daha çok ilgi gösterildiğini iddia etti. İktidar partisi trollerinin orta sınıftan “CHP” seçmeni olabilecek gençlerin fotoğraflarını aynı mantıkla kullandığını anlattı. Yazıştığım kullanıcı erkekti. Anlatımı ve eylemi anlatış biçimini bakılırsa yaptığını “legitimate” görüyordu. Yaptıkları benim mahlasla (pseudonymity) senaryo veya kitap yazmam kadar normaldi ona göre. Trollerin işleyişini ise çoklu fake hesaplar ile manipülasyona benzetiyordu.

Bu konuda ileride daha uzun yazacağım, sosyal medya, kimliklerimizin (sahneye çıkarcasına) yeniden kurulabildiği bir yer. Anonimlik bir özgürlük alanı olabilir, sahtekârlık ise bu alanı mecazen yazıyorum “zehirleyebilir.” Aralarındaki sınırı (ve farkı) ancak deneyimlerimizle ve niyetimizle çizebiliyoruz-görebiliyoruz.

Hayalet


 

Pazartesi, Nisan 28, 2025

Hot Take (2)

Daha önce yazmıştım, sosyal medyada bir olay olur olmaz yapılan hızlı ve ajitatif yorumlara global popüler kültürde “hot take” deniyor. Genel olarak dikkat çekmek ve etkileşim almak için yapılıyor. Kendi adıma bunu şuna benzetiyorum, sınıfta ders anlatırken, derse katılımı sağlamak, hayatlarına dokunarak onları "sarsmak" için öğrencilerle tartışırsınız. Hiç şaşmaz, öğrencilerden bazıları, “hot take” misali yorum yaparak sınıfı şaşırtmak ve güldürmek isterler. Çarpıcı bir yorumla son noktayı koymak isteyenler de buna dahil edilebilir. Her sınıfta çıkar çünkü.

Sosyal medyada malum, ilk yorum yapanın “kazanacağına” inanılıyor. Enformasyon netleşmeden, tartışma bağlamı oluşmadan, olgular belirginleşmeden “konuşan” sert, aşırı ve “net” olan yorum birdenbire öne çıkıyor. Sakin kalmaya çalışan bir “ortayolcu” veya düşünerek kurulmuş cümleler değil şoke edici dil rağbet görüyor. Bağlam değil tepki önemsenince, hot take, hınç ve linç kültürüne “su” taşıyor. 

İster istemez, yüzeysellik analizin yerini alıyor. Hepimizi etkileyen bir süreç bu aslında, her birimiz sosyal medyada konuşurken, ne anladığımızdan çok ne hissettiğimizi tarif ediyoruz. Hot take yorumcusu tam da bunu yapıyor, “şu anda ne hissediyorum” sorusunu soruyor ve “bu hissi nasıl dramatize ederim” diye düşünüyor.

Hot take’ler genellikle kışkırtıcı esprilere, rahatsız edici benzetmelere ya da tecrübe içeren bir tür “kişisel hakikate” dayanıyor. Söyleyiş biçimini analiz gibi göstermek istese de esasen yaptığı duygusal bir "tepki koymak” oluyor. “Kimsenin söylemediğini söylüyorum” iddiası ve pozuyla “konuşuyor.” Doğru olup olmamasından çok iddialı olup olmamak önem arzediyor. Yanılgı kabullenilmiyor, geri adım atmak itibar bir tür kaybı sayılıyor vs

Hot take saldırganlığı, cesaretli ve dobra, sözünü sakınmayan bir persona yaratır. Bu yeni değil elbette, benim gençliğimde bulvar gazeteciliği bir tür hot take üreticisiydi, şimdilerin influencer yorumcuları gibi gazete manşetlerinde ve halk adına konuşan köşe yazılarında yaşıyordu. Sabırsız, mesafesiz, hınçla yazan, "yetimin hakkını yedirmeyen", "bu milletin bir lirasını heder ettirmeyen" gazetecilerimiz vardı. Fikir üretmez, taraf belirler, demokratik kamusallığı tarumar ederlerdi. 

Sosyal medyada hot take, benzer bir yolu izliyor aslına bakarsanız…. Yani konum-mevzi üreten, ne düşündüğünü değil nerde durduğunu gösteren gazetecileri izliyorlar. Geçmişte gazete satmak için atılan taklaların benzerini algoritma için atıyorlar diyelim. Hot take denilen “anlık” “yalapşalap” kışkırtıcı yorumculuk” kültürü, popüler kültür çalışmalarında “yankıyı yaymak (artırmak)” olarak tanımlanıyor. Yankıyı artırmak ise gürültüyü yaymak anlamında bir mecaz…

Devam edeceğim...


Pazar, Nisan 27, 2025

Sabır direniştir

Sabır ne işe yarıyor? Şimdiki zamanda, “nefes alıp verdiğimiz” sosyal medyada sabırlı olmak bize ne kazandırıyor? Siyaseten romantik bir yerden konuşursam, sabır diye bir şey yok diyebilirim mesela…Sabır, edebi bir motif, zamanın dışında kalanların yaşadığı bir ritim olabilir (mi?)… Hepimiz biliyoruz ki, “bekleyemediğimiz” (beklemeye tahammül edemediğimiz) bir zamanı yaşıyoruz. Bir haber, bir tivit, bir video şu bu görüyor, derhal tepki gösteriyor, süratle yanıt veriyor, duruma karşı hemen pozisyon alıyoruz. Susarsak suçlanırız, düşünürsek gecikiriz gibi geliyor.

Anne tarafından ailem, “Hız” soyadını seçmiş, yeni kurulan cumhuriyetin okur yazar bir ailesi olarak kendilerine modern bir soyadı seçmişler. Zamana ayak uydurduklarını, “yeni” ve “öncü” olduklarını göstermek istemişler, bana öyle geliyor. Pek çok konuda çabuk kararlar aldıklarını biliyorum, baba tarafım daha fena hızlıydı, “telaşe memuru” derlerdi kimilerine… Sabırla zerre ilgisi yoktu mesela babamın… Rutininizi belirleyen şeyler bunlar, onlardan miras almışım, hızla ilgili takıntıları olan biriyim. Yavaş insanlarla çalışamıyorum mesela. Onlarla bir aradayken “sabrımın” zorlandığını biliyorum. Hep söylerim, yoga yapamam, balık tutamam…Kastedilen şeyin “özellikli bir yavaşlık” olduğunu anlamıyor değilim. Mutlaka bilgelik içeren bir tarafı olduğunu biliyorum. Öyle bir meziyetim yok diyelim…

Sosyal medyayla ve genel olarak popüler kültürle ilgili konuşurken neden kendimi kattığımı anlamlandıramamış olabilirsiniz. Ritmi hızlı olan, yazı yazarak geçinen, iş yetiştiren, adanmış bir hayat sürdüren biriyim, ne ki, “şimdiki zamanda” yaşarken başka türlü bir sabır ve sakinlik geliştirmem gerektiğini biliyorum. Çünkü yaşadığımız hız, sahiden hınçlandırıcı bir ivmeye sahip… hemen hepimiz “geç kalmamak” için hızla konuşuyoruz, bu hız neredeyse her zaman yüzeyselliği getiriyor, nadiren doğru bir tepkiye dönüşüyor. Tepki veriyorsan varsın, beklersen “ha var-ha yok” ölçüsünde yoksun. Bu gerilim düşünmeyi değil dürtüyü-dürtüselliği besliyor. Bir şimdiki zaman deyişi olan “tetiklenmeyi” bu yüzden çok duyuyoruz. 

Ailemle ilgili “Hız” soyadını veya çalışma tempomla ilgili obsesyonumu konuşurken genellikle benzer tepkiler alırım: “Haklısın, kimsenin o kadar zamanı yok”. Sabır, biliyorsunuz ki, sadece zamanla ilgili değerlendirilemez. Felsefeci bir arkadaşım, kendisine sürekli haber ve link fwd eden bir arkadaşına, “kurban olayım, ben felsefeciyim, aktüeli yakalamakla ilgili bir derdim yok” mealinde bir tepki vermişti. Sabır, olup bitenleri muhakeme etmeyi, duyguların soğumasını beklemeyi, hal ve gidişin doğru yorumlanmasını sağlar. Durulma ve berraklaşma faslından niyeti budur. Acele etmek, anlamaya izin vermez, işi tesadüflere bırakır.  Konuşarak değil bazen susarak ve bekleyerek daha etkili olabiliriz.

Hızın, hıncın, gürültünün delice bir yoğunlukta yaşandığı (susmanın gücüne kimsenin inanmadığı bir) çağda sabır bir direniş biçimidir. Bağırmamak, hemen yanıt vermemek, susabilmek “dijital telaşa” karşı kıymetlidir-değerlidir. Başkalarının hızına kapılmama, kendi ritmini kurabilme cesaretidir çünkü. Sadece çevrenize bakın, sessizlik, yavaşlık veya beklemek insanları gerçekten öfkelendiriyor. Bu bir azınlık hissiyatı değil de nedir? Herkes birbirini uyarıyor, sıklıkla “uyuma” “uyan artık” deniyor, insanların bu kadar çok uykudan söz etmesi “uykusuzluk” yaşadıklarını gösteriyor olabilir mi ne dersin Mıstık abi?


Cumartesi, Nisan 26, 2025

Hınçlı Dünya

Sosyal medyada neden bu kadar çok hınçlıyız? Çünkü burası medium olarak bir sahneye, hınç ise o sahnedeki performansa benziyor. Lafı gediğine koymak, harbi olmak filan derken hınç bir duygu olmaktan çıkıp bir gösteriye dönüşüyor. Algoritmalar da hıncı ödüllendiriyor, hasmanelik içeren her içerik daha fazla etkileşim alıyor. Etkileşim diyerek geçmeyelim, bir gösteri olarak hınç, kullanıcıların mecrada (platformda) kalmasını sağlıyor. Dolayısıyla, hınç ekonomik bir değere dönüşüyor.

Bildiğimiz şeyleri de ekleyelim, insanlar yüz yüze olduklarında gösteremeyecekleri tepkileri sosyal medyada veriyor, anonimlik ve cezasızlık (en azından yüzleşmemek) hıncın yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor. Sosyal medyada siyaset, düşman klişeleriyle (kahramanlar ve hainlerle) ilerlediğinden hınç diline çarçabuk dahil oluyor. Sosyal medya bağırmak istiyor… Kimse sakinleşmeye ve empati kurmaya yanaşmıyor. Öfkelenenle öfkeleniliyor. Öfke, biraraya gelme duygusunu pekiştiriyor. Öfkeyse öfke, daha çok öfkeyse daha çok öfke çıkıyor ortaya… Hınç herkese bulaşıyor ve normalleşiyor.

Hınç, malum, özgün bir fikri olmamayı telafi eden, o eksikliği kapatan bir duygu ya da dildir…. Kullanıcı, öfkelenirse ya da öfkeli görünürse, haklı gözükebilir ve enikonu düşünmesine gerek kalmaz. Hınç, hazır bir elbise gibidir ve alır giyersiniz. Sosyal medyada hınç, bütün bireysellik iddiasına karşın başkalarının öfkesine katılmaktır. Hınç, birleştiricidir, bizden olmayanlara karşı öfkelenmemizi kolaylaştırır. Hınç, popülerleştikçe, müzakereyi anlamsızlaştırır ve çözümü yok etmeye dönüştürür.

Geçtiğimiz hafta bir zoom sırasında hınç kültürü ile ilgili bir soru soruldu ve aşağı yukarı bunları anlattım. Bir katılımcı mealen yazıyorum “bu memlekette öfkelenmeden, birilerine hınçlanmadan konuşabilmek mümkün mü?” diye sordu. “Tam da bunu anlatıyorum, herkes böyle hissediyor, yorumumu haklı çıkarmış oldunuz” dedim. “Sorun şu ki, sadece biz değil bütün dünya böyle hissediyor, sizin gibi hissetmeyen yok” diye ekledim.

[Dipnot ta atayım... Sara Ahmed, “The Cultural Politics of Emotion” adlı kitabında (Routledge, 2004) duyguların sadece bireyler arasında dolaşmadığını, nesneler ve toplumsal figürlere nüfuz ettiği, yapışan (ilişen) ve anlam kazanan (dönüştüren) şeyler olduğunu savunur. Ona göre duygular kimlikleri biçimlendiren ve toplulukları bir arada tutan bir tür kaynaştırıcıdır. Sosyal medyada hınç, bireysel bir dışavurumdan çok, duygu odaklı (duygulanımsal) bir ekonomi içinde işleyen, paylaşılan ve çoğaltılan bir gösteriye dönüşür.]

Perşembe, Nisan 24, 2025

Bencil

İki gün önce epeydir zihnimi meşgul eden bir senaryo işini bitirdim. Kutlama gibi değil de rahatladığım için Tuna ile akşam yemeğine gittik.

Laf lafı açtı, benimle ilgili bir hatırasını anlattı. İşte en fazla on yaşındayken, eve yakın bir yerde yaz okulu gibi bir şeye gidiyordu. İş çıkışı onu almak için oraya gitmişim, bütün çocuklar futbol oynuyormuş, ben gelince bu topunu almış, oyun bozulmuş, ben de topunu bırak da oynasın arkadaşların demişim, bu dinlememiş, inat etmiş vermemiş topu…

Eve dönerken ben tozutmuşum, bencillik bu filan başlamışım. Sonra da demişim ki, “ben bencil biriyle yanyana yürüyemem.” Eve giden yolu ayrı kaldırımlarda yürümüşüz. Ceza vermişim. Hatırlamıyorum ama yaparım öyle şeyler. Gülerek anlatıyordu, tipik Levent Cantek tepkisi filan…

O akşam eve dönünce bu hikâye koydu bana, kederli bir his oturdu içime…Yazdığım senaryonun son bölümünde ağır bir baba-oğul kavgası vardı, ondan da etkilenmiş olabilirim. Hoş, Tuna’nın hâlâ hatırlaması, bana gülerek anlatması, bir bakıma affetmiş olduğunu, iyileşmiş bir şeyleri gösteriyor.

Ne ki, şunu görüyorsun, çocuğun aklında kalmış, gereğinden fazla sert bir tepki vermişim, hepi topu on yaşında işte, abartmışım… Bir an evvel yetişkin olmasını istemişim, saçmalama hakkı tanımamışım. Hafıza tuhaftır, bazen incelikli bir güzelliği değil de, insanı en çok ifşa eden, en çiğ halleri hatırlar. Ebeveynlik sahiden zor iş, inişler çıkışlar oluyor, öğretmek istiyorsun, sevmek ve doğruyu göstermek… Üçü bir araya pek denk gelmiyor sanki… Ebeveynsen bir şekilde devam ediyorsun, yol üzerinde düzeltebilir-geliştirebilirsin.

Diğer yandan büyüme hikayelerinde burukluk varsa, olgunlaşmaya, anlamaya, birbirini tanımaya dair bir şeyler olmuş demektir. Bakın ondan eminim. Böyle böyle bir bağ da kurulur falan filan…

Çarşamba, Nisan 23, 2025

Futbol

Geçtiğimiz hafta futbol takımlarından biri seremoniye şimdiki zamanla ilgisi olmayan bağnaz bir pankartla çıkmıştı, epeyce eleştirildi-tartışıldı... 

Biliyorsunuz, futbol severler, siyasi kimliklerine göre tuttukları takımlara yakıştırmalar yaparlar. Romantizm bahsinden tatlı saçmalıklardır. İşte, biri halkın takımıdır, diğeri burjuvazinin, bir diğeri aristokrasinin, sarayın şunun bunun  filan... 

Galatasaraylı akademisyen arkadaşım, Ali Koç'la ilişkilendirerek Fenerbahçe'nin oligarşinin takımı olduğuna inanıyor, gerçekten inanıyor. Fettullah Gülen, Galatasaraylı olduğu için takımı Fetö ile özdeşleştiren de çoktur biliyorsunuz... Kürtlerin Apo nedeniyle olmalı (büyük ekseriyetle diyelim) Galatasaray'ı tutmasını unutmayalım... Beşiktaş halkın takımı falan filan... 

Popüler olmuş herhangi bir "şey" tek biçimli algılanamaz ve anlatılamaz, hiç bir biçimde sabitlenemez. Ciddiye alınamayacak çıkarımlar bunlar...

Son bir aydır memlekette yaşanan protestolarla ilgili tek bir takımımızın konuşmaması (susması) o romantik iddialarla  birarada düşünülünce hayli komik görünüyor. Hükümetin olmayan takım var mı desek, abartmış mı oluruz? Yok demeyelim. 
 

Eksik


 

Salı, Nisan 22, 2025

Dört Arkadaş

Uzunca zamandır sosyal medya (dijital iletişim mi deseydim) çağının rutinlerinden söz etmek istiyordum…Elbette böyle bir şey yok, mesele sadece içinde yaşadığımız zamanın sosyal belirleyenleri hakkında düşünmek… Hepimiz, her gün "burada" bir şeyler paylaşıyor, bir şeyler beğenip ya da beğenmediklerimizle “kavga” ediyoruz… “Burada yaşıyoruz”… O kadar ki “bir şey paylaşılmıyorsa, yaşanmamış” gibi hissediliyor. Gidilen tatil, yenen yemek, yaşanan aşk… Bir hikâyeye (ve gösterene) dönüşmüyorsa, yaşanmamış sayılıyor. İnternette gerçeklik, görünürlükle ölçülüyor. Online kimlik, offline kişiliğin önüne geçiyor. Algı, hakikatin yerine ikame ediliyor. Jodi Dean, “iletişimsel kapitalizm” derken iletişimin bizatihi kendisinin bir üretim aracına dönüştüğünü, katılım, paylaşım ve yorum yapmanın siyasal eylemin yerine geçtiğini anlatır. İnsanlar “konuştukça, paylaştıkça, beğenildikçe” tatmin olurlar, ne ki, her şey sadece dolaşımda kalmak içindir ve bir yere varmaz diyor.

Sosyal medyada “kimse, gerçek sen’i tanımaz, ama kurgu olarak bilinirsin.” İnsanlar kendini açıklamak zorunda kalmamak için profillerini yazarlar. Bir iki espri, motto, özlü söz ya da göndermeyle “ben buyum,” demekten çok, “beni böyle okuyun,” demeye gelen bir tür “marketing” hattı kurarlar. Wendy Brown, sosyal medyanın her birimizi bir girişimci özneye dönüştürdüğünü iddia ederken tam da bunu anlatır. İnsanlar kendilerini pazarlarlar, kendi hayatlarının CEO’su olurlar… Kendilerini optimize etmek ve doğru kararlar vermek iddiasıyla “varolurlar”. Bu sistemde siyaset, kişisel ahlakın bir tür "imtihanı" haline gelir. Her birimiz, kolektif kararlar yerine kendi ahlaki “markalarımızı” koruma refleksiyle hareket ederiz.

Sosyal medyada “takip eden, yönlendirir, gündemi belirleyen artık sahnedeki değil, izleyenlerdir”. İlk yorum, bir kural olarak yön tayin eder. Bir içeriğin nasıl algılanacağı, ilk üç yorumda kendini gösterir. Yorumlar fikir oluşturmaz ama fikre yön verir. Troller bunu herkesten daha iyi bilir. Kimse içeriği okumaz, sadece tepkilere bakar. Beğeni sayısı, anlatılandan daha önemlidir. İçerikte ne denirse desin, yapılan yorumlar yazının kaderini belirler. İçerik tıklanıyorsa doğrudur. Gerçeklik, popülerlikle ölçülür. Gerisi teferruattır. Byung-Chul Han, “Şeffaflık Toplumu” dediği kavramsallaştırmasında görünür olmak artık var olmanın ön koşuludur diyor. İnsanlar “görünmez olmaktan” değil, “görünmüyor” ihtimalinden korkarlar; yorumlar, beğeniler ve ilk tepkiler, gerçeğin yerini alır ve dijital kalabalığın yön tayin ettiği bir psiko-politik düzleme dönüşür.

Sosyal medyada “herkesin dikkat süresi, bir kahve fincanı kadardır.” Uzun yazılar okunmaz, ya da kısa yorumlarla kolaylıkla öldürülür. En az hak eden, en çok beğenilendir. Beğeni, nitelik göstergesi değil, görünürlük yarışının sonucudur. Caps’i yapılan tartışmayı kazanır. Tartışmalar, mantıkla değil montajla sonlanır. Takipçi sayısı, görüşün geçerlilik süresini belirler. Bir fikir, çok sayıda insan tarafından dile getirilirse doğru olması beklenmez. Kimse okuduğu şeyi tam okumaz. Başlık okunur, niyet tahmin edilir, yorum yapılır. Eli Pariser’in vurguladığı gibi, algoritmalar kullanıcıya yalnızca onaylayacağı içerikleri sunar; böylece dijital kamusallık, eleştirel düşünceyi değil, hızlı tepkileri teşvik eden bir yankı odasına dönüşür. Yorumlar içeriğin önüne geçer; okur, içerikten çok tepkiyi izler.

[Görseli yz yaptı, tarif ettim elbette ama ortalamayı tutturma gayreti ve mantığı hoşuma gidiyor, dört paragrafta anlattığım, düşüncelerimi konu hakkında düşünen dört ayrı isimle pekiştirdiğim için yazının başlığını "dört arkadaş" koymuştum, hemen altına daha kolay "anlaşılmak" için bir açıklama eklemiş- yazmış (!)]

Pazartesi, Nisan 21, 2025

Akışkanlık

Barış görüşmelerinde yer alan ve mevcut iktidara karşı taraf olan her siyasetçi eleştirilecekti, hepimiz üç aşağı beş yukarı bunu biliyorduk. Kim olsa suçlanacaktı, ne olsa beğenilmeyecekti, dünyanın neresinde olsa, bu durum değişmeyecekti…Yakın bir arkadaşım, elli yıl önce olsa da bu bakımdan farklı olmayacaktı dedi…Doğru dedim, katılıyorum ama elli yıl önce sosyal medya (internet) “yoktu” ve biz hayatı ona göre yaşamıyorduk.

Hemen hepimiz, sosyal medyayı “yaşıyoruz” ama etkileri hakkında uzun uzadıya düşünmüyoruz, ne kadar “kapıldığımızı” anlamıyoruz hatta. Şimdilerde “akış” deniyor, akışına bırakmaktan söz ediliyor ya her birimiz sosyal medyanın akışı içindeyiz, beğenil ve tepkilerimizi, anlama ve anlatma biçimlerimizi belirleyen bir deveranda aklediyor ve konuşuyoruz.

Yukarıda siyasetçi dedim, siyasetçi ne yapar, pragmatik ve siyasal bir esneklikle farklı türden seçmenle yüzyüze olmaya çalışır. Oysa “şimdiki zamanda” o ne yaparsa yapsın, “eyledikleri” ve “konuştukları” bağlamından koparılarak sosyal medyada dolaşıma sokulur, sabitlenir ve kodlanır. Yani bir siyasetçi reel hayatta istediği kadar stratejik değişkenlik için çabalasın, sosyal medya onu sabitler, çünkü değişkenlik ahlaki bir zaaf olarak okunur, meseleler basitleştirilir, iyi-kötü düalizmine indirgenir. Sosyal medya, hikaye sever, siyaset de hikayeleştirilir, bir siyasetçi (orada var olabiliyorsa) kahraman ya da hain olabilir ancak…

Seçmenler çok mu farklı? Demokrasi, ne dersek diyelim, müzakere ve çıkar dengeleme sistemidir… ama sosyal medyanın mantığı içinde insanlar onu bir ahlaki aidiyet testi gibi yaşarlar. Demokrasi, seçenekler arası tercihtir. Üstelik bu tercihler (hele siyaseten azınlıksanız) ideallerimizle değil kısıtlarımızla şekillenir. Genellikle ikisi de bize uymayan seçenekten birini seçmek zorunda kalırız. Sosyal medya anlamaktan çok hislerimizle (ne hissettiğimizle) kendimizi var ettiğimiz bir “medium” olduğu için bu tercihimizden dolayı kendimizi “yargılarız”, “utanırız”, “itiraf ederiz: bir sağcıya oy verdim”, biliriz ki sosyal medyanın kurduğu etik düzlem insanları sadakatleriyle değerlendirir…

Hal bu olunca “mümkünler arasında en az kötü olanı seçtik” diyemiyoruz veya bu seçimin etikle ilgisi olmadığını düşünemiyoruz (daha doğrusu hissedemiyoruz). İnsanlar, utanarak-sıkılarak Mansur’a oy verdiklerini söyleme gereği ve baskısını bu yüzden duyuyorlar. Çünkü sosyal medya, ürettiği dualistik psikolojiyle dünyayı anlamlandırıyor,  stratejik bir nedenle oy vermeyi utanç olarak nitelendiriyor. “Onu seçtim ama bu ben değilim”, “onu seçmek zorunda kaldım” vs diyen insanlar okuyoruz…

Hatırlayanlar olacaktır, Bauman “akışkan modernlik” diyerek modernitenin (kimlikler, kurumlar, roller bakımından) katı kalamadığını akışkan bir biçime dönüştüğünü söyler. Hemen her şey geçici, belirsiz ve hızlı değişebilir olduğu için insanlar, kendilerini sürekli güncellenmek zorunda kalırlar, kendilerini rahatlatacak sabit referanslar ararlar ve bulamazlar. Bugünün seçmeni, sabit bir ideolojik zemine göre değil, geçici duygusal ve sosyal medya baskılarına göre hareket eder.

Sosyal medya ise bu akışkanlık içinde (sabitlikle hiç ilgisi olmamasına karşın) sahte bir sabitlik üretir. Sabitlik, yaşadığımız dönemde bir iddia olarak güçlü olmanın en büyük göstergesidir. O hayali sabitleme ile insanlar, düşünce ve hislerini utanılacak bir tutarsızlık gibi yaşıyorlar demek istiyorum. Bauman ise bu “çelişkinin” şimdiki zamanın doğal bir sonucu olduğunu söylüyor.

Diğer yandan “kendimle çelişiyorum” duygusu, aslında demokrasinin sağlıklı işlediğini de gösterebilir. Umberto Eco’nun deyişiyle kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, belli sürelerle bizim için çalışacak siyasetçiler (servis sağlayıcısı) seçiyoruz…  

Devam edeceğim…

 [Görseli yz yaptı, yazıyla ilgili yorumunu ajitatif yapmış, ilginç olduğu için paylaştım.]

Pazar, Nisan 20, 2025

Obristan'da Bir Dev


Video paylaşırken, blogger "size" ile ilgili bir sınırlandırma getiriyor, çözünürlüğü düşürerek paylaşıyorum mecburen...

Cumartesi, Nisan 19, 2025

Male Gaze

İki fotoğraf da aynı filmden, Ayhan Işık oynamış ama bakmayın, altmışlı yılların  düşük bütçeli, kışkırtıcı “pulp” polisiye avantürlerin biri. Herhangi bir yabancı uzman görse, set tasarımı, oyuncuların jestleri ve dönemin grindhouse estetiğine bakarak Amerikan noir’ini taklit eden B-filmlerinden biri derdi.  Ki öyle…

İkinci fotoğrafta Ayhan Işık, bir banyonun içinde, küvetteki kadın kana bulandığına göre öldürülmüş, “femme fatale” ya da kurban stereotipi gibi duruyor. İlkinde ise fotoğraf kulüp ortamı ve takım elbiseli seyircilerle tipik bir “showdown” (hesaplaşma) sahnesi . İç çamaşırıyla teşhir edilen kadın, Ayhan Işık’ın maskülenliğini vurgulamak için kullanılmış… Male gaze (erkek bakışı) ile istiflenmiş her şey… Ayrıca egzotik bir ötekileştirme, kadın bedeni üzerinde kurulan bir tahakküm ve erkek kahramanın iktidar fantezisi filan diyerek yorum genişletilebilir.

Pulp filmlerin tatlı klişeleri vardır, hikayeler kanlı bir cesetle ya da yarı çıplak bir kadınla açılır. Erkek kahraman yalnız yaşıyordur ve travma dolu bir geçmişi vardır. Karşısına çıkan kadınlar ya tekinsizdir ya da kurtarılmaları gerekir. Femme fatale ya da “damsel in distress” olurlar. Mutlaka ölür ya da öldürürler, entrikacıdırlar. Replikler kısa ve nettir, herkes mutlaka bir biçimde birini tehdit eder. İyi ya da kötü, kimse masum değildir.

Hikaye, ahlaki bir gri alanda geçer ki seyircinin bastırılan arzularıyla örtüşebilsin. Suç, cezayı gerektirmez ama bir biçimde "bedeli ödetilir"… Eden bulur! Mekanlar, ucuz otel odaları, gece kulüpleri, terk edilmiş hangarlar ve arka sokaklardır: Her biri hem iç gıcıklayıcı bir erotizme hem de kanlı cinayetlere  uygundur. Finaller sürprizli olmalıdır, birinin mutlaka son bir kurşunu daha vardır, kadınlar da genellikle “yılan” çıkarlar. Seyirci şaşırmalıdır, bu dünyada güven duygusu “yalanın kıralıdır”.

Cuma, Nisan 18, 2025

Hot take

Kişilerle ve aktüel olanla ilgili yorum yapmayı sevmiyorum, genel eğilimleri konuşmak, onları, onlarla ilgili olup bitenleri anlamaya çalışmak bana daha doğru geliyor. Bu cümleyi özellikle yazdım, hissiyatım-hislerimle ilgili bilerek bir vurgu yaptım, hemen her şeyin bize hissettirdiklerini konuştuğumuz bir sosyal medya çağında yaşıyoruz. Birbirimize ne anladığımızı değil ne hissettiğimizi anlatıyoruz.

Sırrı, bağlama göre konuşan, politik bir esneklikle yaşayan bir siyasetçi, farklı siyasi aktörlerle görüşmesi, uzlaşması, hatta karşılıklı tavizlerle yeni dengeler kurması bekleniyor ondan. Niye konuşuyor, niye gülümsüyor, niye tokalaşıyor gibi hınçlanmalar bir siyasetçi için anlamsız sorular ve suçlamalar. Bir siyasetçi ne iş yapar ki, ne yapmalı ki… Sosyal medya, reel siyaseti kendi deveranında “hissetmek” istiyor. Masadan kalksın, hiç oturmasın, yumruğu vursun falan filan… Nasrettin Hoca, Timur’la konuşmaya gitmiş, biliyorsunuz değil mi o fıkrayı…

Doğrudur, kutuplaşma var, adaletsizlik ve çaresizlik yaşanıyor, travmalarımız gırla, e herkes bağırarak konuşuyor, hepsini kabul ediyorum. Ama hıncı, bu düzen karşısında doğal bir duygusal tepki olmasını “barış konuşacaksak” normalleştiremeyiz.

Sırrı hakkında son üç günde yazılanlar, aslında neyi-nasıl hissettiğimizi, her bakımdan nasıl hınçla birbirimize bağırdığımızın trajik bir örneği oldu… Malum hınç, derinlik gerektirmez, kelime azlığı şiddetle telafi edilebilir …

Genel olarak insanların kendilerine ait, kişisel tınısı olan bir fikirlerinin olmadığı görülebiliyor. Sosyal medya hız ve görünürlükle var oluyor, özgünlükse yalnızlık getirebilecek bir şey, ne kadar farklıysan o kadar “görünmez” oluyorsun… Oysa kutuplardan birine ait olmak, hazır düşmanlara küfretmeyi, onlara küfrederek alkışlanmayı kolaylaştırıyor. Özgün olamayan hınç yoluyla varoluyor demek istiyorum. Düşünmesine gerek kalmıyor, öfkelenmesi yeterli oluyor. Sabır ise bir duygu tanzimi demek, sakin ve mesafeli kalmak demek… Sırrı hakkında yazılan yorumlar öfke, hayal kırıklığı, hıyanet ve panik gibi hislerle bizi iteliyordu bir tarafa…Sabır gerektirmeyecek duygu yoğunluklarıyla konuşuluyordu.

Bir arkadaşımla konuşurken sürekli sabırsızlık vurgusu yaptığımı fark ettim. Oysa, bu tam bir sabır-sabırsızlık meselesi değildi. Sosyal medya siyasetinin doğası gereği böyle anlaşılıyordu. Hız kültürü”, “dijital acelecilik” veya  “tepki toplumu” ne dersek diyelim “şimdiki zaman” böyle gelişiyordu.

İnsanlar, sosyal medyayı tetikte (ateş etmek için) izliyorlar, mutlaka bir şey söylemek istiyorlar, beklerlerse, onlardan önce başkaları söylermiş gibi geliyor onlara, “geç kalma”  korkusu çekiyorlar. Herkes bir şey demek zorunda hissediyor, çünkü susmak — artık düşünmek değil, sanki korkmak ve geri çekilmek gibi görülüyor. Bu yüzden her gün “Hot take” denen şeyleri, bir olay olur olmaz, düşünülmeden ortaya atılan çarpıcı yorumları okuyoruz.

Lafım çokmuş, Sırrı’nın neşesi lazım bize diyerek kaçayım ben Mıstık Abi…

Perşembe, Nisan 17, 2025

Hoodie

Protestolar sırasında polisler herkese üst baş araması yapıyordu biliyorsunuz, ama bana, sanki biraz fazla yaptılar, hatta bir keresinde arandığım halde birisi kenara çekip, “bi de ben arayacağım” diyerek bir kere daha aradı beni. Abartılacak bir şey değil ama üst üste aranınca “şüpheli” sayıldığımı anladım. Yanımdaki arkadaşım, “Norveçli anarşistler” gibi göründüğümü, bu yüzden dikkat çektiğimi söyledi. Kılık kıyafet, memlekette makbul görülmeyeni ele veren ve işaretleyen bir suç delili gibi muamele görebiliyor. Üstümde puşi olsa başka şeyler de olabilirdi. Laf uzamasın, meselenin giydiğim “kapüşonlu sweatshirt” (baş kısmında kapüşonu-şapkası olan uzun kollu üst giysisi) olduğunu polis uygulamalarını izledikçe anladım.

Seksenli yıllarda, para biriktirerek, İtfaiye meydanından ilk parkamı satın aldığımda, henüz onsekiz yaşında bile değildim, “şahane bir solcu” olmuştum, “herkes bana bakıyordu”, saz tıngırdatıyor, türkü söylüyordum, üstüne bi de bıyık bıraktım, tam oldum. Gel gör ki, ne zaman Kızılay’a insem, polis çevirip kimlik soruyor, çantamı kurcalıyordu, bir iki olunca, “biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum” diyerek kerametin parkada olduğunu anladım, temiz yüzlü ergen ben, parka giyince “amk solcusu” oluyordum. Parka beni bir kimliğe, o kimlik de bir tehdide dönüştürüyordu. Komünistler parka giyiyordu, Cem Karaca “Parkaa” derken volüm yükseliyordu.

Doksanlı yıllarda televizyonlarda polis tatbikatlarından görüntüler yayımlanırdı, işte eylemci düşman hedehüde hobejdobej sloganlar atıyor, polis de onları derdest ediyordu. İstisnasız bütün eylemciler parkalıydı, hee diyorsun, boğanın kırmızısı, ben bunu biliyorum. Devletimiz özellikle “soğuk savaşın” bitiminden sonra komünizmi ciddiye almaz oldu, polis tatbikatlarında ve televizyon dizilerindeki bütün kötüler puşi takar oldular.

Başa dönersek, anlaşılıyor ki şimdiki zamanın yeni parkası “kapüşonlu sweatshirt” olmuş… Meydana girmeyen polisten uzak duran genç eylemcileri izlerken bunu hemen fark ediyordunuz.  Global popüler kültürde benzer tınılar yok değil, “hoodie” deniyor buna… Parka gibi “sol”, puşi gibi “etnik” görünen bir tonu yok. Skate ve hip-hop kültürü eliyle yaygınlaştı aslına bakarsanız… Ama tek yönlü gelişmedi. Mark Zuckerberg’ın gri renkli bir kapüşonu vardı hatırlarsanız, o yüzden Hollywood  “coder” gibi görünenlere kostüm düşünmez oldu… Silicon Valley kültüründe takım elbise alerjisi olduğu için başka türlü yaygınlaştı, sadece rahatlığı değil “cool” olmayı vurguluyordu. Yani, kapüşonlu giymek bir risk değil, start-up kültüründe bir imtiyazdı; polis onlara şüpheyle yaklaşmıyordu, hepsi okumuş yazmış, iyi paralar kazanan akıllı insanlardı. İşçi sınıfının mütevazı giysisi bir meydan okuma simgesi olmuştu. Ne ki, popüler olan, daima farklı biçimlerde alımlanır. Amerikan polisi, kapüşonlu bir ergeni öldürmüş,  büyük bir infial olmuştu, hatırlayanlar olabilir. Beyaz Amerika “Hoodie kültürünü” suçla (ve siyahlarla) ilişkilendiriyordu. “Million Hoodies” protestolarına katılan muhaliflerin hemen hepsi kapüşonlu giymiş,  pek çok ünlü kapüşonlu fotoğraf çektirerek dayanışma göstermişti.

Giydiklerimiz ve giymediklerimiz, toplumsal bir mücadele alanına dönüştürülüyor demek istiyorum. Bir parka veya kapüşon, bulunduğumuz ortama ve bize bakanın önyargılarına göre her defasında yeniden anlamlandırılıyor.

Polisin kapüşonlulara duyduğu alerji boşuna değil, kapüşonlular hemen her kültürde tekinsiz ve “disrupter” görünüyorlar… Disrupter nitelemesi hakkında yazmaya devam edeceğim. 

Salı, Nisan 15, 2025

Dumlupınar

Dumlupınar Faciası olarak bilinen "kaza" ellili yılların kanonik bir trajedisiydi, sonraları anmaları-hatırlatmaları olsa da asla o yıllardaki kadar yoğun hissedilmedi. Yukarıdaki görsel, faciayı anlatan kısacık bir kitapçığa ait, Oğuz Aral çizmiş, o sebeple aldım zaten...

Dumlupınar bir denizaltı, Amerikalılar tarafından hibe edilen gemilerden biri, çok değil, birkaç yıl sonra Çanakkale Boğazında İsveç bandıralı ticari bir gemiyle çarpışıyor (4 Nisan 1953). İçinde bulunanların dörtte üçü kaza anında ölüyor, geride kalan yirmi kadar asker, torpido dairesinde kurtarılmayı bekliyor, ne yazık ki, mümkün olmuyor. Anlatılanlara göre askerlerden biri "Bizi kurtaramasanız da Vatan Sağolsun" diyor ve bu söz, milli fedakarlığın şiarı olarak gazete manşetlerinden radyo programlarına, siyasi nutuklardan şiirlere kadar her yere yayılıyor. 

Popüler kültürün işleyişi her zaman hesap edilir değildir, bugün dinlediğinizde ilgisini kurmak mümkün olmasa da o tarihlerde Zeki Müren'in söylediği "Bir Bahar Akşamı" şarkısının hüzünlü havası, artık nasılsa bu trajediye uygun bulunuyor ve Dumlupınar Faicası'yla özdeşleştiriliyor..."Neden başınızı öne eğdiniz" sözleri galiba diyorum, yetişememenin getirdiği mahcubiyete tekabül ediyor... 

Kitapçık, trajediden ticari olarak faydalanmak için çıkarılmış, bugün sadece sosyal medyayı dolanarak sayılı dakika içerisinde öğrenilebilecek doğru-yanlış malumat, o yıllarda bu türden ucuz broşür misali sentimental kitapçıklardan ediniliyordu. Zamana ancak bu kadar "hızlı" ulaşılıyordu veya...

Pazartesi, Nisan 14, 2025

Dev-Genz

Kimin ürettiğinin önemli yok, akıllı bir "miim" olmuş. Retro bir estetikle, geçen yüzyılın ajit-prop afişlerini andıran bir kırmızı-bej renk paleti kullanılmış, iyi bilinen, global popüler kültürde yeri olan yumruk havaya görseli bir kere daha yorumlanmış. Dev-Genç ile z kuşağı, “Ne babanın devrimciliği, ne şirketin girişimciliği…” açıklamasıyla sol ile start-up kültürü yanyana getirilmiş…“Algoritmik enkaz” diyerek yapay zeka deveranlarına sallanmış… Sonuç olarak yarı akademik biçimde dijital kültür eleştirisi yapılmış…

Biz pek ilgilenmiyoruz ama start-up kültürü, esasen muhalif siyaseti de etkiliyor, şöyle anlatayım… Start-up’ın “Fail fast, fail better” (Hızlı başarısız ol, daha iyi başarısız ol) gibi bir mottosu var. Hatalar bir öğrenme aracı olarak görülüyor. Bir ürün nasıl geri bildirimlerle geliştiriliyorsa siyaset de o yönde evrilmeli diye düşünülüyor demek istiyorum. Hiyerarşinin olmadığı herkesin söz sahibi olduğu esnek bir hayatı (hayal ve) teşvik ediyorlar. Romantize ettikleri “ailen gibi çalış, hayalin gibi üret” gibi sloganları, yapay zekâ, veri analitiği, yazılım ve gelecek üstüne vazedilen diskurları var. Açık ofisler, esnek çalışma saatleri, hoodie rahatlığı, sınırsız kahve şu bu…

Bizimkisi gibi üçüncü dünya ülkelerinde risk alma kültürü pek yaygın değildir, bürokratik devlet belirleyicidir, teknolojiye erişim çok pahalıdır. Yani start-up’çılar da bizim gibi duvara tosluyorlar, çalışanlar sömürülüyor-görüyorlar, herkesin girişimci olamayacağını yaşıyorlar, hiyerarşi yine tepeden iniyor falan filan… Ne ki, iyi eğitimli genç bir nüfus, bu tür ortamlarda ümitle karamsarlık arasında salınıyor-çalışıyor. Burdalar! Berlin’e ya da Londra’ya da gitseler buralarda-bu zihniyetin içinde çalışacaklar. Anaakım siyasetten uzaklar “bütün dünya Türk ve Müslüman olacak” ya da “sosyalist bir devrim olacak” fikrine “kıkırdayarak- inanmıyorlar.  

Bence bütün dünyada, bütün muhalif hareketlerde bir kafa karışıklığı var, çok çeşitli nedenleri olabilir, reel siyasetle sosyal medya çok içiçe geçmiş durumda. Pandemi ve göç, ciddi biçimde koyulaştırdı her şeyi, hemen ardından oldu, hep birlikte ekonomik bir daralma yaşıyoruz, mutsuzuz… E buradan popülizm çıkıyor diyoruz, yanlış değil, ama şunu biliyoruz, “hayat ceteris paribus değildir.” Yani hiç bir şey sabit kalmaz, sürekli değişir…E ne yönde değişecek? Global popüler kültürde ve sosyal medyada disruptor sözcüğü çok kullanılıyor … O çok ilginç…Start-up kültüründen çıkma (kopan veya) bir yıkıcılık-yenilikçilik nitelemesi olduğunu hatırlatayım...

Pazar, Nisan 13, 2025

Kafamı Satıyorum

Şair İhsan Şensoy kim bilmiyorum, edebiyat tarihçisinin de pek bir şey bildiğini sanmıyorum, kırklı yıllarda şiirleri çıkmış, ikisi kitaplaşmış, "neşeli bir arkadaş" olduğu anlaşılıyor. Yusuf Ziya'ya takıldığına göre Akbaba'da filan taşlamalar yazmış muhtemelen. Orhan Ural'ın çizdiği kapağı ve kitaba adını veren en ünlü şiirini paylaşıyorum.

Yeri gelmişken, güldürmeye çalışan bir şiir tarzı vardı, mizah dergilerinde yer bulamaz olunca kayboldu... Şahikası, kırklı yıllardı bence...o yıllarca "gençti", sonraki yıllarda "amca" oldu... Hiç "teyze" olamaması vasatlığının delili elbette. 
 

Cumartesi, Nisan 12, 2025

Seyrüsefer Defteri 169

++ Ayak İşleri Sez2 Ep.7, 8, 9 ve 10'u seyrettim (24 Şubat).++ William Tell  (2024) Epik film ortalamasını tutturmuş ama anaakımı ıskalayan tercihleri olmuş (23 Şubat).++ Ayak İşleri Sez2 Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (20 Şubat).++  Bogota: City of the Lost (2024) türe ilgim nedeniyle seyrettim, geliştirilememiş, gerilmemiş (19 Şubat).++ Ayak İşleri Sez2 Ep.1, 2 ve 3'ü seyrettim (17 Şubat).++ Disclaimer Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (16 Şubat).++ You're Cordially Invited (2025) neşeli, mizahi gerilimi pek başarılı olmayan, hayli Amerikan bir komedi (15 Şubat).++ Grip kere grip  (10-14 Şubat).++ Ayak İşleri Sez1 Ep.7, 8, 9  ve 10'u izledim (9 Şubat).++Larry Crowne (2011) iyicil bir film, bir tık üstü primetime sitkomu (8 Şubat).++ Ayak İşleri Sez1 Ep.4, 5 ve 6'yı izledim (5 Şubat).++ Runaway Jury (2003) Grisham romanı, iyi oyuncular, doksanlı yıllarda çekilmiş gibi, tempolu (3 Şubat).++ Ayak İşleri Sez1 Ep.1, 2 ve 3'ü izledim (2 Şubat).++ The Substance (2024) karar veremedim, yeni bir öyküsü yok, sürprizi yok, anlatım dili ve görselliği ilginç (1 Şubat).++ Mañana es hoy (2022) potansiyelli hikayeymiş, ikinci yarı dağıtmış (31 Ocak).++ The Madness Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (30 Ocak).++ Alphamales Sea3 Ep9 ve 10'u seyrettim (29 Ocak).++Tertemiz Sez1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (28 Ocak).++ American Primeval Sea1 Ep5 ve 6'yı seyrettim (27 Ocak).++ Acab La Serie Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (26 Ocak).++ Alphamales Sea3 Ep7 ve 8'i seyrettim (25 Ocak).++ İstanbul Seyahati (23-24 Ocak). ++ American Primeval Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (22 Ocak).++ Acab La Serie Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (21 Ocak).++ Ad Vitam (2025) temposu başarılı, esas oğlan biraz yaşlı kalmış ve entrikası daha iyi işlenebilirmiş (20 Ocak).++ Kraven The Hunter (2024) güzel sahne aksiyonları var ama zekası hem eski hem de fazla çocuksu kalmış (19 Ocak).++ Alphamales Sea3 Ep5 ve 6'yı seyrettim (18 Ocak).++ Karganın Uykusu (2023) mekan güzel, güzel sahneler var, sakin olamamış, sakinliği bile abartarak anlatmayı tercih etmiş (17 Ocak).++ American Primeval Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (14 Ocak).++ Alphamales Sea3 Ep3 ve 4'ü seyrettim (13 Ocak).++ Cadı (2024) yeniden yazılması gereken bir senaryosu varmış, iki film birden olmuş (12 Ocak).++ Alphamales Sea3 Ep1 ve 2'yi seyrettim (11 Ocak).++

Cuma, Nisan 11, 2025

Allahsız algoritma

Bizimkisi gibi sürekli kriz yaratarak kendini vareden ülkeleri, siyasi ufuksuzluğu, iktisadi ve iklimsel daralmayı ve elbette dünyanın evrildiği sağcılaşmayı  düşünürsek, ne desek az, kaotik bir hayat yaşıyoruz. Siyasetin, kültürün ve demokrasinin, internetle ve sosyal medyayla her anlamda başkalaştığı bir evredeyiz. Aslında başkalaşmayı herkes görebiliyor ama neyi-nasıl yaptığını-yaşattığını akademi de dahil olmak üzere kimse yorumlayamıyor. Mesele mecranın süratine yetişememek değil herkes sürecin bir parçası olmuş durumda.

Evvelsi gün, post doktora için yurt dışında olan genç bir akademisyen paylaştığı fotoğrafını gördüm, omuzları açıkta, filtreli, dövmeli, lensli gülümsemiş, göğüs çatalının üstüne Filistin bayrağı kondurmuş ve “Türkiye’de işler çok karışık ama Filistin’i de unutmayalım” demiş…   Yanlış anlaşılmak istemem, kimin neyi-nasıl yaşadığıyla veya anladığıyla ilgili ahlakçı-hımhımcı bir tonda konuşma hakkım yok, sevmem ve korkarım da… İsteyen istediğini yapıyor zaten, yukarıda kaos dedim , ona iyi bir örnek olduğunu düşündüğüm için paylaştım. Arkadaşımız aslında kendini göstermek-paylaşmak, beğenilmek, arzulanmak, beğeni sayısını artırmak istiyor… Oysa başka bir gündem var, üstelik akademisyen… Gösterme arzusu ile siyasi hassasiyetler çarpışıyor. Güç seninle olsun yoldaş!

Ne diyor sosyal medyanın kuralları? Gündem değiştikçe sen de değişmek zorundasın, aksi halde oyunda kalamazsın . Takipçilerin “sabit kala(kala)na” pek katlanamıyor çünkü. Takipçin kadar konuşur, etkileşimin kadar hatırlanırsın çünkü. İnternette sessiz kalan değil, görünmeyen kayboluyor çünkü.

Amerikalılar, buna “dijital şöhret” diyorlar, şöhretin küçüğü büyüğü var elbette…Her birimiz takipçilerimizin  bildiği (şöhretimsi) bir şey oluyoruz, “güzel kadın”, “akıllı adam”, “bok gibi yazıyor”, “aşırı komik”, “viral olmalı”, “bu arada bir bacağını gösteriyor” filan… E bu şöhretin bir bedeli var, dijital çağ, paylaşımlarımızda ürettiğimiz rolü, her gün yeniden  oynamaya zorluyor bizi… İmaj, kimliğin yerine geçince tekrarlamak zorunda kalıyoruz.

Herkes kendi frekansında yayın yapıyor, çakışınca (benimle, bir başkasıyla ya da hakim gündemle) dikkat çekiyor. Dikkat çekmek istiyoruz, ama sanki ve aslında kimse kimseyi dinlemiyor, onu da biliyoruz, herkes sadece yayın yapıyor. Yayın yapmazsa unutulacağından, geride kalacağından, beğenilmeyeceğinden korkuyor. Tükenmişlik, “bir şey daha paylaşmam lazım” cümlesiyle başlayabiliyor artık. O zorunluluk hissiyatı, dijital çağın bilinen, normalleştirilen kölelik sisteminin sonucu…Allahsız lan bu algoritma!

Neyse sabah sayıklaması oldu Mıstık abi, çalışmam lazım.

Perşembe, Nisan 10, 2025

Dünyanın en güzel romanı

Bu romanı okuduğumda on ya da on iki yaşımda falandım, büyülenmiştim, bir gün böyle bir roman yazabilir miyim diye hayal kurduğumu hatırlıyorum. İçinde hayranlık, güvensizlik, taklit etme arzusu ve yazma iştahı olan bir hayaldi. 

Bilenler çıkacaktır, Baskan Yayınları, Fransızcadan tercüme edilen 10-15 yaş arasına hitap eden romanlar yayımlardı, iyi basılan, göz alıcı ilüstrasyonlar içeren hemen hepsi kolay okunan sürprizli, tempolu, aksiyon devamlılığı olan hikayelerdi, okurken çok heyecanlanır, bir iki günde çarçabuk bitirirdim. 

Yıllar sonra kitabı hatırladım ve bu defa satın aldım, geçen haftalarda da tekrar okudum. Langelot, Fransız İstihbaratında çalışan gencecik bir çaylak ajandı, bu serüveninde hainlikle suçlanıyor ve türlü badirelerden geçerek kurtuluyordu. Aklımda kalan büyük bir çaresizlik içinde kalmasıydı. Tekrar okuduğumda o kadar da sıkışmadığını fark ettim, demek ki o yaşta bana o kadarı bile yetmişti. Okur olarak kahraman ne kadar çok sıkışırsa o kadar iyi hikaye olur fikrimin temelini bu romana borçlu olabilirim.  

 

Salı, Nisan 08, 2025

Kural 34

Meraklısı ayrıca araştırabilir, okuyabilir... Bir toplantıda duydum, katılımcılardan biri kıkırdayarak söyledi, bilen çok olmalı ki, ayrıca açıklamaya gerek duyulmadı. Ben  bilmiyordum, meğer,  Amerikan popüler kültüründe kullanılan bir deyiş, internetle ilgili olduğu için globalleşmiş, bize kadar sirayet etmiş...

Kural 34, internette bir şey varsa (popülerse anlamında), mutlaka onun pornosu yapılacaktır demekmiş... Parodi, para ya da piyasanın işleyişi (3P) gereği (illa ki ve istisnasız) mutlaka bu yapılır, gerçekleşirmiş... Zaten kural 35 de, "yapılmadıysa da yapılacaktır" (üretilecektir) demekmiş... 

Kendisi bir miim olan bir geyikten söz ettiğimi anlamış olmalısınız. 

Böyle bir kavramı biz üretmeye kalkışsaydık, mizahın işleyişi gereği Kural 31 derdik, daha doğrusu madde 31 olurdu...Gülerek yazıyorum "Glokalleşme böyle bir şey..."

Mizah böyle bir şey, ters yüz etmek aslında, romantizmden bahsedilirken gaz çıkarmak, entelektüel bir çıkarım yapılırken küfürlü konuşmak gibi bir şey. İşin içinde sadece parodi ve ironi değil şaşırtarak dikkat çekmek ve üretenler açısından "ben buradayım" demek var... 

Yeni de sayılamaz, Amerika'da Mad mizah dergisi onlarca yıl, şöhretli isimleri kullanarak, onları komik göstererek, mutlaka cinselliği işin içine katarak popülerliği hicvederdi. Mad, Tijuana Bibles'ten esinlenmişti. TB denilen yayınlar, ünlü Amerikan çizgi romanlarının pornografik parodileriydi, el altından satılırdı, çok bilinirdi. Şöhretler ve onların cinsel hayatları ayrı ayrı ilgi çektiği anlaşılmıştı.

Aynısını ve Tb'ye göre edeplisini, Gırgır yaptı... Günde hepi topu altı saat yayın yapan televizyon ülkenin tek eğlencesi ve popüler kültürün ana membaı iken diyelim özellikle Tekin Aral ve Orhan Alev, uzun yıllar, konuşulanları  (televizyon, futbol ve gazino dünyasının ünlülerini) karikatürize ettiler. En çok belirginleştirdikleri şey şöhretlerin cinsellikleriydi. Onları çıplak, salak ya da beklenmedik biçimde seksle ilişkili olarak komik görmek insanların hoşuna gidiyordu.

Laf uzamasın, akla gelebilir, peki Amerikalıların madde 31'i var mı diyen çıkabilir... Şöyle bir bakındım, böyle bir madde var da diyemem, yok da...Bir kaynağa göre "herkesin bildiği ama bilmiyormuş gibi yaptığı bir durum",  utanma ile bilme arasındaki o ince çizgi, Madde 31’in oyun alanıymış. Konuşulmaz, ima edilir demek isteniyormuş. Bir başkasına göre "madde 31, internette mizah, ayıp olanla başlar" diyormuş. Artık siz yorumlayın.

Pazartesi, Nisan 07, 2025

Pilav vs Risotto

Güzel tespitler yapılmış, hoşuma gittiği için paylaşmak istedim. Bu türden fakir vs zengin karşılaştırmalarına aralıklarla siz de denk geliyor olmalısınız. “Poor vs. Rich Outfit Comparison” adlı bir "miim" formatı vardı, ilk öncülerden biri olabilir.

Bir özet geçeyim: bu paylaşımlar fakirler ya da zenginler hakkında konuşuluyor, ama onlar tarafından üretilmiyor. Zenginliğin romantize (ya da estetize) edilmesi veya ayrıcalıklı olmanın normalleştirilmesi hoşa gitmiyor. Biraz üstün körü olacak ama bu paylaşımları “ben bunları görebiliyorum” demek isteyen orta sınıftan birileri üretiyor . Arada durarak konuşuluyor çünkü, alt sınıfı bilen ama onlardan uzak duran (uzaklaşmaya çalışan), üst sınıfa imrenen ama onlardan biri gibi görünmek istemeyen birileri üretiyor da denebilir.

Sınıfsal gerilimin bir tür boşalımı… Sınıf farklarını ciddiye almadan ciddiye alıyormuş gibi yapılıyor. Kaçmaya hazır bir refleks var, ciddiye alırsan “altı üstü makara yapıyoruz” diye uzaklaşabilir ama bir yandan da ciddiye alınmak istiyor…Küçümserken övüyor da çünkü…

[Bir parantez açayım, bu türden paylaşımlar yerelleşirken Müslümanlarla “Elitler” arasında kuruluyor (bile isteye yinelendiğini) görüyorum. Yandaşlar, sosyal medyada kendilerini "Fakir" olarak kimliklendirdikleri (millet mi demeliydim) için elit dedikleri birilerini (bazen sanki doğrudan orta sınıfı) aynı yönseme içinde dillerine doluyorlar. Bu da uzun mesele... Anaakımı iyi bilen Müslüman bir senarist, denk geldim, yazdığı dizide şöyle bir espri yapmıştı. Senaryo gereği genç kız, mütedeyyin ve yahuşuklu çocuğa çay kahve içelim diyor, çocuk da oruç ayını vurgulayarak “Ramazan” diye mırıldanıyor, genç kızımız  “e o da gelsin” filan diyor.  Fıkra bu kadar. Türkiye’de “Ramazan ayının” yaşandığını anlamamak-bilememek mümkün değil. Ben bunu yazamam diye düşünmüştüm. Senarist inanıyor ki yazmış, sorsak, başıma geldi diye bir hikaye anlatır muhtemelen…Doğru olup olmaması bence önemli değil, tıklanıyorsa doğrudur, gülünüyorsa doğrudur…Parantez çok uzadı ama bu kadar Mıstık abi. ]

Cumartesi, Nisan 05, 2025

Dağ başını...

12 Eylül’den bir iki yıl sonra, dikta, kendince yumuşamaya karar vermiş, gençlik konserlerine izin vermişti, artık akıllarında ne varsa, “kilisenin kontrolündeki karnaval” misali, konserlerde onaylanmış türküler şarkılar çalınıyor, söyleniyor, muteber beyfendiler ve hanfendiler soluk sesleriyle sahne alıyordu. O konserlerden birine okuldan toplanıp otobüslerle götürüldük, her birimiz konserden çok derslerin kaynamasına seviniyorduk…Otobüs bedava, müzik bedava, gırgır şamata, e güzel…

Ne ki, hırt öğretmenlerden biri kendini müziğe kaptıran kalabalığa karşı mikrofonu eline alıp bi hötzöt etti, höykürdü. Bunun üzerine kalabalık, halen o tepkinin nasıl oluştuğunu düşünürüm, garip bir refleksle “Dağ Başını Duman Almış” marşını bir ağızdan söylemeye başladı. O kadar yüksek ve isyan dolu söylendi ki, ergen ruhum bir başka etkilenmişti…

Yıllar yıllar sonra öğrendim ki, bütün anti-komünist faaliyetlerde, örneğin Tan gazetesini çıkamaz hale getirip tarumar edilirken, Markopaşa gazetesi yakılırken, DTCF’li solcu sayılan hocaların odaları basılırken filan “gençlik” bir yandan bu marşı söylermiş… Nerden bileceğim, hiç şahit olmamıştım. Solcu döverken söylenen bir marş, bana kendimi iyi hissettiren bir isyan fitili olmuştu. Üstelik solcu dövenlere karşı söylenmişti. En fazla 13 yaşındaydım…

Bunu şu yüzden anlattım, ritüelleşen sloganlar, şarkılar sosyal bağlama göre değişebilir, özgün halinde hiç olmayan muhalif bir başkalaşım gösterebilirler. Kolay kolay sabitleyemeyiz onları, dönemsel olarak da değişirler, kullanıcılara göre de revize edilebilirler.

Protestolarda “andımız” okunuyor. Neden andımız okunuyor, çünkü homojen olmayan topluluklar kendilerini birarada tutacak kanonik unsurlara başvururlar. Malum, “Andımız” kaldırıldı, daha açık söylersek yasaklandı. Andımızın kanonik niteliğine bir de yasak olanın hazzını ekleyin demek istiyorum…. Oğlum iki yıl önce liseden mezun olurken, diploma töreninde  andımız okundu, gerçekten ağlayan veliler ve öğrenciler oldu, okunmasını beklemiyordum, o duygusallığı ise hiç hesap etmemiştim. Şimdi daha doğru anlıyorum bu tepkiyi, seküler okullarda bu tepki epeydir dolaşımdaymış…

Dağ Başını Duman Almış, gösterilerde veya maçlarda, artık pek akla gelmiyor, bilemiyorum arkaik bulunuyor olabilir. Onuncu yıl Marşı söylenirdi, yakın zamanlarda İzmir Marşı politize oldu… Biliyorsunuz maçlardan önce İstiklal Marşı okunuyor, Apo, “Gassaraylı” olduğu için Galatasaray tribünleri başlatmıştı bu işi, nerde nasıl başladı unutuldu, milliyetçilik yarıştırıldı, devletler popüler olanı daima denetlemek isterler, meseleyi resmileştirdiler.

Şu yaşıma kadar, milliyetçi olmayan siyasi bir hareket görmüş değilim, her türden milliyetçiliği eleştiren siyasi  reaksiyonlar oluyor ama anaakım siyasette karşılık göremiyorlar,  çok çok az oy alıyorlar, hiçbir biçimde belirleyici olamıyorlar.

Başa döneyim, “Andımız”ı Zafer Partililere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran genç feministlere, “Türkçüyüz Atatürkçüyüz” diyen öğrencilere atfedemeyiz, bildikleri cevaplarla yükseliyorlar, ben nasıl “gümüş dere durmaz akar” dediysem (ulan isyan ettik resmen gibi hissettiysem) onlar da kesin cevabı olan bir şeyleri haykırıyorlar.

Biraz kaba bir ayrım olacak ama zihin açması için şöyle anlatayım, yaşadığımız memlekette Kürt ya da Alevi değilseniz, mağdur edilen azınlıklardan değilseniz, orta sınıftan değilseniz, okur yazar değilseniz solcu olabilmeniz pek mümkün-kolay değil. Aramanız, bulmanız, karşılaşmanız gerekiyor. Kaldı ki, sürekli iktidar olan sağcıları eleştirmek solculuk sanılabiliyor, yanlışlığı ya da salaklığı teşhir etmekle solculuk kolayca karıştırılabiliyor. Yabancılar ve azınlıklarla ilgili bir meselede, evrenselci tepkiler verilmesi gerektiğinde ise kimin kim, neyin ne olduğu anlaşılıyor.

Unutmayalım, sağcılığın, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının dehşetli bir biçimde yükseldiği, popülist liderlerin seçim kazandığı, bağıranların, “kesin ve net” konuşanların (konuşurken mutlaka birini suçlayanların) popülerleştiği kaotik bir dünyada yaşıyoruz.

Cuma, Nisan 04, 2025

Beşinci gün

Ankara’da protestoların beşinci gününde Kuğulu’dan başlayan, Tunalı, Libya Caddesi ve Koleje varan, oradan Kızılay’a yönelen yürüyüşteydim. Şehirde (resmi cenazeleri de sayarsak) o güne kadar gördüğüm en büyük kalabalıklardan biriydi, yaşamış olduk.

Birlikte yürüdüğüm protestocuların tamamı oğlumdan biliyorum 2003 ile 2007 arası doğumlulardı, koordine olamamalarından ve pek slogan bilmediklerinden hayatlarında ilk kez böyle bir eyleme katıldıkları anlaşılıyordu. Çok çok azının yüzü açıktı, geleceklerine dair anlaşılabilir ürkeklikleri enikonu fark ediliyordu… Birbirlerini uyarıyor, maskelerini sürekli yokluyorlardı. Hatta bir ara layloy yürürken zattır zuttur koşuverdik, meğer kenarda polis kamerası varmış, o sebeple koşmuşuz filan

Görebildiğim kadarıyla bu genç kalabalık çeşitli biçimlerde adlandırılıyor, yoksul ve lümpen oldukları, orta alt sınıftan geldikleri, anaakım değerlere yaptıkları atıflarla “sağcı” oldukları söyleniyor diyelim. Benzer yorumları ben de yaptım, yapmadım değil, “Karanfil’in Kekoları” da dedim anlatırken, “06 Ankara” da…Derin İç Anadolu, meydanda avaz avaz ve “gerçeküstü” dolanıyordu işte “yaprağım”

Malum, ergenlik, yalpalayan ve sivilceli olan acayip bir şeydir, kendinizi değersiz, gadre uğramış gibi hissedersiniz, herkes (ki herkes gamsız ve hissizdir) size bakıyor-sizi seyrediyor gibidir, spotlar üstünüzdedir, otursanız oturmanız, yürüseniz yürümeniz batar millete… Sıkıntı büyüktür, sığamazsınız, “amk anlamıyorlardır”, “amk linçleneceğim”, şu bu içinizde bir titrek konuşur…Bir eşik vardır, onu aşsanız sanki her şey bambaşka olacaktır…Ne ki, nasıl aşacağınızı da bilemezsiniz...

O gece o yürüyüşe cadde üzerindeki apartmanlardan ve çevreden yoğun ve sahici bir ilgi gösterildi, alkışlayanlar, tencere çalanlar, müzik açanlar, trafikte bekleyen arabaların kornaları filan… Aventüriye bir neşe ve hak verilen bir öfke desteği diyelim … “Ben bu dünyaya yanlış geldim” diyen o çocuklar, bu kadarını beklemiyorlardı, onaylandıklarını hissettiler. Gece bir başka ışıldadı, oksijen arttı, yürüyüşleri ve sesleri değişti…

Ertesi gün, bana öyle geliyor, daha kararlı ve olgun uyandılar, şimdi bilmiyorlar, ileride anlayacaklar, “hangi resmime baksam ben değilim” diyecekleri bi şeyler kıpırdadı içlerinde. Dışarda yağmur yağadursun…

Perşembe, Nisan 03, 2025

Yoğun kavrulmuş

Radyo'da bir reklam duydum, işte "Ankara'nın yerli ve milli markası" diyordu, "lann!" diyerek tuttum kendimi, gerçekten başım döndü, kim-kime-neyin pozunu yapıyordu, yerli ve milli olmanın şehirle ilgisi neydi, cidden çıldırtıcı bir ahmaklık bu...  Üstelik, bu kostaklanma kimseye ahmaklık gibi gelmiyor, çünkü, bu marka kime oy verdiğini söylüyor aslında..."Ürünlerimizde domuz yağı kullanılmamaktadır" gibi bir açıklama hatta...

Çeyrek asır oldu, hep anlatırım, ben asistanken, Gazi'de ülkücüler sırf saçlarına jöle sürdükleri için yaşıtları olan erkekleri pataklıyor, "ibne misin?", "Türk değil misin?" filan coşkusuyla kantin dayağı atıyorlardı. Çok değil, üç dört yıl sonra bir baktık, hepsi jöle sürmeye başladı, böyle bir dert kalmadı, dayak yiyenler yedikleriyle kaldılar.

Kahveciler yaygınlaşırken, aynı sağcılar diyelim, ısrarla çay içiyor ve oralara müşteri olanları "gayri-milli" olmakla suçluyordu. Biliyorsunuz, çay içme kampanyaları oldu ve yalnızca rakıya biraya karşı yapılmadı... Kahve dükkanları emperyalizmle özdeşleştiriliyordu falan... "Latte" içme kuyruğunu görünce aklıma jöle süren Ülkücüler geldi. 

Laf uzamasın, o yıllarda İslamcıların yumuşak içimli ve mutlaka yoğun kavrulmuş ( isteğe bağlı olarak kremamsı ve aromalı tatlandırılan) "yerli ve milli" esprileri berhava oldu be Mıstık abi...  

Salı, Nisan 01, 2025

Ufak ufak

Bloga geri döndüğümü, ufak ufak da olsa bir şeyler yazacağımı-paylaşacağımı duyurayım... Hayat, bir süredir benim için her bakımdan karışıktı, ekonomik kriz, piyasa daralması, türlü muğlaklıklar, çalışamama ve sağlığım falan filan...Üstüne ülke de karıştı bir kere daha... 

Ne ki, bir parça toparladım diyelim, senaryo yazıyorum, okuyorum ve seyrediyorum, kendimi de biliyorum, yazarak iyileşenlerdenim... 

E burası,  medium olarak bloglar popülerliğini yitirse de yirmi yıldır uğraşıyorum, bir tür günlüğüm... Devam edeyim, geri döneyim dedim, gittiği yere kadar artık...

Related Posts with Thumbnails