Gençken okuduğum Rollo May, kaygı ve sıkıntıları bir
olgunlaşma emaresi sayar, bunu bir özgürleşme sürecinin parçası olarak görürdü.
O yıllarda etkilenmiştim, mutsuzluk yaratıcı bir enerji verebilir diyordu. Sıkıntıdan
sanat çıkar gibi bir şeydi… Kendi hayatıma uyarlamış ve bunu epey düşünmüştüm, çalışmak
zorunda olduğum, sıkıntılı ve kendime vakit ayıramadığım bir gençlik yaşıyordum.
Adam Phillips, “bazen mutsuz olmak gerekir” diyor ya, babam “bazen” demiyordu
galiba. Acı çekmeden olgunlaşmak imkansızdı babama göre. Her yenilgi, her acı
ve her ölüm çocukları büyütüyordu filan. Philips, haliyle daha mutedil, mutsuzluk,
bazen insanın içinde bulunduğu yanlış koşulları fark etmesini sağlar diyor, bastırmak
yerine anlamak gerekir derken mutsuzluktan duyulan endişeyi normalleştirmeye çalışıyor.
Mutluluk bahsinde şu soru epeyce zihin açıcı aslında: Kim
mutsuz? Kişilik bozukluğu yorumunu terapistlere bırakalım, melankoliyi ve
sanatçıları başka bir bağlamda tartışmak üzere kenara ayıralım ve gündelik hayatımızda
mutsuzlarla özdeşleştirilen insanları düşünelim. Mutsuzluk, kötülükle epeyce
özdeşleştiriliyor, günahkar birisinin mutsuz olduğu düşünülüyor. Tövbe etmek,
doğal olarak mutsuzlukla ilgili.
Hazır günah demişken, Freud, sonradan Lacan, insan arzusunun
“yasak” olana yönelmesine vurgu yaparlar; onlara göre bu, suçluluk ve
mutsuzluğu beraberinde getirir. O yüzden Žižek, günahı “sistemin dışına çıkma
arzusu” olarak niteler. Mutsuzlar, meydan okuyanlardır ve “gerçek suç, arzuyu
bastırmaktır” der. Üçü için de insanlar arzularını bastırdıkları için
mutsuzdurlar diye düşünüyorlar diyelim.
İyi olmak, eksiksiz olmak değil; yüzleşmiş olmaktır,
ancak yüzleşenler, mutluluk ve mutsuzluğu normalleştirerek görebilir ve yaşayabilir…
Yüzleşmiş olmak, insanın kendi kırılganlıklarını inkâr
etmemesi demektir. Mutsuzluk da bu yüzleşmenin bir parçasıdır. Belki de
mutsuzlukla ilişkimiz, insan olmanın sınırlarını kavrama biçimimizdir. Lacan’a
göre arzu, “asla ve asla” tam olarak tatmin edilemeyecek bir eksiklikten doğar.
Žižek bu noktayı politikleştirerek, arzunun asla doyurulamayacağını bilmesine
rağmen kapitalizmin bu eksikliği ticarileştirdiğini-kâr nesnesine
dönüştürdüğünü söyler. Arzu, tatminle değil, eksiklikle işler — çünkü eksiklik,
insan öznesinin yapısal halidir.
Devam edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder