Cuma, Haziran 20, 2025

Bana öğretilen aşk

Yirmili yaşlarımın başında epeyce iddialı konuştuğum bir meseleydi aşk… Aşkı hep Doğu’ya ait bir hastalık gibi tarif ederdim; aklın değil, arzunun yönettiği bir sarsıntı hali derdim. Batılılar aşkı hesaplardı, analiz ederdi; Doğu aşkı ise kendini yakar, kavurur, terk eder, kavuşamaz, yakar ve yine kavrulurdu. Mecnun’un çöle düşüşü, Ferhat’ın dağı delişi ya da Hallac’ın “Enel Hak” diye parçalanması şu bu sayardım… Hepsi bir teslimiyeti, bir akıl dışılığı ve kendinden geçişi resmediyordu. Edward Said’in meşhur kitabı Oryantalizm’de belirttiği üzre, Batı bakışı bu tür aşkı egzotik, aşırı ve irrasyonel bulur; tam da bu yüzden büyülenirdi. Çünkü aşk burada sadece bir duygu değil, bir varoluş biçimiydi: bir tür vecd, bir vecd içinde yokoluş haliydi. O körolasıca modernizm ve  çağın akılcılığı ise  aşka yer bırakmazdı; çünkü bu aşk ölçülmez, çünkü aşk tedavi edilmez, anlatılmazdı. Ve Doğu bu yanılsamayı yücelterek yaşardı.

Bu yüzden Doğu’da aşk, bir hedefe varmak için değil, yolda harcanmak içindi. Aşk ne evlenmekle, ne mutlu olmakla, ne de tamamlanmakla ilgiliydi. İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nda yazdığı gibi, aşk bir eksiklikten değil, fazlalıktan doğardı. Aşık kişi kendi benliğini taşıyamaz hale gelir ve kendini başkasına taşırdı. Batı anlatılarında ise aşk, Freud’un teorileriyle birlikte nevrotik bir simgeye indirgenir: çocukluk travmalarının ya da bastırılmış arzuların dışavurumu olurdu. Doğu’da aşk bir sebepten değil, kaderden kaynaklanırdı. Aşk olurdu;  çünkü olmalıdır. Akılla açıklanmaz, hatta akla direnirdi. Tasavvufta buna “aşk-ı mecazî” denir— sınırların silindiği, benliğin eridiği, âşıkla maşukun birbirine karıştığı bu bulanıklıktı, Batı düşüncesinde ise aşkhep tehditkâr bir alan olarak kaldı. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde anlatmıştı, Batı modernitesi arzuyu terbiye etmek, denetlemek ve tarif etmek ister; oysa Doğu aşkı, tarifi bozardı.

Doğru mu bunlar? Yirmili yaşlarımda bu Doğulu aşk fikri bana romantik değil, kaderci değil, neredeyse ayrıcalıklı geliyordu—sanki aşkı böyle tanımlamak onu sıradanlıktan kurtarıyor, beni de sıradan âşık olmaktan kurtarıyordu. Belki de aşkı anlamak değil, ona büyü atfetmek istiyordum.

Cümleleri elden geçirdim ama 1991’de yazmışım bunları, inanmışım ve doğru kabul etmişim…Bu kadar yıl sonra bir kere daha doğru kabul etmem, itiraf edeyim bana saçma geldi… Değişmeyen bir inanç, sabit kalmış bir sezgi gibi. Acaba yıllardır aynı fikri tekrar edip durmam, yeterince düşünmediğimi mi gösteriyor? Yoksa bu fikir zamanla derinlik mi kazandı, yeni anlamlarla gelişti mi? Bazen bir düşünce değişmez çünkü henüz yaşanarak yanlışlanmamıştır. Ya da daha kötüsü: o fikri doğrulayan tek şey, insanın kendi kuruntuları olur.

Aşkın tarifini bile kültürden ödünç alıyoruz. Nasıl âşık olacağımızı, neye âşk diyeceğimizi, aşk acısının ne zaman başlayıp biteceğini bize romanlar, filmler, şiirler söylüyor. Sezgilerimiz sandığımız kadar özgün değil; hatta belki en kişisel sandığımız o delilik anı bile, daha önce binlerce kez yaşanmış ve adına aşk denilmiş bir şablonun yeniden yürürlüğe konmasından ibarettir. Yani ben aşka inandım, ama bana öğretilen biçimde inandım. Seçtiğim yol bile belki seçilmiş bir patikaydı, başkasına ait bir kaderi bir elbise gibi giyinip kuşandım.

Belki de aşk, düşündüğüm kadar Doğulu değil; sadece ben, ona bakarken hep doğuya dönüyorum


Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails