Psikodinamik ve bağlanma kuramları, bireyin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin kişilik yapılanmasında temel belirleyiciler olduğunu savunur. Özellikle John Bowlby’nin geliştirdiği bağlanma kuramına göre, erken dönem bakım ilişkileri —özellikle de anne-çocuk etkileşimi— insanların ileriki yaşantısındaki duygusal ve ilişkisel örüntüleri belirler.
Benim terapist arkadaşlarımdan duyduğum şahane bir deyiş var, “anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım” diyorlar. İlk duyduğumda tam anlamamıştım, mecazen ana sütünden mahrum kalmış biri, yani çocukken şefkati ve temel güven duygusunu alamamış birey, siz ne yaparsanız yapın, eksik kalan o boşluğu dolduramaz. O boşluk mıh gibi kalıcıdır. Çocukluk mühimdir. Mutsuz çocuklar, çoğu zaman mutsuz yetişkinlere dönüşür.
Mıstık abim, insanları kendince ikiye ayırır, borçlu mu alacaklı mı derdi… “Sen önce bana onu söyle”
Alacaklı gibi yaşayanlar, erken dönemde yeterli şefkat, ilgi ve koşulsuz kabul görememiş olanlardır. Winnicott, çocuğun ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanamaması, bireyin “gerçek benliğinin” gelişimini engeller diyordu. Böyle bireyler, yetişkinlikte yaşadıkları ilişkilerinde sürekli onaylanma, takdir edilme ve farkedilme ihtiyacı duyarlardı. Hep “eksik bırakılmış” gibi hissettiklerinden; kendilerini duygusal olarak sürekli alacaklı bir konumda görüyorlardı. Ne ki doyurulamayan geçmişin açığı kapanmıyor, genellikle kırgınlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlanıyordu.
Diğer uçtaki “borçlular” ise, varoluşlarını meşrulaştırma ihtiyacıyla hareket ediyorlardı. Kendini hayata, ailesine ya da geçmişine karşı sürekli bir telafi yükümlülüğü içinde hissediyorlardı. Bu kişilik yapılanması, Kohut’un “kendilik objesi” eksikliğiyle tanımladığı narsisistik kırılmalarla yakından ilişkiliydi. Böyleleri, içsel bütünlüğü koruyabilmek ve sağlam kalabilmek için çevrelerine sürekli hizmet ediyor, aşırı uyum gösteriyorlardı filan. Bu vericilik, kaybetme korkusundan kaynaklanıyordu.
Her iki durum da —alacaklılık ve borçluluk— ilişkisel dengenin bozulması demekti. Jessica Benjamin’in “tanınma” kuramına göre, sağlıklı bir ilişkide öznellikler karşılıklı olarak kabul görmeliydi. Ancak alacaklı ya da borçlu pozisyondaki bireyler, bu tanımayı engelleyen bir tekrar döngüsüne saplanıyorlardı. Alacaklı birey başkalarının onu anlamasını beklerken, borçlu birey kendini bastırarak başkasının varlığını yüceltirdi Her iki durumda da karşılıklılık zedelenirdi.
Yaşadığımız şimdiki zaman, mutlu olamazsam endişesiyle istiflendiği için insanlar sürekli olarak “ben kimim?” sorusunu duyuyor ve kendilerine soruyorlar. Borçlu muyum? Alacaklı mı? İnsanın kendi ilişki dinamiklerini fark etmesi bekleniyor, geçmişin eksiklerini bugüne taşımak yerine bu eksikleri tanıyıp anlamlandırmamız isteniyor, iyileşmek istiyoruz. Yeni bir öznel deneyim inşa etmemiz falan filan…
Bu kadar yükle pek olmuyor tabii, ruhumuzu geren ve gevşeten bir sürü şey arasında salınıp duruyoruz, kolay olsaydı bu kadar çok antidepresan olmazdı ya da o ilaçlar bize yeterdi… Eve selam Mıstık abi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder