![]() |
Batılılar buna “monumental olma hırsı-iştahı” diyorlar, yani şair, şiirle yetinmiyor, kendisini tarihsel bir misyonun ve davanın temsilcisi gibi sunuyor. Bir şeyler anlatıyor ama (çok şükür hepimiz faniyiz veya ermiş değiliz) iddiasıyla dili uyuşmuyor, büyük anlatı üreteceğim diye başlayıp ikinci satırda tıkanıyor diyelim.
İtiraf edeyim, retorik coşku ve epik abartıyı izlemeyi severim, kimi insanlar nebi evliya ve peygamber gibi konuşmaya bayılırlar. Şairimiz de öyle, hem uyarıyor, hem kutsuyor, hem anlatıyor, hem tarih yazıyor. Baştan sona zamanın yükünü taşıyor, saklanan sırları açığa çıkartıyor ve elbette evrensel bir hakikatin izini sürüyor. Bu gizemli ve yüce poz, sorarım size, güzel değil mi şimdi?
Şairin sesinin daima “yüksek perdeden” gelmesinin kökenleri Tanzimat sonrası edebi muhkemlik arayışında yatıyor elbette, şiir dediğin mutlaka ciddi, ulvi ve kutsal şeyler söylemelidir saplantısından.
![]() |
Atom çekirdeği, motor, radar, ışık yılı gibi terimler birer seküler mitoloji ögesi gibi işleniyor, oralarda komikleşiyor. Bir tür teknoloji (bilim ilerler, insan yükselir, halk uyanır) romantizmi taşıyor ve şair de bu büyük yürüyüşün sözcüsü ve hikayecisi gibi davranıyor.
Şair, sanki bir kürsüde, millete sesleniyor. Her dizeyi bir nutuk parçası gibi yazmaya uğraşmış, duygudan çok hacimle, ölçüyle değil iddia ile çalışmış. Epik olmak isterken ajite olan bu tarz şiirler, lirizmi değil etse etse bir dönemin ideolojik reflekslerini temsil edebilir. Bugünden bakıldığında yazılanlara en iyimser yorumla nostaljik ama ironik, samimi ama trajikomik bir tona sahip denebilir ancak.
![]() |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder